LÜBNAN İSLAM DEVLETİNDEN BİR PARÇA OLABİLİR
Mİ?
Patrik Sfer, 16-07-2001’de kendisine
bazılarının Lübnan’da İslâm cumhuriyeti kurmak
istedikleri sorusuna şu cevabı verdi: “Bir kere Lübnan’ın
İslâm cumhuriyeti olması imkansızdır. Çünkü eğer
Hıristiyanlar ondan saf dışı edilirlerse bağımsızlığa
da gerek kalmazdı. Hatta Lübnan’ı kendilerine katmak
isteyenler de vardır.”
Konuya girmeden önce sayın Patrik’e şu
soruyu sormak istiyoruz: “Dünyanın her hangi bir
yerinde İslâm devletinin kurulması Hıristiyanların yok
olması mı demektir? Hıristiyanlar, 1300 yıla aşkın
Hilafet devletinin himayesinde izzetli ve emniyetli bir hayat
yaşamadılar mı?”
10-07-2001’de Hizbullah’ın genel
sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah şunları söyledi:”Bazıları
bize, siz bir İslâmî hareket olmanız açısından projeniz
nedir? Yoksa İslâm devleti kurmak mı istiyorsunuz? Diye
sorarsa, onlara cevabımız şu olur. “Eğer içerisinde
bulunduğumuz ülke İslâm devletinin kurulması için
gerekli şartlara haiz değilse tabii ki bu ülkede
kurulamaz... Zira İslâm devleti ne askeri ihtilal/darbelerle
ne de şiddetle kurulur. Bu devletin adaleti uygulayıp ayakta
durabilmesi için mutlaka halk tarafından destek görmesi ve
halka dayanması gerekir. Onun için İslâm devleti meselesi
akidemizin ve ideolojimizin bir parçasıdır.”
Burada Seyyid Hasan Nasrallah’ın
dikkatini bir hususa çekmek isteriz. Lübnan tek başına hiçbir
zaman devlet özelliğini haiz olmamış ve olmayacaktır.
Gerek “Hizbullah”ın genel sekreterinin
konuşması, gerekse Patrik Sfer’e sorulan sorular, aslında
İslâm devleti meselesinin insanların zihinlerine ve pratik
hayatlarına ne denli hakim olduğunu gösterdiği gibi, Müslümanların
dinlerinden fışkıran fert, toplum ve devlet ile ilgili hükümleri
ne kadar idrak ettiklerini de gösterir. Bu durum sadece
Lübnan’da değil, İslâm’ın bütün beldelerinde de
öyledir. Bugün İslâm ümmetinin en çok özlem duyduğu
şey, İslâm âleminde uygulanmakta olan sistemlerin enkazı
üzerine İslâm devletinin sancağının dalgalandığını görmektir.
Tekrar soruya dönecek olursak: Lübnan
gibi bir yerde İslâm devletinin kurulması için çalışmak
doğru olur mu? Ve Onun şu anki siyasî ve etnik yapısı
nedeniyle İslâm ile yönetilir mi? Bu sorunun cevabını
aşağıdaki gerçeklerde arayalım:
1. İslâm dinini ikame etmek, Onun
hükümlerini uygulamak ve İslâm davasını bütün dünyaya
taşımak için dünyadaki bütün Müslümanların
başkanlığını üstlenmek anlamına gelen İslâm devleti,
Hilafetin ta kendisidir. Zira İslâm, Müslümanlara İslâm
şeriatıyla hükmedecek, onları tek bir devlette bir halife
bulundurmalarını farz kılmıştır. Resulullah (sav) şöyle
buyurmuştur: “...ve kim bir halifeye kendi boynunda
biat bulundurmadan ölürse cahiliyye ölümüyle ölmüş
olur.” (Kitabul imare/Müslim.3441) Buna göre
Lübnan’daki Müslümanlar başta olmak üzere tüm
Müslümanların Hilafeti ikame etmeleri farzdır.
2. Lübnan, Şam vilayetinden bir parçadır.
Bu durum İslâm’ın fethinden önce de sonra da öyle idi.
Zira Lübnan ve Suriye’nin Fransızların işgali altında
kalması, Sayx Pico antlaşmasının gün ışığına çıkıncaya
kadar devam etti. Fransız
generali Goaro 1920’de Suriye’den bazı kazaları bölüp
“Büyük Lübnan” ismini verdiği, yüzölçümünü genişletmek
suretiyle Lübnan gibi bir devlet düşüncesini gündeme
getirdi. Ancak Müslümanlar bu duruma karşı rahatsız
oldular. Ancak bu bölünmeye karşı koyarak, direnmelerine
rağmen işgalci Fransızlar bu hareketi sindirdi.
3. Sömürgecilerin Lübnan başta
olmak üzere tüm Müslüman beldelerini bölüp aralarında
sınır çizmeleri, buna boyun bükmemiz veya bu bölünmüşlüğü
savunmak yahut İslam’ın hükümlerine aykırı olduğu
halde sınırların kalmaları için ısrarlı olmamız
gerekir anlamına gelmez. Zira İslâm dini, İslâm
ümmetinin varlık ve toprak birliğini emretmiştir. Ayrıca
bu durum, İslâm ümmetinin güçsüz ve sömürgeci batılı
güçlere karşı boynu bükük olmasının en büyük
nedenlerinden birisidir. Hilafet, bütün Müslümanları tek
bir devlette birleştirdiği, orduları büyük bir ordu
haline getirdiği, korkunç değere sahip servetleri
değerlendirdiği, askeri ve ağır sanayi hamlesini
yaptığı zaman, Amerika başta olmak üzere düşman ve açgözlü
bütün ülkelerin kalbine korku saracaktır, ki böylece
Müslümanlar hakkında kara kara düşünsünler.
4. Lübnan, diğer İslâm
beldelerinden bir parça olması nedeniyle Hilâfet devletinin
vücudunda yer alması gerekir. Şöyle ki; Lübnan halkının
aslı olan Şam vilayetine tekrar dönmesi ve Hilâfet
devletinde bir parça olması için gerekli çalışmayı
yapması.
5. Lübnan, deniz kıyılarının
konumu bakımından açık siperdir. Bu bölgede Hilâfet
devletine saldırmak için düşmanlar kuvvetlerini
indirebilirler. Bundan dolayı Lübnan halkının saldırıya
karşı koymaları ve Hilâfet devletini savunmaları gerekir.
Zira tarih, Lübnan halkının cesareti, kahramanlığı ve
sabrına en büyük şahittir. Hâla da Lübnan Müslümanlarının
imanı ve cesareti örnek olarak parmakla gösterilir. Bunun
en açık örneği; onların, 1983’de Beyrut kıyılarına
inen Amerikan deniz kuvvetlerinin belini kırmaları ve
Yahudilerle savaşıp, onları Mayıs 2000’de Lübnan’dan
çıkarmalarıdır.
6. İslâm evrensel bir dindir. Onun
kendine özgü bir yaşam tarzı vardır. İslâm’ın hükümleri,
devlet içerisinde Müslümanların hayatını tanzim ettiği
gibi, gayri müslimlerin hayatını da tanzim etmiştir.
Onların mallarını, kanlarını, ırzlarını, haklarını
korumuştur. Onların her türlü yiyecek, giyecek, barınacak,
sağlık ve eğitim ihtiyaçlarını sağlamıştır. Onun için
Lübnan’da İslâm’ın tatbik edilmesi için davet etmek
gayet tabiidir. Hatta bu iş, her Müslüman’ın üzerine
farz olduğu için, çaba göstermesi gerekir. Çünkü İslâm,
ister Müslüman olsun, isterse gayri müslim olsun tebaların
bütün problemlerini çözecek yegane doğru dindir
7. İslâm, gayri müslimlerin
dinlerini terk etmeleri için, onları zorlamayı haram
kılmıştır. Allah-u Teala şöyle buyurmuştur:
“Dinde zorlama yoktur. Artık
doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır.” (Bakara
256) Dolayısıyla İslâm’ın gayri müslimler
üzerine tatbik edilmesi onların ibadetlerini
tapınaklarında yapmalarına engel değildir. Bir başka
deyişle, İslâmî hükümlerin uygulanması, onların özel
hayatlarında kendi dini hükümlerini yaşamalarına engel
teşkil etmez. Yani şu soru sorulmaz. Siz İslâm devleti
kurduğunuz zaman gayri müslimlere ne yapacaksınız?
Çünkü onlar da Müslümanlarla birlikte gayet doğal bir
hayat yaşarlar, Müslümanların sahip oldukları haklardan
yararlanabilecekleri gibi, Müslümanların yapmaları gereken
görevlerin aynısını onlar da yerine getirmekle yükümlüdürler.
Zira Müslümanlar, Şam bölgesini fethettikleri zaman, oranın
ahalisinin çoğu Hıristiyanlar ve diğerlerinden
oluşmasına rağmen diğer beldelerde olduğu gibi onlar da
yine Müslümanlarla beraber İslâm’ın hakimiyeti altında
yaşamışlardı. İşte bundan dolayıdır ki, İslâm’ın
yönetim sistemi azınlık veya çoğunluk gibi bir problem
yaşamamıştır.
8. İslâm’ın adaleti inkar
edilemeyecek kadar tarihin sayfalarında mevcuttur. İslâm’da
büyükelçiler ve resmi elçiler hariç, hiç bir kimsenin
dokunulmazlığı yoktur. Yöneten ile yönetilen kanun ve kadı
karşısında birdir. Resulullah (sav) şöyle buyurur: “...eğer
Muhammed’in kızı Fatıma dahi hırsızlık etse de onun
elini de keserim.” (Buhari) Dolayısıyla tebâ
olan herkesin din, ırk veya renginden dolayı zulüm görmesi
asla söz konusu değildir. Bunun en açık örneği; Hz.
Ömer’in, Mısır valisinin oğlu bir Hıristiyan’ı
haksız yere dövdüğü için Hıristiyan’ın lehine hüküm
vermesidir.
Ey Müslümanlar:
Bugün Filistin’de ve diğer İslâm
beldelerinde olup bitenlere karşı, duyarlı bir şekilde
elimizden ne geliyorsa yapmamız ve kardeşlerimizi
Yahudilerin zulmünden kurtarmak için harekete geçmemiz
gerekiyor. Zira Müslümanların başlarındaki yöneticilerin
hainlikleri herkesçe malûmdur. Bu yöneticiler ne Filistin’deki
ne de zulme uğrayan başka Müslümanlar için, bir kurşun
dahi sıkmayacaklardır. Hatta onlar, Müslümanlara karşı
her türlü yardımı ve destekleri esirgemeye devam
edeceklerdir. Burada yapılması gereken tek şey, Müslümanların
ellerini bağlayan ve diğer kardeşlerinin yardımına
koşmalarına engel teşkil eden hastalığa parmak basmamız
gerekir. Bu hastalığın kaynağı, Yahudileri kökünden kazımak
için Filistin’e doğru yürümek ve dünyadaki diğer zulme
uğrayan Müslümanlara yardım etmek için, harekete geçmek
isteyen milyonlarca askerleri engelleyen yöneticilerdir.
Yapmamız gereken tek şey, ümmeti kurtarmaya muktedir olduğu
halde sessiz kalan söz ve güç sahiplerine, otoriteyi ele
geçirip içerisinde bulunduğumuz şu berbat ortamı
değiştirmeye yönelik harekete geçmeleri ve İslâm’ı
yeniden tatbik etmeleri için, polisi otoritelere aldırış
etmeden var gücümüzle onlara haykırmak ve baskı
yapmaktır. Zira bu dava hak bir davadır. İşte o zaman
Raşidi Hilâfet yeniden doğduğunda Yahudiler,
korkularından titreye titreye geldikleri yere apar topar geri
gitmek zorunda kalacaklar ve Müslümanlara zulmeden bütün
düşman ülkelerin yürekleri ağızlarına gelecektir.
“Ehl-i kitaptan inkar edenleri, ilk sürgünde
yurtlarından çıkaran O’dur. Siz onların çıkacaklarını
sanmamıştınız. Onlar da kalelerinin, kendilerini Allah’tan
koruyacağını sanmışlardı. Ama Allah (O’nun azabı),
onlara beklemedikleri yerden geliverdi. O, yüreklerine korku
düşürdü; öyle ki evlerini hem kendi elleriyle, hem de mü’minlerin
elleriyle harap ediyorlardı. Ey akıl sahipleri! İbret
alın.” (Haşr: 2)
Hizb-ut
Tahrir
H. 18 Cemadi-l ule 1422
Lübnan
Vilayeti
M. 08 Ağustos 2001
|