Bismillahirrahmanirrahim
Hamd, Alemlerin Rabbi olan Allah (Subhanehu ve Teala)’ya,
Salat ve Selam ise, Allah’ın kutlu elçisi Hz. Muhammed
(Sallallahu aleyhi ve sellem)’e ve seçkin İslam hidayetine
ihsan ile tabi olanların üzerine olsun.
Ankara 2 Nolu Devlet Güvenlik Mahkemesi Başkanlığı’na;
Sizlere, yaşamış olduğum şerefli
hayattan, eşimden ve çocuklarımdan, zalimce koparılıp
hapsedilmemin ve mahkemenize getirilmemin gerçek nedenlerini
açıklamak istiyorum.
İddia makamı tarafından hazırlanan
iddianamede, yer alan şahsımla ve mensubu olmaktan şeref
duyduğum partim Hizb-ut Tahrir’le ilgili basit değersiz,
ispattan yoksun, iddia makamının sadece kuruntu ve
vehimlerinden ibaret olan, asılsız bütün suçlamalarına
cevap veriyorum.
Ben Allah (Azze ve Celle)’nin göndermiş
olduğu, seçkin İslam hidayetini benimsemiş, Allah’a kulluk
etmede ve Allah’ın rızasını kazanmada hayatın anlamını
bulmuş bir Müslümanım.
İslam’ın ana kaynakları olan Kur’an-ı
Kerim’i ve Rasulullah Aleyhisselatu Vesselamın hayatını
derinlemesine araştırdım ve inceledim. Bu araştırma ve
incelemelerimin sonucunda; İslam’ın siyasal, sosyal,
iktisadi, hukuki ve devletlerarası alanda olduğu gibi,
hayatın diğer bütün alanları için de köklü ve kapsamlı
çözümler getirerek, hayatı düzenlediğini gördüm.
Rasulullah Aleyhisselatu Vesselam da İslam’ın getirmiş
olduğu bu çözümlerle fert, toplum ve devlet bazında hayatı
düzenlemiş, Müslümanlar için örnek bir toplum ve devlet
düzeni ortaya koymuştur.
Yaşamakta olduğum hayatta ise, sömürgeci
kafir batı dünyası tarafından İslam Hilafeti’nin parçalanıp,
ortadan kaldırılması ile İslam toprakları üzerinde kafir
batı dünyasına hizmet eden işbirlikçi, zalim, despot ve
zorba yönetimlerin kurulmuş olduğunu, bu yönetimlerin batılı
kafir efendilerinin emirleri yönünde, Müslüman halka düşmanlıkta
efendilerini bile geçtiğini, Müslümanları hor, hakir, zelil
ve geri kalmış bir hayata hapsetmek için çalıştıklarını
tespit ettim.
Bu yönetimlerden biri olan Türkiye
Cumhuriyeti de, Müslüman halkın inançlarından
kaynaklanmayan, halka rağmen zorbaca halka dayatılarak
kurulmuş bir yönetimdir. Kurulduğu günden bu yana sürekli
halkına düşmanlık etmiş, halkı ile kasıtlı bir çatışma
içinde olmuştur. Sömürgeci kafir batı dünyasından alınan
laiklik ve demokrasiye dayalı Türkiye Cumhuriyeti, Müslüman
halk nezdinde hiçbir zaman meşru görülmemiş ve
benimsenmemiştir. Ülkenin gelişip kalkınmasında ve kafir
batı dünyası ile rekabet edebilecek bir güce ulaşmasında
harcanması gereken toplumsal enerji, halk ile devlet arasında
süre giden bir iç çatışmaya harcanmıştır. Bu iç çatışma;
Müslüman halkı geri kalmışlığa hapsetmiş, Batı dünyası
ile rekabet edememe gibi acı bir sonuç doğurmuştur. Tarihte
eşine az rastlanır bir ihanetle bu devlet, ezeli düşmanı
olan Batının lehine, kendi ülke ve halkının aleyhine çalışmış
ve halen çalışmaktadır.
Halkın inancı olan İslam’a tamamiyle
zıt olan, demokratik ve laik sistemin Türkiye Cumhuriyeti
tarafından benimsenmiş olması, bu iç çatışmanın en temel
nedenini oluşturmaktadır.
Bilindiği gibi, dinin siyasal ve toplumsal
hayattan ayrılması ve dinin hayata müdahalesinin engellenmesi
anlamına gelen laik anlayış, kafir Batı dünyasının
ürünüdür. İnsanların özgür olması esasına dayanır ve
insanların özgürlüğünü kısıtlayan her şeye karşı çıkma
iddiasındadır. Dini de, insanların özgürlüğünü kısıtlayan
ana unsur konumunda değerlendirir ve dine de bu nedenle karşı
çıkar. Söz konusu din İslam olunca; bu karşı çıkış,
Allah’a teslim olma yerine Allah’a başkaldırma ve isyan
anlamına gelmektedir.
Sömürgeci batı dünyasının temel inancı
olan laiklik, ülkemizde Müslüman halka bin bir türlü baskı
yöntemleriyle zorla benimsetilmeye çalışılmıştır. Ancak
halkın, ne yapılırsa yapılsın bir türlü benimsememesi
üzerine, günümüzde de bu zorbaca benimsetme çalışmalarına
devam edilmektedir. Müslüman halktan teslim olup, itaat etmek
zorunda oldukları Allah (Azze ve Celle) ile adeta bir
özgürlük savaşına girmeleri istenmiştir. İslam, Allah
tarafından hayatı düzenlemek amacı ile gönderilmiş seçkin
bir hidayet iken, laiklik de İslam’ı hayata sokmamaya çalışmaktadır.
İslam ve laiklik birbirleri ile mücadele eden ve asla bir
araya gelemeyecek olan, iki düşmandır. Bu durum devlete
egemen olmuş ve laikliği benimsemiş, kafir Batının sadık
hizmetkarları ile Müslüman halk arasında kesintisiz bir mücadele
olarak hayata yansımaktadır.
Laikliğin öncül ve temel şart olduğu
demokrasi ise, 20.yüzyılın en büyük yalanı ve
insanlığın asla gerçekleştiremeyeceği ütopyasıdır.
Millet iradesinin üstünde başka bir iradenin bulunmaması
olarak kabul edilen demokrasi, bu anlamı ile açıkça Allah
(Azze ve Celle)’nin kulları üzerindeki iradesini yok
saymaktadır. Egemenliğin kayıtsız şartsız halka ait
olması olarak da tarif edilen demokrasi, kesinlikle İslam
şeriatının egemenliği ile ters düşmektedir. Kendi
varlığını sürdürebilmesinin temel şartı da, İslam
şeriatına egemenlik hakkı tanımamaktadır.
Kendi kendini yöneten halk masalına
gelince; hiçbir zaman kendi kendini yöneten bir halk var olmamıştır
ve de var olmayacaktır. Bu sadece, zayıf ve güçsüzlerin
sömürgeye karşı uyutulabilmelerini, böylece de karşı çıkmamalarını
sağlamak için, sömürgeci kafirler tarafından üretilmiş ve
adına da demokrasi denmiş bir masaldır. Bir başka açıdan
demokrasi, hayatı düzenleme konusunda insanın kendini Yüce
Allah’tan daha yeterli görmesi olarak da tanımlanabilir.
Halbuki Allah (Subhanehu ve Teala), bütün peygamberlerini
bu en temel ve en büyük günahtan kurtarmak için göndermiş,
Kur’an’ı da bunun için indirmiştir. Göklerdeki hayatın
yegane efendisi ve düzenleyicisi olduğu gibi, yeryüzündeki
hayatın da yegane efendisi ve düzenleyicisi olduğunu bunun için
beyan etmiştir.
Cahiliyye hükmünü mü arıyorlar? İyi
anlayan bir toplum için hükmü Allah’tan daha güzel olan
kim vardır. [Maide 50]
ayeti ile Hüküm yalnız Allah’ındır.
[Yusuf 40] ayetine de Kur’an’da bunun için yer vermiştir.
Açıkladığım şekliyle laikliği ve
demokrasiyi esas alan Türkiye’deki siyasal sistem ve bu
sisteme egemen güçler tarafından, İslam hayat alanından
uzaklaştırılmıştır. Müslüman halk inançlarına uygun
bir hayatı yaşamaktan alıkonulmuş, hor, hakir ve zelil bir
hayat yaşamaya zorlanmışlardır. Onur ve şereflerine, din ve
inançlarına değer verilmemiştir.
İşte ben bütün bu tespitlerimden sonra,
Allah (Azze ve Celle)’nin:
Ey İman edenler! Allah ve Rasulü sizi, size
hayat verene çağırdığında hemen icabet ediniz. [Enfal
24]
emrine icabet ederek, İslam’ı hayata
hakim kılmak için bir dava olarak yüklenmek gerektiğine
inandım. Bu davayı yüklenme emrini yerine getirmek amacıyla,
yaptığım inceleme ve araştırmalar sonucunda, baskı, cebir,
şiddet, korkutma, yıldırma, sindirme ve tehdit gibi yöntemleri
benimsemeyen, içinde fikri mücadele ve siyasi mücadelenin
parladığı, seçkin bir siyasi parti olarak karşıma çıkan
Hizb-ut Tahrir ile İslam davasını yüklenmek ve toplumda
İslami hayatı yeniden başlatmak amacıyla, isteyerek ve
severek çalışmaya başladım.
Hizb-ut Tahrir, ideolojisi İslam olan siyasi
bir partidir. Toplumda İslami hayatı başlatmak, toplumun
fikir ve hislerini düzeltmek, İslam Risalet ve hidayetini, bütün
dünyaya evrensel fikri bir önderlik olarak taşımak gayesi
ile Rabbimizin:
Sizden hayra davet eden, iyiliği emreden ve
kötülükten alıkoyan bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa
erenler onlardır. [Al-i İmran 104]
emrine binaen kurulmuştur. Bu ayette yer
alan hayra davet etmekten maksat, İslam’a davet etmektir.
İyiliği emretmenin ve kötülükten alıkoymanın, hem yönetilenleri
hem de yöneticileri kapsaması, ideolojisi İslam olan siyasi
bir partinin kurularak siyasi faaliyette bulunmasını, bütün
Müslümanlara farz kılmaktadır.
Yine Yüce Rabbımız:
Ne mü’min bir erkek, ne de mü’mine bir
kadın için, Allah ve Rasulü bir şeye hükmettiği zaman
onlara işlerinde seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Rasulüne
isyan ederse apaçık bir şekilde sapmış olur. [Ahzab 36]
Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet.
Sana gelen haktan vazgeçip onların arzularına uyma! [Maide
48]
Her kim Allah’ın indirdikleri ile hükmetmezse,
işte onlar kafirlerin ta kendileridir. [Maide 44]
ayetleri ile İslam şeriatının tatbikini
emretmektedir. İslam şeriatının tatbiki ise, bu şeriatı
tatbik edecek Raşidi Hilafet Devleti’ni kurmak için, siyasi
bir faaliyet yürütmeyi bütün Müslümanlara yine farz kılmaktadır.
Açıkladığım ayetlerden de
anlaşıldığı gibi, İslam’a göre meşru ve yasal bir
parti olan Hizb-ut Tahrir’in iddia makamı tarafından yasa
dışılıkla suçlanmasının, benim için bir değeri
bulunmamaktadır.
İslam’a göre yasal bir parti olan Hizb-ut
Tahrir’in, terör suçlamasıyla herhangi bir ilgisinin
kurulamayacağına da burada değinmek istiyorum.
Hizb-ut Tahrir, Allah Rasulü'nün Peygamber
oluşundan itibaren Mekke’de İslam’a davet aşamasından,
Medine’de İslam Devleti’ni kurmasına kadar olan metodunu
benimsemiştir. Allah’ın Rasulü Mekke’de insanları fikri
ve siyasi çalışmalarla İslam’a davet etmiştir. Bu
aşamada yaşadıkları bütün zulüm, işkence, baskı ve
eziyetlere rağmen, terör olarak nitelendirilebilecek herhangi
bir eylem yada yönteme asla başvurmamıştır. Bu durum Medine’de
İslam Devleti’ni kurana değin sürmüştür. Hizb-ut Tahrir
de Allah Rasulü'nün Mekke’deki İslam’a davet metodunu,
kendine metod olarak benimsemiştir.
Hiç şüphe yok ki; Hizb-ut Tahrir,
Mahkemenizde de bulunan, kendi kitap ve yayınlarında terörü
benimsemediğini, terör sayılabilecek eylem yada yöntemlerin
doğru olmadığını açıklamıştır.
11 Eylül’de Amerika Birleşik Devletleri’nde,
Pentagon ve Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan saldırılar
sonrasında, Amerika’nın Afganistan’a savaş ilan etmesi
ile ilgili olarak yayımladığı bildirisinde Hizb-ut Tahrir,
şu ifadelere yer vermiştir:
“Ey Müslümanlar! Sizi aşağılayan ve
sizi hafife alan Amerika’nın bu şekildeki isteğini
reddetmeniz size farz olmaktadır. Zira Amerika kimi
destekleyeceğinizi ve kiminle savaşacağınızı size
bildirecek kadar, yüce bir mevkide değildir. Siz ilahi Risalet
ehlisiniz, insanlığa nur ve hidayet taşıyan kimselersiniz.
Muhakkak ki Allah (Celle Celaluhu),
Siz insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış,
iyiliği emreden ve kötülükten alıkoyan bir ümmetsiniz. [Al-i
İmran 110] şeklindeki mübarek sözüyle sizi vasıflandırmıştır.
Bu Risaletin hükümleri savaşa katılmayanlarla savaşmayı,
savaşa katılmayan çocuk, ihtiyar ve kadınları savaş
meydanında olsalar bile öldürmeyi haram kılmıştır.
Bunları Müslümanlar yapmaz. Fakat Müslümanlara saldıran,
onların topraklarını gasp eden, servetlerini alıp götüren
ve onlara egemenlik kurmak isteyen düşmanla savaşıp
öldürmek, meşrudur ve cihaddır. Dahası o farzdır. İslam’ın
zirve noktasıdır.” Bu ifadeler ile Hizb-ut Tahrir açık
ve kesin bir biçimde terörü benimsemediğini ve bir terör
örgütü olmadığını açıklamış bulunmaktadır.
Hizb-ut Tahrir, Kur’an ve Sünnet‘ten
benimsediği değiştirme metodu ile bütün Müslüman
ülkelerde ve Türkiye’de uzun yıllardan beri yürütmüş
olduğu siyasi faaliyetinde, terör sayılabilecek herhangi bir
eylem yada yönteme başvurmamıştır. Bugüne kadar yakalanıp,
tutuklanan Hizb-ut Tahrir mensuplarında da terörle ilgili
kurulabilecek herhangi bir delil bulunmadığı, emniyet
raporlarında yer aldığı gibi, heyetinizin de bunu
bildiğinden kuşku duymuyorum.
Hizb-ut Tahrir’in bir çok Müslüman
ülkede yürütmüş olduğu siyasi faaliyet sonucu mensupları,
zalim ve zorba rejimler tarafından çok ağır baskı, zulüm
ve işkenceye maruz bırakılmış ve halende
bırakılmaktadır. Bu zulüm ve işkencelerin bir kısmı
öldürme sınırına kadar ulaşarak, birçok Hizb-ut Tahrirli’nin
şehid olmasına neden olmuştur. Buna rağmen Hizb-ut Tahrir
intikam duygusu ile hareket etmemiş, terör sayılabilecek
herhangi bir eylem yada yönteme, gücü yettiği halde
başvurmamıştır. Allah Rasulü (sav), İslam Devleti’ni
kurmak için takip ettiği metodda terör olarak
nitelendirilebilecek bir yönteme başvurmadığından, Hizb-ut
Tahrir de bu metod gereği, fikri ve siyasi çalışmanın
dışında kesinlikle teröre başvurmamış ve
başvurmayacaktır da. Şayet Allah Rasulü (sav) İslam Devleti’ni
kurmadan önce, Mekke’de teröre başvursaydı, O (sav)’i
kendine örnek alan Hizb-ut Tahrir de hiç çekinmeden ve
korkmadan bunu yapardı.
İşte Hizb-ut Tahrir’i ve mensubu olarak
beni terörle ilgilendirilebilecek, herhangi bir yöntem ve
eylemden alıkoyan bunlardır.
Bütün bu çalışmalarım ışığında,
Hizb-ut Tahrir’in bir terör örgütü olduğunu somut
delillere dayalı olarak ortaya koyup, ispat edemeyen iddia
makamı; kendi varsayım ve zanlarını delil olarak, zorlama
bir yorumla iddianamesine almış, bu çabasıyla da hukuk
dışılığın en belirgin örneklerinden birini sergilemiştir.
Fikri ve siyasi yolla toplumu değiştirmek
isteyen ve iktidarı elde etmek için çalışan Hizb-ut Tahrir
ile fikri ve siyasi mücadele yapmayı başaramayanlar, Hizb-ut
Tahrir’in benimsediği fikir, görüş ve çözümler karşısında
kendi fikir ve ideolojilerinin iflas ettiğini görenler; daima
zorbalığa, zulme, işkenceye, vahşiliğe ve haksızlığa
başvurmuşlardır. Hizb-ut Tahrir, yetkilerini kötüye
kullanan bu tür devlet terörü ile sürekli karşılaşmıştır.
Hizb-ut Tahrir bir terör örgütü olmadığı halde, ortaya
koyduğu doğru ve etkili fikir ve çözümler karşısında
çaresizliğe düşen zalim yönetimler, hem Hizb-ut Tahrir’i
yok etmek, hem de halk nezrindeki meşruiyetini lekelemek
amacıyla, Hizb-ut Tahrir’i terörle suçlama yolunu daima
tercih etmişlerdir. Artık tükenme ve yok olma noktasına
gelen bu zorba iktidarlar, asla Hizb-ut Tahrir’i yok etmeyi
başaramayacaklar ve Hilafetin bir gün kurulup kendi iktidarlarına
da son vermesine engel olamayacaklardır.
Müslümanlar karşısında bu kadar güçlü
olabilen Türkiye Cumhuriyeti, gerçekte ülkesine en büyük
zararı veren Amerika ve Avrupa karşısında neden hep boynu bükük
bir uşak gibi?
Türkiye Cumhuriyeti, kendi halkı ve
ülkesine en büyük düşman olan sömürgeci Batılı kafirler
karşısında, kendi halkına karşı gösterdiği güç ve
cesareti asla göstermemiştir. Türkiye Cumhuriyeti Batılı
kafirlerle birlikte, kendi halkına düşmanlık etmiştir.
Bugün Türkiye Cumhuriyetinde, 30 milyon
insan açlık sınırında yaşıyor. Ülke nüfusunun %5’ini
oluşturan küçük bir azınlık, ülke servet ve
zenginliklerinin %80’ini kontrol ediyor. Fakir ile zengin arasındaki
gelir uçurumu, 1500 kat gibi dehşet veren bir rakama
ulaşmıştır. İnsanlar, insani yeterliliğe göre değil de,
siyasi torpil ve adam kayırmacaya göre istihdam edilmektedir.
Yaşam, çalışma, eğitim ve sağlık gibi
en temel haklardan, halk yoksun bırakılmıştır. Halkın bin
bir güçlükle ödediği vergiler, her çeşit yolsuzlukla
hortumlanmakta, bir gece içerisinde ülke fakirleştirilmektedir.
Amerika’nın sömürüsünde paravan olarak kullandığı IMF’ye,
ülke ekonomisiyle birlikte ülkenin bağımsızlığı da
teslim edilmiştir.
Yargı sisteminin siyasallaşarak,
bağımsızlığını kaybettiği, en yüksek yargı
organlarının başkanları tarafından bizzat ifade
edilmektedir. Dağlarında şehid düştüğü için madalya takılan
askerlerin kız kardeşleri, Allah’ın emri olduğu için
örttükleri tesettürlerinden dolayı okullara, kışlalara,
devlet dairelerine sokulmamakta, her türlü hakaretle horlanıp,
aşağılanmakta, hak aramalarına izin bile verilmemektedir.
Namaz kıldıklarından dolayı insanlar
fişlenmekte, Batı Çalışma Grupları oluşturulmakta, Müslümanların
çocuklarına İslam’ı öğretmeleri dahi yasaklanmaktadır.
Emniyet güçlerinin güvenliğini sağladığı genelevlerde,
bu ülkenin kadınları pazarlanmakta, pazarlamacılara
madalyalar takılmakta ve daha çok kadının pazarlanmasına
teşvik edilmektedir. Vatandaşlarına karşı işlenen suçları,
vatandaşlarını hiç önemsemeden affeden, kendine karşı
işlenen suçları ise, asla affetmeyen Türkiye Cumhuriyeti,
her zaman halkından önce kendi güvenliğini esas almaktadır.
Açıkladığım nedenlerden ötürü,
Müslüman halkla herhangi bir ilgisi bulunmayan ve Türkiye
Cumhuriyeti’ne egemen küçük bir azınlığın dışındaki
bütün toplum kesimleri, derin bir haksızlığa uğramışlık
duygusu içindedirler. İşte bu derin haksızlığa
uğramışlık duygusu, sisteme karşı alternatif
arayışlarını besleyen en önemli kaynaktır.
Mahkemelerin dava dosyalarının çokluğundan
dolayı tıkandığı, hapishanelerin doluluğundan dolayı sık
sık af çıkarıldığı, televizyon ve gazetelerde her gün
birçok suçla ilgili haberlerin yer aldığı ülkemizde; bu
kadar çok suç ve suçlu olması, Türkiye Cumhuriyeti’nin
suç ve suçlu üretmedeki olağanüstü başarısı ile izah
edilebilir.
Bu durumun en bariz örneklerinden biri, şu
anda mahkemenizde Hizb-ut Tahrir ile ilgili yapılan
yargılamadır. Hizb-ut Tahrir’in yürütmüş olduğu fikri
ve siyasi faaliyeti yada görüşlerini içeren bildiri ile
kamuoyunu bilgilendirme faaliyetinin, Türkiye Cumhuriyeti’nde
yasalar nezrinde suç olarak karşılığı bulunmamaktadır.
İddia makamı da bu durumun suç olarak karşılığını
bulamamış, sadece suçlu üretme mantığı ile izah
edilebilecek zorlama bir yorumla, hiçbir delil olmadığı
halde, Hizb-ut Tahrir’in faaliyetini Terörle Mücadele Yasası
kapsamına sokmaya çalışmıştır.
Hizb-ut Tahrir, Türkiye’nin de içinde
bulunduğu bütün Müslüman memleketlerdeki iktidarların,
İslam ülkelerini; Amerika, İngiltere, Fransa gibi sömürgeci
kafir devletlerin ordularına birer üs ve stratejik bir merkez
olarak kullandırdıklarını tespit etmiştir. Bu kafir
devletlerin, İslam ülkelerinin servet ve zenginliklerini
sömürerek gasp etmelerine, bu iktidarlar ortaklık
etmektedirler. Yine bu iktidarlar, kafir batının isteği yönünde
gaspçı yahudi varlığı İsrail’in kurulmasına,
korunmasına, güçlendirilmesine ve Müslümanların kalbine
bir hançer gibi saplanmasına da ortaklık etmektedirler.
Yahudi varlığı, Filistin topraklarını işgal ederek yüz
binlerce Müslümanı vahşice katletmiş gayri meşru bir
varlıktır. Allah ve Rasulü gayrı meşru bu Yahudi
varlığının, derhal Filistin topraklarından kovularak,
Filistin’in Müslümanlara geri verilmesini emretmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti gasp Yahudi varlığını,
1948 yılında ilk tanıyan ülkeler arasında yer almıştır.
Kendi ülkesinde Amerikan üslerinin açılmasına izin vermiş,
özellikle de Müslüman ülkelerin aleyhine bu üsleri kullandırmış
ve de kullandırmaya devam etmektedir. Amerika’nın çıkarları
için Güney Kore’ye bir tugay asker göndermiş, hiçbir çıkarımızın
olmadığı bir savaşta bu kadar askerimizin yitip gitmesine
yol açmıştır. Şu yaşadığımız günlerde, Amerika’nın
terörle mücadele bahanesi altında tümüyle kendi çıkarları
için, Orta Asya’ya askeri bir varlık olarak yerleşmek
amacıyla Afganistan’a açtığı savaşta, Türkiye
Cumhuriyeti Amerika’nın isteğine boyun eğerek, Amerika’nın
yanında yer almış ve tarihte eşine az rastlanır
vahşilikteki bir katliama ortak olmuştur. Bunlar az önce yaptığım
açıklamaların somut örneklerinden, sadece birkaç tanesidir.
Hizb-ut Tahrir yine bu iktidarların, halkın
içinden çıkmış polis, savcı ve hakimler vasıtasıyla
İslam’la yönetecek olan Raşidi Hilafeti kurmaya çalışan
Müslümanları acımasızca takip ettirdiğini,
yakaladığını ve zulmederek hapishanelere doldurduğunu da
tespit etmiştir.
Bütün bu tespitleriyle birlikte Hizb-ut
Tahrir, Allah’ın Kitabı ve Rasulü’nün hayatı üzerinde
derin araştırma ve incelemelerde bulunmuştur. Bu araştırma
ve incelemelerinin sonucunda İslam’la yöneterek toplumda
İslami hayatı başlatacak olan Raşidi Hilafet Devleti’nin
kurulması için, çalışmanın bütün Müslümanlara farz
olduğunu ortaya koymuştur. Raşidi Hilafet Devleti Müslümanları
parçalanmışlıktan kurtaracak, onları Kelime-i Tevhid
sancağı altında birleştirecektir. Raşidi Hilafet Devleti, Müslümanları
geri kalmışlıktan kurtarıp kalkındıracak ve Müslümanların
insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet konumuna
tekrar yükselmesini sağlayacaktır. Raşidi Hilafet Devleti,
İslam Ümmeti’ni devletlerarası alanda evrensel bir güç
konumuna ulaştıracaktır. Bütün küfür fikir ve
sistemlerinden, kafirlerin tasallut ve istilalarından Müslümanları
ve insanlığı kurtaracak olan Raşidi Hilafet Devleti, düşünce
ve metod olarak İslam’ı benimseyen partisel bir kitleleşme
ile siyasi faaliyette bulunularak tesis edilebilir.
İddia makamı, iddianamesinde İslam’la yönetmek
amacıyla Raşidi Hilafet Devleti’ni kurmaya çalışmanın suç
olduğuna da yer vermiştir.
Cumhurbaşkanı’ndan, hükümet üyelerine,
milletvekillerine, bürokratlara, yüksek yargı organı
başkanlarına kadar, işçisinden, memurundan, çöpçüsüne
ve çobanına kadar bu ülkedeki her seviyeden insan, hemen her
gün Türkiye Cumhuriyeti siyasal sisteminin iflas ettiğini ve
ülkeyi taşımadığını ifade etmektedir. Çözüm olarak da
Amerikan tipi başkanlık sistemi yada Fransa tipi yarı
başkanlık sisteminden bahsediliyor olması suç olmuyor da,
çözüm olarak Allah ve Rasulünün emrettiği Raşidi
Hilafetin sunulması neden suç oluyor?
Otuz yılı aşkın bir süredir, onurumuzu,
şerefimizi, inançlarımızı, ülkemizin geleceğini ve
bağımsızlığını terk ederek, bizi istemediklerini söylemelerine
ve bizimle alay edip aşağılamalarına rağmen, kapılarında
yalvaran dilencilere döndüğümüz, bizi hiçbir zaman
içlerine almayacak bir Hıristiyan kulübü olan Avrupa Birliği’ne
girmeye çalışmak suç olmuyor da, Müslümanlara kafirlerin
önünde yitirdikleri onuru, şerefi ve üstünlüğü geri
getirecek olan Raşidi Hilafeti istemek ve bunun için çalışmak
neden suç oluyor?
Globalleşme ve küreselleşme adı altında,
bütün devletlerin Amerika’nın hegemonyası altında
birleşmeleri parlak bir gelecek gibi takdim edilip buna çağrıda
bulunmak suç olmazken, Müslümanların birliğini sağlayacak
olan Raşidi Hilafet için çağrıda bulunmak neden suç
oluyor?
Uluslararası toplumla birlikte olabilmek ve
uluslararası toplumu da sadece sömürgeci kafir Batı dünyası
olarak görmek, her şeyinden vazgeçerek İslam’ı ve Müslümanları
kendileri için en büyük düşman olarak gören Batı dünyası
ile sürekli bütünleşmeye çalışmak suç olmuyor da,
Müslüman toplumla bütünleşmeye çalışmak neden suç
oluyor?
Sömürgeci kafir devletlerin çıkarlarına
hizmet etmek amacıyla, yine onlar tarafından kurulmuş
Birleşmiş Milletler, NATO ve şimdilerde de Avrupa Ordusu gibi
sözde uluslararası örgütlere, üstelik her zaman kendi
aleyhinde kararlar verdikleri halde üye olmak suç olmuyor da,
Müslümanların çıkarlarını korumak amacıyla çalışmak
neden suç oluyor?
Müslümanları büyük bir güç haline
getirecek olan Hilafeti, kendi sömürülerine engel olarak
görüp parçalayanlar ve günümüzde de Hilafet’in yeniden
kurulmasını dünyadaki hegemonya ve sömürülerinin sonu
olarak görenler için, elbette bu büyük bir suçtur.
Raşidi Hilafet, Müslüman ülkelerin, Batının
sömürü ve köleliğinden yegane kurtuluşudur. Türkiye neden
İslam’la yönetecek olan Raşidi Hilafeti ilan edip, bütün
müslümanları Hilafet çatısı altında toplamıyor? Ve neden
bununla elde edeceği büyük güç ve imkanla, bugüne kadar
adeta köle gibi hizmet ettiği halde bir türlü yaranamadığı,
kafir Batı karşısında üstünlüğü ele geçirmiyor? Ve
neden Batının sömürüsü ve zulmü altında inleyen zavallı
dünya insanlığına adaleti götürecek, dünyanın parlayan
yıldızı ve seçkin medeniyeti olmayı tercih etmiyor?
Yüzyıllar boyu Hilafete başkentlik
yapmış, İslam Risalet ve hidayetini bütün dünyaya taşımış
Müslüman bir ülkede, söyleyiniz bana “Rabbim Allah’tır”
deyip, Rabbimizin dinini hayata hakim kılmak istediğim için
mi yargılanıyorum?
Kafir batı dünyasının, Müslümanların
servet ve zenginliklerini yağmalayıp, sömürgesine son
verecek olan Hilafeti kurmaya çalıştığımdan dolayı
Amerika, İngiltere, Fransa ve İsrail gibi kafir devletler
tarafından tutuklanıp yargılansaydım, bu durum beni hiç
şaşırtmazdı. Ancak halkı Müslüman olan bir ülkede, bu
halkın içinden çıkmış savcı ve hakimler tarafından
yargılanıyor olmamı kabul edemeyeceğim gibi, kendime izah da
edemiyorum.
Niçin küfür fikir ve sistemlerinden olan
demokrasi ve laikliği esas alan ve bunlara davet eden milliyetçisinden
muhafazakarına, liberalinden komünistine kadar birçok siyasi
partinin kurulmasına ve iktidarı elde etmek için faaliyet
göstermesine izin veriliyor da, niçin İslam’ı esas alarak
siyasi faaliyette bulunan, siyasi partilere izin verilmiyor?
Hizb-ut Tahrir tümüyle İslam’ı esas
alan, düşüncesinde, metodunda, amaç ve faaliyetinde
kesinlikle İslam’a aykırılık bulunmayan ve sadece Allah
(Azze ve Celle)’nin emrine icabet eden siyasi bir partidir.
Şu halde şahsım ve partim Hizb-ut Tahrir ile ilgili yapılan
yargılama aslında İslam’ın yargılanması anlamına
gelmiyor mu? Bu kabul edilemez yargılamadaki büyük yanılgının
nedeni, İslam’la ve Müslümanlarla acımasızca mücadele
eden Türkiye Cumhuriyeti’ndeki iktidar sahipleridir. Bu
iktidar sahipleri, İslam’la yöneterek, Müslümanları
evrensel bir güç haline getirecek Raşidi Hilafet Devleti’nin
kurulmasını engellemeye, hayatlarını adamışlardır.
Bu iktidar sahipleri tarafından zalimce
yakalanarak, mahkemenizde yargılanmak için tutuklanmamın gerçek
sebebi, az önce yaptığım açıklamalardan özetle, Hizb-ut
Tahrir’in İslam davasını yüklenerek bu zalim, zorba ve
sömürgen iktidar ve bu gibi iktidarların tümüne son verecek
olmasıdır.
Sonuç olarak; yapmış olduğum bu ameli
Allah (Subhanehu ve Teala)’ya arz ediyor, O’na
dayanıyor, O’na güveniyor ve yine O’na sığınıyorum.
Mahkemenizden de, Müslüman halka rağmen iktidar ve
egemenliği elinde bulunduran şu küçük azınlığın
emrettiği kanunları reddetmenizi, kulu olduğunuz Allah’ın
indirdiği hükümlere göre hüküm vererek Allah’a itaati
seçmenizi ve bizleri serbest bırakmanızı talep ediyor, sözlerimi
bir temenni ile noktalamak istiyorum:
Ey Alemlerin Rabbi olan Yüce Allah’ım!
Mensubiyetinden onur duyduğum, hayırlı ve seçkin partim
Hizb-ut Tahrir’e, en yakın bir günde, senin dininle
yönetecek olan Raşidi Hilafet Devleti’ni tesis etmeyi ve
İslam’ı evrensel bir risalet olarak, bütün dünyaya taşımayı
nasip et. Zalimleri ve kafirleri de bu dünyada rezil ve rüsvay
edip, kendi yanında da acıklı bir azaba uğrat. AMİN.
|