ÖZBEKİSTAN’DA TUTUKLAMALAR
Lübnan’da Arapça olarak yayın yapmakta olan
El-Wai dergisinin Ocak 1999 sayısında İslâm davetini taşıyanlardan 27 kişinin
Özbekistan’da tutuklandığını yazdı.
Yakalananlar yalnızca fikri mücadele yapmalarına
rağmen Özbek polisi onları çeşitli yalanlar ile itham etti. Bu ithamlar arasında
silahlı mücadele ve uyuşturucu ticareti gibi ithamlar vardır. Zira polis onlara ait
evlerde arama yaparken daha evvel kendilerince yerleştirilmiş bulunan bomba, silah ve
uyuşturucular buldu. Halbuki onlar silahlı mücadeleyi red ediyor uyuşturucuyu ise asla
kabul edemezlerdi. Bu kişilerin bazılarında Hizb-üt Tahrir’e ait neşriyattan
bulunmuştur. Özbekistan polisi bunlara çok ağır işkenceler (tırnaklarının
sökülmesi, vücuduna elektrik verilmesi ve kırbaçlamalar) yapmıştır. Ayrıca
Özbekistan emniyet güçleri sürekli bir şekilde Hizb-üt Tahrir elemanlarını
arıyor. Yollarda çevirmeler yaparak şüpheli gördükleri kişileri sorguluyorlar.
Hatta örtülü hanımları durdurarak Hizb-üt Tahrir neşriyatından olan Islamı
Nizamı kitabının olup olmadığını soruyor ve işkencelerin en ağırlarını onlara
uyguluyorlar. Allah (c.c.) hilâfet devletini kurmak için mücadele yapanlara yardım
etsin. Sabır ve zafer versin.
“Ey inananlar! Siz Allah'ın dinine yardım
ederseniz, O da size yardım eder, ayaklarınızı savaşta sabit kılar.” (Muhammed-7)
ENDENOZYA’DAKİ OLAYLAR
Endenozya %90’ı müslüman olan 200 milyona
yakın bir nüfusa sahiptir. Bu memlekette az sayıda Çin’den gelmiş olan Budistler ve
hıristiyanlar vardır. Endenozya’da Hilâfetin hakim olması için çalışan çok
sayıda müslümanlar vardır. Bu yüzden Amerika ve Batı devletlerinin gözü oradadır.
Endenozya’nın parçalanarak kalkınmasını engellemek ve kendilerine pazar yapmak
maksadıyla bir çok entrikalar düzenlemektedirler. Bunlardan birisi de
müslüman-hıristiyan çatışmasıdır. Bu çatışmalarda bir çok camii ve kilise
yakılarak karşılıklı kanlı bir mücadele alevlenmiştir. Cumhurbaşkanı Habibi:
“bir dinin diğer dinlere egemen olmasını engelleyeceğiz.” şeklindeki demecinden
de anlaşılacağı üzere Habibi lâik bir zihniyete sahip ve bu olayların başlaması
ve gelişmesinde parmağı olan bir kişidir.
Müslümanların oradaki zalim rejimle ve
iktidardakiler ile uğraşmalarını engellemek maksadıyla müslümanların birbirleriyle
uğraşmalarını sağlamak için bu olaylar meydana gelmektedir.
Endenozya halkı, düşürmüş oldukları eski
Cumhurbaşkanını yargılatmak ve halkından çalmış olduğu milyonlarca dolarları
geri almak için Habibi’ye baskı yapmaktadır. Bu nedenle, Habibi ve fasit rejimi
müslümanlar ile hıristiyanlar arasında çatışmalar çıkartmaktadır.
EKONOMİK KRİZLER VE ABD’NİN PARMAĞI
İki yıl kadar evvel ABD, Meksika’nın
ekonomisini kendisine bağladı. Bu günlerde Brezilya’da ekonomik krizler meydana
getiriyor. Parasının değerini dolar karşısında düşürttü. Hazinedeki rezervler de
30 milyar dolardan aşağı düştü. Büyük acizlik ve telaş başladı. Oysa
Brezilya’nın bir hayli büyük serveti vardır. Fakat siyasetçilerinin fikir sahibi
olmayışı, halkının da kültür seviyesinin çok düşük oluşu, kapitalizm sistemini
kendisine uyguladığı için gelir dağılımının çok zalimce oluşu, Amerika’nın
da orada ekonomik krizleri oluşturuşu o ülkeyi bu hale düşürmüştür.
Arjantin, bu krizlerin kendisine de
bulaşacağından endişelendiği için 22/01/1999 tarihinde Amerikan Dolarını kendisine
ait resmî para ilân etti. Üç yıl içerisinde de kendi yerel parasından tamamen
vazgeçerek yalnızca Amerikan doları ile işlem yapacaktır.
BU HABER GERÇEK Mİ?
1998’in Ekim ayının 4’ünde Londra’da yayın
yapan “Siyasî Müşahit” adlı dergide Ortadoğu işlerinden sorumlu ABD
Dışişleri Bakan yardımcısının temsilcisi David Mc şunları söyledi:
"Türkiye’de şu dört örgütten birisine mensup olmayan birisinin general
rütbesine ulaşması mümkün olamaz. Ya masonlardan, ya dönme yahudilerden ya sapık
İslâm mezheplerinden (!) ya da Atatürk’ün çocukları diye adlandırılan piçlerden
olmalıdır. Bunlar daha ilkokul seviyesinde yetiştirilmeye başlanır ve daha sonra da
harp okullarına alınırlar. Atatürk’ten başkasına bağlılık tanımazlar. İşte
Türkiye’de ordunun liderliği budur. Bunlar aynı zamanda yargı organlarına da
egemendirler. Yargıyı kanunlara aykırı bir şekilde kendi çıkarları için
kullanırlar.” Bu yetkili şunu da konuşmasına ilâve etti: “Ankara ile Tel-Aviv
arasında ilişkilerin bu şekilde iyileşmesi Washington’daki yetkilileri
şaşırttı.”
Burada bir gerçek vardır ki; o da şudur: bir
asker lâik değilse general asla olamaz. Lâiklik, masonların, yahudilerin, sapık
İslâm mezheplerinin (!) ve Atatürkçülerin temel fikridir. Bunlar kesin olarak İslâm
düşmanı olmak zorundadırlar. Çünkü, lâiklik İslâm’da olmayan bir şeydir.
İslâm ile asla bağdaşmaz. Zira, lâiklik dini devletten, siyasetten, toplumdan ve
hayatın her sahasından uzaklaştırmaktır. Lâikliğe göre din sırf inanç, ibadet ve
ahlâktır. Sırf fert ve vicdanıyla ilgilidir. İslâm ise yönetim, iktisad, sosyal
(ictimai) nizamları, iç ve dış siyaset, maliye ve sanayi siyaseti, yargı sistemi ve
ceza kanunlarını içermektedir. Bunlar ile ilgili hükümler ibadet ve ahlak
hükümleridir. Kaynakları kitab (Kur’an) ve sünnettir.
Sömürgeciler kendilerine bağlı Türkiye adında
bir cumhuriyet kurduktan sonra onun lâik olmasına çok azmettiler. Bunun garantisi
olarak da orduyu gösterdiler. Bu sebeple orduda generaller tam lâik olmalıdır. Samimi
müslümanların lâik olamayacağı için sömürgeciler müslüman olmayan dönme
yahudileri ve sapık İslâm mezhepleri (!) mensuplarını tercih ediyorlar. Bu sebeple
ilk Cumhurbaşkanı Atatürk dönme yahudilerden idi. İkinci Cumhurbaşkanı İ.İnönü
sapık alevi veya Yezidi guruplarından idi. Bunlar ise, orduyu elinde tutanlardan idiler.
Hem de lâikliği benimsemiş idiler. Lâikliği getirenler onlar idiler. Onlar bu
Cumhuriyetin temellerini ve ordunun laiklik esasına dayandırılmasında büyük roller
oynadılar. Şu anda generallerin İslâm ile nasıl savaşmakta olduklarını
görmekteyiz. Bundan dolayı İslâm’ın davetini taşıyanlar çalışmalarını
lâiklik ile savaşmak üzerine yoğunlaştırmalıdırlar. Aynı zamanda İslâm
nizamlarını, sosyal, siyasî ve iktisadî çözümlerini göstererek lâikliğin hiç
bir zaman çözüm olmadığını ve İslâm ile bağdaşmadığını göstermelidirler.
BU BİR İSLÂM DEVLETİ Mİ YOKSA AMERİKAN AJANI
MI?
1998 Ekim ayının 6’sında Londra’da Arapça
yayın yapmakta olan Şark-ül Evsat (Ortadoğu) gazetesinde gazeteci-yazar Eir Tahiri
şunları aktardı: “Amerikalı yüksek yetkililerin açıkladığına göre Sudan
Millî Meclisi Başkanı Turabi, aralarında Clinton’un da bulunduğu bir çok
Amerikalı yetkililere mektup yazarak özel ilişkiler kurmak istediğini ve onları kendi
ülkesine yerleştirmek istediğini belirttiler. Ayrıca, Washington tarafından Mısır
dahil olmak üzere değişik memleketlerde bulunan fundamentalist guruplarla diyalogun
başlatılmasını ve diyalogu red eden cemaatların vurulmasını önerdi. Turabi,
fundamentalist cemaatlarda güzel ilişkilerinin bulunduğunu ve bu cemaatların Amerikan
siyasetine karşı taşıdıkları kötü anlayışların çoğunu yok edebileceğini
açıkladı.”
İki sene önce Ağustos 1996’da Turabi
Clinton’a bir mektup göndererek aşırı guruplarla savaşmak için Sudan’ın Amerika
ile işbirliği yapmaya hazır olduğunu ve ilk adım olarak Usame bin Laden’i
ülkesinden kovduğunu bildirmişti.
Sudan Cumhurbaşkanı Ömer Beşir Amerikan
yetkililerine en az iki kez mektup göndermiştir. Mektuplarında fundamentalist
gurupları kontrol etmek için Sudan’da FBI (Amerika Gizli Soruşturma Bürosu) ‘a ait
bir merkezin kurulmasına müsaade etmeye hazır olduğunu bildirdi. Ayrıca, Sudan’ın
fundamentalist guruplar hakkında Sudan Dış istihbarat Teşkilâtının toplamış
olduğu bilgileri Amerika’ya teslim etmeye hazır olduğunu iletmiştir.
TURABI’NİN HİZB-ÜT TAHRİR İLE İLGİLİ
AÇIKLAMASI
El-Halic adlı gazete Sudan Millet Meclisi başkanı
H. Turabi ile uzun bir röportaj yayınladı. Röportajında Hizb-üt Tahrir hakkında
sorulduğunda ise Turabi şöyle dedi: “Bu hizip hakkında bahsedilecek bir şey
bilmiyorum. Şam memleketlerinde mevcuttur. Fakat. Burada ise eskiden bir kağıt
(bildiri) yazmıştı ve ona İslâm Anayasası adı vermişti. Aynı zamanda buna
Hilâfet adını da veriyorlar. Ona çok bağlanırlar ve onu bir dava olarak zan ederler!
Allah sizin için bir halife tayin edin demedi. Müslümanlar Resulullah (s.a.v.)’den
sonra gelen kimse halife olarak adlandırıldı. Buna binaen bir tek halife vardı o da
Ebu Bekir. Ömer kendisine halife ismini vermedi. Ondan sonra Emeviler ve Abbasiler
hilafete intisab ettiler. Çünkü, kendilerini mirasa bağlar, zira ona has bir
adlandırmadır. Ancak onu babadan oğula geçer hale getirdiler.”
Turabi’ye şöyle sordular: “Bu görüşler
nedeniyle onun üyelerini tutuklamak doğrumudur?”
Turabi’nin cevabı: “Hayır, hayır”
Soru: “Bazıları hâlâ hapishanede
tutukludur. Dört hoca idiler, birisi serbest bırakıldı, üçü ise hapiste kaldı.”
Cevap: “Onları bırakacak yeni kanunu
beklesinler."
Soru: "Peki neden hapsediliyorlar?"
Cevap: “Kesinlikle fikirleri nedeniyle
değildir.”
Soru: "Aksine fikirleri için
tutuklanıyorlar.”
Cevap: “Belki emniyetle ilgili bir şeyleri
vardır.”
Soru: "Kiminle?"
Cevap: “Emniyet güçleri sadece fikir
suçlularını tutuklamaz. Bu güçler kesin şekilde düzene tehlike teşkil edenleri
tutuklarlar"
Soru: "Onlar o kadar az kişiler iseler
nasıl düzen için tehlike oluşturuyorlar?”
Cevap: “Bunların inkılapçı bir hizip
olduklarını bilmiyormusun?”
Turabi’nin sözlerinde çelişkiler vardır. Önce
Hizb-üt Tahrir’i pek bilmediğini, onların sayılarının az olduğunu ve ancak Şam
memleketlerinde bulunduklarını söyledi. Fakat, sonra çok iyi tanıdığını
gösterdi. Sudan’da onlardan dört hoca tutukludur, bunlar kurtulacak ve rejim için
tehlike oluşturacaklar. Çünkü onlar inkılapçı bir partinin mensubudurlar, dedi. Hem
de bunu gazeteciye öğretiyor. Hilâfet ile ilgili sözleri ise doğru değildir.
Çünkü, Kur'an’da halife kelimesi geçmektedir. Bir çok alim ve müfessir bunun
manası, Allah (c.c.)’nin indirdiği ile hükmetmeyi açıkladığını beyan etmiştir.
Bir çok sahih hadiste hilafetten söz edilmiştir. Misal olarak:
“İsrailoğullları Nebiler tarafından idare
ediliyorlardı. Benden sonra Nebi olmayacağı için halifeler olacaktır…(Müslim)
“İki halifeye biat edilirse ikincinin boynunu
vurun." (Müslim)
"Peygamberlik dönemi olacak, Allah
(c.c.)’nin tayin ettiği zaman kadar devam edecek, sonra kalkacaktır. Ondan sonra
Raşidî Hilâfet olacak… sonra kalkacaktır. Ondan sonra ısırıcı melikler olacak
(Emevi, Abbasi, Osmanlı) sonra kalkacıktır. Sonra cebirci diktatörlükler
(M.Kemal’den günümüze kadar) olacaktır. Ondan sonra kalkacaktır. Ondan sonra
peygamberlik metodu üzerine hilafet olacaktır. (İbni Hanbel)
Bu sahih hadisler gibi. Nasıl bu adam bunları
unutur? Ve görmemezlikten gelebilir. Bu hadisler Allah (c.c.)’den mana olarak Resul
(s.a.v.)’e vahyedilmiştir.
Ayrıca Hilâfet sistemin ismidir. Halife kendisine
Emir-el Mü’minun, İmam, Emir,sultan veya El Hakim bi Emrillah isimlerinden birini
verebilir. Önemli olan Hilâfete delâlet etmesi ve Allah (c.c.)’nun indirdiği ile
hükmetmesidir. Bir de kullanılan isim başka bir sisteme delâlet etmeyecektir. Misal
olarak Cumhurbaşkanı, cumhurun yani çoğunluğun hakimiyetini kabul eden sisteme
delâlet eder. Bu isim halife için kullanılamaz. Hilâfet yerine de Cumhuriyet
kullanılamaz. Zaten M.Kemal hilâfeti ilga edince yerine Cumhuriyeti getirdi.
TÜRKİYE’NİN YENİ HÜKÜMETİ İDAREYİ
ELİNE ALIYOR
Ankara, 11/01/1999 da Harmonia Toros bildiriyor:
İslâmcı harekete karşı mücadele sözü veren kabinenin başında bulunan Bülent
Ecevit, Türkiye'nin üç yıllık süre zarfında altıncı başbakanı oldu. Altı hafta
süren hükümet krizinden sonra, tecrübeli politikacı Bülent Ecevit, kendi küçük
DSP’sinden ve üç bağımsız milletvekilinden oluşan, Cumhurbaşkanı Süleyman
Demirel'in onayını aldığı azınlık hükümetini oluşturdu. İki merkez partinin
destek sözü ile söz konusu hükümetin 550 sandalyeli parlamentoda kolayca güvenoyunu
kazandı. İki yıl önce İslamcılar liderliğindeki hükümetin iktidardan düşmesi
için baskı uygulayan ve İslamcı partiyi iktidardan uzak tutma kararlılığında olan
ordunun, çoğunluğu müslüman olan Türkiye'nin, laik prensiplerinin sadık bir
destekçisi olan B. Ecevit'i memnuniyetle karşıladığı söyleniyor. Türkiye,
hükümet arama çalışmalarını yürüttüğü geçen haftalarda, generaller süregelen
İslamcı hareketin yükselişine karşı üç açıklama yapmıştı. Hükümet krizi,
hükümeti kurma görevi verilen kişilerin parlamentoda en çok sandalyeye sahip olan
İslamcı FP’yi dışarıda bırakmak konusundaki ısrarları nedeniyle çok uzun
sürdü. Laiklik taraftarı ileri gelenler, B. Ecevit'in 18 Nisan seçimlerine kadar
sürecek liderliği ile FP’nin seçimlerde birinci olma şansını azaltacağını
umuyorlar. Bununla birlikte merkez sağ ve merkez sol bloklarda süre gelen
bölünmüşlük nedeniyle, Fazilet güçlü bir posizyonda görünüyor. Tartışmalar
nedeniyle yeni milli Eğitim Bakanı Metin Bostancıoğlu, eğitim politikasında herhangi
bir değişikliğin olmayacağını söyledi. Dış ve ekonomik politikalarda da herhangi
bir değişiklik beklenmiyor. Ecevit, hükümetinin ülkenin işsizlik ve kronik
enflasyonu içeren ekonomik sorunlarına odaklanacağını söyledi. Ecevit hükümeti,
uluslararası para fonu (IMF) ile görüşmelere başlayacak. Borsa uzmanı Mehmet Akkent,
"borsa Temizel'e güven duyuyor" dedi. Temizel ile Türkiye, gecen yıl
yüzde 97 olan toptan eşyadaki enflasyonu, yuzde 56'ya indirmeyi başardı. Ecevit, 15
ülkenin Türkiye'yi, AB üyelik adaylığı listesine almayı reddetmesinden sonra,
Türkiye'nin Avrupa Birliği ile olan ilişkilerini askıya almasında etkili oldu.
Ecevit, Türkiye'nin çıkarına olmadığını iddia ederek, AB ile gümrük birliği
anlaşmasının yeniden gözden geçirilmesini de savundu. Eski bir gazeteci ve
çalışmaları çeşitli dillere çevrilen bir şair olan Ecevit, 1970'lerde üç kez
başbakanlık görevinde bulundu.
TÜRK ORDUSU, İSLÂM YANLILARINA BİR UYARIDA
BULUNUYOR
New York, 11/01 tirajı günde yaklaşık iki milyon
olan muhafazakar Wall Street Journal gazetesinin 11 ocak 1999 tarihli sayısında,
yukarıdaki başlık altında ve Hugh Pope imzasıyla İstanbul çıkışlı haber-yorumun
özet çevirisi şöyledir: Türk Silahlı Kuvvetleri, Türkiye'deki laik kurumlar ile
İslam yanlısı siyasetçiler arasında yeni bir gerginlik dönemi olasılığına
değinerek, siyasi İslam’la ilgili yeni ve artan endişeleri olduğu yönünde
işaretler vermiştir. Son uyarı, 73 yaşındaki solcu milliyetci Ecevit'in ülkeyi 18
Nisan'da yapılacak yerel ve ülke çapındaki seçimlere götürecek bir azınlık
hükümetini kurmaya başladığı bir sırada gelmiştir. Ülkedeki siyasi sorunlar,
İslam yanlısı Fazilet Partisi'nin işine yaramaktadır. Kamuoyu yoklamaları, Fazilet
Partisi'nin, 1997 yılında silahlı kuvvetlerin baskısı ile istifa ettirilen ve
kapatılan Refah Partisi kadar oy alacağını göstermektedir. İslâm yanlısı partinin
popülerliğini koruması, generallerin İslâm karşıtı bir kampanyaya ağırlık
vermelerine neden olarak görülebilir, ancak 1960, 1971 ve 1980'deki gibi açık askerî
müdahale bekleyen kişi sayısı çok azdır. Cuma günü silahlı kuvvetler harp
akademisi tarafından basılmış bir kitapta, "İslâm hareketi savunmadadır,
yeni saldırı için kendini hazırlamaktadır. Lâik cumhuriyeti tehdit eden muhaliflere
karşı yeni bir bağımsızlık savaşı kararlılıkla başlatılmalıdır" demektedir.
Silahlı Kuvvetler, aynı gün içerisinde 14 sayfalık ordunun girişimciliğine
haklılık kazandıran "başlıklı konular" adli bir açıklama
yayınlamıştır. Açıklama, ordunun tarihi önemini ve lâik cumhuriyetin koruyucusu
olarak yasal rolünün gerekliliğini vurgulamıştır.
ORDU İSLAMCI PARTİYİ KAPATABİLECEĞİ
UYARISINDA BULUNDU
Tirajı günde 360 bin olan orta-sağ eğilimli
Financial Times Gazetesi'nin 11 ocak 1999 tarihli sayısında yukarıdaki başlık
altında Leyla Boulton imzasıyla yayımlanan Ankara çıkışlı haberin çevirisi
şöyledir: Türkiye'nin güçlü ordusu, hafta sonunda, demokrasiye tehdit oluşturduğu
gerekçesiyle parlamentodaki en büyük grup olan İslamcı Fazilet Partisi'ni
kapatabileceği uyarısında bulundu. Uyarıyı, ülkenin lâiklik yanlısı partilerinden
birisi olan DSP lideri Bülent Ecevit'in, ülkeyi 18 Nisan tarihinde yapılacak seçimlere
kadar yönetecek geçici hükümete "son rötuşları" yapmakta olduğunu
açıklaması izledi. Ordu son bir buçuk ay içerisinde, güven oylaması ile
düşürülen Başbakan Mesut Yılmaz'ın hükümetinin yerini alacak bir koalisyon
konusunda laik partilerin anlaşmaya varamamalarından duyduğu rahatsızlığı dile
getirmekteydi. Türkiye'nin İslamcıların liderliğindeki ilk koalisyonunu 1997
yılında istifaya zorlayan ordunun son açıklaması, yeniden müdahale edebileceği
uyarısı içeriyordu. Türk medyasına dağıtılan bir kitapçıkta,
"demokrasimiz, laikliği kaldıracak demokrasiyi tahrip edecek siyasi oluşumların
yasaklanması ile güçlenecektir. Hiç bir demokrasi kendisini yok etmek için demokratik
yöntemleri kullanan siyasi oluşumlara izin vermez" denildi.
GENERALLER SOSYAL PATLAMA KONUSUNDA UYARIYOR
Tirajı günde 100 bin olan liberal sol eğilimli
Der Standard Gazetesinin 11 Ocak 1999 tarihli sayısında yukarıdaki başlık altında
İstanbul çıkışlı olarak Astrid Frefel imzasıyla yayınlanan haberin çevirisi
şöyledir: Ardahan Valisi dramatik bir çağrı ile kamuoyundan yardım istedi. Ayhan
Nasuhbeyoğlu, Türkiye'nin en kuzeydoğusundaki ilinin yakında hayalet şehir haline
gelmesinden korkuyor. Gürcistan sınırındaki verimsiz bölgeyi terk edenlerin sayısı
giderek artıyor. Ardahan,ülkenin en yoksul illerinden biri. Buradaki yaşam standardı
Sudan'ınki ile kıyaslanabilir. Buradan daha yoksul olan iller ise milli gelirin 750
dolar (8.850 Şilin, 643 Euro) olduğu Ağrı ve Muş. Liberal Milliyet Gazetesi bu
istatistiğe ilişkin olarak, "dünyadaki en yoksullar ile yarış ediyoruz"
diye yazdı. Türkiye'nin batısındaki Kocaeli ilinde oturanların durumu buna kıyasla
11 kat daha iyi. Bu seviye farkı yalnızca bölgesel değil, yöreler arasındaki farklar
da bundan geri kalmıyor. Dünya Bankası, Türkiye'ye, en adaletsiz gelir dağılımı
olan ülkeler arasında Brezilya, Güney Afrika, Şili ve Meksika'dan sonra 5. sırada yer
veriyor. Halkın en zengin olan beşte birlik kesimi milli gelirin yüzde 55'ine, en
yoksul olan beşte biri ise yüzde 4.7'sine sahip. Bu dağılım İstanbul'da daha da uç
noktalara varıyor. İstanbul nüfusunun en zengin olan yüzde 10'u gelirin yüzde 52'sine
sahip. Süper zenginlere zenginler de eklenecek olursa, gelirin üçte ikisini elinde
tutan toplam 360.000 aile oluyor. Artık generaller bile sosyal bir patlama tehlikesine
ilişkin uyarıda bulunuyorlar. Millî Güvenlik Kurulu son toplantısında giderek
tırmanan sosyal dengesizlik konusuna eğildi. Yoksul ile varlıklının neredeyse kapı
komşusu olmasına rağmen büyük şehirlerin çekim gücü azalmadı. Her yıl yüz
binlerce kişi, daha iyi okul ve hastaneler ve ekonomik açıdan güçlenme imkanı
bulmayı umdukları büyük şehirlere göç ediyor. Şehirlerdeki ve kırsal kesimdeki
yoksulluğun çehreleri, müslümanlığın kutsal ayı Ramazan'da daha da
belirginleşiyor. Bu ayda yoksullara yardım etmek farz sayılıyor. Firmalar ve hayır
dernekleri bu ayda yoksul semtlere gıda maddeleri dağıtıyor veya gün batımından
sonra oruç bozmaları için parasız iftar yemekleri veriyor. Bu yardımın ne kadar
zaruri olduğunu Ramazan çadırları önünde oluşan kuyruklar gösteriyor. Dünya
Bankası'nın verilerine göre, 65 milyon Türk'ten 12 milyonu yoksulluk sınırı
altında yaşıyor; yani bunların beslenmeye yetecek kadar bile paraları yok. Ramazanda,
İslamcı Fazilet Partisi'nin temsilcileri son derece faal. Bunlar kapı kapı
dolaşıyorlar ve örneğin İstanbul'un tanınmış eski büyükşehir belediye başkanı
Tayip Erdoğan gibi politikacıları, toplumun kenarına itilmişleri ziyaret edip, tabii
ki gazetecilerin gözleri önünde onların yoksul sofralarına oturmaktan çekinmiyorlar.
Bu hayırlı davranış daha sonra toplanan oylarda kendini gösteriyor. Araştırmalara
göre, en yoksul bölgelerde geleneksel sol partiler en güçsüz temsil edilen partiler,
buna karşılık FP ile Kürt yanlısı HADEP en başarılı olan partiler.
UZUN SÜREN GERGİNLİK
Arap Birliği Toplantısı Amacına Ulaşamadı
Çin'de yayınlanan People's Daily gazetesinin 26
ocak 1999 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında Zhu Mingkui
imzasıyla yayımlanan yorumun Çevirisi şöyledir: 20 günden fazla erteleme ve çok
yönlü görüşmelerden sonra 24 Ocak'ta Kahire'de başlayan Arap ülkeleri dışişleri
bakanları toplantısında tüm çabalara rağmen kavga çıktı. Özellikle Irak
konusunun ele alındığı toplantıya 18 ülkeden dışişleri bakanları ve dört
ülkenin Arap Birliği temsilcisi katıldı. Başarısız olarak sona eren toplantıda bir
"kapanış bildirisi" yayınlandı. Taleplerinin kabul edilmemesi
nedeniyle Irak heyeti toplantıyı terk etti. Fakat bu olay toplantı sonrasında "kapanış
bildirgesi" yayınlanmasını engellemedi. Arap Birliği dışişleri bakanları
toplantısının bu seferki ortamının gerginlik derecesi, 1990 yılında Irak'ın
Kuveyt'e girmesinden birkaç saat sonra yapılan Arap Birliği dışişleri bakanları
acil toplantısının gerginlik derecesi ile aynı oldu. Irak tarafı, bu toplantının,
Arap kamuoyunun gerçek sesini duyurmasını bekliyordu. Toplantıda yapılan ciddi
tartışmalardan sonra yayınlanan bildirinin önemli konuları şöyle: Arap Birliği
ülkeleri Irak krizinin silahla çözülmesine karşı ve bunu "endişe" ile
izliyor; uluslararası toplumun Irak'a uygulanan ambargonun kaldırılması için çaba
göstermesi gerektiğine inanıyor. Ama bunun için Irak'ın da 1990'da işgal ettiği
Kuveyt'ten özür dilemesi ve komşularını kışkırtmaması gerekiyor. Zira ambargonun
kaldırılması bu iki şarta bağlı. Irak tarafının görüşüne göre ise, bildirgede
hem ambargonun tamamen kaldırılması istenmedi, hem de Amerika ile İngiltere'nin
aralık ayındaki hava harekatı açıkça kınanmadı. Irak, bu toplantıda, Arap
ülkelerinin, ortak olarak ambargonun tamamen kaldırılmasını ve Amerika ile
İngiltere'nin hava saldırısını kınamasını bekliyordu. Ancak, Irak Kuveyt'ten
özür dilemeyi kabul etmiyor ve Suudi Arabistan ile Kuveyt'i operasyon yapanlara
kolaylık sağlamakla suçlayarak, Amerika ile İngiltere'nin hava harekatından sorumlu
tutuyordu. Irak, Amerika ile İngiltere'nin kendisine tazminat ödemelerini de istiyor.
Aynı zamanda Kuveyt'in de kendisinden özür dilemesini istiyor. Irak, Suudi Arabistan ve
Kuveyt birbirleri aleyhinde hazırladıkları dosyaları toplantıya sundu ve Irak
krizinin sorumluları meselesine gelindiğinde "kasırgaları andıran"
tartışmalar çıktı. Suudi Arabistan ile Kuveyt'in görüşüne göre, Saddam rejimi
komşu ülkeyi askeri güç kullanmakla tehdit ediyor ve Irak halkının zor durumundan
bizzat "sorumlu". Irak, Amerika ile İngiltere'nin kendisine saldırmalarında
kolaylık sağladığına inandığı Kuveyt ile Suudi Arabistan'ı sorumlu tutuyor. Arap
Birliği genel sekreteri Mecid ve bu seferki toplantının başkanı Suriye dışişleri
bakanı Şara ile Mısır dışişleri bakan Amr Musa çok yönlü girişimde bulundularsa
da toplantının havasını yumuşatamadılar. Irak ile Suudi Arabistan ve Kuveyt
arasındaki söz düellosu, toplantı öncesinden başlamıştı. Irak onları,
Amerika'nın etkisinde kalmakla kınıyordu. Irak dışişleri bakanı Sahaf, toplantıdan
önce bir "bomba" patlatmıştı. Sahaf, 23 ocak akşamı Kahire'de yerli ve
yabancı gazetecilere, Amerika'nın Arap ülkelerine "muhtıra" niteliğinde bir
gizli belge dağıttığını açıklayarak, ABD'nin bu ülkelerden, ambargoyu tek
taraflı olarak kaldırmamalarını ve Amerika ile İngiltere'nin hava harekatını
kınayan açıklamalar yapmamalarını istediğini bildirdi. Mecid, Arap Birliği'nin
böyle bir belge aldığını reddetti. Amerika'nın Mısır'daki büyükelçisi de, Arap
ülkelerinin iç sorunlarına karışmayacaklarını açıkça bildirdi. Sahaf'ın,
ABD'nin 22 maddelik "muhtıra"sını, Irak adına toplantıya sunulan dosyanın
bir parçası olarak dağıtması şaşkınlık yarattı. Ayni günün akşamı yapılan
Mecid-Sahaf görüşmesinde, Sahaf, Irak'ın kimseden özür dilemeyeceğini bildirdi.
Kuveyt ile Suudi Arabistan dışişleri bakanları ise Irak dışişleri bakanı Sahaf ile
özel olarak görüşmeyi reddettiler. Arap Birliği ile Irak arasındaki gerginliğin
artması üzerine, Amerika açıkça, Saddam rejiminin devrilmesi gerektiğini bildirdi.
ABD Başkanı Bill Clinton, Irak'taki muhalif yedi grubu desteklemek amacıyla bütçeden
98 milyon dolar ayrılacağını açıkladı. Amerika şubat ayında Irak'taki muhalif
gruplarla Saddam'ı devirmek için toplantılar yapmayı planlıyor. ABD dışişleri
bakanı Albright, "Irak rejimi değişecek, belki birkaç haftada, belki birkaç
ayda" dedi. Irak krizinde Arap Birliği'nin elinden hiçbir şey gelmediği
görülüyor, meseleyi çözmenin anahtarı hala Amerika'nın elinde.
* * * * * |