ÜMMETİN
MİSAKI
"Misak" kelimesinin lügat ve şerî anlamı sözleşmedir.
Nitekim Allahu Teâlâ, şu hitablarda bulunmuştur :
"Ancak sizinle
kendileri arasında (misak) sözleşme bulunan bir kavme sığınanlar
müstesna."[1]
"Şayet
aranızda misak (sözleşme) bulunan bir kavmdense ailesine diyet ödemek..."[2]
"Allah'a
karşı ancak gerçeği söyleyeceklerine
dair kitab üzerine misak (söz) alınmamış mıydı?"[3]
"Hani
Allah Peygamberlerden (misak) söz almış; Andolsun ki, size kitabı,
hikmeti verdim. Yanınızdaki kitabı doğrulayıcı bir Resul geldiğinde
mutlaka ona inanacak ve yardım edeceksiniz."[4]
Misak'ın çağımızdaki ıstılahî anlamı ise; halkın inandığı,
hayata bakışlarına yön kıldığı, anayasa ve kanunlarına kaynak
olarak benimsediği kaideler topluluğudur.
Kendisine bir misak benimsemiş bulunan halk, yeniden ortaya çıkan bir
halktır. Bu halk, kendisine yeni bir devlet kurmaya çalışan ve
Afrika devletlerinde olduğu gibi daha önce yaşadığı hayatı bırakıp
yeni bir hayata başlayan halktır. Yeniden devlet kurmaya çalışan,
eski yaşantısının dışında yeni bir hayata başlayan bütün
devletlerde de durum böyledir. Birinci Dünya Savaşı sona erince
Arap ülkeleri Osmanlı Hilâfeti bünyesinden ayrıldığı zaman,
meselâ; Irak ve Suriye'de olduğu gibi; her bölge, Misak-ı Millî
veya Misak-ı Vatanî ismini
verdikleri birer misak ortaya koyup ayrı bir varlık (devlet) olmaya
uğraştılar. Fakat köklü bir varlığa sahip olan halk ve ümmetler
kendileri için bir misak vazetmeyi düşünmezler. Çünkü, onlara
belli bir siyasî akide yerleşmiştir. Ve onlara belli kaideler;
yerleşmiştir ki, bu kaideler o halk ve ümmetin hayata bakışlarını
belirlerler, anayasa ve kanunları yoksa, anayasa ve kanun yerine geçecek
hükümler için kaynak olarak benimsenirler. Eğer anayasa ve
kanunları varsa, o anayasa ve kanunlar için kaynak olarak
benimsenirler. Yazılmamış olan bu kaideler ezbere bilinen ve üzerinde
ittifak edilmiş kaidelerdir. Belki bunlara ümmetin misakı, misak-ı
millî veya misak–ı vatanî denmez. Fakat, bunları bütün halk bilir ve üzerinde
ittifak etmiş bulunur. Bütün köklü devletlerde durum böyledir.
İslâm ümmeti yeryüzünün en köklü ümmetlerindendir. O siyasî bir
akideye sahiptir. Tek doğru olan akide onun siyasî akidesidir.
Sahibi bulunduğu fikirler ve hükümler, onun hayat hakkındaki bakışını
tayin eder. İslâm, ümmeti nefsinde yerleşik bu fikir ve hükümleri,
devleti ve diğer ilişkileri düzenleyen hükümlerin ya da anayasa
ve kanun olarak isimlendirilenlerin kaynağı olarak kabul eder. Bütün
bu fikirler ve hükümler iki büyük kaynakta yazılıdır ki onlar
Kitap ve Sünnet'tir. Bunun için İslâm ümmeti, "ümmetin
misakı" denilen herhangi bir misaka ihtiyaç duymamıştır.
Onun millî veya vatanî diye bir misakının olması da doğru
olmaz.. Zira hem Kitap hem de Sünnet vatancılık ve milliyetçilik
bağlarına karşı savaşmayı farz kılmaktadır.
Ne var ki, bu İslâm ümmeti, kâfir batı devletlerinin İslâm
beldelerine karşı açtığı yoğun propaganda, misyoner ve kültürel
çalışmalarıyla, daha sonra da siyasî ve askerî saldırılarından
dolayı batı fikirlerinden bir hayli etkilendi.
1924 senesinde Hilâfet Devleti yıkıldıktan sonra, İslâm devlette ve
toplumda uygulamadan uzaklaştırılınca; Kitap ve Sünnet, artık İslâm
ümetinin evlatlarının nefislerinde siyasî ve teşriî
niteliklerini kaybetti. Onlarca, artık İslâmî akide, siyasî bir
akide olarak addedilmiyordu. Böylece, onların nezdinde İslâm'ın
hem bir akide hem de hayat, devlet ve toplum için bir nizam olduğu düşüncesi
zayıflar hale geldi.
Ancak, bu köklü İslâm ümmeti; kendisinin İslâm'dan uzaklaştırılma
çalışmalarından, batının fikirleri, nizamları ve uşakları ile
kendisi üzerinde tahakküm etmesinden dolayı kendisine ulaşan şiddetli
sarsıntılardan sonra gafletten uyanmaya başlamıştır. Bu ümmet,
batının pis çehresini keşfettikten sonra, onun fikirlerinin ve
nizamlarının bozukluğunu, sosyalist ve komunist fikir ve nizamlarının
bozukluğunu, milliyetçilik, ülkecilik ve bölgeciliğin bozukluğunu,
onların kendisine ve bir ümmet olarak varlığına karşı nasıl
bir felaket olduklarını anlamış bulunuyor.
Bu köklü İslâm ümmeti, problemlerin çözümünü bulmak için İslâm'a
tekrar döndü. İslâm, onun karşılaştığı sıkıntı ve ızdıraplardan
kurtulmak için umudu ve emeli oldu. İslâmî akidenin siyasî bir
akide olduğunu, Kitap ve Sünnet'in hayat, devlet ve toplum için kâmil
bir nizamı kapsadıklarını, Kitap ve Sünnet'in hem siyasî hem de
teşriî niteliklere sahip olduğunu düşünmeye başladı. Kurtuluşunun,
düşmana karşı zafere ulaşmasının ve başarısının ancak
Kitap ve Sünnet'e dönmekle ve o ikisini tatbik mevkiine koymakla
olabileceğini idrak etmeye başladı.
Bunun için, İslâm ümmeti; mevcut toplumun değiştirilmesinin
zaruretini hissediyor, Kitap ve Sünnet'e de iman ediyorken Kitap ve Sünnet'in
Ümmetin Misakı olarak
kabul edilmesi, anayasa ve kanunlarına kaynak olarak benimsenmesi
tabiî bir durumdur. Ancak, Kitap ve Sünnet'in Ümmetin Misakı olarak
kabul edilmesi geniş boyutlarda ve çizgilerde meydana çıkmasını
gerektirir. Ki bu boyutlar içerisinde Kitap ve Sünnet'in Misak
olarak benimsenmesindeki tatbikat şeklini kapsayan fikirler açığa
çıkar. Bu fikirler; Kitap ve Sünnet'in neyi ifade ettiğini, o
ikisini anlama metodunun ne olduğunu, anayasa ve kanunlara nasıl
kaynak olduklarını belirlemekteki seyrin selâmetini garanti eden
hususları kapsarlar. Kitap ve Sünnet'i tatbik için, onlara dayalı
devletin mahiyetinin ne olduğunu ve onunla Kitap ve Sünnet'in nasıl
uygulanacağını açıklarlar. Onun için, Kitap ve Sünnet'in bir
misak olarak benimsenmesi; misakı gerçekleştirmenin pratik biçimini
ifade edecek şekilde geniş boyutlarda billur (gayet açık) bir şekilde
olmalıdır. İşte bundan bu misak fikri ortaya çıktı.
İşte Kitap ve Sünnet'in ümmet için bir misak
olarak benimsenmesinin içerisinde berraklaştığı geniş hatlar şunlardır
:
|