Genel
Hükümler
1- Ümmet, İslâma bir akide, bir nizam, muayyen bir
yaşayış tarzı, ona göre hayatını sürdürdüğü, bir hayat bakışı,
dünyada uğruna yaşadığı ve bütün dünyaya götüreceği bir
fikrî liderik ve alemşumul bir risalet olarak inanmıştır.
2- İslâm, insanın Rabbisiyle, nefsiyle ve başka
insanlarla olan ilişkisini tanzim için Allahu Teâlâ'nın Efendimiz
Muhammed (SAV)'e indirdiği semavî dindir.
3- İslâm, ancak Kitap ve Sünnet ile temsil edilir.
4- Kitap ve Sünnet, Allah tarafından vahy yolu ile
Efendimiz Muhammed (SAV)'e indirilmişlerdir.
Kitap, hem lafzı hem de manası Allah tarafından vahy edilendir. Sünnet
ise, manası Allah'tan, lafzı Resul (SAV)'den olmak üzere vahy
edilendir.
5- Mükellef olan her müslümanın, bütün fiil ve
davranışlarında şerî hükümlere bağlı kalması farzdır.
Allah'a kulluk vasfına haiz bir kimsenin fiillerinden herhangi birini
Şari‘in hitabından gelenin dışında yani şerî hükmün dışında
yapması helâl olmaz. Nitekim Allahu Teâlâ; "Hayır, Rabbine and olsun ki, onlar aralarında
çıkan ihtilafta seni hakem kılmadıkları müddetçe iman etmiş
sayılmazlar..."[1] Hz. Peygamber ise bir hadisinde;
"Bizim
bu emrimize uygun olmayan bir işi işleyen bir kimsenin işi red
edilir."
Allahu Teâlâ: "Resul
size neyi getirdiyse onu alın. Sizi neden yasakladıysa onu da bırakın."[3] buyurur. O halde şerî hükme bağlı kalmak İslâm
akidesinin gereğidir. Bunun için
Allahu Teâlâ;
"Hayır,
Rabbine and olsun ki onlar aralarında çıkan ihtilafta seni hakem kılmadıkları
müddetçe iman etmiş sayılmazlar..."
diye
buyurmuştur.
6- İslâmî akide; Allah'a,
Meleklerine, Kitaplarına, Peygamberlerine, Ahiret Günü'ne, Hayrının ve şerrinin Allah'tan olduğu kadere iman etmektir.
7- Akideler ancak, kesinlik ifade eden delilden alınır.
Akidenin delilinin kesin olması lazımdır. Çünkü Allahu Tealâ
zannî olana itikat edenleri zemmederek şöyle buyurmuştur :
"Onlar zandan başkasına tabi olmazlar.
Halbuki, zan haktan bir şey ifade etmez."[5] Bu hitabla akide hakkında konuşurken zanna tabî
olanları teşhir edip azarlamıştır. Allahu Teâlâ zanna bir
delalet (sapıklık) olarak itibar etmiştir. Nitekim Allahu Teâlâ; "Eğer sen yeryüzündekilerin çoğunluğuna
itaat edersen seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başkasına
uymazlar."[6] buyurmuştur. Allah
zanna hiç bir zaman ilim (kesin delil) olarak itibar etmemiştir.
Nitekim Allahu Teâlâ şöyle buyurdu : "Onunla
(inandıklarıyla) ilgili kendilerinde ilim (kesin delil) yoktur.
Ancak, zanna uyarlar. Halbuki zan, haktan bir şeyi ifade etmez."[7]
8- Şerî hüküm, kesin delilden alınabildiği gibi
zannî delilden de alınabilir. Nitekim, bütün şerî hükümlerde
ahad haber delil kabul edilir. İbadete ait hükümler olsun, muamelâta
ait hükümler olsun, cezalarla ilgili hükümler olsun veya bunun dışındaki
hükümler olsun, ahad haberle sabit olmuşlarsa
onunla amel vacip olur. Zira Resulullah (SAV); "Allah (C.C), benim sözümü işitip
idrak ettikten sonra onu işitmeyenlere ulaştıran kulun yüzünü
nurlu eylesin. Nice bilgi taşıyan kimse vardır ki, taşıdığını
bilmez. Kendinden daha bilgili kimselere bilgi taşıyan bir çok
insan vardır." Bu
hadiste
Resulullah "kul" kelimesini çoğul değil tekil
olarak kullanmıştır. (abd) "Kul kimse" kelimesi hem tek bir kimse için,
hem de bir kişiden fazla kimselere kullanılabilir. Ayrıca Peygamber (SAV) aynı zamanda oniki elçiyi
oniki krala İslâm Daveti'ni yaymak için her birini teker teker
olarak göndermiştir. Eğer bir kişinin yaptığı davete uymak
mecburiyeti olmasaydı, Peygamber (SAV) tebliğ için bir kişiyi
göndermekle yetinmezdi. Şerî hükümlerde bir kişinin verdiği
haberle amel edilebileceği üzerinde sahabenin icmaı gerçekleşmiştir.
9- Akide ve itikad, aynı anlamı taşırlar ki, bu da
imandır. İman ise; bir delile dayalı vakıaya uygun kesinlik ifade
eden tasdiktir. İmanın sahih olabilmesi yani akide olabilmesi için
tasdik sırasında bu üç unsurun (kesin olması, vakıaya mutabık
olması ve delile dayalı olması unsurlarının) bir arada bulunması
lazımdır. Bunun için,
Haber-i Ahadı kesin olmayan bir şekilde tasdik etmek haram olmaz.
Çünkü, sadece tasdik itikad sayılmaz.
10- Şerî hüküm;
iktiza ya da tahyir veya vaz‘i olarak Şari‘in kulların fiilerini
ilgilendiren hitabıdır. Buna göre, Şari‘in hitabı, hüküm
demektir. Bunun için Şari‘in hitabı olmayana şerî hüküm
olarak itibar edilmez. Hüküm; kulun fiilini ilgilendiren mesele hakkında
görüş ortaya koymaktır. Bu görüş, eğer Şari‘ tarafından
gelmişse o, şerî hükümdür. Şari‘ tarafından gelmemişse o şerî
hüküm değildir. Sahih bir içtihad neticesinde istinbat edilen şerî
tarifler ve küllî kaideler de şerî hükümler olarak itibar
edilirler.
11- Akide ve şerî hüküm, herbiri birer fikirdir.
Fakat bunlar, bu fikirle alakaları oranında değişiklik arzederler.
Eğer fikir, kulun fiilini ilgilendiriyorsa bu şerî hükümdür. Bu,
ister iman edilecek şeyleri ihtiva etsin isterse etmesin aynıdır. Eğer
kulun fiilini ilgilendirmeyip sadece kalb ile ilgili fiillerle alakalı
ise, yani tasdik etmeyi veya etmemeyi ihtiva ediyorsa bu, akidedendir.
Meseleye Şari‘in hitabının geliş şekline göre bakılır. Eğer
bu hitab bizden, iman etmeyi gerektiren şeyleri isteyip kıssalar ve
gayb ile ilgili haberler gibi, amelle alakalı herhangi bir şeyi
istemiyorsa, bu akideyi ilgilendirir. Eğer Şari‘in hitabında
akide değil de amel ile ilgili bir husus isteniyorsa o takdirde bu,
şerî hüküm sayılır. Meselâ ;
"Allah'a
ve Resulü'ne iman ediniz."[9]
"Allah
her şeyin yaratıcısıdır."[10]
"Hani
İbrahim beytin temellerini yükseltiyordu."[11]
"Çevrelerinde
gümüşten billur kablar, kupalar dolaştırılır."[12] ayetlerinde olduğu gibi kapsamları itibarı ile
bir ameli içermeyen naslar akide ile ilgilidir.
"Eğer
o kadınlar sizin için çocuklarınızı emzirirlerse onların ücretlerini
verin."[13]
"Allah alış verişi helâl, faizi haram kıldı."[14]
"Şayet
onlar vazgeçer veya nikah düğümünü elinde bulunduran kimse vazgeçerse...."[15]
Ve Resulullah
(SAV)'in;"Fatihasız
namaz yoktur." sözünde
veya, "İki satıcı ayrılmadıkları müddetçe
muhayyerdirler."
"Biriniz
son teşehhüdü bitirdiği zaman dört husustan dolayı Allah'a sığınsın;
Cehennem azabından, Kabir azabından, hayat ve ölüm fitnesinden ve
Deccal-Mesih şerrinden."[18]
Bu ayet ve hadislerde de olduğu gibi, muhtevası
herhangi bir amel yapmayı taleb eden şerî nasslar, şerî hükümlerden
sayılır. Eğer Şari‘in hitabında yeni fikirlerden bir husus
gelmemişse; o takdirde o fikirlerin vakıaları anlıyabilen uzman
kişiler tarafından anlaşılır. Ondan sonra bu vakıanın neviyle
ilgilenen şerî nass veya onun türünü ilgilendiren illeti içeren
husus anlaşılmaya tabî tutulur. Eğer o olay nassın muhtevasına
girerse, o nassın hükmü, o olaya (vakıaya) tatbik edilir. Bu hüküm
amelle ilgili olabileceği gibi, akideyi ilgilendiren bir husus da
olabilir. İlletinden dolayı nassın hükmü altına giren hususlar
da Şari‘in hitabından sayılır. Çünkü Şari‘in hitabı, onun
hükmünü ortaya koymuştur. İşte bütün fikirler böyledir. Kulun
fiilini ilgilendiren her fikir şerî hükümlerdendir. Kulun fiilini
ilgilendirmeyen her fikir akideden sayılır.
12- Ümmet; tek bir akidenin bir araya getirdiği,
nizamlarının da o akideden kaynaklandığı ve fışkırdığı
insan topluluğudur. İslâmî akidenin bir araya getirdiği toplum İslâm
Ümmetidir. İslâmî akide ise, şerî hükümlerin kendisinden fışkırdığı
asıldır ve müslümanlar da tek bir ümmettir.
13- Müslümanları birbirine bağlayan bağ, İslâmî
akidedir. Bu akideden İslâm kardeşliği ortaya çıkar. Nitekim
Allah (C.C);"Ancak
müslümanlar kardeştir."[19] diye buyurur. Resulullah (SAV) ise;"Müslüman
müslümanın kardeşidir."[20] diyor. Böylece İslâma iman ile müslümanlar
kardeş olmuşlardır.
14- Devlete halkı bağlayan bağ ise İslâmî akide
olmayıp tabiyyettir. Tabiyyeti taşıyan herkes tabî oluşundan
dolayı hakettiği bütün haklara sahip olduğu gibi, mükellef olduğu
bütün görevlerden müslüman olmasa dahi sorumludur. Tabiyyet
niteliğini taşımayan bir kimse, müslümanların sahip olduğu
hakları ve mecbur olduğu yükümlülükleri taşımaz. Şeriat; bu
hakları zimmîye garanti etmiştir. Resulullah (SAV)'in şöyle dediği
rivayet edilmiştir:
"Aç olanı doyurun, hastayı ziyaret edin ve esiri çözün."[21] Ebu Ubeyde bu hadisi naklettikten sonra şöyle
demektedir : "Aynı şekilde zimmîler de öyledir. Onların
haklarını korumak için savaşa gidilir, esir olanları serbest bırakılır,
kurtuldukları zaman tekrar hür olarak zimmet ve ahidlerine dönerler.
Bu konuda bir çok hadis mevcuttur." İslâm sultası altında yaşamak
için bulunduğu yerden hicret etmeyen bir müslümanın, İslâm
otoritesi altında yaşayan müslümanların sahip oldukları hak ve görevlerden
mahrum olması tabiîdir. Süleyman b. Büreyde'nin rivayet ettiği
bir hadiste şöyle denilir :
"Onları İslâm'a çağır. Eğer senin davetini kabul
eder-lerse onlardan vazgeç. Sonra yurtlarından muhacirlerin yurtlarına
göç etmeleri için onlara çağrıda bulun. Eğer böyle yaparlarsa
muhacirlerin sahip oldukları haklara sahip olabilecekleri gibi onların
sorumlu olduklarından, da sorumlu olacaklarını onlara
bildir."[22]
Bu hadis, küfür diyarında yaşayan müslümanların
bizim sahip olduğumuz haklara sahip olabilmeleri ve yapmakla yükümlü
bulunduğumuz şeylerden sorumlu olabilmeleri için göç etmeyi (ülkelerinden
Dâr-ül İslâm'a göç etmeyi) şart koşan bir nasstır.
15- Tabiyyetlik; İslâm Devleti'ne ve İslâm Nizamına
bağlılığı göstererek İslâm otoritesiyle idare edilen Dâr-ül
İslâm'ı (İslâm ülkesini) daimi ikâmet yeri olarak ittihaz
etmektir.
16- Kavmiyetçilik (milliyetçilik), çirkin bir çığırtkanlık
ve İslâmî birliği parçalayan bir ırkçılıktır (kafatasçılıktır).
İslâmiyet onu haram kılmıştır. Resulullah (SAV);
"Cahiliyye
taassubu olan milliyetçilikle iftihar eden birisini gördüğünüz
zaman kinaye kullanmadan ona babasının şeyini (zekerini) ısırtın."[23] buyuruyor. Cahiliyye taassubu olan milliyetçilik
hakkında da; "Onu bırakın, zira o kokuşmuştur." demektedir. Müslim, Resulullah (SAV)'den şöyle rivayet eder :
"Kim bir milliyete taassubundan dolayı kızgınlık
göstererek ya da asabiyete (milliyetçiliğe) davet ederek ya da
milliyetçiliğe yardım ederek savaşır ve öldürülürse
cahiliyye ölümü ile ölmüş olur."[25]
Kâfir devletler, müslümanlar arasına bu kavmiyetçilik ve ırkçılık
propagandasını yaydıkları zaman, müslümanların birliğini parçaladılar,
onları çeşitli kavimlere ve ırklara ayırdılar. Müslümanlar
arasında Türk Milliyetçiliği, Arab Milliyetçiliği, Kürd
Milliyetçiliği ve İran Milliyetçiliği gibi duygular alevlenince
İslâm ümmetinin safında çatlaklar meydana gelerek müslümanların
birliğini dağıtıp, devletini kökünden parçaladı, memleketleri
birbirinden ayırdı. Bu tehlike İslâm ümmetini helâk etti ve İslâm
Devleti'ni yıktı. Milliyetçilik, müslümanlara tahakküm ettiği
zaman onları çeşitli ümmetlere böldü. Ülkelerinin arasına geçilmesi
hatta üzerine köprü kurulması dahi mümkün olmayan hendekler kazıldı.
Aralarında kurşundan duvarlar gibi sınırlar konuldu ve birbirine
karşı savaşır hale getirildiler. İşte bunun için milliyetçiliğe
davet etmek büyük bir günah ve çirkin bir iştir. Milliyetçilik
davasına sarılmak ve onu bir bağ olarak ittihaz etmek hem İslâmın
hem de müslümanların hakkına karşı büyük cinayet ve günah işlemektir.
Bu nedenle, milliyetçiliğe karşı savaşmak ve ona davete karşı
koymak cihadın farziyeti gibi farzdır. Milliyetçilik, ne kadar günah
ve şer ise, vatancılık ve mezhepçilik de o kadar günahdır. Bu
gibi faaliyetlerin hepsi İslâm ümmetini parçalamaya ve zayıf düşürmeye
götürür. Milliyetçilik, vatancılık ve mezhepçilik mefhumlarına
çağıranlara, en büyük azabı görmeye müstehak mücrimler
muamelesi yapılır.
17- İslâm beldeleri olsun olmasın bütün dünya iki
statü içerisinde mütala edilirler.
Dâr-ül İslâm ve
Dâr-ül Harb veya Dâr-ül
Küfür. Bir üçüncüsü ise kesinlikle yoktur. Dâr-ül İslâm; İslâmî
otoritenin hakim olduğu ve İslâm hükümlerinin tatbik edildiği,
emniyetin de müslümanların gücü ve otoritesi ile sağlandığı
yerdir. Dâr-ül Küfür, bir başka ifade ile Dâr-ül Harb ise; İslâmî
otoritenin hakim olmadığı, İslâm hükümlerinin tatbik edilmediği
ve emniyetin müslümanlardan başka otoriteler tarafından sağlandığı
yerdir. Çünkü "Dâr" kelimesinin "Harb" veya
"Küfür" kelimesine izafeti, yahut "Dâr"
kelimesinin "İslâm'a" izafeti hükme ve otoriteye
izafedir. Orada oturanlara ve beldeye değil. (Hangi sistemin egemenliği
hakim ise orası o sistem adıyla anılır. Orada oturanların kimliği
önemli olmadığı gibi, ülkelerin durumu da önemli değildir. Önemli
olan orada hakim olan otoritedir.) Zira Resulullah (SAV) İslâm otoritesi altında
bulunan yeri Dâr-ül Muhacirin olarak kabul etmiş ve oraya gelenlerin
İslâm ahkâmından yararlanabileceklerini ifade etmiştir. Süleyman
b. Büreyde'nin rivayet ettiği bir hadiste;"Sonra onları kendi ülkelerinden Dâr-ül
Muhacirine göçe davet et." diyerek
İslâmın egemen olmadığı beldelerinden İslâm'ın egemen olduğu
beldelere göç etmelerini emretmiştir. Ve devamla dedi ki:
"Onlara bildir ki eğer böyle yaparlarsa muhacirlerin sahip
oldukları bütün haklara sahip olabilcekleri gibi onların
sorumluluklarına da ortak olmuş olurar." Böylece Resulullah (SAV), hükümleri göç etmeye bağlı kılmıştır.
Muhacirlerin, yani İslâm sultası altında yaşayanların sahip olduğu
her türlü hak ve sorumluluklara sahip olabilmeleri için
göçü şart
kılmıştır. O halde "Dâr" (ülke) orada hakim olan
egemenliğe, hükümlere ve emana göre değerlendirilir. Eğer bu
üç şart, İslâma göre var ise orası Dâr-ül İslâm, eğer küfre
göre var ise orası da Dâr-ül Küfür olur.
18- Dâr-ül Harb'de yani Dâr-ül Küfür'de daimi
olarak yaşayan bir kimse Dâr-ül İslâm'a ancak emanla (izinle)
girebilir. Yani giriş için özel bir izin alması gerekir. Zira harbî,
emansız olarak Dâr-ül İslâm'a girmekten men edilir. Fakat ülkesi
bir İslâm ülkesi olup kendisi Hilâfet'ten dışarıda olması ya
da ülkesi Hilâfet'in sultasına (otoritesine) birleşmemiş olması
gibi bir halden dolayı kendisi Halifenin otoritesi altında olmayan
kimse emansız yani izinsiz olarak Dâr-ül İslâm'a girer. Bu
durumda olan bir kimse Dâr-ül İslâm'a girdiğinde ona uygulanacak
olan hüküm Halifenin sultası altında yaşayanlarla aynıdır.
Aralarında herhangi bir fark yoktur.
19- İslâm beldeleri; müslümanların oralarda İslâmî
otorite ve egemenliği ile hükmetmiş oldukları ve İslâm hükümlerinin
uygulanmış olduğu yerlerdir. Bu yerler ister Kafkaslar gibi müslümanların
halen yaşadığı yerler olsun veya İspanya adıyla bilinen Endülüs
gibi müslümanların kovulduğu ve kâfirlerin vatan edindikleri
yerler olsun aynıdır. Madem ki müslümanlar oralarda İslâmın
hakimiyeti altında hükmetmişler, öyleyse bu beldelerin hepsi İslâm
beldeleridir. Bu beldelerdeki araziler İslâm'ın hakimiyeti altına
girdiği zaman hangi hükmü taşımışsa bugün de aynı hükmü taşır.
Eğer o topraklar Endülüs gibi feth ile alınmışsa o arazi haracî
arazi sayılır. Endonezya halkı gibi kendiliğinden müslüman olmuş
ise, o arazi de öşrî arazî sayılır. Aynı şekilde geçmişte İslâm'ın
hakimiyeti altına girmemiş fakat halkının çoğu müslüman olan
yerler de İslâm beldeleridir. Çünkü orada yaşayan halk o
topraklar üzerinde müslüman olmuşlardır.
20- İslâm beldelerini birleştirmek
müslümanlar üzerine farzdır. Çünkü İslâm, birden fazla İslâm Devleti'nin bulunmasını haram kıldı.
Zira birden fazla halifenin bulunması haram kılınmıştır. Nitekim
Resulullah (SAV) bir hadisinde;
"Kim bir imama biat ederse avucunun içini
verir ve kalbiyle ona bağlanırsa gücünün yettiğince ona itaat
etsin. Eğer bir başkası da ortaya imam olarak çıkarsa onun
boynunu vurunuz."[28] buyuruyor. Görülüyor ki bu hadis İslâm
Devleti'nin iki devlete bölünmesini nehyediyor. Çünkü, halifenin
çatışması ülkenin bölünmesine ve orada ikinci bir halifenin
bulunmasına neden olur. Yine Resulullah (SAV): "İki halifeye biat edildiği zaman son biat
edileni öldürün." Bu nedenle İslâm beldelerinde iki halifenin
bulunması yasaklanmıştır. Çünkü, iki halifeye biat etmek iki
devletin kurulması demektir. Halbuki, bütün bu nasslar birden fazla
devletin bulunmasının haram olduğuna açıkça delildir. Şayet,
birkaç devlet ortaya çıkarsa haram bir iş işlenmiş olduğundan
bunun ortadan kaldırılması ve bir devlet haline getirilmesi farzdır.
21- Müslüman olmayanlar, dinin usullarında da ve
furularında da müslümanlarla eşit olarak İslâmî hükümlerin
muhatabıdırlar. Zira İslâm bütün insanlar için gelmiştir.
Allah (C.C); "Biz
seni ancak bütün insanlara gönderdik."[30] buyurur. Allah Sübhanehu ve Teâlâ onları furuatın
bir kısmından açıkca sorumlu tutmuştur. İbadeti emreden ayetler
kâfirleri de kapsamakta-dır. Nitekim Allahu Teâlâ, şöyle buyurmuştur
:
"Ey insanlar, Rabbinize ibadet ediniz."[31]
"Kâbe'yi ziyaret etmek (Haccı yapmak) Allah'ın
insanlar üzerindeki hakkıdır."[32] Eğer onlar furuatla sorumlu olmamış olsalardı,
Allah onların üzerine azabı vadetmezdi. Allahu Teâlâ müşrikler
için şöyle buyurmuştur:
"Zekatı vermeyen müşriklere yazık
olsun."
"O ne tasdik etti ne de namaz kıldı. O
sadece yalanladı ve yüz çevirdi."
"Sizi (sakara) cehenneme koyan şey nedir?
Onlar; biz namaz kılanlardan değildik, miskine yedirmezdik,
dalanlarla beraber dalardık ve biz ahiret gününü yalanlardık." Bütün bu ayetler, kâfirlerin bazı emir ve
nehiylerden sorumlu olduklarını sabitleştiriyor. Bu ayetlerde olduğu
gibi, diğer emir ve nehiylerle de kâfirler İslâmî hükümlerden
sorumludurlar. Böylece onlar usul ile sorumlu oldukları gibi furu‘
ile de muhatabdırlar. Ancak onlar hiç bir zaman inançlarını değiştirme
mecburiyetinde bırakılmazlar. Aynı zamanda onlar akidelerinden
kaynaklanan hükümleri değiştirmek için de zorlanmazlar.
Resulullah (SAV)'in onların amellerinden
görüp sükut ettiği hususlara sükut edilir. O öyledir. Zira,
Allahu Teâlâ; "Dinde
zorlama yoktur."[36] diye buyurmaktadır. Resulullah
(SAV) ise bir hadisinde şöyle buyurur :
"Yahudilik ve Hristiyanlık dininden olanlar
bu dini terk etmek için zorlanmazlar." Buna göre onlar inandıkları ve ibadet ettikleri
şeyler üzerinde terk edilirler. İçki içmeleri ve evlenmeleri gibi
fiillerden Resulullah (SAV)'in kendilerini serbest bıraktığı
herhangi bir fiilde biz onlara taarruz edip karışmayız. Bunların dışındaki,
ukubatlarda ve muamelatlardaki hükümler, müslümanlara uygulandığı
gibi onlara da aynen uygulanır. Yalnız diplomatik elçiler bundan müstesnadır.
Diplomatik dokunulmazlık denilen bu husus Resulullah (SAV)'in, Müseyleme'nin gönderdiği iki elçisine söylediği
şu hadisten anlaşılmaktadır :
"Eğer elçiler öldürülselerdi ikinizin de
boynunu vururdum."
22- Babaları İslâm'dan dönenler, babaları mürted
olduktan sonra dünyaya gelenler, yani mürted ve kâfir ana-babadan
doğanlar, mürted olarak değerlendirilmeyip, kâfir olarak değerlendirilirler.
Zira onlar kendileri İslâm'dan dönmediler. İslâm'dan dönenler
onların atalarıdır. Bundan dolayı onlara mürted hükmü tatbik
edilmez. Onların kâfir olarak değerlendirilmeleri ise, kâfir ana
ve babadan doğduklarındandır. Kâfir ana ve babadan dünyaya gelen
herkes kâfirdir. Bu hususta İbni Mes'ud (t)'dan rivayet edilen bir hadiste şöyle
denilmektedir :
"Nebî
(SAV) Ukbe b. Ebî Muayt'ı öldürmek istediği
zaman, 'çocuğun durumu ne olacak' denince; Resulullah (SAV) : Onun yeri ateştir." dedi. Bir başka rivayette ise, o (SAV) dedi ki: "Ateş, hem onlar hem de babaları içindir." Nebî (SAV)'e müşriklerin arasında yaşarken kadın ve çocuklarına
bir felaket gelen insanların çoluk-çocuklarının
durumu sorulduğunda;"Onlar da onlardandır" dedi. Babaları dinden dönmüş olan kimseler, dönmüş
oldukları dine göre muamele görürler. Eğer bu din, Hristiyanlık
veya Yahudilik ise; yahudi veya hristiyan muamelesine tabî
tutulurlar. Yani ehli kitap muamelesi görürler. Eğer müşrik
iseler müşriklere uygulanan muameleye tabî tutulurlar. Kestikleri
yenmez ve kadınları ile nikahlanılmaz.
23- Kapitalizm, komunizm gibidir. Zira, her ikisi de küfürdür.
Sosyalizm, bütün çeşitleriyle küfürdür. Nitekim, dini devletten
ayırma inancı küfür akidesidir. Materyalizm (maddecilik) ve
maddenin gelişmesi (madde tekamülü ya da evrim) inancı da küfür
akidesidir. Devlet sosyalizmi veya ziraî sosyalizm ve bunlara
benzeyen her türlü sosyalizm de küfürdür. Hristiyanlık bir küfür
dini olduğu gibi kapitalizm de bir küfür ideolojisidir. Yine
yahudilik dini küfür dini olduğu gibi sosyalizm de bir küfür
ideolojisidir. Çünkü bunların hepsi de küfür milletleridir. Küfür
ise tek millettir.
|