ANAYASA
VE KANUNLARI
ÇIKARTMAK
46- Kanun, istilahî bir kelimedir. İnsanları üzerinde
yürütmek için sultanın (otoritenin) çıkardığı emir anlamını
taşır. Nitekim kanun şöyle tarif edilmiştir: "Sultanın,
insanları kendi aralarındaki ilişkilerinde uymaya mecbur tuttuğu
kaideler topluluğudur." Her devletin Kanun-i Esasî'si
(Temel Kanunu) "Anayasa" kelimesi ile ifade edilir. Kanun-i
Esasî'nin dışındaki diğer kanunlar için "kanun" sözcüğü
kullanılmıştır. Anayasa ise şu şekilde ifade edilmiştir: "Devletin
idare şeklini ve orada uygulanacak hükmetme nizamını belirleyen,
her otoritenin özelliklerini ve görevlerini açıklayan
kanundur." İşte anayasa ve kanun kelimesinin ifade
ettikleri anlamlar bundan ibarettir.
Anayasa ve kanunun her biri, sultanın emrindendir. Müslümanlar ise,
ancak Allah'ın emirlerine ve nehiylerine bağlıdır. Zira onlar
Kitab ve Sünnet ile mukayyeddirler. Sultanın kendisi de Allah'ın
emir ve nehiyleriyle yani Kitab ve Sünnet ile mukayyeddir. Bundan
dolayı müslümanların, anayasa va kanunların konmasına fazla
ihtiyaçları yoktur. Çünkü şerî hükümler, müslümanların
arasındaki ilişkilerinde uymaları gerekli olan kaideleri açıkladığı
gibi, devletin şeklini, hükmetme nizamını ve her otoritenin özelliklerini
de beyan etmiştir. Böylece onların anayasa ve kanunları, şerî hükümler
yani Şari‘in hitabıdır. Müslümanlar yalnızca buna bağlanırlar.
Bütün ilişkilerini yalnız bununla yürütürler. İster devlet
hakkında olsun ister toplum hakkında olsun, bütün işlerinde ve
tasarruflarında şerî hükümlere göre yürürler. Bundan dolayı
Raşid Halifeler döneminden İslâm Hilâfet Devleti yıkılıncaya
kadar müslümanların anayasa ve kanunları olmamıştır. Ancak
Osmanlıların son dönemlerinde kâfir devletler, İslâm Devleti üzerinde
baskılarını kurmaya başlayınca onları, kanun, sonra da anayasa
yapmaya zorlamışlardır.
47- Allahu Teâlâ, sultana itaatı ve onun emirlerini
yerine getirmeyi emrediyor. Nitekim Allahu Teâlâ buyurdu ki:
"Ey iman edenler! Allah'a, Resulü'ne ve sizden olan emir
sahiplerine itaat ediniz."
Resulullah
(SAV) ise bir hadisinde şöyle
buyurdu: "Kim emire itaat ederse bana itaat etmiş
olur. Kim emire isyan ederse bana isyan etmiş olur."
Ancak sultana itaat, onun rey ve içtihadıyla ortaya koyduklarıyla sınırlıdır.
Yoksa her şeyde itaat olmaz. Sultan bir helâlı haram yapamıyacağı
gibi bir haramı da helâl yaparak kendisine itaat edilmesini
emredemez. Halifenin görevi ancak şerî hükümleri insanlara
uygulamaktır. Bu durumda ona itaat şerî itaattır. Ve Allah'ın hükümlerini
kendi rey ve içtihadına göre uygulama yetkisine sahiptir. Bundan
dolayı ona bu konuda itaat farzdır. Bunun dışında ise itaat
sultana olmayıp Allah ve Resulü'nedir. Sultan ancak Allah'ın şeriatını
uygular. Bununla beraber şerî hükümlerde sahabe ve müçtehidler
ihtilaf etmişlerdir. Bir kısmının şerî nasslardan anladıklarını
diğer bir kısmı da daha farklı anlamışlardır. Bu farklı anlayıştan
dolayı hükümlerin farklı anlaşılması meydana gelmiştir. Şari‘
bu farklı görüşlerden birisini benimseme yetkisini halifeye vermiştir.
Ve halifenin benimsemiş olduğu görüşe insanların itaat etmesi
farz olur. Halifenin istediği ve uygun gördüğü hükümleri
benimsemesi hakkında sahabenin icmaı vardır. Halife herhangi bir hükmü
benimserse, o konuda halifeye itaat farz olur. Ve bu hüküm, bütün
müslümanların hakkında Allah'ın hükmü olur. O halde, halifenin
şerî hükümlerden benimsediğinde, halifeye itaat farzdır.
Halifenin muayyen hükümler benimseyip halkı benimsediği hükme
itaat etmeye zorlaması hakkıdır. Ancak o hükme uymak; halifenin
emrini yerine getirmek değil, Allah'ın emrini yerine getirmek olur.
Halifenin görevi ise, çeşitli hükümler taşıyan şerî nassdan
belli bir hükmü benimsemektir. Bundan dolayı halifenin benimsediğiyle
amel, halifenin emriyle değil şerî hükümle amel etmektir. Zira, eğer
halife, şerî hükmün dışında bir hükmü benimserse halifeye bu
konuda itaat etmek farz olmayıp bilâkis haram olur. Bundan dolayı
halifenin benimsediğine uymaya zorlamak, halifenin emirlerinden
herhangi bir emrine itaat olmaz, o ancak, Allah'ın emir ettiği
hususta Allah'a itaat olur. Böylece o itaat, Allah'ın emrini tatbik
etmektir, halifenin emrini tatbik etmek değil. Bu nedenle halife,
insanlar için belli kurallar koyup insanları ona uymaya zorlayamaz.
Halifenin halkı uymaya mecur kıldığı tek husus, Allah'ın ona hak
kıldığı kendi reyi ve içtihadıyla kaim olacağı husustur.
48- Müslümanların anayasa ve kanunlara ihtiyaç
duymamalarının sebebi, beşerin koyduğu ve sultanın da onunla
emredeceği hükümlere ihtiyaç olmayışındandır. Zira İslâm şeriatı
her şeyi açıklamıştır. Nitekim Allahu Teâlâ buyurdu ki :
"Biz sana Kitabı her şeyi beyan etmek için
indirdik." Bu ilahî beyan karşısında müslümanların, beşerin
koyacakları anayasa ve kanunlara ihtiyacı yoktur. Ancak şeriat
halifeye, müçtehidlerin ihtilâf eden reylerinden belirli hükümleri
benimseme yetkisini vermiştir. Orduyu idare etmek, beytülmala ait
gelirler, harcamalar ve buna benzer şeylerde, halifenin rey ve içtihadıyla
çeşitli görüşlerden belirli bir görüşü benimseyip uygulaması
konusunda halife insanları zorlama yetkisine sahiptir. Bu hususta
halifeye anayasa ve kanun koyma ve tercih ettiği ve koyduğu
kanunlara tabî olmalarını sağlamak için halkı zorlayabilme
yetkisi verilmiştir. Buna binaen, müslümanlar için şerî hükümlerden
alınmış anayasa ve kanunların olması caiz olur. Şerî hükümler,
halifeye bunları kendi rey ve içtihadıyla uygulama yetkisini vermiştir.
Halifenin şerî hükümleri tercih etmesi konusuna gelince, bakılır: Eğer
halife, kendisi üzerine farz olan herhangi bir işi, o hususta belli
bir hükmü benimsemeden yapamıyorsa, devletin ve idarenin yani
otoritenin birliğini veya ümmetin veya beldelerin birliğini ya da
onların muhafazasını sağlaması ancak belirli şerî hükümleri
benimsemekle mümkün oluyorsa "Bir farzı yerine getirmek için gerekenler de farzdır."
fıkhî kaidesine göre bu iki halde belli bir reyi (şerî hükmü)
tercih etmek halifenin üzerine farzdır. Bu iki durumun dışında
ise, halifenin belli bir görüşü benimsemesi farz olmayıp caizdir.
Halifenin kendi rey ve içtihadını ortaya koymasına gelince: Halife yapılmasını
uygun gördüğü bir iş hakkında kendi reyini ortaya koyabilir. Bu
esnada onun için geçmiş herhangi bir uslubu tayin etmek zarurî değildir.
Bu durumda, bir işi yerine getirebilmek için doğrudan doğruya
kendi reyini açıklaması caiz olduğu gibi açıklamaması da
caizdir. Yani bir şerî hükmü kanun yapması caiz olduğu gibi
kanun yapmaması da caizdir.
Eğer herhangi bir işin yapılması, eski ve yeni bazı prensip ve
uslubların ortaya konmasıyla mümkün oluyorsa, bu prensipler konmadığı
takdirde o işin yapılması mümkün olmayacaksa ve bundan dolayı
bir dağınıklık meydana gelecekse, o takdirde bir takım kanunların
çıkarılması farz olur. Bu halde, kanunları çıkartmamak ise
haram olur. Binaenaleyh, insanları uygulamaya mecbur edecek belli
kanunları çıkartmak bazı hususlarda farz iken bazı hususlarda da
caizdir. Bütün bu farz ve caiz olan hususları tek bir anayasada ve
tek bir kanunda toplamak farz olamayıp caizdir. Bundan dolayı müslümanların
anayasa ve kanunlar yapmaları caizdir. Ancak bunları şerî hükümlerden
ve halife için bir hak olarak belirlenen onun kendi rey ve içtihadı
ile yürüteceği hususlardan olmalıdır.
49- Şerî hükümlerin halife tarafından benimsenip yürürlüğe
konması, araşatırma ve icad ediciliğe engel olabileceği gibi, içtihad
etmeye de teşvik etmez. Zira böyle bir durum, halkı benimsenen görüşü
kabule zorlar. Zira başka bir görüşle amel etmeleri caiz olmaz. Hüküm
kendisi ile amel edilmesi için çıkartılır. Mücerred bilgi ve
ilim için değil. Eğer bir hükmün kendisi ile amel etmek caiz
olmazsa, o zaman müçtehid hüküm çıkartmaya gerek görmez. Bundan
dolayı alimler de içtihadı bırakmak mecburiyetinde kalırlar. Çünkü
delilinden hüküm çıkarmak onunla amel etmek içindir. Yoksa mücerred
ilim ve bilgi için içtihad yapılmaz. Halifenin benimsediğinden başkasıyla
amel etmek caiz olmadığına göre müçtehidlerin de istinbat
yapmalarına lüzum kalmaz. Zira amel içtihad yapmaya teşvik ettiği
gibi, mücerred ilim içtihad yapmaya teşvik etmez. Böyle bir durum
ise araştırma ve yeni şeylerin ortaya çıkmasına engel olabildiği
gibi, müçtehidleri içtihad yapmaya sevkten de alıkoyar. Bundan
dolayı Hulefa-i Raşidin'in benimseyip uygulamaya koydukları içtihad
ürünü olan hükümler cidden çok azdır. Hatta nadir denecek
derece azdır. Yine bu nedenle İmam Malik, halife Ebu Cafer
el-Mansur'a yazmış olduğu El Muvatta isimli hadis kitabını devlet
görüşü olarak benimsememesi ve insanları kendi görüşleriyle
serbest bırakması için nasihat etmiştir. İbni Mukaffa halife Ebu
Cafer el-Mansur'dan, insanların uymaya mecbur oldukları ve kadıların
da onunla hükmedecekleri muayyen şerî hükümleri benimsemelerini
teklif edince; halife Ebu Cafer el-Mansur da İmam Malik'in yazmış
olduğu El Muvatta isimli kitabını benimsemesini taleb eder. İmam
Malik de bu isteği kabul etmez ve yukarıdaki cevabı verir. Çünkü
insanların kendi görüşleriyle amel etmelerini serbest bırakmak,
yenikileri çoğaltacağı gibi müçtehidleri içtihada teşvik eder.
Fikrî ve teşrî serveti çoğaltır ve düşünenleri teşvik eder.
Ümmette icad edicilerin ve müçtehidlerin bulunmasına ve çoğalmasına
neden olur. Bu nedenle anayasa ve kanunlar yapıldığı zaman halife
tarafından benimsenen şerî hükümlere az yer verilmelidir.
|