İKTİSAD
53- İktisadî (ekonomik) problem, ülkelerin fakirliği
değil fertlerin fakirliğidir. Diğer bir ifade ile iktisadî
problem, servetin üretimi değil servetin dağıtımıdır. Zira ülkelerin,
fakirlik problemi ortaya çıktığı zaman üretim artışı ve
kapasite genişlemesiyle veya diğer ülkelerle birleşme neticesinde
çözülebilir. Ancak bu problem her yerde olmayabilir. Fakir ülkelerde
böyle bir prolem bulunabilirken, zengin ülkelerde bulunmayabilir. Bu
problem hayata bakış açısı ile alakalı olmadığı gibi, o ülkelerde
yaşayan halk ve ümmetlerin değişmesiyle ve onların problemlerinin
değişik olmasıyla da alakalı değildir. Fakat fertlerin fakirlik
problemi her zaman var olmuştur. Çünkü güçsüz insanların varlığı,
insanlara tembellik hastalığının bulaşması veya aciz olan
insanların mevcudiyeti, bütün toplumlarda vardır. Diğer taraftan
mülk edinme içgüdüsü neticesinde insanların daha fazla mal
edinme konusundaki yarışı da buna eklendiğinde, toplumun bundan
uzak kalması mümkün olmaz. Bütün bu faktörler göz önünde
tutulunca, fertlerin fakirlik problemi kaçınılmazdır. O halde bu
problemin çözülmesi gerekir. Ayrıca bu problem hayata bakış açısıyla,
halk ve ümmetlerin değişmesiyle de değişir. Zira bazı insanlar; "Ödenecek
ücretin cehtle (çalışmayla) orantılı olması lazımdır ki üretime
katkıda bulunmayanın fakir olması adalettir." derken, bazı
insanlar da; "Kazanç temin etmekten aciz kalan kişinin yaşama hakkından
mahrum edilmesinin zulüm sayılacağını" söylemektedirler.
Zira onun güçsüzlüğü, yaratılışından veya elinde olmayan bir
hastalıktan kaynaklanmıştır. Bundan dolayı ona yaşama imkanları
sağlamak adaletin gereğidir. Ayrıca yaşamak için hayat kavgasında
yarış yapmak ve mal kazanmak maksadıyla yarışa girmek tabiî bir
durumdur. Bu yarış ve savaş insanlar arasında çözümü gerekli
bir takım problemleri de getirmiştir. Bütün bunlar, ortada çözümü
gerekli bir problemin varlığını gösteriyor ki, o da ülkelerin
fakirliği değil, fertlerin fakirliği problemidir. Fertlerin
fakirlik problemini çözmeye uğraşmak, ülkelerin fakirlik
problemini çözmeye götürür. Bundan dolayı esas problem üretim
değil dağıtım meselesidir.
54- Devletin tabiyetindeki bütün fertlerin teker teker
bütün temel ihtiyaçlarının doyurulması garanti edilmelidir. Ayrıca
her ferde bütün lüks ihtiyaçlarını karşılayabilme imkanı da
garanti edilmelidir. Bütün tabiyete emniyet, eğitim, sağlık ve
toplumu ilgilendiren diğer temel ihtiyaçlarını giderebilme imkanı
garanti edilmelidir.
55- Mülkiyet üç kısımdır :
A- Ferdî Mülkiyet
B- Kamu Mülkiyeti
C- Devlet Mülkiyeti
Ferdî mülkiyet: Bizzat malla veya menfaatla
takdir olunan şerî bir hükümdür. Bu hüküm, kendisine izafe
edilen kimseye yararlanması ve ondan bedeli alabilmesi imkanının
verilmesini gerektirir. Kamu mülkiyetine gelince: Şari‘in,
toplumun müşterek olarak bir maldan yararlanmasına izin vermesidir.
Devlet mülkiyeti ise: Kullanılması yalnızca devlet reisinini görüş
ve içtihadına bırakılmış her türlü maldır.
56- Kamu mülkiyeti,
devletin görüşüne bakmadan malın tabiat ve niteliğinde
mevcuttur. Eğer malın niteliği, toplumun ihtiyacı türden bir özelliğe
sahipse; şehrin boş sahaları veya petrol gibi maden ise veya tabiatında
ferdin mülkiyetinde olması mümkün olmayan bir mal niteliğine haiz
ise, bu tabiî olarak kamu mülkiyeti sayılır. Böyle bir özelliğe
sahip bir mülkiyeti devlet, ferdî mülkiyet olarak devam ettirme gücüne
sahip olamaz. Eğer bir mal, yukarıda zikredilen üç nitelikten
birine haiz değilse, o ferdî mülkiyet olur. Devlet böyle bir mülkiyeti
zor kullanarak kamu mülkiyeti veya devlet mülkiyeti haline
getiremez. Devlet mülkiyeti; içinde bütün müslümanların hak
sahibi olduğu bir mal ile sınırlıdır. Bu bütün müslümanların
sahip olduğu maldan başkadır. Haraç, vergi ve ganimetler gibi bütün
müslümanların mülkü olmayıp onların hak sahibi olduğu mallar
devlet mülkiyeti olup devletin de onu mülk edinmesi farzdır. Eğer
o malda, bütün müslümanlara ait bir hak mevcut değilse o, fert mülkiyeti
sayılır. Ve devletin onu mülk edinmesi helal olmaz. Bu nedenle ferdî
mülkiyetten sayılan herhangi bir malın kamulaştırılması
kesinlikle helal olmaz. Çünkü kamulaştırma; görünen bir
maslahattan dolayı ferdî mülkiyeti devlet mülkiyeti haline
gelmektedir ki bu, ferde ait bir malı rızası olmadan mülk
edinmektir. Bu ise caiz değildir. Zira şeriat, bir malın rızasız
alınmasını haram kılmıştır. Nitekim Allah'ın Resulü; "Bir
kişinin rızası olmadan kardeşinin değneğini alması helâl
olmaz."
buyurmaktadır. Bir malın kamu mülkiyeti olup olmadığını
devletin görüşü değil, malın tabiatı ve niteliği tesbit eder.
Şeriat, devlet mülkiyetini de bütün müslümanların hak sahibi
olduğu mallarla sınırlandırmıştır.
57- Arazi mülkiyeti ile ilgili olarak özel hükümler
mevcuttur. Arazi; ziraî üretim ve bu üretimi artırmak ve sürdürmek
için mülk edinilir. Arazi, herhangi bir mal gibi satın almak, hibe,
miras ve bunun dışındaki mülk edinme yollarından biriyle mülk
edinilebilir. Ayrıca ölü olan bir araziyi imar eden bir kimse imar
ettiği yeri mülk edinebilir. Yine devlet şerî bir istilah olan
"IKTA" yolu ile fertleri arazi sahibi yapar. Arazi sahibi
olan bir kimsenin bu araziyi değerlendirip istifadeye sunma
mecburiyeti vardır. Devlet arazi sahibini buna mecbur eder. Arazi
sahibi doğrudan doğruya arazisinde kendisi çalışacağı gibi,
orada işçi çalıştırarak, hayvan ve aletler kullanarak da
arazisini işletebilir. Ekim için başkasına kiraya vermesi helâl
değildir. Üç sene ekilip biçilmeyen arazi, sahibinden zorla alınır
ve başkasına verilir. Zira Resulullah (SAV);"Kim
bir ölü araziyi diriltirse (imar ederse) arazi ona aittir."2] buyurmaktadır. Rivayet edildiğine göre Resulullah
(SAV) Ebu Bekir ve Ömer (RA)'e bir yeri ikta yolu ile vermiştir. Yine
Resulullah (SAV) bir başka hadisinde:
"Kimin bir arazisi varsa onu eksin veya bir kardeşine ektirsin.
Onu üçte bir, dörtte bir veya belli bir yiyecek karşılığında
kiraya vermesin."3] Ömer
(RA) arazinin alınıp başkasına
verilmesi müddetini üç sene olarak belirlemiştir. Bir kimse bir
araziyi üç sene müddetle ekmeyip boş bırakırsa ve bir başkası
da o araziyi ihya ederse, araziyi ihya eden hak sahibi olur. Ömer (RA)
şöyle demiştir: "Araziyi boş bırakanın üçüncü yıldan sonra hiç bir hakkı
yoktur."
58- Dış ticaret tabiyetlilerin tüm fertleri için
mutlak olarak mübahtır. Bu, mal ticareti olabileceği gibi para
ticareti de olabilir. Ayrıca ihraç veya ithal ruhsatı diye bir
ruhsat olmadığı gibi döviz işlemleriyle ilgili durumlar da söz
konusu olmaz. Çünkü bu; "Allah alış-verişi helâl kıldı."[4] anlamındaki ayetle; "Peşin
olmak kaydıyla istediğiniz gibi gümüşle altın alış-verişi yapınız."5]
hadisinin
kapsamına girer. Bu husus hem iç hem de dış ticarete şamildir.
Resulullah (SAV)'in; "Gümrük vergisi alan kimse Cennet'e
giremez."6] hadisine göre, tabiyyet niteliğini taşıyanlardan
kesinlikle gümrük vergisi alınmaz. Ancak devletin tabiiyyetlisi
olmayan kimsenin özel bir izin almadan ülkeye girmelerine müsaade gösterilmiyeceği
gibi ticaret yolu ile malları ve paralarının girmesine de müsade
edilmez. Onların mal ve paralarının İslâm ülkesine girmesi,
ancak özel izinle yani ithal ruhsatları ile mümkün olur. Devlet
ise bunlara izin verebileceği gibi, engel de olabilir. Çünkü
tabiiyyet niteliğini taşımıyanlar ancak emanla İslâm ülkesine
girebilirler. Diğer ülkelerin (tabiiyyet niteliğini taşımıyanların
geldiği ülkeler) bizim tüccarlarımızdan aldıkları gümrük
vergisi kadar onlardan gümrük vergisi alınır. Ebu Mecliz'in Lahik
b. Hamid'den yaptığı bir rivayetle şöyle denilir: "Ömer (RA)'a; "İslâm ülkesine giren ehli harbden nasıl vergi alalım?"
diye sordular. Ömer (RA) onlara; "Siz
gittiğinizde sizden nasıl vergi alıyorlar?" diye sordu.
Onlar; "Öşür. Yani malımızın
onda birini alıyorlar." dedi. "O halde siz de onlardan o kadar alın." dedi."
59- Dış ticarette, ticaret malının kaynağına
(nereden geldiğine) değil de tüccarın tabiiyyetine itibar edilir.
Hükmen harbî sayılan tüccarlar, kendileri veya malları için özel
bir izin almadan, mallarını İslâm ülkesine ihraç edemezler. Anlaşmalı
tüccarlar ise, onlarla bizim aramızda yapılmış olan anlaşmalar
çerçevesinde hareket ederler. İslâm Devleti'nin tebasından olan tüccarlar,
İslâm beldelerinin ihtiyacı olan ve stratejik olan malları,
maddeleri ihraç edemezler. Sahibi bulundukları herhangi bir malı ülkeye
ithal etmekten de men edilmezler.
İsrail gibi bizimle aralarında fiilî harb hükümleri geçerli olan ülkelerle
yapılan alış-veriş hükümleri yukarıda belirtilen hususlardan
istisna edilir. İster ticarî olsun, ister ticarî olmasın onlarla
cereyan eden bütün ilişkiler, bilfiil Dâr-ül Harb hükümlerine göre
olur.
60- İslâm ülkesinde yabancı malların üretilmesi ve
pazarlanması men edildiği gibi, herhangi bir yabancıya imtiyazların
verilmesi de yasaklanır.
61- İslâm Devleti'nin Devletlerarası Para Fonu'na ve
Dünya Bankası'na ortak olması caiz değildir. İslâm Devleti;
Devletlerarası Para Fonu ve Dünya Bankası'ndan faydalanarak
devletin, malî, iktisadî ve parasal durumunu düzeltme girişimlerinde
bulunamaz. Çünkü böyle bir girişim İslâm Devleti'ni, zarara
sokabileceği gibi, devletin parasına ve ekonomisine de büyük bir
darbe indirir. Çünkü bu kuruluşları Amerika, ticaret ve parası
ile dünyaya hükmetmek amacıyla kullanmaktadır.
Yine bunun gibi İslâm Devleti'nin; parasının değerini korumak,
iktisadî durumunu düzeltmek ve kendi projelerini geliştirmek amacıyla
yabancı devletlerden ve malî müesseselerden borç alması helâl
değildir.
Zira böyle bir durum başta devlet olmak üzere, onun parasını, iktisadî
yapısını ve egemenliğini tehlikeye düşürür. Çünkü yabancılardan
borç almak, ülkenin fakirleşmesine yol açabileceği gibi,
ekonomisine ve parasına da darbe indirir. Bu durum devletin borcunu
kat kat artırarak onu zayıflattığı gibi, kâfir devletlerin borçlanma
yoluyla İslâm Devleti'ni nüfuzu altına almasına bir vesile olur.
Bu ise, onun egemenliğini zedeler ve iradesini de ipotek altına alır.
Oysa böyle bir durum şer'an caiz değildir. Çünkü bu, harama bir
vesiledir. Harama götüren vesile ise haramdır. Ayrıca bu borçlanma
işi, ancak faizle mümkündür. Faiz ise haramdır.
Ürdün, Mısır, Türkiye, Sudan ve bunun dışındaki yabancı kâfir
devletlerden borç para almalarını kendilerine reva gören
devletlerin durumuna basit bir şekilde baktığımızda; bu
devletlerin ekonomilerinin iyileşmediğini, porojelerinin başarıya
ulaşmadığını, paralarının kıymetini korumadığını, fakirliğe
çare bulamadıklarını görürüz. Tam tersine bunların; paralarının
değeri alt üst olmuş, fakirliği daha da artmış, ekonomisi çökmüş,
porojeleri başarısız olmuş, borçları katlanarak artmış,
iradeleri ise, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası'na
ipoteklenmiştir. Bu ise, borç veren devletlerin borçlanan devletler
üzerindeki nüfuzunu artırmış ve egemenliklerinin ortadan kalkmasına
sebeb olmuştur.
62- Sanayide aslolan ferdî mülkiyettir, kamu mülkiyeti
ve devlet mülkiyeti değildir. Zira, Resulullah (SAV) bir yüzük ve
bir minber yaptırmak istediği zaman bunların herbirisini ferdî mülkiyet
olarak bir işyerine (fabrikaya) sahib olan birisine yaptırmıştır.
Resulullah (SAV) döneminde, insanlar bir
takım sanayi yerleri kuruyorlardı ve Resulullah (SAV) bunlara bir şey demiyordu. Resulün sukut etmesi
ise, işyerlerinin ferdî mülkiyete ait olacağına dair bir
delildir. Fabrika ve işyerlerinin kamu veya devlet mülkiyetinde olduğuna
dair herhangi bir nas bulunmadığına göre onlar ferdî mülkiyet
olurlar.
Ancak kamu mülkiyetini ilgilendiren maddeleri üreten fabrikalar ürettikleri
maddelerin hükmüne girerler. Böyle olduğu takdirde o fabrikalar,
kamu mülkiyeti haline girebilecekleri gibi devletin, kamu mülkiyeti
maddelerinin üretiminde ümmetin temsilcisi olması itibarı ile
devlet mülkiyet haline de girebilirler. Ayrıca bazı maddeler
fertlere ait olabilir. Devlet, onlardan bunları işletmek için
kiralayabilir.
63- Devletin devamlı gelirleri; ganimet, cizye, haraç,
definelerin beşte biri ve zekattır. Devlet her zaman bu kaynaklardan
gelir elde eder. İster ihtiyacı olsun ister olmasın. Eğer bu
gelirler yeterli olursa devlet bunlarla yetinir. Bu takdirde mutlak
olarak devletin vergi tahsil etmesi caiz değildir. Fakat bu kaynaklar
devletin harcamalarına kâfi gelmeyecek olursa bakılır: Bu
gelirlerin kâfi gelmediği ihtiyaçlar zarurî ihtiyaçlar değilse
ve bu ihtiyaçlar giderilmediği takdirde ne insanlar ne de devlet
herhangi bir zarara uğramıyacaksa, meselâ talî bir yol açmak veya
mevcud kuyular yeterli olduğu halde başka kuyular açmak gibi ihtiyaçlardan
dolayı devletin vergi koyması helâl olmaz. Bu talî derecedeki
ihtiyaçların giderilmesi daimî gelirlereden sağlanıncaya kadar
tehir edilir. Eğer bu ihtiyaçlar zarurî ise ve bunlar olmadığı
takdirde beldeler ve ümmet zarara uğrayacaksa, zarurî ihtiyaçları
giderecek miktarda devletin vergiler koyması caizdir. Bu husus hem müslümanlara
hem de beytül mala vacip olan bir görevdir. Eğer beytül malda bu
ihtiyaçları karşılayacak mal bulunmazsa bu vucubiyet, bütün müslümanlara
intikal eder. Dolaylı vergi diye bir verginin konması caiz değildir.
Koruma vergisi, sağlık vergisi, belediye vergisi, mahkeme vergisi ve
simsariye vergisi adı altında kesinlikle vergi alınamaz.
|