DIŞ SİYASET
77- Şerî hükme göre tüm dünya iki kısma ayrılır.
Bir üçüncüsü ise yoktur. Dâr–ül Harb veya Dâr-ül Küfür ve Dâr-ül İslâm.
İslâm ile hükmedilen ve emniyeti de İslâm ile sağlanan her belde
Dâr-ül İslâm'dır, o ülke sakinleri gayri müslimler olsalar
dahi. İslâm'dan başka sistemle idare edilen, güvenliği de İslâm'dan
başka güçler tarafından sağlanan her bölgeye Dâr-ül Harb veya
Dâr-ül Küfür denir, oranın halkı müslüman olsalar dahi. Süleyman
b. Büreyde'nin rivayet ettiği bir hadis şöyledir :
"Onları İslâm'a çağır. Eğer senin davetini kabul ederlerse
onlardan vazgeç. Sonra yurtlarından muhacirlerin yurtlarına göç
etmeleri için onlara çağrıda bulun. Eğer böyle yaparlarsa
muhacirlerin sahip oldukları haklara sahip olabilecekleri gibi onların
sorumlu olduklarından, da sorumlu olacaklarını onlara
bildir."
Bu hadis, onların muhacirlerin sahip oldukları
haklara ve mükellef oldukları görevlere sahip olmaları için
"Dâr"larından (ülkelerinden) muhacirlerin "Dâr"ına
(ülkesine) göç etmelerinin şartı olduğuna bir delildir.
Muhacirlerin "Dâr"ı ise Dâr-ül İslâm'dır. Onun dışındakiler
ise Dâr-ül Harb'dir. Yani
müslüman olan o kişilerden, yurtlarından
Dâr-ül İslâm'a göç etmelerini taleb edildi. Taki onların üzerlerine
Dâr-ül İslâm hükümleri tatbik edilsin. Eğer Dâr-ül İslâm'a
göç etmezlerse, onlara Dâr-ül İslâm hükümleri tatbik edilmez.
Yani onlara Dâr-ül Harb hükümleri tatbik edilir.
Dâr-ül Harb ya da Dâr-ül Küfür ve Dâr-ül İslâm
kelimeleri şerî istilahlardır. Bu kelimelerin her biri İslâm'a, küfre
ve harbe izafe edilmiştir. Ve Dâr-ül Harb, Dâr-ül Küfür ve Dâr-ül
İslâm şeklinde kullanılmıştır. Müslümanlara ve kâfirlere
izafe edilmemiş, müslümanların ve kâfirlerin yurdu şeklinde
kullanılmamıştır. Dâr kelimesinin İslâm'a izafetiyle, devletin
sahip olduğu hüküm ve emanın İslâm'a ait olduğu ifade edilmiştir.
Böyle olunca Dâr-ül İslâm, içerisinde İslâm Dini'nin devletle
hakim kılındığı yer demektir. İslâm'ın devlet içinde hakim
olması, ancak sulta (otorite) ve emanın İslâm olması demektir.
Bütün bunlardan anlaşıldığı üzere, bütün dünya Dâr-ül İslâm ve Dâr-ül Küfür diye iki kısma ayrılmıştır.
Binaenaleyh, dış siyaset denildiği zaman; İslâm Devleti'nin, halkı
müslüman olsun gayri müslim olsun Dâr-ül Küfür olarak kabul
edilen ülkelerle ilişkisi demektir. İslâmî hükümlerle idare
edilen ve emanı da İslâmla gerçekleşmiş olan ülkelere dış
siyaset hükümleri uygulanmaz. Bu ülkeler, İslâm Devleti bünyesinden
ayrı müstakil bir halde olsalar dahi bunların hepsi bir ülke
mesabesinde olduğu için iç siyaset hükümleri tatbik edilir.
78- İslâm Devleti'nin dış ilişkileri; ister siyasî,
ister iktisadî, ister kültürel ve bunun dışındaki ilişkiler
olsun, İslâm Daveti'ni yüklenmek esası üzerine oturtulmuştur.
Devlet bütün muamelelerde İslâm Daveti'ni yüklenmeyi esas olarak
ittihaz eder. Nitekim Resulullah (SAV), gerek Kureyş gerekse diğer kâfir Arap
devletleriyle olan ilişkilerini İslâm Daveti'ni yüklenme esası üzerine
oturtmuştur. Savaşta veya barışta, anlaşmada veya iyi komşuluk
ilişkilerinde, ticarette veya bunun dışındaki bütün ilişkilerde
İslâm Daveti her zaman ön planda olmuştur. Ondan sonra Sahabe de
aynı uygulamayı yürütmüştür. Böylece İslâm'ın dış
siyasetinin esası, İslâm Daveti'ni yüklenmek olmuştur.
79- Dış siyaset iki temele dayanır :
Birincisi: İslâm Daveti'ni tebliğ
maksadıyla çalışmalar yapmak. Bu iki yönde yapılır : Birincisi;
soğuk savaş diye isimlendirileni yapmak. İkincisi ise; davetçi ve
çeşitli tebliğ programları vasıtasıyla davet ve propaganda işlerini
yürütmek.
İkincisi: Diplomasi işleri adı
verilen siyasî işleri yapmak.
Nitekim Resulullah
(SAV)'in Hudeybe olayında
Umreye gidişi soğuk savaşın bir örneğini teşkil eder.
"Sana haram ayında savaşmaktan sorarlar. O ayda savaş büyük
günahtır diye söyle."[2]
ayeti, propagandaya bir örnektir. Resulullah
(SAV)'in insanlara İslâmı öğretmeleri için Reci günü
ashabından altı kişiyi göndermesi, yine Bi'ri Maune günü Necid
halkına İslâmı öğretmeleri için müslümanların ileri
gelenlerinden kırk kişiyi göndermesi, davet planına örnektir. Ayrıca
Krallara elçiler gördermesi de diplomatik çalışmalara örnektir.
Şam sınırları üzerinde İyle halkı ile anlaşmalar akdetmesi de
siyasî çalışmaların örneğini teşkil eder. İşte böyle
Resullah (SAV), Davet'in tebliği maksadıyla çeşitli
faaliyetler yaptığı gibi, Daveti insanlara götürmek ve onlara ulaştırmak
gayesiyle bir çok siyasî, diplomatik faaliyetler de yapıyordu. Bütün
bu faaliyetlerin hepsi savaş öncesi Davet'in tebliğinden kabul
edilir. Şeriat'ın istediği de budur. İbni Abbas (t)'dan rivayet edilen bir hadiste:"Resulullah
(SAV)
bir kavme davet yapmadan önce onlarla savaşmıyordu." Ferve
b. Masik'ten rivayet edilen bir hadiste ise, Resulullah (SAV); "İslâm'a
davet etmeden önce onlarla savaşa girme." dedi.
80- Devletlerarası kanunda asıl olan şudur: Eskiden
beri dünyada devletler arasında, devletlerin tamamının üzerinde
muvafık olduğu belirli fikirler ve kaidelerden oluşan bir genel örf
ve ıstılah cereyan ediyordu. Elçileri ve kadınları öldürmemek,
yaralı olan kişi üzerine saldırmamak, esire işkence yapmamak gibi
devletlerarası bir takım örf ve ıstılahlar yaygındır. Fakat
yeni devletlerarası kanunda aslolan ise şudur: Hedefleri birbirine
yakın olan devletler -ki onlar dünyadaki Hristiyan devletleridir- çeşitli
kongre ve toplantılar düzenleyerek belli bazı kaideler ve fikirler
üzerinde ittifak etmişlerdir. Üzerinde ittifak ettikleri belli
fikirleri devletlerarası kanunlar haline getirerek kendilerini o
kanunlara bağlı kılmışlardır. Bunu aralarındaki harb ve sulh
alakalarını tanzim için yaptılar. Bu kanunların gözetimini
sadece kendilerine hasrettiler. O gün kaim olan İslâm Devleti ona
dahil olmadı. Bu devletlerarası kanunlar onun üzerine uygulanır
olarak kabul edilmedi. Bunun için devletlerarası kanunlar İslâm
Devleti'ni kapsamıyordu. Batılı devletler, o kanunları İslâm
Devleti'yle beraber görmüyorlardı. Fakat Osmanlı Devleti zayıflayınca,
batılı devletleri razı etmek için çalışmaya başladı. Bu
nedenle devletlerarası kanunlara dahil olmayı ve batılı
devletlerin kendisini o kanunların kapsamına almalarını istedi.
Batılı devletler ise ilk önce buna mani oldular. Onun bu isteğini
kabul etmek istemediler. Fakat Osmanlı Devleti, devletlerarası ilişkilerinde
İslâm'ı hakim kılmaktan vazgeçip, o devletlerarası kanunları
devletlerarası ilişkilerde hakim kılmaya razı olunca batılı
devletler, onu o devletlerarası kanunlara dahil etmeyi kabul ettiler.
Artık Osmanlı Devleti, devletlerarası ilişkilerinde bu kanunlarla
idare edilir oldu. Bu tarihten itibaren devletlerarası işlemler de
genel olarak bu kanunlara göre yapılmaya başlandı. İşte bu şimdi
yürürlükte olandır.
Ne var ki bu şerî hükümlere aykırıdır. Zira İslâma göre; İslâm
Devleti'nin diğer devletlerle olan ilişkisinde ancak şerî hükümlerin
hakim kılınması lazımdır, devletlerarası kanunlar değil. Onun için
devletlerarası kanunların herbirisine ayrı ayrı bakılır. O, bir
vakıa olarak ele alınır ve iyi bir şekilde anlaşılır. Sonra bu
konu ile ilgili şerî nass ele alınır ve o da iyi bir şekilde anlaşılır.
Daha sonra o vakıa üzerine tatbik edilir. Ve bu vakıaya şerî nassın
delalet ettiği hüküm verilir. Böylece bizimle diğer
devletle-rarası ilişkilerde şerî hüküm uygulanmış olur,
devletlerarası kanunlar değil.
81- Ferdin hukukî varlığı, başka fertlerle olan ilişkilerine
göre ele alınır, ferdin bizzat sadece kendisinin yaptıklarına göre
ele alınmaz. Devletin hukukî varlığı da onun, diğer devletlerle
olan ilişkilerine göre ele alınır, devletin dahilî işlerine göre
değil. Zira devlet manevî bir şahsiyete sahiptir. Devlet, bu şahsiyetin
mevkiine, etkinliğine ve diğer devletler katındaki suretine göre
itibar olunur. İslâm Daveti'ni yüklenen devlet, diğer devletlerle
olan ilişkilerinde daha etkilidir. Zira onun, hukukî varlığını
ve Daveti koruyabilmesi, bir devlet olarak diğer devletlerle olan ilişkilerine
bağlıdır. Ayrıca taşıdığı risaleti tebliğ işi, bu ilişkilerin
durumuna ve şahsiyetindeki etkinlik derecesine ve diğer devletler
katındaki suretine bağlıdır. Bu nedenle İslâm Devleti'nin; diğer
devletler arasındaki şahsiyetini ve etkinliğini koruyabilmesi, dış
siyasetinin en önemli hedeflerindendir. Nitekim devletler, düşmanı
olan diğer devletlerin şeref ve onurunu zedelemek, ona karşı bir
kamuoyu oluşturarak kamuoyundaki yerini kaybettirmek için çalışmayı
adet edinirler. Batılı devletlerin İslâm Devleti'ne karşı yaptıkları
gibi. Savaşta olsun barışta olsun, devlet ve devletlerarası
kamuoyunun bir devletin etkinliği, mevkii ve onuru üzerine büyük
etkisi vardır. Onun için devletin, devletlerarası kamuoyuna önem
vermesi lazımdır ki karşısına çıkacak ve oluşturulacak
kamuoyuna karşı koyabilsin ve kendisi fikri ve daveti lehine bir
kamuoyu oluşturabilsin. Resulullah (SAV) bu hususa önem vermiştir.
Nitekim bir hadiste şöyle demiştir :
"Bir aylık mesafeden korku ile zafere ulaştım."4
82- Allahu Teâlâ, müslümanlara İslâm Daveti'ni bütün
insanlara taşımalarını ve onları Hilâfet Devleti'ne dahil
etmelerini emretmiştir. Daveti yüklenme metodu olarak da cihadı
farz kılmıştır. Böylece hiçbir duraklama ve gevşeklik göstermeden,
İslâm Devleti'nin kâfirlere karşı cihad ilânına kalkması farz
olur. Müslümanların devleti kurulduğundan İslâm Hilâfeti'nin
sonuna kadar müslümanlar; siyaset, ilim ve kuvvet bakımından dünyanın
birinci devleti olarak devam ettiler. Bu nedenle, müslümanların
askerî bir pakt anlaşmasına girmeleri veya kâfirlerle birlikte bir
koruma anlaşması yapmaları kesinlikle caiz değildir. Müslümanların,
kendi meselelerini Güvenlik Konseyi'ne veya Birleşmiş Milletler Teşkilatı'na
ve herhangi bir devletin eline teslim etmeleri caiz olmaz. Ayrıca kâfir
devletlerarası kanunlarına boyun eğmeleri veya şartlar ne olursa
olsun yabancı devletlerin himayelerini ve hükümlerini kabul
etmeleri caiz değildir. Zira, Allah (C.C) şöyle buyuruyor :
"Allah hiç bir zaman müslümanlar üzerine kâfirler için
bir yol kılmaz."5] (Bu ayet demektir ki; Allah, hiç bir zaman kâfirlerin
müslümanlar üzerine sulta sahibi olmalarını kabul etmez.)
Kâfir
devletlerarası teşkilâtlar ve kâfirlerin tarafından ortaya
konulan bu türlü ilişki ve yardımlar, İslâm Devleti'nin
siyasetine ters düşer. Halbuki İslâm Devleti'nin siyaseti, İslâm
Devleti'nin devletlerarası, platformlara hakim olmasını ve dünyada
tekrar birinci devlet olmasını farz kılar.
|