Amerikan
Elçisi Anthony Zinni, ilk ziyaretinde getirdiği, “Ortamı
sakinleştirme, şiddeti durdurma ve sonra Tenet planı ile
Mitchell raporunu uygulama” adı verilen açıklamaların
aynısı ile birlikte, 03 Ocak 2002 tarihinde, tekrar Filistin’e
geri geldi. Amerika girişimleri kuşatmak amacıyla, Filistin
sorununu üzerine almaktadır. Bush’un yönetim sahibi olduğu
dönemde, Amerikan yönetiminin, bu meseledeki bakışını
anlamak için, yönetimin baştan beri bu mesele hakkındaki görüşünü
hatırlamak gerekir.
Bush
yönetiminin, iktidara gelmesinin yani Amerika Birleşik
Devletleri’nin başkanlığını üstlenmesinin üzerinden bir
yıl geçti. Hiç kimse, Mitchell raporu ve George Tenet’in
çalışma belgesi ile formülize edilen ve Bush’un iktidara
gelmesinden bu yana ilan edilen, Filistin meselesi konusundaki
özel politikalarının sürdürülmesinde, Amerika’nın
önceliklerinin herhangi bir önemli değişikliğe
uğradığından söz etmedi. Yönetim hala, meselenin kalbine
ve ona bağlı çevresel meselelere doğru, yavaş yavaş
ilerlemeye devam etmektedir. Anlamlı görüşmelere başlamak için,
temel şart ve bir ön gereklilik olarak saydığı, “Sakinleştirme
Periyodu”nu ortaya attığı yıldan bu yana olduğu gibi
kaldı. Özellikle 11 Eylül 2001 saldırısı; onun iç
problemlerini ve iç işlerini daha da kötüleştirdi. Güvenliğini
ve ekonomik konumunu, hayal edemeyeceği kadar sarstı.
Aşağıda
önceliklerin bir özeti bulunmaktadır:
·
Şiddet (terörizm) adını verdikleri şeyin durdurulması
·
Oslo ve Wye River’da, Arafat’ın hain dostları
tarafından imzalanan, anlaşmalarda şart koşulan, güvenlik
koşullarına sadık kalınması
·
Her çeşit tahrik ve teşviki önlemek ile yerleşim
alanları inşa etmeyi durdurmayı da kapsayan, güven oluşturucu
ölçülere sahip olunması
·
Ve sonra BM’in 242, 338 nolu kararları ve Madrid
konferansının kararları esasınca, görüşmelere
başlanması
Tüm
bunlar, Mitchell raporunda ve onların yetkilileri tarafından
yapılan, birçok kamuoyu açıklamasında, ifade edildi.
Şunu
da belirtmek gerekir ki; Şaron bu raporu kerhen (istemeden)
kabul edince, Arafat ve hain çetesi de raporu kabul ettiklerini
açıkladılar. Diğer taraftan Şaron, rapor kararlarının
uygulanmasına engel olma imkanına sahipti. Zira her tür
şiddet hareketlerinden yoksun olarak, iki aşamalı olarak
başlaması şart koşulan, rapor uygulamaları için bir hafta
şartı konulmuştu. Oysa rapor, böyle bir hafta şartını
öngörmüyordu. Şaron, gerçekte raporun uygulamalarını
askıya alan olayların çoğunda, terörizm ile mücadele
bahanesi altında, askeri saldırılara güvenmektedir. Tüm
bunların nedeni; bunun, onun yerleşim konusundaki
politikalarına ve “Son durum konuları” veya “Nihai
Çözüm” ile ilgili olarak, Oslo anlaşması ve Wye River görüşmelerinde
beyan edilenleri, yerine getirmesine neden olan görüşmelere
katılımına ters düşmesidir. Bu böyledir. Çünkü o (şaron)
hala, Barak’ın bakışından farklı olarak, çözümü; ayrıntılara
takılmadan, yavaş yavaş yapılacak olan uzun vadeli
anlaşmalarda görmektedir.
Amerikan
politikası ise, meseleye ve Amerikan dış politikasının
önceliklerine yönelik sevkedici bir yönlendirmenin olduğunu
herkesin görebileceği, Washington ve New York’taki 11 Eylül
olaylarına kadar durağan (etkisiz) kaldı. Bu, onun bölgedeki
ajanlarının durumunu izleyenler ve Avrupalı liderler
tarafından, yönetime baskı yapılması nedeniyle meydana
geldi. Bu ayrıca, yahudi varlığı pahasına, bir
yatıştırma politikasına karşı uyarılan Şaron için çok
üzüntü verici oldu. Chamberlain’in, İkinci dünya savaşını
engellemek için, Hitler’i yatıştırmak amacıyla izlediği
böyle bir politikanın sonuçlarını hatırladı.
Amerikan
yönetimi, elçisi olan emekli general Antony Zinni’yi ilk
defa 26 Kasım 2001 tarihinde, Filistin’e göndermişti.
Zinni, Filistin topraklarına varır varmaz, güvenlik
önlemleri yoğunlaştırıldı ve askeri hareketler arttı.
Şaron, vaad ettiği gibi, “İsraillilerin” güvenliğini
sağlama ve operasyonları durdurmada yetersizliğini
kanıtlayan, daha kuvvetli şoklara uğradı. Bir hafta içerisinde,
ferdi şehadet saldırıları (intihar saldırıları)
sonucunda, kırktan fazla “israilli” öldürüldü. Şaron
Amerika’dan yardım istedi. Amerika cevap olarak,
anlaşmazlığın en zayıf tarafı olan Arafat üzerinde, ciddi
baskılar yapmaya başladı. Ayrıca ona karşı bir kamuoyu
baskısı oluşturmaları için, Avrupalılara işaret verdi.
Bundan dolayı Avrupa Birliği’nin dışişleri bakanları,
derhal bir araya geldiler ve açıkça İntifada’nın
durdurulmasını talep ettiler. Arafat bayramın ilk günlerinde,
yahudilere karşı saldırılmasını arzulayan Filistinlileri
tehdit edici bir konuşma yaptı ve teslim oldu. Arafat’ın (güvenlik)
kuvvetleri, Cebeliyye’de sekiz genci vahşice katlettiği
gibi, birçok savaşçıyı da tutuklamaya başladı ki; böylece
her çeşit baskı tarzını kullanmak hatta katletmek
suretiyle, İntifada’yı durdurmada ne kadar kararlı
olduğunu kanıtladı.
Arafat
(kafirlerle yaptığı) alışverişini, boyun büküşünü ve
direnişe karşı mücadeledeki itaatini, tüm alçaklık ve
rezilliği ile gösterdi. Hamas, Cihad ve diğer hareketler de
ona boyun eğdi ve ulusal birlik ve Müslüman kanının
mukaddesliği ile ilgili sloganlarla mazeret ortaya koydu.
Avrupa ise, 11 eylül olaylarından sonra, Amerika’nın
konumunun yararına olan değişiklikleri göz önünde tutarak,
komplolar kurmada kolayca, Amerika’nın yanında yer aldı.
Filistin
yönetiminin, Amerika’nın İntifada’yı durdurmak, binlerce
şehidi ve üçbin yaralı ve sakatı unutmak gibi taleplerini
yerine getirmesindeki gerekçe ise; Bush yönetiminin, İsrail
varlığı ile yanyana var olacak bir Filistin devletini tasvip
ettiğini, açıkça bildirmiş olmasıdır. Aslında bu
bildiri, bir gerekçe olması şöyle dursun, Ümmete bir ihanet
olmaktan, Allah Rasulü (s.a.v.)’in İsra (gece yolculuğu)
yaptığı mukaddes yerlerin (Kudüs ve çevresinin), elden çıkarılmasında
işbirliği yapmaktan ve yahudilere karşı olanları tutuklamak
ve katletmekten başka, herhangi bir kıymete veya ağırlığa
sahip midir?!
Bush’un
10/11/2001 tarihinde, Birleşmiş Milletler’de bu yıl
yaptığı konuşmasında “Biz iki devletin -İsrail ve
Filistin’in- Güvenlik Konseyi tarafından kabul edilmesine
çağrıda bulunulan sınırlar içerisinde, birlikte güvenle
ve barışçıl bir şekilde yaşayacakları güne ulaşmak için
çalışmaktayız.” şeklindeki söyledikleri ise, (mesele
açısından) arzuladığı son noktaydı. Elbette hainler ve
ajanlar, Bush’un bu uzun süren sessizliğinin ardından,
pireyi deve yapmaktan başka bir şey olmadığı halde,
meselenin kritik noktasına ilişkin bu açıklamayı
alkışladılar. O selefi olan Clinton’ın teklif ettiklerinin
ondan birini bile getirmedi. Bush’un açıklamasından sonra,
19/11/2001 tarihinde, Louisville üniversitesinde, onun dışişleri
bakanı olan Colin Powell tarafından uzun bir konuşma
yapıldı. O da önceki basın açıklamalarında söylediklerini
ve başkanının açıklamalarını tekrarladı ve yeni herhangi
bir şeyden bahsetmedi. Şöyle dedi: “Filistinlilerin,
onlara bağlı kalmadıkları zaman kendilerini
sorgulayacağımız ve kararlarını tatbik edeceğimiz
anlaşmalara sadık kalmak zorunda olduğu ve güvenli sınırlar
içerisinde, her iki devletin de -İsrail ve Filistin- yanyana
yaşayacakları bir ortam hayal ediyoruz.”
İşte
o, Oslo ve Wye River anlaşmalarındaki, şu suç unsurlarını
ima ediyordu:
-
“Terörizm ve şiddet, durdurulmalı ve şimdi
durdurulmalıdır.”
-
“Kızışma durdurulmalıdır.”
-
“Filistinliler, görüşmeler yoluyla olması hariç,
ordularıyla herhangi bir yeri alamayacakları gerçeğini
kabul etmelidirler. Bu, Filistinliler ile İsrailliler
arasında yapılan Madrid ve sonra 1993 Osla
anlaşmalarının bir gereğidir.”
-
“Filistinli liderler, şiddete son vermeye, kızışmayı
durdurmaya ve halklarını gelecekteki zor imtiyazlara
hazırlamaya mecburdurlar.”
-
“Her iki taraf da çok çok zor olan, son durum konularını
cesaretle karşılamalıdırlar. Kudüs’ün geleceği; her
iki tarafın birlikte katılımıyla yapılacak ve her iki
tarafın görüşme masasında ortaya koyacakları, politik
ve dini endişeleri dikkate alan görüşmeler yoluyla,
çözülebilecek bir meseledir. Ortaya konulacak herhangi
bir çözüm, dünyanın her tarafındaki hristiyanların,
yahudilerin ve Müslümanların çıkarlarını korumak
zorundadır. Filistinli mülteciler ile ilgili olarak, her
iki taraf tamamen adil ve gerçekçi bir çözüme ulaşmak
için, en son derecede çaba harcamalıdırlar.”
Bu
şekilde, o (Powell) Kudüs meselesi hakkında, çok kısa bir açıklama
yapmakla yetindi. Belki de o, Clinton’ın önerilerini
kastediyordu ki; o (Kudüs) tek kalsın ve açık bir şehir
haline getirilsin. Adil ve gerçekçi olmaktan bahsederken de,
üstü kapalı bir şekilde, BM’nin 194 nolu kararında ifade
edilen, geri dönüş hakkından vazgeçilmesi gerektiğine
işaret ediyordu. Şu halde o, bu mesele ile ilgili Clinton’ın
planından uzak değildir. O şu sözleri sarfederken
yönetimlerin, meseleyle alakalı devletlerarası tüm taraflar
açısından arzuladığı, noktayı da unutmuyordu: “Ne
kendi açımızdan ne de olmasını istediğimiz açıdan,
olayların gidişatını değiştiremeyiz. Madrid’te olanları
gördüğümüz gibi, bizim mevcut çabalarımız;
dostlarımızın desteğine bağımlı olarak, İsraillilerin ve
Filistinlilerin geleceğinin daha iyi bir hale getirilmesini
başarmak içindir. Mısır, Ürdün, Avrupa Birliği, BM genel
sekreterliği ve Rusya ile çok yakın olarak, çalışmalarımızın
sürmesini sabırsızlıkla beklemekteyiz. Birçok
müttefikimizin bu çabada hazır bulunması, faydalı oldu.
Onların tümü, Mitchell Komitesi raporunu desteklemektedir.”
Bu,
Amerikan yönetiminin bu yıl için, Filistin meselesi ile
ilgili olarak gitmesini istediği, en üst seviyedir. Buradan
ortaya çıkmıştır ki; yönetim, Filistin’e sukünet gelse
bile, aceleci değildir. Şaron dik başlılığını sürdürecek
ve yönetim bir sonraki başkanlık seçimlerinde yahudi oylarını
kazanma arzusunda olduğu için, meseleyi çapraşıklaştıran
Şaron’a karşı sert bir tutum benimsemekte isteksiz
olacaktır. Herhangi bir kimse Bush’un, özellikle yahudi
oyları sayesinde Demokrat parti adayını (Al Gore) geçerek
seçimi kazanmasından sonra, onlarla çok sık bir araya
geldiğini ve onlarla yakın ilişkiler kurduğunu fark
edebilir.
Dünyanın,
isterse onların eğilimlerine ve isteklerine yönelik olsun,
silahlı muhalif hareketlere bakışı değişmiştir. Bu
Amerika’nın “terörizm” adını verdiği şeye karşı,
savaş ilan etmesinden sonra meydana geldi. Bu grupların birçoğu,
kendilerini bulmalarına sebep olan devletlerarası kanunun
dışında, meşru hareketlere giriştiler. Bu, böyle grupların
yok edilmesini ister hale gelen devletlerarası toplumun
bakışıydı. Bakışlardaki bu değişim, Avrupa’yı;
İntifada’yı durdurmak amacıyla, Arafat yönelik baskılar
yapmaya ve Hamas ve Cihad’ı terörist organizasyonlar olarak
göz önünde tutmaya zorladı. Bununla İntifada, sona
erdirilmek ve 28/9/2000’de başladığı noktaya geri döndürülmek
istenmektedir. Hamas ve Cihad’ın askeri saldırılarına son
vermeyi ve Arafat’ın İntifada’nın durdurulması
kararını kabul etmesi, ancak Avrupa’nın Amerika ile
birlikte olmaya karar vermesi ve yeni devletlerarası kamuoyuna
göre bu (Hamas ve Cihad gibi) hareketlerin terörist hareketler
haline gelmesiyle, alınan tedbirler sayesinde oldu. Bunun
nedeni; Arafat’ın liderliğindeki yetkililerin ve onun küstah
dostlarının Oslo ve Wye River’da sadık kalacaklarını
onayladıkları şartlar ve bu amaçla başlatılan çalışmaya,
kalındığı yerden devam edilmesiydi. Bu; Filistin
insanlarının izni olmaksızın, İslam Dünyasındaki yöneticilerin
yahudileri korumak ve onların gayri meşru varlıklarının güvenliğini
sağlamak konusunda yaptıkları bir işbirliğiydi. ABD ve AB
bunu, otoritenin en birinci görevi olarak görmektedir. Aksi
halde onlar, milyarlarca dolarla desteklemez ve onları gözetmezlerdi.
Bu bir sır değildir. Zira Arafat ve onun hain dostları,
Amerikalılar ve yahudiler ile komplolar kurmaktadırlar ve
sadece onlarla değil, neredeyse Batı’nın tamamıyla
birliktedirler. Arapların ve Müslümanların yöneticileri de
Filistinlilere karşı komplo kurmaktadırlar. Arafat işlediği
cürümleri, açıklamalarıyla onaylamaktadır. O ve dostları
şüphesiz Müslümanların düşmanlarının mızrak
başıdırlar. Yahudiler de bu yeni devletlerarası kamuoyunu,
terörizm ile mücadele adı altında kullanmaktadır. Şaron
Filistinlileri, Amerika’nın onayıyla çok sert bir biçimde
cezalandırmaktadır. O, İntifada dursa bile, daha çok uzun
süre kullanacağını bildiği, “yahudi varlığının güvenliğinin
tehdit altında olması” bahanesine sığınarak, katliam ve
suikastlerine devam edecektir.
Son
zamanlarda bazıları, zalim ikili Arafat ve Şaron arasındaki
ilişkilerin artık tamamen koptuğunu ve Şaron’un,
havaalanına, uçaklara, yayın istasyonuna ve (Filistin) yönetiminin
diğer önemli binalarına saldırdığı sırada, Arafat’ı
da yok etmeyi tasarladığını zannetmektedirler. Şaron Arafat’ı
küçük düşürdü ve onu Ramallah’a hapsetti ve onunla olan
tüm ilişkilerine son verdi. Bu düşünceyi kuvvetlendiren
şey, onun yaptıklarının Amerika tarafından onaylanmasıydı
ki; onlar şöyle demişti: “Şaron, gelecekte barış görüşmelerini
etkilemeyecek miktarda ve dilediği yollardan, kendi ülkesini
savunma hakkına sahiptir.” Bu durum ayrıca, Avrupa’nın
ve Arap yöneticilerden Amerikan ajanı olanların, öfkesini
tahrik etti. Onlar Şaron’a karşı sert bir tepki verdiler ve
“Arafat’ın yok edilmesi için çalışmayacağız.”
diyerek onu vazgeçmeye ittiler.
Şaron’un,
İntifada’nın durdurulması için Arafat’a karşı sert bir
tavır takınma ve (ABD) yönetimini ve hain dostları, Filistin’e
karşı tahrik etme şeklinde ifade ettikleri şeylerin hepsi;
sadece (istekleri yerine getirmesi için) Arafat’a bir
gerekçe sağlamak amacındaydı. Onun Ramallah’taki küçük
düşürücü hapsi ise, onun hayatını Filistinlileri
kasapların tezgahına sürükleyen, şiddet akımlarından
korumak içindi. Zira Gazze, genelde Amerikan düzenlerine,
yahudi arzularına ve Batı’ya olan kusursuz itaati nedeniyle,
ona karşı ateşlenmişti.
Şimon Peres ve Ahmed
Kari arasındaki işbirliği görüşmeleri hakkında
yayınlananlara gelince; bu İntifada havasını, görüşmelere
başlama havasına dönüştürmek için yapılan bir
girişimdir. Bu, Mitchell raporunun ikinci aşamasıdır. Görüşmeler
ise, kuruluşun ön gereklilikleri olan, onun başkenti,
sınırları, hava sahası ve “son durum konuları”
dedikleri diğer başka konuları dile getirmeksizin, bir
Filistin devletinin kurulmasından başka herhangi bir şey ile
ilgili değildir.
|