Amerikan başkanı
Bush’un, Afganistan’da müslümanlara karşı başlattığı
Birinci Haçlı Seferi’ni tamamlamasından sonra, İkinci Haçlı
Seferi’ni Irak veya Somali’ye karşı başlatacağı
bekleniyordu. Güya terörizme karşı başlattığı savaşın
devam edeceğini ve bunun askeri, ekonomik, diplomatik,
istihbarat ve diğer tüm yönlerden yürütülecek ve belki de
yıllarca sürebilecek bir savaş olduğunu her fırsatta dile
getiriyordu. Fakat vahşet kampanyası, Hindistan’ın;
saldırganlara karşı Hindu bakanların hararetli açıklamalar
yapması, seferberlik ilan etmesi, Pakistan sınırına
askerlerini yığması ve ayrıca Amerika ve İngiltere yoluyla
problemi uluslararası boyuta çıkarması şeklinde büyük
ölçüde hareketlenmesi kadar, Amerikan ajanı Müşerref’in
12 Ocak 2002 cumartesi günü yaptığı konuşmada, 13 Aralık
2001 tarihinde Hindistan parlamentosuna yapılan saldırıdan
sonra, Keşmirli müslüman gruplara karşı, onlarla önceden
ve sonradan bağlantılı olanları gözaltına alarak bu
saldırıya eşlik edeceğini söylemesiyle, harekete
geçirildi. Tüm bunlar Amerikan başkanının biten veya
yakında bitecek olan, Afganistan müslümanlarına karşı
giriştiği Birinci Haçlı Seferi’nden sonra, Keşmirli müslüman
grupları kökünden söküp atma çabasında olan hain Müşerref
ile birlikte hazırladığı komplo ile başlatacağı İkinci
Haçlı Seferi’ne işaret ediyordu.
12
Ocak 2002 cumartesi günü Müşerref, Pakistan halkına, bir
saatten fazla süren tehlikeli bir konuşma ile hitap etti.
Keşmirli müslüman gruplarla mücadele ile ilgili Hindistan’ın
taleplerinin pek çoğunu olumlu karşıladığını söylediği
gibi, açıkça Amerika’nın yeni İkinci Haçlı Seferi’nde
onunla dayanışma içinde olduğunu anlattı. Onun bu
konuşması, Pakistanlılara, bu Keşmirli gruplara ve Amerikan
taraftarlığında itibar arayanlar hariç, diğer müslümanlara
hucüm edilmesine neden oldu. Aynı zamanda bu konuşma, müslümanların
düşmanları, Amerikalılar, İngilizler ve bütün Batılılar
tarafından övgüyle karşılandı. Hinduların memnuniyeti
ise, Hindistanlı yöneticilerin şu yorumu ile ifade edildi:
“Söylenenlerin, harekete geçilmesiyle gerçekleştirilmesini
görmek için bekliyoruz.”
Konuşmayı
anlamak ve içerisinde müslümanlar ile ilgili sinsice yer alan
tehlikeleri bilmek için, Müşerref’i insanlara hitap etmeye
yönlendiren, Hindistan’da daha önce meydana gelen olayları
dikkatle incelemek gerekir. Ve yine devletlerarası sahnenin
durumunu ve özellikle Amerikalıların ve İngilizlerin bu
meseledeki aktif rollerini de bilmek gerekir.
Hindistan’daki
olaylara gelince; 13 Aralık 2001’de başladı. Olayların
başlangıcı, Hindistan tarafından bildirildiğine göre;
Hindistan parlamentosuna yönelik olan, 14 kişinin ölümü ve
40 kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan bir saldırı oldu.
Aynı gün Hindistan kabinesi şu ifadenin geçtiği bir açıklamayı
konu edindi: “Teröristler veya onların sponsorları
(destekçileri) her nerede ve her kim iseler, yok
edilmelidirler.“
14
Aralık’ta saldırının olduğu günden bir gün sonra ve
soruşturmalar tamamlanmadan önce; Hindistanlı bakanlar,
Keşmirli grupları ve Pakistan istihbarat servisini,
saldırının arkasında olmakla suçladı. (Hindistan
başbakanı L.B. Vajpayee’nin halefi olması beklenen) İçişleri
bakanı, komşu bir ülkenin terörizm ile Hindistan’ı
karıştırdığını ve bundan sorumlu olduğunu söyledi. Dışişleri
bakanı S. Singh ise, saldırıdan Pakistan’da bulunan
Leşker-i Tayyibe’nin sorumlu olduğunu söyledi ve Pakistan’dan
derhal bu gruplara ve adı Ceyş-i Muhammed olan diğer gruplara
karşı harekete geçmesini, liderlerini tutuklamasını ve
malvarlıklarına el koymasını istedi. Sonra Hindistan, -sanki
olay öncesi durum konusunda mutabakat söz konusuymuş gibi-
aceleyle, duruşunu yükseltti. Edvani, Salı günkü baskına görülmedik
bir yanıt verilmesi gerektiğini söyledi. Bu Pakistan’ın
Hindistan’da terörizmi desteklediği yirmi yıldan beri,
verilen en saçma gözdağıydı ve ülkedeki en yüksek liderliği
imha etmek amacındaydı. Vajpayee’nin partisi Baharti Cenata,
ondan Pakistan’daki teröristlerin eğitim kamplarına karşı
sert durmasını ve bu konuda kesin kararlar almasını istedi.
Partinin lideri, ona Hindistan’ın Keşmir’deki terörizme
ile mücadele için, uluslararası bir ittifak oluşturmak
amacıyla, diğer devletler ile konuşması gerektiğini söyledi.
Partizanlardan biri parlamentoda şöyle dedi: “Tamamen
Amerika’nın Afganistan’daki teröristleri kovaladığı
gibi, bizim de Hindistan’a saldıran teröristlerin
merkezlerini yok etmemiz kaçınılmazdır. Biz Amerika’ya
Afganistan savaşı sırasında destek vermiştik. Şimdi de
ondan aynı desteği bize vermesini umuyoruz.”
Sonra
Vajpayee, Pakistan’a ve Keşmirli gruplara karşı
kışkırtıcı bir konuşmayla halka hitap etti. Böylece o,
Pakistan’a karşı toplu bir savaşa girmek için kamuoyunu
hazırladı. Hindistan 1971 Bangladeş savaşından beri, ilk
defa seferberlik ilan etti. Pakistan sınırına askerlerini
yığdı, İslamabad’daki diplomatik heyetinin yarısını
geri çağırdı, hava sahası üzerinde Pakistan uçaklarının
uçmasını yasakladı, iki ülke arasındaki kara yollarını
kesti ve Pakistan’ı şu taleplerin gereğine uymaması
halinde, daha katı tutumlar takınmakla tehdit etti:
1-
Yirmi teröristin iade edilmesi. onlardan bazılarının,
on yıl önce saldırılar düzenlediğini iddia
etmektedir.
2-
Pakistan topraklarında bulunan teröristlerin eğitim
kamplarının kapatılması, onların ordularına yapılan
mühimmat, techizat, erzak, finans ve diğer yardımların
engellenmesi.
3-
Hindistan kontrolü altında bulunan Keşmir ve diğer bölgelere,
gizlice silah ve adam sızdırılmasının durdurulması
4-
Her nerede olursa olsun, her tür terörizmin kategorik
olarak, ifşa edilmesi.
Böylece
Hindistan, adeta küçük düşürücü taleplerine olumlu yanıt
vermemesi halinde Pakistan’ı kapsamlı bir savaşa itmiş
gibi göründü. Böyle bir durum içerisinde Müşerref, hiç
değilse Pakistan halkını memnun edecek benzer tutumlar
benimsemekten başka, herhangi bir diğer alternatife sahip
değildi. Halka hitap etti ve onlara Hindistan kendilerine
karşı savaş ilan ettiği takdirde, buna hazır olmalarını
istedi. Hindistan sınırındaki askerlerini yoğunlaştırdı.
Delhi’deki diplomatik heyetinin yarısını geri çağırdı.
Sonra ordularını sınır çizgisi boyunca konumlandırdı ve
ateş hattına yakın bulunan onbinlerce insan bölgeden çıkarıldı
ve yerleri değiştirildi. Durum bütünüyle, sanki kapsamlı
bir savaş havasındaydı.
Bu Müslümanlara
karşı Bush’un İkinci Haçlı Seferi’ne başlamasını mümkün
kılmak amacıyla, Hindistan’ın Amerika’nın
direktifleriyle, Müşerref için hazırladıklarının arka
planıdır.
Normal
şartlar altında, Hindistan’ın böylesine ciddi ölçüde
hareketlenmesi mümkün değildi. Çünkü Amerika, sevgili ajanı
Müşerref’e yönelik herhangi bir tehdidi kabul etmez. Zira o
ancak, Afganistan üzerine yaptığı ilk Haçlı Seferini
başarmada (efendisine) gereken hizmetlerin tümünü
sürdürdü ve onun menfaatlerinin güvenliği için kendi
geleceğini tehlikeye attı ki; (buna karşılık) henüz koltuğundan
edilmiş değildir. Eğer Hindistan’ın tehditleri gerçek
olsaydı; Amerika, onu (Müşerref’i) korumak için, derhal en
güçlü sinyallerini savururdu.
Ajanları
olan Müşerref ve Vajpeyee vasıtasıyla Amerika ve her iki
ülke arasındaki çok özel bağlar; militan gruplara
özellikle İslam motifi taşıyanlara karşı oluşturduğu
saldırgan ortam; bu grupların yok edilmesi arzusuna sürüklemeyi
başardığı devletlerarası kamuoyu ve terörizm bahanesine sığınarak
Afganistan’a karşı yönettiği harap edici savaş... Tüm bu
şeyler, Amerika’yı müslümanlara karşı olan Haçlı
Seferi’ne devam etmede cesaretlendirdi ve müslüman gruplara
karşı savaşmak ve İkinci Haçlı Seferi’ni başlatmak
noktasında ihtiyacı olan yardımı vermesi için, Müşerref’e
güçlü bir mazeret üretmek amacıyla Hindistan’ı bu
muazzam manevrayı yürürlüğe koymaya sevketti.
Pakistan
vaktiyle Hindistan’ın suçlamalarını reddetmekle beraber;
Hindistan’ın iddialarını kanıtlayan herhangi güçlü
deliller ortaya koymasından önce, Müşerref bir kölenin
tevazusuyla ve gözlemcileri şaşkına çeviren bir süratle,
Hindistan’ın iddialarının birçoğunu olumlu bir şekilde
karşıladı. Alelacele Keşmirli Gruplara yönelik kovalama
operasyonunu başlattı. Onların bürolarını kapattı,
bağlantılarını peşine düştü ve mal varlıklarını
dondurdu. 30 Aralık pazar günü, Pakistan toplumu içerisinde
militanlığı, aşırılığı ve hoşgörüsüzlüğü yok
edeceğini ve Pakistan toprakları üzerindeki her tür
terörizmin kökünü kazıyacağını ilan etti. Sonra Pakistan
yetkilileri onun emirleri doğrultusunda, Leşker-i Tayyibe ve
Ceyş-i Muhammed’in liderleri olan Mevlana Ezher Mesud ve
Hafız Muhammed Said’i gözaltına aldı. Onların mal
varlıklarını dondurdu, bürolarını kapattı ve tüm
Pakistan üzerinde onlarca taraftarlarını gözaltına aldı. Tüm
bunlar, Grupların parlamento saldırısıyla bağlantıları
olduğunu inkar etmelerine rağmen gerçekleştirildi.
Pakistanlı bir sözcü, Leşker-i Tayyibe ve Ceyş-i Muhammed’in
liderlerinin gözaltına alınması ve bürolarına baskınlar
yapılması kararının, askeri yönetim tarafından Pakistan’daki
militan grupların faaliyetlerinin yasaklanmasına ilişkin
alınan bir karardan hemen sonra alındığını söyledi.
Askeri liderler, 24 Aralıkta bir toplantı düzenlediler ve
sonra bu grupların yok edilmesinin, ulusal güvenlik
hedeflerinden biri olduğunu deklare ettiler.
Amerika’nın
tutumuna gelince; bu tutum başından beri, açıkça Hindistan
lehine idi ve hatta (saldırı hakkında yapılan) soruşturma
tamamlanmadan önce bile, bunda herhangi bir belirsizlik de
yoktu. Bush yönetimi, İkinci Haçlı Seferi’ni başlatmayı
ve Gruplara karşı mücadele etmeyi geciktirmeksizin kararlaştırma
işini başarmak amacıyla, Müşerref üzerine nüfuz etmek
için onlara öğretilen yüksek seviyeden, düşük seviyeye
inen bir gayret ile onu kötü bir şekilde büyüledi. İçişleri
bakanı Edvani’nin açığa vurduklarıyla Amerikan
dışişleri bakanlığı sözcüsü Boutcher’ın
vurguladıklarının aynı olduğu görüldü ki; onlar, ileriye
dönük olarak sorun üzerinde hemfikirdirler.
17
Aralık 2001 günü, Beyaz Saray sözcüsü Ari Fleischer şöyle
dedi: “Hindistan’ın meşru bir kendisini savunma (meşru
müdafaa) hakkı vardır...” “Birleşik Devletler,
Hindistan için yardım teklif etmişti ve bu teklif (halen)
hazır durmaktadır.” Ve 18 Aralıkta şöyle dedi: “...Ve
(terörizme karşı) küresel kampanya devam ettiği için başkan,
Hindistan’ın problemin üstesinden gelmesi noktasında,
Hindistan’a yardım etmek için çaba harcamalarında tüm
destekçileri harekete geçirmektedir.” “Başkanın açıkça
ortaya koyduğu ve Colin Powell’ın başkan Müşerref ile
konuştuğu üzere; Pakistan’ın aşırıları durdurması
oldukça önemlidir. Başkanın bakış açısından, Hindistan
ve Pakistan için önemli olan; terörizme ve bölgeyi
destabilize eden (bölgedeki istikrarı bozan) teröristlere karşı
mücadeledir. Onların terörist düşmanlara karşı savaşmak
için ortak bir nedenleri vardır. Bu neden birbirlerine karşı
hareketlenmeleri için var olan bir neden değildir. Hindistan
ve Pakistan için teröristlere karşı hareketlenmenin tam
zamanıdır.”
Başkan
Bush da, 21 Aralıkta yaptığı bir açıklamasında şöyle
dedi: “...ABD hükümetinin ikiden fazla terörist
organizasyonun, mal varlıklarını bloke ettiğini ilan
ediyorum: Umma Tamir-i Nau ... Leşker-i Tayyibe, Hindistan
askerlerine ve sivil hedeflere karşı operasyonlar düzenleyen
uyruksuz bir terörizm sponsoru.” “Başkan Müşerref’ten
Leşker-i Tayyibe, Ceyş-i Muhammed ve diğer terörist
organizasyonlara, onların liderlerlerine, mali kaynaklarına ve
faaliyetlerine karşı kararlı adımlar atmasını istedim.
Başkan Müşerref, bu saldırılara karışanlara karşı,
harekete geçeceğini söyledi. Müşerref bunu yaptığı sürece,
bizden tam destek alacaktır.” Bush 31 Aralıkta ise, şöyle
dedi: “Başkan Müşerref’e Hindistan parlamentosuna
yapılan baskın veya atılan bomba ile alakası olan terör
şebekelerine karşı, sıkı önlem alabileceği her şeyi
yapması gerektiğini vurguladım ... Vurguladım ... Hindistan
başbakanına, onun kızgınlığını anladığımı ve
onların (Pakistan’ın) savaş istikametinde olmamasını
umduğumu anlattım. Ona, Başkan Müşerref’in adalet için
teröristleri bitirmesi amacıyla çalışması için bize bir
şans verin, dedim. Ve bugün bildiğiniz gibi o, LAT (Leşker-i
Tayyibe) dediklerinin başını tutukladı. Bundan dolayı o,
çok sert tedbirler almaktadır ve ben onun gayretlerini takdir
ediyorum. Terör terördür, ve gerçekten Pakistan başkanlığının,
teröristlerden (onlara karşı gösterdiği tutumlardan) sonra
güzel bir levhası (etiketi) vardır.”
Ve
Powell 9 Ocak 2002’de misafiri olan Edvani ile birlikteyken,
basın toplantısında şöyle dedi: “...Başkanın
(Hindistan) başbakanına söz verdiği gibi, ben de (Hindistan)
içişleri bakanına (Edvani’ye) söz verdim. Ben dışişleri
bakanı olarak, birçok sebepten ötürü, terörizmin her çeşidine
karşı bir kampanya yürütmek zorundayım. Bu Birleşik
Devletler’in ve başkanın sabırla ve ısrarla yürüttükleri
bir kampanyadır. Medeniyet için bir tehdit olan bu belayı,
yeryüzünden kaldırmak için tüm dostlarımızla birlikte
çalışacağız.” Edvani ise şöyle dedi: “Birleşik
Devletlerin, onun başkanın, sayın Powell’ın ve bir dünya
görüşü olarak terörizme karşı seferber olan diğer tüm
devletlerin liderlerinin, bu iltifatından memnuniyet duyuyorum.
Ve bugün sayın Ashcroft, sayın Powell ve sayın Richard Hass
ile yaptığım görüşmeler, aşırı derecede faydalı oldu
ve bana güven verdi. Birlikte dünyanın her bölgesinde
terörizmi yere vurabileceğiz.” Böylece açıkça ifade
edildiği gibi; en üst derecede hamlelerle, Hindistan lehine
samimi taraftarlıkla, müslümanlara, Pakistan halkına ve tüm
Keşmirli müslüman gruplara karşı takınılan düşmanca
tavırla ve Hindistan ve Pakistan’daki ajanlarına verdiği
tam destek ile bunun Amerika’nın görüşü olduğu ortaya çıkmıştır.
Hindistan
içişleri bakanı Edvani 24 Ekim 2001 günü yaptığı açıklamada,
Amerika’nın bu yeni İkinci Haçlı Seferi’ne parlamento
saldırısından önce karar verildiğini ve Amerika’nın
Taliban’a karşı yürüttüğü mevcut savaşın,
uluslararası terörizm ile mücadelenin birinci safhası
olduğunu söylemişti. İkinci safhada onlar (Amerikalılar)
Keşmir’deki terörizm ile mücadelede, Hindistan’a destek
vereceklerini vaad ettiler. ABD Dışişleri bakanlığı sözcüsü
Boucher, 4 Ocak 2002’de yaptığı günlük basın açıklamasında,
bunu vurgulayarak şöyle dedi: “Herşeyden önce, sanırım
Başkan Müşerref’in açıklamalarının net olduğunu gördük
ki; o aşırılara karşı harekete geçmek niyetindedir.
Şiddetle ilişkisi olanlara karşı girişimlerde bulunmayı
planlamaktadır. Bu 11 Eylüle kadar onunla yapılan bir
tartışma konusuydu. Onun tartıştığı ve bizim de onunla
tartıştığımız bir konuydu. Örneğin Dışişleri
bakanının ekim ayındaki ziyareti sırasında. İkincisi o,
yaptıklarını haklı çıkaran kesin açıklamalar yaparak,
somut adımlar attı. Bundan dolayı aksiyon gördük. Militan
gruplara karşı hareket etme açısından, aktivitesini görmeye
devam etmeyi umuyoruz. Çünkü onun 11 Eylül sonrasında terörizme
ve şiddete karşı hareket etmek için, köklü ve stratejik
kararlar aldığını düşünüyoruz. Ve üçüncüsü o;
Pakistan’ın daha ılımlı bir yol üzerinde yürümesi
için, radikal stratejik kararlar aldı.”
Amerika’nın
hak iddiasına gelince; Onlar, iddia ettikleri gibi, savaş
durumunun fitilini sökmek ve yatıştırma şeklindeki
rollerini oynuyorlar. Onların hak iddiası sadece bir
yanıltmaca ve hedef saptırmacadır. Çünkü onlar, sahnenin
arkasından her iki tarafı kullanmaktadır. Onların gerçek
rolü, kendi maslahatları için, başarılı bir sonuç elde
etme noktasında koordinasyon ve dağılım yapmaktır. Birinci
Haçlı Seferi’nde olduğu gibi, İslam Dünyasını
çalkalamak açısından oldukça hassas ve dikkatlidirler.
Onlar bir fitneci ve fesad kaynağı olarak gelmek istemezler.
Bilakis iddia ettikleri gibi, krizleri dindiren ve oyuncular
arasını bulan bir arabulucu olarak gelmek isterler. Yeni Haçlı
Seferi’nin başlangıcı olarak, kendilerinin en sadık
ajanları arasında asla kapsamlı bir savaş meydana
gelmeyeceği hususunda da tamamen emin ve mutmaindirler. Olası
en büyük askeri fiil, yaklaşan Hindistan seçimlerine yakın
bir zamanda, Şubat ayında, her üç tarafın da (ABD,
Hindistan ve Pakistan’ın) mutabık olduğu sınırlı bir
çatışma (danışıklı bir dövüş) olabilir. Müşerref’in
(Vajpayee’nin partisi) Baharti Cenata partisine,
Hindistan’ın en önemli kuzey eyaleti olan Atar Bradiş’te
ve diğer üç eyalette mümkün olduğunca fazla oy toplaması
için yardım etmesiyle, seçim barajını aşarak; Vajpayee seçimden
zaferle ayrılacaktır. Daha önce meydana geldiği üzere, aynı
parti (Baharti Cenata) Hindular arasında bu partiye yönelik
büyük bir kamuoyu oluşmasıyla (popüler olmasıyla) sonuçlanan
Baberi Camiisini yıktığında, Hindistan yönetimine er geç
ele geçirmede, Kongre Partisi’ne karşı açık ara farkla
zafer elde etmişti.
İngiltere’nin
tutumuna gelince; bu, Amerika’nın tutumuyla tamamen eş bir
tutumdur. Hindistan’a sınırsız bir tam destek ve Müşerref’ten
derhal Keşmirli müslüman grupları yok etmek üzere harekete
geçmesini istemek... Blair 6 Ocak 2002’de Vajpayee ile Delhi’de
düzenlediği basın toplantısında, şöyle dedi: “...Başbakana
dediğim gibi, Hindistan parlamentosuna yapılan bu saldırı,
bana göre, Westminster (AB) parlamentosuna yapılmış bir
saldırı gibidir...” Yine 5 Ocak 2002’de Hindistan Endüstri
Kongresi, Banglore’de yaptığı konuşmada şöyle dedi: “...Hindistan’daki
mevcut öfke karşısında sizinle, tamamen dayanışla içerisinde
olduğumuzu ifade etmek istiyorum. 13 Aralıkta Hindistan
parlamentosuna ve 1 Ekimde Cammu ve Keşmir Asamblesine yapılan
dehşet verici saldırılar, bu fanatiklerin tavrını çok açık
bir biçimde göstermiştir. Bu sadece sizin demokrasinize
değil, tüm demokrasilere ve tüm dünya üzerindeki çağdaş
değerlere kasteden bir harekettir. Parlamentonuza yapılan bu
saldırıyı, içinde oturduğum parlamentoya yapılmış bir
saldırıymışçasına çok fazla öfkeyle karşılıyorum.”
6 Ocak 2002’de Yeni Delhi Deklerasyonu’nda ise, şöyle
dedi: “Her nerede bulunuyorsa yok edilmesi ve her çeşidinin
nefretle kınanması gereken terörizmi, haklı çıkarma
girişimlerinde bulunanların dayanaklarını reddediyoruz.”
Blair ve Vajpayee deklerasyonlarında, Müşerref’in Keşmirli
Grupları “özgürlük savaşçıları” olarak
tanımlamasına da işaret ettiler. Görüldüğü gibi, Afganlı
Müslümanlara karşı yapılan Birinci Haçlı Seferi’nde
olduğu gibi, İngiltere’nin tutumu Amerika’nın tutumuyla
tamamen aynıdır.
Bunlar
Müşerref’in 12 Ocak 2002’de yaptığı konuşmadan önce
meydana gelen, vakıalar ve şartları çevreleyen durumlardır.
Onlar, hain Müşerref’in Amerikan Haçlı Seferi’ni
başlatmak için çevirdiği entrikanın bir sonucu olarak,
Keşmirli müslüman gruplara, Pakistan kamuoyuna ve İslam
Ümmeti’ne gözdağı vermek istiyorlar. Zira o, İkinci
Hristiyan Haçlı Seferi’nde zehirli mızrakbaşı olma görevini
kabul etti. Şu durumda Özbek ve Taciklerin Afganistan’da
üstlendikleri Kuzey İttifakı rolü, aynen oynanmaktadır. Her
ne kadar bu hainin davranışları, onun yeni Haçlı Seferi’ndeki
işbirliğini göstermek için fazlasıyla yeterli olsa da;
Pakistan’da gelişen olayların gidişatını bilmek
noktasında, anlamamız gereken gizli mesajlar içeren tehlikeli
konuşması, bundan daha fazlasını göstermektedir.
Konuşmasına
-sanki hitap ettiği (halk) ahmakmış gibi- karmaşık bir
paradoks ile başladı. Şöyle dedi: “Ben görevimi
üstlendiğimden bu yana, hep toplumu aşırılıktan,
şiddetten ve terörizmden kurtaran ve İslam’ı gerçek bir
perspektiften ortaya çıkarmak için gayret sarfettiğim bir
kampanya yürüttüm.” Ve 17 Ekim 1999’da yaptığı ilk
konuşmadan yanlış bir alıntı yaparak şöyle dedi: “İslam
nefret etmeyi değil, hoşgörüyü; düşmanlığı değil,
evrensel kardeşliği ve şiddeti değil, barışı öğretir.”
Yine 2000 ve 2001 yıllarında olan toplantılarına,
konferanslarına ve hitaplarına değindi. Konuşmanın
sonlarına doğru iyice karıştırdı ve şöyle dedi: “Bu
ölçüler, hükümetimizin 1999’da göreve gelmesinden bu
yana devam eden ölçülerdir. Size tüm bunları,
tarafımızdan yürütülen aşırılığa karşı kampanyanın,
sadece kendi ulusal (milli) menfaatlerimizin başında gelen (önceliklerden)
olduğu için ayrıntılarıyla anlatıyorum. Bunu herhangi bir
kimseden gelen baskı veya tavsiye üzerine yapmıyoruz. Aksine
biz bunun ulusal menfaatimiz olduğunun bilincindeyiz. Yine
toplumu aşırılıktan kurtarma ihtiyacında olduğumuzun
farkındayız. Başından beri bu yapılanlar doğrudur.”
Müşerref’in
konuşmasına ayrıntılı ve karmaşık bir önsöz ile başlamasındaki
amacı, halkı aldatmak ve dikkatlerini dağıtmaktır ki;
Keşmirli müslüman gruplara ve diğer İslami gruplara karşı
benimsediği yeni ölçülerin, Amerikan etkisine boyun eğmekten
kaynaklandığı veya Yeni Delhi’de Hindistanlı Hindulara
olumlu bir cevap verdiği açığa çıkmasın. O, Haçlı
Seferi’nde Amerika ile birlikte olduğu ve Hindistan’ın
taleplerinin birçoğunu tevazu ile kabul ettiği sürece,
ihanetinden doğan fiillerini, masum ve suçsuz bir maske ile
sunmak niyetindedir.
Müşerref’in,
Hindistan menfaatleri lehine olan Amerikan baskısına ve
Amerikan politikasına olan itaati, Pakistan halkı ve
dışarıdan Pakistan ile ilgili haberleri izleyen herkes
tarafından bilinen bir gerçektir. Bundan dolayı, bu çok
komiktir ve hayatın komedilerinden biridir ki; Pakistan’ın yöneticisi,
kendisini bu gerçeği bilmeyen tek kişi olarak sunmaktadır.
Biz ona, son zamanlarda Pakistan’da (Amerika’nın
adlandırdığı) terörizmin varlığı hakkında bilgisi
olmadığını, kendisinin de Keşmirli herhangi bir terörist
grup tanımadığını ve onlar için “özgürlük savaşçıları”
dediğini hatırlatmak istiyoruz. Tüm bunlar Amerika’nın terörizm
tanımının herhangi bir anlamıyla hiçbir bağlantısı
olmayan, Şii ve Sünniler arasındaki sektariyan (müşrik
Hinduların saldırıları) şiddetin sınırladırılmasında söz
ettikleridir. Müşerref 30 Eylül 2001’de CNN muhabirine
şunları söyledi: “...Pakistan’da hiçbir terörist
grup yoktur. Hareket’ul Mücahidin’in ülkede bürosu
bulunmamaktadır. Onlar Hinduların kontrolündeki Keşmir’de
faaliyet gösteriyorlar.”
1
Haziran 2000’de ise, CNN muhabirine şöyle demişti: “...Herşeyden
önce, siz ‘terörizm’ kavramından bahsediyorsunuz. Ben
aynı düşüncede değilim. Devam eden bir terörizm yok.
Aksine devam eden bir özgürlük mücadelesi var. Keşmir’in
Hindistan tarafında olanlar, bir insan hakları konusudur.
Üstelik kaygı verici bir insan hakları konusudur.” 16
Mayıs 2001’de ise, The Guardian muhabirine şunları söylüyordu:
“Eğer dünya üzerindeki bütün özgürlük
mücadelelerine bakarsanız, hiçbir özgürlük mücadelesinin,
destek olmaksızın yirmi yıldan daha fazla bir süre devam
edemeyeceğini görürsünüz. Siz İrlanda’da kendi örneğinizi
görüyorsunuz. Orada uluslararası bir desek vardır. Birleşik
Devletlerin desteklediği adamlar bulunmaktadır. Orada dünyanın
her tarafından onları destekleyen insanlar vardır. Bundan
dolayı, siz herhangi bir özgürlük mücadelesinden
bahsederseniz, orada dış destekçiler bulunur. Keşmir’de de
buna benzer bir özgürlük mücadelesi vardır. Burası
Birleşmiş Milletler tarafından tartışmalı bir bölge
olarak kabul ediliyor. Burada on yıldır süren bir özgürlük
mücadelesi vardır. 75.000 insan öldü ve onlar hayatlarını
kurban ettiler.”
Yine
5 Haziran 2001’de 25.inci Ulusal Gelişme Konferansı’nda şöyle
demişti: “Keşmir’deki özgürlük mücadelesi devam
etmektedir. Onlara daima diplomatik destek vereceğiz.
Evlerinden uzaklaştırılan mülteciler ile ilgilenilmesi için
onlara mali kaynak sağlayacağız.” 10 Aralık 2001’de
56.ıncı BM Ulusal Kongresindeki konuşmasında da şöyle
dedi: “...Dünya, gerçek
hakları, kutsal amaçları ve kendi kurtuluşları için
mücadele eden insanların arzularını ayaklar altına
almamalı ve onların yaptıklarını terör eylemi olarak algılamamalıdır.”
Kendisinden alıntı yaptığı 17 Ekim 1999 tarihli ilk
konuşmasında da şunları söylemişti: “Keşmirli
kardeşlerimizin kendi geleceklerine karar vermeleri (özgür
iradeleri) konusunda yürüttükleri, haklarını kazanma mücadelelerine
verdiğimiz ahlaki, siyasi ve diplomatik desteğimizi cesurca sürdürmeliyiz.”
2 Ekim 2001’de BBC’ye verdiği demeçte ise, şöyle demişti:
“...Oradaki özgürlük mücadelesi devam etmektedir ve
orada 70.000 Keşmirli katledildi. Burada (Hindistan’ın gerçekleştirdiği)
bir terörizm vardır. Fakat hiç kimse bu özgürlük
mücadelesini, terörizm olarak tanımlamamalıdır.”
Keşmir’de değişen terörizm odakları hakkında sorulan bir
diğer soruya, Müşerref şu cevabı vermişti: “Bu en
çekişmeli bir konudur ve Pakistan’da bu, hiçbir zaman kabul
edilmeyecektir.”
Bunlar,
Pakistan yöneticisinin bir yalancı ve palavracı olduğunu ve
davranışlarını değiştirerek, ökçeleri (topukları)
üzerine gerisin geriye dönen bir dönek olduğunu açıkça
gösteren, onun bazı açıklamalarıdır. Bu halde onu
şahsiyeti, Ebu Hureyre (r.a.) tarafından rivayet edilen,
Rasulullah (s.a.v.)’in şu sözüne gayet uygundur:
Üç
kişi vardır ki; Kıyamet günü Allahu Teala onlarla konuşmaz,
nazar etmez, günahlarından da arındırmaz. Onlara elim bir
azab vardır: Zina eden yaşlı, Yalan söyleyen devlet başkanı
ve Büyüklenen fakir."
[Muslim, İman 172; Nesaî, Zekat 77]
Böylesi
bir durumda, Pakistan yöneticisinin benimsediği tutum ve
tehlikeli ölçüler hakkında “herhangi bir kimseden gelen
baskı veya tavsiye üzerine yapmıyoruz” sözüne
inananlar, şimdi bu açıklama ile kendisini kandıran bu adama
nasıl inanabileceklerdir? Dahası Bush ve Powell neredeyse hergün
defalarca onunla bağlantı kurarak, ondan Keşmirlileri yok
etmesini, onların faaliyetlerine son vermesini ve
malvarlıklarını dondurmasını istediği kadar, Hindistan’ın
yöneticileri olan Hindular da ondan aynı şeyi
istemektedirler. Hal böyle iken ve o, İslam’ın ve Müslümanların
düşmanlarının taleplerine, hayrette bırakan bir hızla,
olumlu yanıt veriyor iken, ona kim inanabilmektedir? Pakistan’da
veya başka bir yerde, Müşerref’in Afganistan’ı ve Afgan
halkını harap ve perişan etmesi ve binlerce müslümanın
kanını dökmesi, Amerika’nın Afganistan üzerine hegemonya
kurması ve onun işleri üzerine kontrolünü yerleştirmesi için,
Amerikalı düşmanlarla yaptığı işbirliğini anlayabilen
(anlam verebilen) herhangi bir müslüman var mıdır? Hele Müşerref’in
tüm bunları Pakistan’ın lehine (menfaatine) yaptığı
iddiasını doğru bulan var mıdır? Ki o şöyle demektedir:
“Bu ülke içi reformlar süreci, 11 Eylülde Birleşik
Devletlere karşı yapılan saldırı meydana geldiği sırada
devam ediyordu. Bu terör eylemi, dünya üzerinde ciddi değişimlere
yol açtı. Biz terörizme karşı kurulan uluslararası
koalisyona katılmaya karar verdik ve bu kararımızı
ilkelerimiz ve Pakistan’ın ulusal çıkarları doğrultusunda
aldık.” Tüm bunların Pakistan’ın ulusal çıkarları
doğrultusunda yapıldığına ve uluslararası koalisyona
katılmanın kesinlikle doğru bir karar olduğuna inanan
herhangi bir müslüman var mıdır? Kendisini Amerikalılara
satan bu işbirlikçi hainin iddia ettiği gibi, onun amaçları
yüce midir? O şunları söyledi: “Kararımız kesinlikle
doğrudur. Bizim amaçlarımız yücedir...” Onun Birinci
Haçlı Seferi’nde sunduğu tarihi olanakların, gerçekte
onun hainlerin kararlarını kabul ettiğini ve böylece
kusursuz sadakatini gösterdiğini anlamayan herhangi bir müslüman
var mıdır? Ki şunu iddia ediyordu: “Pakistan’ın
büyük bir çoğunluğunun bu kararımızı anladığını ve
bizi desteklediğini söylemekten mutluluk duyuyorum.”
Oysa o, faydasız kuruntusunda bu kadarla yetinmedi. Bilakis şu
sözleri sarf ederek, kararını reddedenleri suçladı: “Bazı
aşırı dinci partilerin ve grupların bu karara karşı çıkması,
gerçekten canımı sıkıyor.”
Yukarıda
bahsedilen herşeye şu cevabı veriyoruz: Hayır!
Kesinlikle hayır! Hiçbir müslüman bu işbirlikçi hainin
bozuk iddialarını kabul etmemektedir. Hayır! Beyaz Saray’da
kendini satarak rengini değiştiren bu adamın, yalancı kral
psikolojisine hiçbir müslüman rıza göstermemektedir.
Konuşmasında,
Pakistan’ı dini bir devlet değil de ilerici bir devlete dönüştürme
niyetini şöyle anlattı: “Pakistan’ın teokratik bir
devlet olmasını ister miyiz? Dinsel öğretinin yönetim için
tek başına yeterli olduğuna inanıyor muyuz? Veya Pakistan’ın
ilerici ve dinamik bir İslami refah devleti olarak ortaya çıkmasını
istiyor muyuz? (Halbuki) kitlelerin düşüncesi, ilerleyen bir
İslam Devleti’nden yanadır.” Buna karşı cevap olarak
diyoruz ki; İslam Nizamı kapsamlı ve harika bir nizamdır.
Her zaman ve her yerde yönetim için yeterli ve ehildir. Ki o,
12 asırdan fazla bir süre boyunca, başarılı ve adaletli bir
yönetim gösterdi. İslam, sadece İslam’dır. Onun teokratik
veya ilerici gibi vasıflarla tanımlanmaya ihtiyacı yoktur.
Bunlar İslami Zihniyet ile uyuşmayan Batının tabirleridir.
Bundan dolayı bizler, Pakistan’ın Kitab ve Sünnet ile
yönetilen bir İslam Devleti olması için can atıyoruz.
Batının kanunlarını ve anayasalarını kesinlikle
reddediyoruz. Fakat her kimden ve her nereden gelirse gelsin,
-İslam hükümleriyle çatışmadığı sürece- bilim ve
teknolojiyi kabul ediyoruz.
Müşerref
Pakistan’ı köklü olarak, çağdaş Türkiye’de olduğu
gibi, sekülarizm (laiklik) doğrultusunda değiştirmeye çalışmaktadır.
O, batının yaşam tarzına, batı kültürüne ve medeniyetine
kendini kaptırmıştır. O bir laiklik hayranıdır ki; Karaçi’deki
Saint Patrick lisesinden, Lahor’daki Forman Hristiyan
kolejinden ve İngiltere’den mezun oldu. Batı medyası onu,
modern bir kişi olarak tanımlamaktadır. Kendisine ideal model
olarak, Mustafa Kemal’i almaktadır ki; o, kalleş ve hain bir
İngiliz ajanı olarak, gizli entrikalarla Hilafet’i
kaldırmak suretiyle İslam Ümmeti’ne karşı en büyük
suçu işleyen Atatürk lakaplı adamdır. Müşerref
yatıştırma, hoşgörü ve ilerlemeden bahsettiğinde, müslümanların
İslam’dan saparak, çocukluğundan beri içerisinde yetiştiği
Batılı yaşam tarzını, Batı medeniyetini ve Batı kültürünü
benimsemelerini kastetmektedir. Bu yüzden “ilerici İslam
devleti”nin içeriği, tüm müslümanların uyanık olması
gereken ve her yetenekli müslümanın, bu hileci zalim yöneticinin
önünü kesmesi gereken, büyük bir tehlikedir. 23 Ekim 2000
tarihinde şöyle demişti: “Bugün tam 60 yıl önce Lahor’da,
büyüklerimizin ‘Bünyesinde sektariyanizmin ve bağnazlığın
olmadığı modern ve ilerici bir İslam devleti’ hayalinin
başlangıcı olan, Pakistan Kararı’nın benimsendiği gündür.
Bununla beraber bu olmadı.”
2
Ekim 2001 günü BBC’deki ateşli konuşmasında ise, şöyle
dedi: “Pakistanlıların muazzam bir çoğunluğu,
ılımlı bir dini bakış açısına sahiptir. Bu arada ülkede
aşırı dincilere verilecek hiçbir yer yoktur. Pakistan aşırı
dincilerin dizginini çekip durdurma ihtiyacı hissediyor.
Çünkü bu bize kanunlar ve sistem açısından zarar veriyor.
Bunun için bir hareket planımız var.” Onun dışişleri
bakanı Abdul Settar Aziz ise 9 Ocak 2002’de, büyüklerinin
(seleflerinin) Pakistan’ı özgürlük ve hoşgörü
ilkelerine dayanarak, ılımlı ve ilerleyen bir İslam devleti
haline getirme konusundaki kararlarına, geri döndüklerini
söyledi. 3 Ocak 2002’de ABD Dışişleri bakanlığı sözcüsü
buna ilişkin olarak şunları söyledi: “Pakistan, ayrıca,
eğitim sistemini yenilemek, sektariyan etkilerini kaldırmak ve
akademik standartları yükseltmek için açık bir vaadde
bulundu ve biz Pakistan’ı bu çabalarında,
yardımlarımızla desteklemeyi sabırsızlıkla beklemekteyiz.”
Yine 4 Ocak 2002’de şöyle dedi: “Ve ikincisi, o
Pakistan’ı esaslı bir şekilde, daha ılımlı bir yola
sevketmek için stratejik bir karar aldı.” ABD senatörü
John McCain, 8 Ocak 2002’de diğer sekiz senatörle birlikte,
Müşerref ile görüşmesinin hemen ardından; Müşerref’in
terörizmi yok etmek için harekete geçeceğine ve Pakistan’da
ılımlı ve hoşgörülü bir toplum kurulacağına ikna
olduklarını söyledi. Eski başkan adaylarından yahudi senatör
Joseph Lieberman da görüşmeden sonra, başkan Müşerref’in
İslami militanlara karşı önlemler alacağını vaad
ettiğini söyledi. Ve sonra (Müşerref) Pakistan halkına
hitaben yaptığı konuşmada, Pakistan’ın tarihinin
değişeceğini dile getirdi.
Konuşmasında
medreseler (İslami okullar) konusuna da değindi. Fakat
ihtiyatla içerleme ve nefretini göstermekten çekindi.
Onlardan bahsederken, onlara karşı sıkı tedbir almak için
onları yönetimin kontrolü altına koymak ve bir önsöz
olarak kasten onların adını karaladı. Tüm bunlar, onun
Pakistan’ı radikal bir şekilde, İslam’ın aksine, Batı
yaşam tarzı, medeniyeti ve kültürüne doğru çekmek üzere
değiştirme niyetinden dolayıdır. Şöyle dedi: “Biraz
detay vererek, Medaris (medreseler) veya İslami okullar konusu
üzerinde durmak istiyorum. Bu okullar, tekkelerin ve serbest
alanların bulunduğu fakir bölgelerde, mükemmel bir yardım
sağlıyor. Bununla birlikte, bazı medreselerin birtakım
olumsuz yönleri bulunmaktadır. Medreselerin çok azında,
tekrar ediyorum, onların çok azında, dini-siyasi partilerin
etkileri vardır veya onlar tarafından kurulmuşlardır.
Biliyorum ki; bunların bazılarında, hoşgörü, sabır ve
kardeşlik öğretileceğine, şiddet ve nefret propagandası ve
negatif düşünceler aşılanmaktadır.” Bahsettiği bu
kimseler tarafından sevk edilmek istenen yönün, (ona göre)
ne olduğunu sormak zorundayız. Bu ayrıntılı önsözünden
sonra, konunun püf noktasına gelerek, şunları söyledi: “Medreseler
için yeni bir strateji geliştirdik ve bunu tatbik etmeye
ihtiyacımız var. Onlar için yeni bir anlam yükledik.”
“Medreselerde, yeni bir
Medrese Yönetmeliği yoluyla, detaylı bir politika yürüteceğiz.
Bu yönetmelik birkaç gün içerisinde yürürlüğe girecek.”
“Herhangi bir aşırılık,
yıkıcılık ve militan faaliyet ile ilgili bulunduğu veya
herhangi bir silah türüne sahip olduğu tespit edilen tüm
medreseler, kapatılacak. Tüm medreseler, bu yıl sonuna kadar,
bu yeni anlamı yüklenmiş olacak. Eğitim bakanlığı
tarafından tüm okullara ve kolejlere, İslami eğitim
derslerini tekrar gözden geçirmeleri talimatı verildi...”
Kendisine
“Medreselerin çok azında,
tekrar ediyorum, onların çok azında”
diyerek, uzun bir cümle kullanmayı neden tercih ettiğini
sormak istiyoruz. Neden reform taleplerini, yalnızca bu çok az
kısım ile sınırlandırmamaktadır? Böylesine radikal ve
zorlayıcı tedbirleri neden alma ihtiyacı hissetmiştir?
Medreseler konusunda benimsediği bu katı politikanın
ardından, kendisiyle çelişerek şöyle dedi: “Bu,
hükümet kontrolü altındaki dini eğitim kurumlarına
karşı, bir müdahale anlamına gelmez. Biz bu kurumlarım mükemmel
özelliklerini bozmak istemiyoruz.” Elbette bunun ne kadar
saçma olduğunun en çarpıcı göstergesi, Pakistan’da
radikal değişimler öngören ve İslam düşüncesiyle tamamen
çatışan izlediği o laik politikadır.
O,
camilerin kamuoyu üzerindeki etkilerinin boyutunu ve onlardan
kaçının, onun radikal değişimlerine veya laik politikasına
engel olduğunu çok iyi bilmektedir. Bu arada İslami kurumlar
için geliştirdiği gibi, onlar için de yeni bir strateji geliştirdi.
Bu konu hakkında şunları söyledi: “Camilerin
ve Medreselerin suistimalini (kötüye kullanımını) kontrol
etmek zorundayız. Bunlar politik ve sektariyan önyargıların
yayılması için kullanılmamalıdır.”
“Aşırılığı,
militanlığı, şiddeti ve kökten dinciliği kontrol etmek
zorundayız.” “Tüm camiler
kayıt altına alınacak ve izin olmaksızın yeni camiler inşa
edilemeyecektir. Hoparlörlerin kullanımı sadece ezanlar, Cuma
hutbesi ve vaazı ile sınırlandırılacaktır.”
Konuşmasında
açık ifadelerle ve herhangi bir belirsizlik olmaksızın, terörizm
adını verdiği şeye karşı olacağına ve beş Grubu
yasaklayacağına değindi ve Amerika politikası ve emirleri
ile Hinduların memnuniyeti ve onların taleplerine verdiği
olumlu cevabın gereğince, Keşmirli gruplara karşı
izleyeceği yeni politikayı anlattı. Bu yeni politika ve
savaş havası, Ekim 1999’da Navaz Şerif’i yok edip
kovduktan sonra, Amerikalıların onu yönetimin başına geçirmelerinden
bu yana, söyledikleri ve ilan ettikleriyle bütünüyle mutabıktır.
Konuşmasında şöyle dedi: “Hiçbir organizasyona, Keşmir
namına terörizm yapmasına izin vermeyeceğiz.” “11
Eylül, 1 Ekim ve 13 Aralık terör eylemlerini kınıyoruz.
Herhangi bir terörist eyleme karışan hiçkimse, cezasız
kalmamalıdır ... İster ülke içinde isterse dışında
olsun, teröre karışan her bir Pakistanlı kişi, grup veya
organizasyona karşı sert karşılıklar verilecektir.”
“Ben diğerlerinin iç işlerine
karışılmasının durdurulmasını istiyorum. Şimdi ben,
aşırı organizasyonlara, terörizme ve sektariyanizme kesin
bir son vermek üzere geldim.”
“Pakistan’daki hiçbir organizasyona, kendisini Leşker,
Sipah veya Ceyş olarak tanıtmasına izin verilmeyecektir.
Dahili veya harici bağlamda, insanları kışkırtan
faaliyetlerde bulunmaları halinde, her kişi veya organizasyon
sert cezai yaptırımlarla yüzyüze gelecektir.” Bu açıklamalar,
kendi kendisini açıklayan ve gösteren ifadelerdir ki; onun
Amerika’nın emirleri ve Hinduların taleplerine ne derece
sadık olduğunu ortaya koymaktadır. Öyle ki; halkı ikna
etmeye çalıştığı diğer açıklamaların gayesi, meydana
çıkmış olur. Zira tüm bunlar, ihanetin dışa
vurumlarıdır.
Hindistan
tarafından Pakistan’a gönderilen 20 kişilik listeye
gelince; Müşerref buna, durumu kurtaran bir yoldan ve Hindular
için kabuledilebilir bazı yönlerden cevap verdi. Şöyle
dedi: “Herhangi bir Pakistanlının teslim edilmesinde
herhangi bir sorun yok. Eğer bize bu insanlara karşı bulunan
deliller verilirse, Pakistan’da kendi kanunlarımız
gereğince onlara karşı harekete geçeceğiz. İsterse bunlar
Pakistanlı olmasın. Biz hiçkimseye sığınma alanı
vermedik.”
Şu
da var ki; biz bu konuşmada geçen, bütün yanlış ve bozuk
fikir ve mefhumlara cevap vermedik. Çünkü onlar apaçıktır
ve kendini anlatmaktadır ki; herhangi bir müslüman bu
bozuklukları anlayabilir ve cevap verebilir.
Böylece
Müşerref iğrenç yüzünü ortaya çıkardı ki; o hiç kuşkusuz,
Amerika’nın İkinci Hristiyan Haçlı Seferi doğrultusunda,
Keşmirli grupları ve diğer İslami grupları yok etmek üzere
hareket etmektedir. Çünkü o, onların (müslümanların)
kendisine, Amerika’ya ve terörizm denilen şeyle mücadele
palavrası altındaki Hindistan’ın menfaatlerine karşı yürüdüğü,
tehlikesini hissetmekte ve bundan dolayı endişelenmektedir.
Buna ek olarak o, Pakistan’ı laikleştirmek için
ilerlemektedir. O zaten bu yolunda ilerlemesini mümkün kılan
gereklilikler olarak düşündüğü kanunları yürürlüğe
koydu. Bu şekilde o, onları (müslümanları ve müslümanlardan
gelecek tehlikeyi) etkisi ve denetimi altına almak
istemektedir.
Müşerref’in
ihanet içinde olması ve tüm dünya üzerindeki İslam Ümmeti’nin
hislerine ve heyecanına utanmaksızın meydan okuması ve
Birinci Haçlı Seferi’nde Amerika ile işbirliği içerisinde
bulunmuş olması, hiç de tuhaf değildir. Şimdi o, ilkinden
daha hafif olmayan bir diğer ihanetin içerisindedir. Hiç
yüzü kızarmakmaksızın, İslam Ümmeti’ne ve onun hissiyatına
karşı bir kez daha, meydan okumaya hazırlanmaktadır. Birinci
Haçlı Seferi için gereken tüm imkanları sağladığı
zaman, hakettiğinden daha fazla bir şekilde durdurulsa ve
cezalandırılsaydı; o bu defa, Halkına ihanet etmeye cesaret
edemezdi. Son ihanetinden sonra kendisini sağlama aldıktan
sonra, bir diğerinde kayıtsız ve pervasız bir hale geldi.
Aynen İslam Aleminin diğer yöneticilerinin yaptığı gibi,
yaptı ki; onlar halklarına karşı ihanet ettikleri zaman,
kendilerini güvence altına aldıktan sonra, daha fazla despot
ve zalim hale gelirler.
İkinci
Haçlı Seferi, birincisinden daha az bir çalkalanma ve
gürültü ile zaten başladı. Bunun ne kadar muazzam şekilde
harap edici olacağını, Gaybı Bilen Allah (s.v.t.)’dan
başka kim bilebilir? Bu ikincisi, Afganistan’ı enkaz haline
getiren, halkını perişan eden, onbinlerce masum müslümanın
mukaddes kanını döken, Afganistan üzerine Amerikan
hegemonyasını yerleştiren ve Afganlı müslümanlar üzerine
küfrün kerih zehirini döken ve özellikle gerçek felaket
olan onun işlerini yöneten ve yönlendiren, bu Birincisi
bittikten veya bitmek üzereyken başladı. Üçüncü Haçlı
Seferi’nin nerede ve ne zaman başlayacağını bimiyoruz.
İslam Ümmeti mezbahaya sürüklenmekte iken, kendisini
korumaktan ve savunmaktan aciz düşmüştür. Onun orduları
barakalarında rahat ve sakin bir şekilde, Müslümanlara karşı
Haçlı Seferlerinde, kafirlerden ve işbirlikçilerinden
gelecek emirleri beklemektedirler.
Ey
Kerim İslam Ümmeti!
Öylesine
üzücüdür ki; bugün sanki biz hiç yokmuşuz gibi ve sanki
hiçbir ehemmiyetimiz kalmamış gibi, kafirlerin doğrudan
kontrolü altında ve işlerimizin onların ellerinde olduğu
bir halde canımız yanmakta ve acı çekmekteyiz. Kafirler
kendi menfaatlerine ve taraftarlığına (sadakatine) göre, başımıza
yöneticiler tayin etmekte veya onları tekmelemektedir. Allah’tan
değil de kendisinde izzet ve şeref arayan, iki yüzlü,
bukalemun karakterli ve zulmedici yöneticileri, bize zorla
kabul ettirmektedirler. Onlar kendilerini, efendilerinin
menfaatleri için güvence sağlamaya ve kirli hizmetlerini tüm
içtenlikleriyle yerine getirmeye hasretmişlerdir. Onlar bu
Kerim Ümmetin başına musallat olmuşlardır. Onlara
saldırmakta ve sorgulamanın, hesaba çekmenin ve caydırıcı
cezaların yokluğundan istifade ederek, zülümlerini artırmaktadırlar.
Ne
Filistin’in kafir yahudilerden, ne Keşmir ve Hindistan’ın
müşrik Hindulardan ve ne de İslam topraklarının diğer parçalarındaki
müslümanların küfür sistemlerinden kurtuluşları; en iyi
şartlarda silahlanmış olsalar bile, asla silahlı gruplar ve
organizasyonlar tarafından gerçekleştirilemeyecektir.
Çünkü bu devletlerin asli görevlerindendir ve sonra yeterli
bir hazırlık gerektirmektedir. Topraklarımızın kurtuluşu için
bu organizasyonlara bağlanmak, kafirleri daha sert tedbirler
almaya ve onlar üzerinde kontrollerini güçlendirmeye
sürükler. Aynı zamanda bu, başımızdaki yöneticilerin
ihanetlerini, kusurlarını ve şiddetle muhasebe etmemiz
gereken ihmallerini örter. Her ne kadar işgal altındaki
topraklarda çöreklenen saldırganlardan korumak ve kendimizi
savunmak Şeran farz olsa da; bu farziyet, müslümanların yöneticilerinin
topraklarımızı kurtarmak için, ordularımızı harekete geçirmesiyle
alakalı olan bir farziyettir ve onlar sınırlandırılmış
sonuçlar içeren sınırlı bir mücadeleye bağımlı
kalmamalıdırlar. Bununla beraber kafirlerle mücadele etmek ve
onlara karşı savaşmak için, her müslümanın çok arzu ettiği
İslam Devleti olan Raşidi Hilafet Devleti’ni kurma
farziyetinden, yeterlilik sahibi hiçbir müslüman kurtulumaz.
Allah
Subhanehu ve Teala şöyle dedi: “Allah
kafirler için, müminler aleyhine asla bir yol vermeyecektir.”
[Nisa 141]
Ve
şöyle dedi: Her kim size saldırırsa,
siz de ona misilleme olacak kadar saldırın.
[Bakara 194]
AleyhisSelatu
vesSelam Efendimiz ise, şöyle dedi: “Boynunda
(halifeye) bey’at halkası olmadan ölen kimse, cahiliyye
ölümü ile ölmüş olur.”
|