ABD’nin
yönetim dizginini eline aldığından beri oğul George Bush,
İslam Ümmeti’ne karşı alenen düşmanca bir tavır içine
girmiştir. Nitekim bu düşmanca tutum onun Filistin, Irak,
Afganistan, Pakistan ve Sudan'a karşı yürüttüğü siyasete
ilişkin sarf ettiği sözlerde ve yaptığı icraatlarda dikkat
çekici bir şekilde kendini göstermiştir. Dahası o Filistin
Müslümanlarının kan ırmaklarında boğulmalarında ve
Şaron ile şeytanlarının kendi dış politikasının
mızrağı misyonunu yüklenmesinde kesin kararlıdır. Clinton
yönetiminin son günlerinde Iraklı Müslümanlara yönelik
yaptırımlar hafiflediği halde, o bunları tekrar en şiddetli
bir boyuta taşıdı. Afganistanlı Müslümanlara karşı
giriştiği savaşta yaş-kuru ne varsa hepsini yaktı yıktı.
Öyle ki suçsuz günahsız bir şekilde kurban edilen
insanların sayısı on binleri buldu. Zira bu zalim, yeryüzünün
en zayıf ve en fakir ülkesine karşı, en gelişmiş tahrip
edici katil silahları kullanarak aslan kesildi. Bunlarla da
yetinmedi. Keşmirli Müslüman cemaatleri, Hindular hesabına kökünden
söküp atması için uşağı olan Pakistan yöneticisi Pervez
Müşerref'i kışkırttı. Güneyini kuzeyinden ayırarak
nasrani (hristiyan) bir devlet kurmak için Sudan'daki ayrılıkçı
asileri teşvik edip destekledi. Bu anlamda onun İslam Ümmeti
aleyhine gerçekleştirdiği bu faaliyetler, onun 16.09.2001'de
"...Amerikan halkı bu Haçlı Savaşı’nı anlamaya
başladı..." şeklindeki Haçlı Seferi ilan eden sözlerini
tasdik etmektedir. Nitekim başka bir vesile ile 16.09.2002'de
yaptığı konuşmada bunu şöyle vurguluyordu: "...Bu
Haçlı Savaşı’nda bizimle birlikte olan Kanada kadar güzel
bir dostumuz olmadı..." Gerçek şu ki oğul George
Bush, hem söz ve hem de eylem bazında İslam Ümmeti’nin en
azılı düşmanıdır. Ondan önce İkinci Körfez Savaşı’nda
savaş ateşini tutuşturan baba Bush da, bu denli İslam
Ümmeti’ne düşman kesilmişti. Neticede İslam Ümmeti’nin
evlatları arasında fitne ateşi tutuşmuş, İslam toprakları
harabeye çevrilmiş ve Amerika'nın bölgedeki nüfuzu yaygınlaşmıştı.
Şüphesiz
ki; oğul Bush'un ortaya koyduğu bu düşmanca siyaseti ve ilan
ettiği bu Haçlı Savaşı’nı ne caydıracak bir kimse ne de
durduracak bir engel mevcuttur. Nitekim bunun için
16.10.2002'de "2002 yılında
Irak'a karşı askeri güç kullanma yetkisi"
veren kanunu, hükümetinin elebaşları ve Kongre üyelerinin
hazır bulunduğu bir oturumda imzaladı. Gerekli son anayasal
tedbirlerin alınmasının ardından kararın imzalanması ile,
bu bir kanun haline geldi.
Bundan
önce de 10.10.2002'de her iki Kongre Meclisi toplanmış ve şu
kararı almıştı: "ABD Senatosu ve Temsilciler Meclisi
birlikte Kongrede toplanarak 133'e karşı 296 oyla müşterek
olarak, 2002 yılı için Irak'a karşı askeri güç kullanma
iznini yönetime veren 114 no’lu kararı almışlardır."
Ardından bu karar ile ilgili olarak Bush şöyle dedi: “Bu
karar... Milletimizin hedef birliği içinde olduğunun göstergesidir...
Yine Amerikan hayatı (tarihi) içerisinde, önemli bir olayı
temsil etmektedir..." Şöyle devam etti: "Bu
karar yasama organın çıkardığı en zor ve en önemli
kararlardan biridir. Her iki meclisin ve her iki partinin
üyeleri, Amerikan halkının lehine görüşlerini açıkça
dile getirdikleri gibi aralarında dikkatlice münakaşa
ettiler.”
İslam
Ümmeti ile alakalı olarak kanunda geçen en tehlikeli ifade,
"Birleşik Devletler Silahlı Kuvvetleri’ni Kullanım
Yetkilendirmesi" başlığı altında 3. fıkranın (a)
bendinde yer alan ifadedir. Karar şöyledir:
a)
Yetkilendirme: Başkan uygun ve zaruri gördüğü
durumlarda Amerikan Silahlı Kuvvetlerini şu amaçlarla
kullanır:
1.
Süregelen Irak kaynaklı tehdide karşı Birleşik
Devletler’in ulusal güvenliğini sağlamak.
2.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Irak'a ilişkin
aldığı tüm kararları uygulamaya koymak.
Karar
metninde yer alan “Irak” kelimesinin kullanılış şekli ve
gerekçesi dikkate değerdir. Bu ne savaşın Irak’ın belli
bir bölgesine ne de iddia edildiği gibi yönetim çekişmesine
yönelik olduğu anlamına gelir. Bilakis hedef Irak kelimesinin
kapsamına giren her şeydir. Eğer mesele bunun aksine
olsaydı, bu kanun böyle kışkırtıcı bir üslupla yazılmazdı.
İşte
bu, İslam Ümmeti’nin hissiyatına yönelik apaçık bir
meydan okuma ve İslam Ümmeti’nin göz bebeği olan Irak’taki
Müslümanlara karşı, ABD hükümeti ve Kongresinin benimsediği
yeni bir kindar tutumdur.
Bu
karardaki bakış açısına ve gerekçelerine vakıf olan
herhangi bir kimse, bunların örümcek ağı gibi çürük olduğunu,
bu savaşın veya öne sürülen tehdidin arkasındaki dürtülerin
ve gayelerin hakikatini gizlemek niyetiyle birçok yalanlar,
hatalar, öngörüler ve saptırmalar içerdiğini rahatlıkla görecektir.
Ayrıca bu saptırmaların bir maksadı da geleceğine milyarder
dev kapitalist sermayedarların sahip olduğu Amerikan
halkının yanıltılmasıdır. Yine bu, Bush’un saldırgan
tutumuna şiddetle tepki gösteren devletlerarası kamuoyunun
aldatılmasını mümkün kılmak içindir. Bütün bunlar Irak
isminin terörizm ile bağlantılı olduğu iddialarında, bu
iddianın birçok cümle ve paragrafta tekrarlanmasında ve 11
Eylül 2001 olaylarından sonra Müslümanlara karşı düşmanca
tepkilerin yüz kızartıcı bir biçimde ateşlenmesi
girişimlerinde açıkça ortaya çıkmaktadır.
Muhakkak
ki, Bush’un İslam Ümmeti’ne karşı Irak’ta ateşlemeyi
arzuladığı savaşın hakiki sebepleri ve Cheney, Rice,
Rumsfeld ve Powell gibi devlet yetkilileri ve yönetimin sabah
akşam bu savaşı yinelemelerinin nedeni; Irak ve petrolleri
üzerindeki Amerikan kontrolünü cebren yerleştirmek ve yöneticilerinin
Amerika’nın Körfezdeki hakimiyetini baltalamak için
sürdürdüğü çabalarından kurtulmak amacıyla bölgedeki
İngiliz nüfuzunu bitirmektir.
Bu
faaliyet, Harold Wilson yönetimindeki İngiliz hükümetinin
1971’in sonuna kadar Körfez de dahil olmak üzere Süveyş’in
doğusundaki sömürgelerinden çekileceğine karar vermesinden
sonra, 1970’de başkan Nixon döneminden itibaren başladı.
Nixon ve diğer başarılı Amerikan başkanları Körfez
hakimiyetini esas alan planı, bölgesel ve devletlerarası
boyutta icra ettiler ve kendilerine düşen rolü yerine
getirdiler. Böylesi planların gerçekleştirilmesi, kafirlerin
İslam alemine hakim olmak için çizdiği uzun vadeli planları
gibi, yıllar alır.
Eski
başkan baba George Bush 1991’de, tecrübe ve deha ile
planlanan ve icra edilen İkinci Körfez Savaşı’nda fitne
ateşini tutuşturmuştu. Ardından Irak’ın Kuveyt’i
işgalinin patlak vermesi sırasında, Körfezdeki kukla
devletlerin yöneticilerini; baskı, cebr, korkutma ve yönetimlerini
devirme tehdidiyle nihayetinde İslam Ümmeti’nin hayrına
olmayan sahte güvenlik anlaşmaları imzalamaya zorladı. Bu
anlaşmalar, bu devletçiklerin yöneticilerini Amerika’nın
elindeki kuklalara dönüştürüyordu. Halbuki bunların asıl
efendileri İngiltere idi. Buna rağmen Amerika, devasa petrol
rezervleri sayesinde muazzam satın alma potansiyeline sahip
olan ve Amerikan malları ve silahları için faal bir pazar
durumunda bulunan bu devletçikler ile şimdiye kadar 100 milyar
doları aşan miktarda sözleşmeler imzaladı ve çoğu zaman
bunu onların donatılması bahanesiyle askeri kabiliyetlerini
öğrenmek için kullandı. Benzer şekilde bu anlaşmalar bu
devletçikleri; Merkezi Komuta kuvvetleri için askeri eğitim
kampları, tatbikat sahaları, silah depoları ve değeri 1
milyar doları aşan Katar’daki Adid Üssü, Necd ve Hicaz’daki
Emir Sultan Üssü, Kuveyt’teki Ahmed El-Cabir Üssü ile Duha
ve Arifcan eğitim kampları, Umman’daki Musira ve Birleşik
Arap Emirlikleri ve Bahreyn’deki diğerleri gibi stratejik
askeri üsler haline getirdi. Bu anlaşmalar bu devletçikleri;
Amerika’nın Afgan Müslümanlarına karşı giriştiği
zalimane savaşta olduğu gibi, İslam alemindeki memleketleri
ve halkları hedef alan saldırgan kuvvetleri için birer ateşleme
noktası konumuna yerleştirdi. Zillet ve alçaklık
bakımından tarihin kaydettiği şu komikliğe bakınız ki; bu
kukla yönetici ve liderler güya kendilerini dış düşmanlardan
koruyor diye, Amerika'nın Savunma Bakanlığı hesabına
topraklarımızı işgal eden Amerikan güçlerinin nafakalarını
kendileri temin etmektedirler.
İşte
böyle! Daha önceki Amerikan başkanlarının icraatları
incelendiğinde, onların her birinin kendi dönemlerinde
Körfeze hakim olmak için stratejik planlarını adım adım yürüttükleri
görülür. Şahit olunduğu üzere oğul Bush da, 11 Eylül
olayından sonra oluşan atmosferden, bölgesel ve devletlerarası
şartlardan azami derecede yararlanarak aynı plan üzerinde
yürümektedir.
Çirkin
bir şekilde savaş çığırtkanlığı yapanlara gelince; bu
11 Eylül olayından sonra oluşan kötü dahili şartların, güvenlikle
alakalı ihmallerin, iktisadi durgunluk ve finansal iflasların
sorumluluğunun Bush’un omuzlarına yüklenmesinden dolayıdır.
Yine bu, yönettikleri şirketlerin yıllık finansal bütçelerinde
sahtekârlık yapmalarının ve hesaplarında dalavereler
çevirmelerinden ve bu uluslararası dev şirketlerin bir
kısmının iflas etmelerinin bir sonucu olarak, Cumhuriyetçilerin,
kapitalistlerin gözden düştüklerini gizlemek içindir. Buna
ilaveten Irak’a karşı savaştan zaferle çıkma umudu
taşımaları, ikinci başkanlık dönemi için Bush’un başarı
şansını artıracaktır.
Savaşın
sebepleri ve gerekçeleri, ne kararın metninde yer alanlardır
ne de Bush’un 12.09.2002’de BM Genel Kurulu önünde yaptığı
konuşma sırasında saydığı 6 noktadır. Mesele kitle imha
silahları meselesi değildir. Yine mesele 1969’da yapılan
ihtilalle İngilizlerin yönetime getirdiği ve yönetimleri
süresince Batı ile işbirliği içerisinde olan ve onların
laikliğini ithal ederek boyun büken Baasçıların def
edilmesi meselesi de değildir.
Şimdi
biz herhangi bir gün veya ay içerisinde Irak’ta İslam
Ümmeti’ne karşı başlaması beklenen, Irak’ın işgal
edilmesini, federal varlıklara bölünmesini ve Amerikan çıkarlarını
uzun vadeli olarak dayatacak bir yörünge üzerine çekilmesini
öngören yıkıcı bir savaş ile karşı karşıyayız. Tüm
bunlara rağmen Arap liderler de dahil İslam aleminin hiçbir
yöneticisinin, Amerika'ya karşı herhangi bir faaliyet içerisinde
olduklarını göremiyoruz. Bilakis onlardan zalimleri
cesaretlendiren davranışlar görüyor, çelişkili sözler işitiyoruz.
Mesela Suud El-Faysal BM’nin onaylaması halinde Irak’a
savaş yoluyla müdahale için ülkesindeki mevcut üslerin
kullanımına müsaade edeceğini açıkladı. Halbuki o
kesinlikle biliyor ki; BM Amerikan dış siyasetinin en kuvvetli
araçlarından biridir. Tıpkı bunun gibi Ürdün kralı
Abdullah, muhtemel savaş alanlarının fiziki şartlarına
alışmalarını ve bölge hakkındaki önbilgilerinin artmasını
kolaylaştırmak üzere, Amerika’ya askeri tatbikatlar yapması
için kapılarını ardına kadar açtı. Körfezdeki diğer
kukla devletlerin yöneticileri de Amerikan kuvvetlerine bütün
kamplarını ve havaalanlarını açtılar ki, onlardan on
binlercesi bölgeyi istila etmeye başlasınlar. Benzer şekilde
Amerika’nın bombardıman uçakları “uçuşa yasak bölge”
örtüsü altından, Irak’a hücum etmek için gece gündüz
İncirlik ve Türkiye’deki diğer üslerden havalanmaktadır.
Onlar da aynen İkinci Körfez Savaşı’nda olduğu gibi,
Amerika harekâta başladığında Irak’a saldırması için
Amerikan kuvvetlerine kapılarını ardına kadar açmaya hazırdırlar.
İran’ın yöneticileri ise tarafsız olduklarını ve
savaştan kaçan mülteciler için sınırda yeterli miktarda
kamp hazırladıklarını ilan ettiler. Suriye, Mısır,
Cezayir, Fas, Tunus, Sudan ve diğer sair İslam memleketlerinin
yöneticileri de silah denetçilerinin tekrar Irak'a geri
dönmelerinin kabul edilmesinden memnun oldular ve herhangi bir
muhtemel savaşın BM’nin yetkilendirmesine muhtaç olduğunu
beyan ettiler. Hatta bazı ABD ve İngiliz yetkilileri,
"İslam alemi yöneticilerinin kendileriyle özel görüştüklerinde
farklı, kendi halklarına ise daha farklı konuştukları"
şeklinde açıklamalar yaptılar. Görünen o ki bu
yöneticiler, Irak'ın Baasçı yönetiminin son bulmasına
sevinmektedirler. Halbuki onlar meselenin kimin yönetimde olmasıyla
ilgili olmadığını, tam aksine Amerika’nın ilk ve
öncelikli olarak kendi maslahatları nedeniyle savaşa
kalkıştığını iyi bilmektedirler. Zira Amerika daha dün
Afganistan'a sonra Pakistan'a, sonra Filistin'e ve sonra Sudan'a
saldırdı. Şimdi de sıra Irak’ta... Irak'tan sonra yarın
sıranın kime geleceğini ise ancak Allah bilir.
Karşı
karşıya olduğumuz ve Amerikan saldırısının beklenildiği
bu kritik günlerde, dünyanın her tarafındaki İslam Ümmeti
bakışlarını; bu hayasız akının def edicisi, namus ve
şerefinin koruyucusu, mukaddesatının ve topraklarının
savunucusu olan ordularına yöneltmiştir. Zira Iraklı Müslümanlara
yapılan saldırı; sömürgeci kafirlerin Müslümanlar arasına
suni olarak çizdiği ve ajanlarının onları korumakta hırs gösterdiği
sahte sınırlar dikkate alınmaksızın dünyanın tüm
parçaları üzerinde bulunan İslam orduları, bu
saldırganları def etmek üzere harekete geçtiği vakit; Allah’ın,
eli silah tutan herkese emrettiği gibi onlara da emrettiği bir
farzı yerine getirmiş olacaklardır. Allah (cc) şöyle
buyurdu:
Sizinle
savaşanlarla Allah yolunda savaşın!
[Bakara 190]
Yeryüzünde
fitne ve fesat kalmayıp din de yalnız Allah'ın oluncaya kadar
onlarla savaşın. [Bakara 193]
Eğer
onlar sizinle savaşırlarsa siz de onlarla savaşın. İşte
kafirlerin cezası böyledir. [Bakara
191]
Kaldı
ki bu ordulara düşen; Allah'ın onlara farz kıldığı ve
İslam’ın zirve noktası yaptığı Cihada engel olmak için
kendilerine bağlanan bütün prangaları ve zincirleri
kırmaktır. Tüm dünya milletleri önüne bizi derinden sarsan
bu hezimet ve hasardan sonra, özellikle yöneticileri sırf
koltuklarında kalmaya ve kuvvet dizginlerini ellerinde tutmaya
yönelik hırslarından dolayı, başını Amerika ve İngiltere’nin
çektiği İslam Ümmeti’nin azgın sömürgeci kafir düşmanlarının
düzenine dahil olmalarından sonra, ihmalkârlık göstermenin
veya kayıtsız kalmanın Allah’ın, Rasulü’nün ve İslam
toplumunun nezdinde hiçbir mazereti olamaz. Bu münafık yöneticiler,
despot hainler bir an önce def edilmedikçe, ölüm sessizliği
tekrarlanmaya devam edecektir. Filistin’de her gün yaşanan
katliamlarda olduğu gibi... Afganistan’daki katliamlarda
olduğu gibi... Diğer Müslümanların acı vakıalarında
olduğu gibi...
ABD
hükümetinin İslam Ümmeti’ne karşı yürüttüğü ve başbakanı
Tony Blair’ın dilinden İngiliz hükümetinin desteklediği
bu siyasetin tehlikesinin açığa çıkmasının ardından,
insanlar bu zorba kuvvetin kibrinden kurtulmanın yollarını
arar olmuşlardır. Ümmetin evlatları arasındaki ihlaslı
fikir ve siyaset adamları, Müslümanların başına gelen her
buhran veya musibet ile kurtuluşun yolunu sormaktadırlar.
Evet, onlar sormaktadırlar, zira bu en üstün ve en hayırlı
ümmet olan Muhammed (sas)’in Ümmeti’nin
durumundan kaynaklanan acıyı, sıkıntıyı ve üzüntüyü
derinden hissetmektedirler. Kuvvet dizginleri onların elinde
değildir. Bilakis küfrün elebaşı ve ümmetin en azgın düşmanları
olan BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri olan büyük ve
süper güçlerin elindedir. Bunlar ABD, İngiltere, Fransa,
Rusya ve Çin’dir. Ümmetimizin meseleleri daima evrensel tağut
olan bu konseyin masasına yatırılmaktadır. İşte bu İslam
Ümmeti’nin bu asırda maruz kaldığı en korkunç
musibettir. Yine bu, kafirlerin Müslümanlar üzerinde velayet
sahibi olması demektir. Kaldı ki bu haram bir vaziyettir.
Çünkü Allah (cc) şöyle buyurmuştur:
Allah
kafirler için, mu’minler üzerine kesinlikle yol
vermeyecektir. [Nisa 141]
Bu
nedenle her müslümanın BM’yi inkar etmesi ve bunu ilğa
etmek için elinden her ne geliyorsa onu yapması vaciptir.
Bu
kafirlerin egemenliğinden kurtulmamız ile ilgili tüm soru ve
soruşturmalara verilecek en şifalı cevap; ilahi vahyin bizi
irşad ettiği ve Peygamberlerin Efendisi (sas)'in
müjdelediği Raşidi Hilafet Devletidir. Vakit ne kadar
uzarsa uzasın bundan başka yol yoktur. Yani duçar olduğumuz
bu musibetten kurtulmamızın tek yolu; hayat ile ilgili
işlerimizi Kitab ve Sunnet ve bu ikisinin delil kabul ettiği
İcma’ ve Kıyas ile yürütecek bir yönetim meydana
getirmektir. Nitekim Allah (cc) şöyle
buyurmaktadır:
Biz
sana Kitabı hak ile indirdik ki, Allah'ın sana gösterdiği
şekilde insanların arasında hükmedesin.
[Nisa 105]
Her
kim Allah'ın indirdiklerinin tümüyle hükmetmezse, onlar
kafirlerin ta kendileridir.
[Maide 44]
Onların
arasında Allah'ın indirdikleriyle hükmet! Haktan sana
gelenden yüz çevirip de sakın onların arzularına uyma! [Maide
48]
Bunlar
gibi İslam ile yönetmenin vacip olduğunu gösteren nasslar
pek çoktur. Rasulullah (sas) de şöyle
buyurmuştur:
İmam
(halife) kalkandır. Onun arkasında savaşılır ve onunla
korunulur.
Muhammed
El-Mustafa (sas)'in Medine'de İslam
Devleti'ni kurması bizim için örnek alınacak en güzel
ameldir. Nitekim İslam Devleti kurulduktan sonra daha önce zayıf
olan Müslümanlar O’na sığındılar. O andan itibaren Müslümanlar
nam sahibi bir ümmet oldular. Asla yenilmeyen bir orduya sahip
oldular. Bu durum asırlarca sürüp gitti. Ta ki İngiliz
uşağı Mustafa Kemal'in eliyle 1924'te Hilafet ilğa edilene
kadar... Bundan sonra Müslümanlar paramparça oldular.
Hilafetlerini yıkan düşmanlarını bırakıp birbirleriyle
uğraştılar. İslam ve Müslüman düşmanı İngiltere'nin
Filistin'de onlara siyasi bir oluşum kazandırdıktan sonra,
yahudilerin geldiği durum bize ibret olmalıdır. Dünyanın
her tarafına dağılmış ve hiçbir değerleri yokken siyasi
bir oluşum kurduktan sonra yükseldikçe yükseldiler. Arap
liderler ise ümmetlerine rağmen, onların rızalarını talep
etmek için koşuşturmaya başladılar. ½ km2’den az bir
alana 900 kişiden fazla kişinin düşmediği Vatikan’ın
siyasi nüfuzu bile, nüfusu dünya nüfusunun çeyreğine
ulaşan ve sınırları bir okyanustan diğerine uzanan müslümanların
nüfuzundan daha büyüktür. Sebep; Müslümanların İslami
siyasi bir varlıktan yani Hilafet’ten mahrum olmalarıdır.
Muhakkak ki Hilafet olmadığı sürece, Müslümanların bu
zillet ve meskenet durumları devam edecektir. Bütün
mukaddesatları, düşmanları olan Batılı Nasraniler,
yahudiler ve Hindular tarafından çiğnenmeye devam edecektir.
Şüphe
yok ki; bugün Müslümanların öncelikli olarak en çok
üzerinde ısrar etmeleri gereken meseleleri Hilafetin geri
getirilmesidir. Zira o farzların tacıdır. Diğer siyasi
meselelerimiz onun detaylarıdır. Onun çözüme kavuşturulmasıyla
diğerleri de çözüme kavuşur. Nitekim yahudilerin Filistin
ve El-Mescid El-Aksa'yı işgal etmeleri de esas meselemizin bir
ayrıntısıdır. Amerika’nın Suudi’deki Hicaz ve Necd gibi
mukaddes beldeler ve Körfezdeki devletçikler üzerindeki
egemenliği ve Afganistan'ı işgal etmesi, bütünüyle Raşidi
Hilafet Devleti’nin kurulmasıyla ancak çözülecek
meselelerdir. Yine Hinduların Müslüman ülkesi Hindistan ve
Keşmir üzerindeki egemenliği meselesi ve Güney Sudan, Doğu
Timur ve Kıbrıs ve diğer tüm dikenli meseleler de hep
böyledir.
Ey
İslam Ümmetinin Bütün Evlatları!
Ey
Ehl-i Hâl ve Akd ve Ümmet Meclisine Üyelik Yapacak
İnsanlarımız!
Ey
İhlaslı Siyaset ve Fikir Adamlarımız!
Gerçek
şu ki, Allah düşmanı ve sizin düşmanınız kafir Amerika
ve onunla birlikte İngiltere, ümmetinizin Iraklı evlatlarına
saldırmak için hazırlık yapıp ordular toplamaktadır. Yöneticileriniz
de onların safına geçmiş, onları cesaretlendirip yardım ve
kolaylık sağlamak üzere, onlarla istişareler
yapmaktadırlar. Onlardan bazıları hakimiyetlerinin
sınırlarını genişletme ve ğanimetten pay alma hesapları içerisindedirler.
Halkları zillet ve sefalet içinde yaşasalar da onlar için
köşk ve sarayları önemlidir.
Hedefte
siz varsınız. Sizin üzerinizden savaş yapılacak ve
acısını siz çekeceksiniz. Halbuki çözüm de
ellerinizdedir. Düşmanların ve hegemonyalarının ancak onlar
sayesinde ülkemize egemen oldukları bu münafık, hain ve
korkak yöneticileri yerlerinden indiriniz. Siz ve ümmetiniz
bunların şerrinden çok çektiniz. Hiçbir ümmetin çekmediğini
çektiniz. Öyle ki bu yöneticiler tahammül edilmez oldular.
Bunlar yerlerinden alaşağı edilmeyi çoktan hak etmişlerdir.
Kafirlerin gelip Müslüman memlekette Hilafeti yıkmalarını
helal saymalarından beri bunlar, Allah'ın ğadabına ve
lanetine müstehak olmuşlardır. Bunlardan kurtulma şerefini
size bahşedecek fırsat önünüzde durmaktadır. Sizden
önceki nesiller kusur işleyip bu şerefe nail olamadılar. Bu
yöneticilere son verip Raşidi Hilafeti kurma şerefini de elde
edemediler. Kaldı ki Rasulullah (sas) şöyle
buyurmuştur:
...Her
kim boynunda (Halifeye) bey’at akdi olmaksızın ölürse,
cahiliyye ölümü ile ölmüş olur.
Özel
olarak İslam ümmetinin ordularına sesleniyoruz!
Tarih
boyunca ümmetler zor günlerinde ordularına
sığınmışlardır. Bugün ümmetiniz olan Muhammed (sas)'in
Ümmeti size sığınıyor. Ey mücahitlerin torunları! Bugün
ümmetiniz sizin Iraklı kardeşlerinize düşman kesilen
Amerika'ya karşı onları korumanız için sizi çağırıyorlar.
Bu despot, hain ve korkak yöneticileri alaşağı etmek için
kendileriyle birlikte çalışmaya davet ediyorlar. Bunları gerçekleştirmek
için koşunuz ve işin akıbetinden endişe etmeyiniz! Zira
Rasulullah (sas) şöyle buyurmuştur:
Bir
haksızlık gördüğünüzde, sizden biriniz doğruyu söylemek
hususunda insanlardan korkmasın! Onun doğruyu söylemesi, ne
ecelini yakınlaştırır ve ne de ona gelecek bir rızkı
engeller.
Ölümden
korkmayınız. Öne atılmak veya öncülük yapmak, ömrü kısaltmadığı
gibi korkaklık da ömrü uzatmaz. Üstelik Allah (cc)
yolunda ölmek en büyük zaferdir. Nitekim Allah (cc)
şöyle buyurmuştur:
Allah
yolunda öldürülenleri sakın ölü saymayın. Bilakis onlar
diridirler ve Rableri katından rızıklandırılırlar. Allah’ın
kendi fazlından onlara verdiğiyle sevinirler. Onların
ardından gelen ve henüz onlara katılmayanlara, kendilerine
bir korku olmadığını ve mahzun olmayacaklarını müjdelerler.
[Al-i İmran 169-170]
Ve
şöyle buyurdu:
Tam
da peygamberler ümitlerini yitirip de kendilerinin yalana çıkarıldıklarını
sandıkları bir sırada onlara yardımımız gelir.
[Yusuf 110]
|