Ana Sayfa

Ayın Konusu

İnceleme

Soru-Cevap

Kitap Tanıtım

Hakkımızda

Ana Sayfa
Kitap
Beyan
Yeni Sayı
Arşiv
Haber
Sizden Gelen
Link
Email
İslam Devleti
İslam'a Davet
Hizb-ut Tahrir
Hilafet Nasıl Yıkıldı
İslam Şahsiyeti
İslam'da İctimai Nizam
İslam'da Yönetim Nizamı
İslam'da Ekonomik Sistem
Diğer kitaplar için tıklayınız

Sn. Yavuz Bülent BÂKİLER;

 Danışma Kurulu Başkanı olduğunuz Türk Edebiyatı dergisinin Ağustos 2002 sayısının "NE VAR-NE YOK?" köşesinde "Vatan Hayvanî Bir Mefhumdur; Bayrak Bir Bez Parçası!" başlıklı yazınızı okuduk ve esefle karşıladık.

Sn. Yavuz Bülent BÂKİLER, sizi çalışmalarınızdan ve ekranlardan samimi ve temiz bir Müslüman olarak bilirdik. Ancak yukarıda başlığını verdiğimiz yazınızı okuduktan sonra hakkınızdaki kanaatimiz değişmiştir.

Bu kötü kanaati oluşturan yazınızın kritiğine gelince;

1965 yılında geçtiğini iddia ettiğiniz olay büyük ihtimalle doğrudur. Yani sizinle böyle bir davet ve görüşme ortamı muhtemelen sağlanmaya çalışılmıştır. Ancak anlattığınız olayın içeriğinin doğru olmadığı ve aşağılamalarla dolu olduğu kanaatindeyiz. Şimdi sizin kendi kaleminizden dökülen cümleleri sırasıyla inceleyelim.

Yazınızda geçen bir bölümde;

-… Şimdi bana oturduğun evin adresini ver. Ben sana hafta içinde Mennan'ı göndereceğim.

-Mennan da kim ağabey?

-İşte o Ortadoğu Üniversitesinde okuyan Ürdünlü Türk!

Birkaç gün sonra, bir gece yarısı, evimin kapısı çalındı. Gidip kapıyı açtım. Mennan, Ankara'dan tanıdığım bir arkadaşımla çıkıp gelmişti. İki tahta arasına sıkıştırılmış gibi yamyassı kalmış ve uzamış bir adamdı. Ve daha ilk cümlesinden anladım ki halis-muhlis bir Arap'tı ve Türkçe'si, Mustafa Runyun'un Türkçe'sinden çok daha berbattı. Mennan'ın ilk cümlesi, üzerime bir al karası gibi çöktü:

-Düşmeeen Emrikeeen! Düşmeeen Emrikeeen!..

Şunu ifade edelim ki; sizinle evinizde buluştuğunu dile getirdiğiniz Mennan isimli kardeşi tasvir ederken kullanmış olduğunuz üslup çok aşağılayıcıdır ve asla İslam ile bağdaşmaz. Bildiğinizi zannederiz ama hatırlatmakta fayda vardır ki Rasulullah (sav) efendimiz takvanın esası teşkil ettiğini, insanların görünüşlerinin önemli olmadığını şu hadisi şerifinde ifade etmiştir:

"Dinleyin ve itaat edin. Hatta, üstünüze, başı kuru üzüm tanesi gibi siyah Habeşli bir köle bile tayin edilmiş olsa, aranızda Kitabullah'ı tatbik ettikçe… (itaatten ayrılmayın)." (Buhari, Ahkam 4, Ezan 54, 56.)

Bu hadis kişinin görünümüne bakarak onun hakkında bir yargıya varmamızın hata olduğunu açıkça ifade etmekle beraber, içeriği sadece bununla sınırlı değildir. Buna benzer birçok hadis vardır. Bu sebeple yaptığınız tasvirde İslam'la bağdaşmayacak aşağılayıcı bir üslup kullandığınızı görüyoruz. Aslında edebiyatçı kimliğinizle onun görünümünden çok o yarım yamalak yada sizin ifadenizle aynları ğaynları çatlata patlata size anlatmaya çalıştığının ne olduğunu anlamaya çalışmanız uygun olanıydı. Ama görülüyor ki önyargısız olamamışsınız. Ayrıca sadece düşmanın Amerika olduğunu sizin diğer düşmanları saymanıza karşın onun illa amerikanın düşman olduğunu diğerlerini dile getirmediğini sizinde buna binaen Türkiye'de sizin yaşadığınızı ve bu coğrafyanın düşmanlarının kim olduğunu ondan daha iyi bileceğinizi ifade etmişsiniz. Burada da yine aranızda geçen diyalogun tamamını aktardığınız kanaatinde değiliz. Çünkü Hizb-ut Tahrir kurulduğu 1953 yılından itibaren küfrü tek millet İslam'ı da tek millet olarak kabul etmiştir. Ancak dünya siyasetine yön veren ve küfrün liderliğini elinde tutan ülkeleri özellikle dünya siyasetine yön verecek oyunları hayata geçirmeye çalıştıkları dönemlerde bolca zikretmiştir.

Bunların arasında dönem dönem İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya ve ABD vardır. Günümüzde ise özellikle ABD, İngiltere'nin başkanlığında veya güdümünde Avrupa devletleri ve İsrail gibi devletler hakkında sürekli siyasi tahlillerle onların konum ve emelleri hakkında ümmeti aydınlatma çabasındadır. Bu sebeple kardeşimizin ısrarla Amerika üzerinde durduğu ve bunun dışındakileri görmezlikten geldiği şeklindeki yorumunuz Hizb-ut Tahrir'in yapısına ve çalışma metoduna aykırıdır ve gerçeğiyle örtüşmemektedir.

"Acaba bu adamlar, Ortadoğu'da ve Orta Avrupa'da, Amerikan gücünü kırmak isteyen devletlerin ajanları olarak mı Türkiye'dedirler ve dinin arkasındadırlar. Yoksa gerçekten İslam'a hizmet niyetiyle mi bu çalışmaların içindedirler" şeklindeki yorum ve düşünceniz Hizb-ut Tahrir hakkındaki bilgisizliğinizden kaynaklanmaktadır. Nasıl bilmediğiniz bir kitle hakkında bu kadar acımasız cümleler dile getirebiliyorsunuz? Anlamış değiliz. Bilirsiniz ki İslam'da bir iddiada bulunmak için mutlaka delile veya şahide ihtiyaç vardır. Ancak sizin Hizb-ut Tahrir'e yukarıdaki ajanlık suçlamasını yapabilecek ne bir deliliniz ne de şahitleriniz vardır. Fakat sizin de bizim de çok iyi bildiğimiz bir Ahiret günü ve hesap günü mutlaka vardır. O gün kimse kimsenin hakkına tecavüz edemez. Meydanı istediği gibi kullanamaz. Allah sizin de bizim de yaptıklarımıza şahittir.

Daha sonra Bahçelievler'de evi bulunan Dr. Halid'in evine gittiğinizi ve bir odaya geçtiğinizi odada hiç sandalyenin olmadığını yerde beş-on tane minder olduğunu ve bunu garipsemediğinizi yazmışsınız. Zaten burada garipsenecek ne var ki. Sene 1965 ve evlerde doğru düzgün divan bile zor bulunuyor. Gerçi sene 2002 Türkiye'nin halen büyük bir çoğunluğu özellikle doğu bölgeleri halen sedir veya minderler üzerinde oturuyorlar. Öyle bir ifade etmişsiniz ki sanki lütufta bulundunuz da oradakilere uyum sağladınız. Türkiye'nin gerçeğini görmek mi istemiyorsunuz yoksa gerçekten görmüyor musunuz? Yoksa siz de Türkiye'nin gerçeği olan o mutlu azınlıktan mısınız?

Daha bir çok değinilebilecek konu olmasına rağmen yazınıza cevap verme gereği duyduğumuz asıl konuya gelince;

"Bir hafta sonra aynı evde, aynı saatte buluşmak üzere ayrıldık. Gecenin ilerlemiş bir vaktinde, evime döndüğümde bize verilen kitabı büyük bir dikkatle okumaya başladım. Hayretle ve dehşetle gördüm ki, İSLAM NİZAMI isimli kitap, bizi üç büyük yanlışla yok etmek için hazırlanmış gizli bir tuzak. Kitapta deniyor ki:

1. "Vatan, hayvani bir mefhumdur. Coğrafya, hayvanlar için önemlidir."

2. "Bayrak bir bez parçasından ibarettir. Kutsiyeti yoktur."

3. "Devletin resmi dili mutlaka Arapça olmalıdır."

Bu üç hususta aşırı tepki vermeniz kitapta anlatılanı gerektiği gibi anlayamamanızdan kaynaklanıyordur diye tahmin ediyoruz, inşallah öyledir. Çünkü bu üç husus sizin anlattığınız gibi değildir. Evet İslam nizamı kitabında bu konulara yer verilmiştir.

Birinci hususa yani vatancılık konusuna gelince; bu konu şu şekilde izah edilmiştir: İnsanoğlunun hayat içindeki halleri incelendiğinde, toplumsal bir varlık olan insanın diğer insanlarla bir araya gelmesinin yani diğer insanlarla bir bağ oluşturmasının öncülüğünü yapan bazı hususlar tespit edilmiştir. Kitapta da bahsedildiği üzere bu hususlar yada insanları birbirine bağladığı zannedilen olgular vatancılık, milliyetçilik, ruhaniyet ve ideolojik bağ şeklinde sıralanmıştır. Bu insanları birbirine bağladığı iddia edilen olgular daha sonra irdelenmiştir ve gerçek bağ niteliği taşıyanın ne olduğu ortaya konulmaya çalışılmıştır.

Bu anlamda vatancılık bağı insanda varolan içgüdülerden birisi olan beka içgüdüsünün tezahürüdür. Ki bu içgüdü hayvanda da vardır. Onlar da kendi yaşadıkları alanı korurlar. Bizim burada ifade ettiğimiz şey insanın bu çeşit bir bağ ile bir araya gelme girişimleri, insanoğlunun tamamını değil belli bir coğrafyada yaşayanları kapsar. İdeolojik bağ dışında diğer değindiklerimiz de hemen hemen aynı sonucu verir. Yani insanlığın tamamına hitap etmez. İdeolojik bağ ise, bütün insanlar için bir birleşme çağrısıdır. Ayrıca vatan, milliyet, ruhaniyet şeklinde tezahür eden bağlar, kısır ve verimsiz bağlardır.

Buradan şunu kastediyoruz; diyelim ki, sadece ruhani bağ ile bir araya gelmiş insanlar hayat hakkında verilecek kararlarda nasıl anlaşacaklar? Çünkü hayatın bir gerçeği var ve ruhaniyet tamamıyla hayattan ayrılmıştır ve uhrevidir. Milliyetçilik ve vatancılık da aynıdır. Aynı milliyete mensup olanların dışındakiler ve aynı toprak parçası dışında yaşayan insanlar hakkında ne gibi bir çözümleri vardır? Ve bu ön şartlarına rağmen onlarla yani kendileri dışındakilerle nasıl birleşeceklerdir? Ve nasıl insanların tamamına hitap edecekler ve onları davet ederken nasıl ikna edeceklerdir? İşte vatancılığın bahsinin geçtiği yerde anlatılmak istenen budur. Yoksa biz de bu topraklarda yaşayan insanlar olarak buraya yapılacak olan herhangi bir saldırıda, tecavüzde, yaşadığımız bu coğrafyayı savunacağız ancak bu savunma vatan adına değil, İslam adına, ırzımız, namusumuz adına olacaktır. Yoksa İslam'a rağmen veya ona karşı değil...

İkinci hususa gelince; bayrak konusu aslında çok kolay anlaşılabilecek bir konudur. Çünkü o üzerinde taşıdığı simgeye göre değer kazanan bir olgudur. Ve bu değer insanın hayata bakış açısına göre değişkendir. Sizde bahsetmişsiniz, İstanbul'a kadar gelen Eyyub el-Ensari de (Allah ondan razı olsun) elinde bir sancakla gelmişti. Ve Türkiye'de de bir bayrak, sancak mevcuttur. Şimdi kıyaslayalım. Eyyub el-Ensari'nin elindeki sancakta La ilahe İllallah Muhammeden Rasulullah yazısı vardı ve bu yazı İslam'ı hayat nizamı olarak kabul etmenin İslam'a girmenin ön şartı olan kelimeyi şehadettir, tevhiddir. Müslümanların böyle bir sancağı, bayrağı bulunmasına rağmen yine bir kısım Müslümanları temsilen ikinci bir bayrak edinmenin bir tek anlamı olabilir. Müslümanları bölmek bunu yaparken de milliyet faktörünü vatan faktörünü kullanmak. Aslında kendi yazdığınız bir satırı gerçekten düşünmediğiniz ortaya çıkıyor. O da "oyun bütün perdeleriyle gözlerimin önünde açıldı" cümlesidir. Zannederiz ki, yavaş yavaş bu yazıyı okuyanların ve inşallah sizin gözlerinizin önündeki perde açılır. Çünkü sizinkinin daha önce açıldığını zannetmişsiniz. Ayrıca bu sadece Türkiye için de geçerli değildir. Diğer bütün müslüman beldelerde de geçerlidir.

Üçüncü husus olan Arap dilinin resmi dil olarak kabul edilmesi ki; bu Kur-an ve sünnetten ve bunların gösterdikleri sahabenin icma-ı ve şer'i kıyas'tan çıkartılmış şer'i bir hükümdür. Bu hükmü kısaca delilleriyle ortaya koyarsak belki daha ikna edici olur; Rasulullah (sav), Kayser'e ve Kisra'ya ve Mukavkıs'a içerisinde kendilerini İslam'a davet ettiği mektuplar göndermişti. Bu mektuplar o kralların dillerine tercüme edilme imkanı olmasına rağmen Arapça lisanı ile yazılmıştı. Rasulullah (sav)'in Kayser'e, Kisra'ya ve Mukavkıs'a yazdığı mektupları, onlar Arap olmadığı halde ve onlara İslam'ı tebliğ için yazdığı halde onların dilleriyle yazmamış olması, Arapça'nın devletin tek dili oluşuna bir delildir. Bununla birlikte Arapça dışında bir dil ile konuşma ve yazışma tebaa ile veya insanların birbirleriyle alakalarıyla ilgili olursa, bu caizdir. Buna binaen devlet, Arapça dışında bir dille gazeteler, kitaplar, dergiler çıkarılmasına müsaade eder ve bunların çıkarılması için izin alınmasına gerek yoktur. Çünkü bu iş mübah olan işlerdendir. Bir televizyon, bir kişinin ve insanlardan bir cemaatin olursa Arapça olmayan bir dil ile programlar yapılmasına müsaade edilir. Ancak devletin radyolarında ve televizyonlarında Arapça kullanılır. Çünkü devletle alakalı olan her şeyde sadece Arapça'nın olması vaciptir. Bu Rasululah (sav)'in uygulamalarında sabittir. Sahabeler döneminde Arapça dışında konuşan insanlar vardı. Bunlar, Arapça öğrenmeye cebredilmediler. Arapça'nın resmi dil olmasının anlamı işte budur. Ayrıca Arapça'nın Müslüman için önemi çok büyüktür. Osmanlının yıkılmasının ve bu coğrafyada bunca derme çatma karton devletin oluşmasının en önemli sebeplerinden birisi Arapça'nın ihmal edilmesidir. Arapça'nın ihmaliyle tebaa dinini anlayamaz hatta birisinin dinini bozmaya yönelik çalışmasını tespit edemez hale gelmiştir. İşte Arapça hususu bundan ibarettir. Bütün bunların yanında Arapça çok zengin bir dildir ve edebiyat adına tarihte büyük imzaları vardır. Bir edebiyatçı olarak bunu nasıl göz ardı edersiniz yoksa bu da ön yargınızın ürünü müdür?

Yazınızın çığ gibi büyüyen Hizb-ut Tahrir'i ve onun dava bilincini hedef aldığı ortadadır. Ancak bu bize yönelttiğiniz suçlamalarınız, aşağılamalarınız bizim halkı Müslüman olan bütün beldelerde yaptığımız çalışmalara ve bu beldelerdeki kardeşlerimizin İslamî hayatın yeniden başlaması için verdikleri mücadeleyi sekteye uğratması asla mümkün değildir. Ve İnşallahu Teala Allah bizlere Raşidi Hilafet Devletini bütün Müslümanları içerisine alacak şekilde tekrar kurmayı nasip edecektir. Sizin ve sizin gibilerin bize karşı takındığınız tavırları bizim tarafımızdan hissedilmeyecek kadar küçüktür ve şunu bilin ki biz, Özbekistan'da yüz binlerce, Suriye'de, Tunus'ta, Irak'ta ve diğer bölgelerde binlerce kardeşimizi zindanlarda çürütenlerin ve bütün halkı Müslüman olan beldelerde zindanlarda ve işkencelerde öldürülen veya zalim Kaddafi'nin elinde asılan ve zulmün her türlüsünü gösterenlerin önünde eğilmedik ve eğilmeyeceğiz. Aksine başımız dik ve dostumuz ve yardımcımız da Allah Subhanehu ve Teala’dır.

Yüce kitabımız Kur-an'ı Kerim'de Sizin yukarıdaki durumunuzu ifade eden çok güzel bir ayet vardır:

"Onlar Allah'ın, kalplerindekini bildiği kimselerdir; onlara aldırma, kendilerine öğüt ver ve onlara, kendileri hakkında tesirli söz söyle." (Nisa 63)

Allah sizi ıslah etsin ve gerçek bir Müslüman gibi düşünebilme yetisi, öngörü nasip etsin. Allah sizi “Akletmiyor musunuz?” lafzına muhatap etmesin. 

 

Hizb-ut Tahrir

 H. 22 Şaban 1423

Türkiye Vilayeti

M. 29 Ekim 2002

 

Yukarı