Dünya
gündeminin olduğu gibi, Türkiye gündeminin de en önemli
konusu; Amerika, İngiltere, İspanya ve Avustralya’dan
oluşan istilacı Koalisyon güçlerinin yürüttüğü Irak
Saldırısı’dır. Bu saldırı, Amerika’nın Körfez
politikası çerçevesinde yürütülmektedir. Çünkü Irak,
Körfez bölgesinin (İran ve Suudi Arabistan ile birlikte) en
önemli 3 ülkesinden biridir ve henüz Amerika’nın
hegemonyası altına getirilememiştir. Bu savaştaki asli gaye,
Irak’ın Amerika tarafından teslim alınmasıdır. Askeri
kuvvet kullanımı yoluyla siyasi hegemonya tamamlandıktan
sonra, ganimet niteliğindeki servetlerin hortumlanması mümkün
olacaktır. Zaten Saddam sonrası dönemde Irak’ta yapılacak
işler, Amerikalı yetkililer tarafından Iraklı muhalif
unsurlar da hesaba katılarak, detaylarıyla hazırlanmaya
başlanmıştır.
Amerika
açısından Körfez bölgesinin ve bu bağlamda Irak’ın
önemi, hem ekonomik hem de stratejik açılardandır. Nitekim
tespit edilmiş 112 milyar varillik muazzam petrol rezervleri
ile Irak, dünyanın ikinci büyük petrol rezervine sahiptir.
Yine 3 trilyon metreküplük doğalgaz rezerviyle dünyada
onuncu sıradadır. Bu servetin dolayısıyla Amerika’nın
muhtemel ganimetinin değeri, Suudi Arabistan ile birlikte 20
trilyon dolardan fazladır. Irak’ın stratejik önemi, Ortadoğu
bölgesinde merkezi bir sütun olmasından kaynaklanmaktadır.
Meselenin öteki boyutu ise savaşın, krizler yaşayan Amerikan
ekonomisine ve özellikle Amerikan silah ve savunma sanayisine
hayat vermesidir. Nitekim Amerikan ekonomisinde 380 milyar dolar
iç borç ve 450 milyar dolar dış ticaret açığı vardır.
Yine Amerikan enerji sektörü ciddi krizler içerisindedir. Her
ne kadar Amerika; elektrik, rüzgar, güneş gibi enerji
kaynaklarından alternatif enerjiler üretme arayışı içinde
olsa da, bu alternatif enerjileri kullanacak, ulaşım araçları
gibi ekipmanların bu enerji kaynaklarına geçişi kısa sürede
olacak iş değildir. O nedenle Amerika’nın petrol ihtiyacı
aciliyet arz etmektedir. Zira tüm dünya ekonomisi ile birlikte
Amerikan ekonomisi de petrole ciddi şekilde bağımlıdır.
Irak’ın
son yirmi yılda maruz kaldığı darbelerin ilki İran-Irak
savaşıydı. Bu savaş yaklaşık 8 yıl sürdü. Bu savaşın
Irak’ı yıpratması beklenirken, Irak güçlü bir şekilde
savaştan çıktı. Irak’ın savaştan güçlü çıkması,
galip olması veya ekonomik zarara uğramaması değil, aksine
Irak’ın Körfez bölgesinde kolay alt edilemeyecek bir güç
olarak çıkması demektir. Zira Irak’ın o dönemde ekonomik
olarak uğradığı zarar 100 milyar dolardan fazlaydı. Savaş
sonucunda 1 milyon Müslüman da hayatını kaybetmişti.
Irak’ın
maruz kaldığı ikinci ciddi darbe ise, 1991’de Irak’ın 7
ay süreyle Kuveyt’e girmesi nedeniyle, Amerika liderliğindeki
28 devletten oluşan uluslararası kuvvetlerin Irak’a yönelik
başlattıkları ve sadece 43 gün süren ve Irak’ın Kuveyt’ten
geri çekilmesi ile sona eren Körfez Savaşı idi. Bu savaş
Irak için büyük bir darbe oldu. Çünkü Irak hem büyük bir
askeri ve ekonomik hasara uğradı hem de Birleşmiş Milletler
kararıyla başlatılan ambargo ve yaptırımlar Irak’ı
çöküşe sürükledi. Halkın maruz kaldığı musibet ise
çok daha büyüktü. Birçoklarının sorunlarının çözümü
için kendisine başvurduğu, yardım beklediği ve umut
bağladığı Birleşmiş Milletler’in uyguladığı
yaptırım ve ambargolar sonucu 500 bin Iraklı çocuk hayatını
kaybetti. Saldırının başlamasından önceye kadar, her gün
yaklaşık 250 kişi sadece yaptırımlardan kaynaklanan çeşitli
nedenlerle ölüyordu. Irak’ın ambargolar sebebiyle
uğradığı maddi kayıpları ise, 1 trilyon doların
üzerindedir. O zamandan bu yana Amerikan ve İngiliz uçaklarının
uçuşa yasak bölgelere girerek, yaptığı bombardımanların
ise haddi hesabı yoktur. Savaştan zarar gören kişi, kuruluş
ve şirketler, Irak yönetimi aleyhine savaştan sonra kurulan
Birleşmiş Milletler Tazminatlar Komisyonu’na yaklaşık 210
milyar dolar civarında tazminat talebiyle
başvurdu. Cenevre’de bulunan bu komisyon yıllardır bu
talepleri inceliyor, sonuçlandırıyor ve sonuçlanan
taleplerin Irak’ın sınırlandırılmış petrol
ihracatından kesilen %25’lik paydan ödenmesini sağlıyor.
1991’deki
Körfez Savaşı’nı başlatan George Bush’un oğlu George
W. Bush’un 20 Mart sabahı başlattığı bu son saldırı ise
Irak’ı zayıflatmaya değil, yok etmeye yönelik üçüncü
önemli saldırıdır. 1991’deki Körfez Savaşı’nda veya
Amerika’nın tabiriyle Çöl Fırtınası operasyonunda, Irak’ın
Kuveyt’i işgal etmesi bahane edilmişti. Bu defa ise, Irak’ın
kitle imha silahlarına sahip olduğu, terörizm ile bağlantısı
olduğu ve diğer benzer saçmalıklar öne sürülmektedir. Bu
nedenle BM Silah denetçileri Irak’a gönderilerek inceleme başlatılmıştı.
Bilinmelidir ki, yapılan bu incelemeler, formaliteden
ibarettir. Çünkü silah denetçileri BM üyesi
ülkelerden gelen silah uzmanlarıdır. Nitekim bu silah denetçileri
yıllardır Irak’ı denetlemektedirler. 1998’de Saddam’ın
onları kovmasından beri ilk defa, bu savaş gerekçesi
nedeniyle Irak’a geri döndüler. Irak’ı sefalet ve ölüme
mahkum eden, ambargo ve yaptırımları uygulayan Birleşmiş
Milletler’in Irak’ın hayrına olacak bir iş yapacağını
veya onun gönderdiği denetçilerin adil davranacağını
beklemek kolay değildir. Nitekim 27 Ocaktaki ilk rapordan
sonra, denetçilerin başkanı Hans Blix ile Uluslararası Atom
Enerjisi Ajansı Başkanı Muhammed El-Baradey’in 14 Şubatta
BM Güvenlik Konseyi’ne sunduğu ikinci raporda, hem savaş
yanlılarının hem de savaş karşıtlarının lehine görünen
kaypak bir rapor sunması bunu desteklemektedir. Çünkü onlar
nezdinde mesele, ne şiş yansın ne kebap türündendir.
Baradey
- Blix raporundan sonra Powell’ın BM Güvenlik Konseyi’nde
öne sürdüğü deliller ise, çürütülmeye değmeyecek
derecede değersiz iddialardır ki, hiç kimse bunlardan ikna
olmamıştır. Amerika’nın her hususta olduğu gibi, bu
hususta da çifte standart sergilediğinin en önemli iki örneği
olarak İsrail ve Kuzey Kore verilebilir. Çünkü İsrail’in
elinde Avrupa’yı tümüyle yok edebilecek miktarda kitle imha
silahları bulunduğu halde, ne BM ne ABD ne NATO ne AB ve ne de
Arap Birliği bundan ciddiyetle bahsetmektedir. Kuzey Kore
meselesine ise, 4 Ocak’ta The Independent gazetesinde yer alan
Robert Fisk’in makalesinde şöyle değinilmiştir:
“Artık
durumu anlamaya başladım. Kuzey Kore ABD ile yapılmış bütün
nükleer anlaşmaları bozuyor, BM denetçilerini ülkeden
kovuyor, her yıl bir bomba üretmeye hazırlanıyor ve Başkan
Bush buna ‘diplomatik mesele’ diyor. Irak, BM’ye 12 bin
sayfalık silah üretimleri ile ilgili rapor sunuyor, BM
denetçilerinin ülkede dolaşmasına izin veriyor ve 230
baskından sonra bir kavanoz dolusu tehlikeli kimyasal madde
dahi bulamamalarına rağmen, Başkan Bush Irak’ın ABD için
tehdit oluşturduğunu, silahsızlanmadığını ve istila
edilmesi gerekebileceğini söylüyor.”
[04.01.2003, The Independent]
Hal
böyleyken Amerika’nın Irak konusunda ısrarcı davranması,
Körfez bölgesinin hayatiyetinden dolayıdır. Nitekim Körfez’in
hayatiyetini oluşturan iki önemli unsur; muazzam zenginlikler
ve bu zenginliklere bağımlı bulunan ülkelerdir. Körfez
bölgesinde ve özellikle Irak’ta hayati önemi bulunan zengin
kaynakların bulunması, birçok ülke ekonomisinin bu
kaynaklara bağımlı bulunması, haliyle meseleyi yerel bir
mesele olmaktan çıkarıp devletlerarası bir boyuta
taşımaktadır. Bu noktada mesele Avrupa üzerinde
odaklanmaktadır. Çünkü Avrupa Birliği ekonomisinin
yaklaşık %80’i Körfez bölgesindeki zenginliklere ve
özellikle petrole bağımlıdır. Amerika’nın Körfez
serveti üzerinde kuracağı bir hakimiyet, aynı zamanda Avrupa’nın
boğazına elini atması anlamına gelmektedir ki, bu Avrupa açısından
hayati bir meseledir. İşte Almanya ve Fransa’nın
tepkilerini bu açıdan düşünmek mümkündür. Mesela NATO
krizi olarak adlandırılan, Türkiye’nin olası savaş
tehdidi nedeniyle NATO’dan savunma sistemleri istemesi
olayında, Almanya ile Fransa’nın direnciyle
karşılaşılmasına rağmen ertesi gün olay kapandı ve NATO’nun
Türkiye’ye destek vereceği ilan edildi. Bu Amerikan
baskısının bir sonucuydu. Hemen ertesinde 18 Şubatta AB dönem
başkanı Yunanistan’ın daveti üzerine Brüksel’de yapılan
Irak konulu Avrupa Birliği toplantısı sonucunda, ortak
mutabakat belgesi ortaya konuldu ve bu defa Irak için son şans
olduğu söylendi. Ancak bunun ardından Fransa Cumhurbaşkanı
Chirac, Avrupa Birliği’ne üyeliğe aday olan Polonya,
Romanya ve Macaristan gibi ülkelerin, Irak operasyonunu
desteklemeleri halinde, üyeliklerinin zorlaşacağını açıkladı.
Elbette bu uyarı, devletler arası siyasette hiçbir etkinliği
olmayan bu devletlere değil, dolaylı olarak Amerika’ya ve Türkiye’ye
gönderilmiş bir mesajdır.
İngiltere’nin
durumuna gelince; en karmaşık görünen ülke aslında
İngiltere’dir. Çünkü neredeyse tüm dünya basını,
İngiltere’nin Amerika’nın dost ve müttefiki olduğu
konusunda görüş birliği içerisindedirler. Oysa dikkatli
siyasi gözlemciler, İngiltere’nin balıkçı bir kökenden
geldiğini ve daima saman altından su yürüten sinsi ve
şeytani bir siyaset izlediğini bilmektedirler. Devletler
arasında kendisinin arzu etmediği bir durum açığa çıktığında
derhal olayı lehine çevirmek için her türlü yola başvurur.
Diğer taraftan güçlü taraf ile bağlarını koparmaz.
Irak
olayında da aynı durum yaşandı. Bilindiği gibi Irak’ta
Saddam’ın liderliğindeki Baas yönetimi bir İngiliz
icadıdır ve İngiliz siyasetleriyle yıllardır yönetimi
elinde tutmaktadır. İngiltere (Britanya), özellikle 1970’lerin
başında İngiliz askerlerinin Körfez’i terk etmelerinden
sonra, Körfez’deki hayati menfaatlerini korumak için Irak’a
ve (Şah devri esnasında) İran’a bel bağladı. Zaten bu
sebeple Irak, Amerikan dış siyasetinin öncelikli bir meselesi
haline geldi. Bu süreç yeni bir süreç değildir. Uzun süredir
devam eden çabalar zincirinin bir halkasıdır. 1991’deki
İkinci Körfez saldırısını düzenleyen baba George Bush,
savaştan kısa bir süre sonra yaptığı açıklamada,
operasyonlarının devam edeceğini ve Saddam’ı devirmeye
kararlı olduklarını söylemişti. Fakat 1992’de yapılan
başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçi Parti’nin adayı olan
baba Bush seçimi kaybetti ve koltuğunu Demokrat Parti adayı
olan Bill Clinton’a terk etti. Böylece Irak operasyonu bir
süreliğine rafa kaldırıldı. 2000 yılında oğul George
Bush’un seçimleri hileyle kazanmasından sonra, o zamana
kadar planları detayları ile hazırlanan Irak dosyası yeniden
açıldı. Bu planlar özellikle Cheney, Rumsfeld, Pearl,
Wolfowitz ve Zelmay Halilzad gibi şeytanlar şebekesi
tarafından hazırlandı. 11 Eylül bahane edilerek Afganistan’a
saldırmasından sonra, şimdi de uluslararası terör, kitle
imha silahları ve Saddam’ı dikta rejimi bahane ederek Irak’a
saldırmaktadır. Dolayısıyla Amerika bu defa Irak’ın
işini bitirmeye azmetti. İngiltere öncelikle Amerika’yı
bundan vazgeçirmek için elindeki tüm imkânları kullandı.
Muhalif Amerikan basınını, Amerikan Demokrat partisinin bir
kısmını, İngiliz basınını, bazı Avrupa ülkelerini, savaş
karşıtlarını ve mesela Türkiye’deki ajanlarını harekete
geçirerek, savaşa karşı yoğun bir kamuoyu oluşturdu.
Savaş başlamasına rağmen, bu protestolar hâlâ devam
etmektedir.
Yine
silah denetçilerinin Irak’a gönderilmesini isteyen de
İngiltere idi. Aynı zamanda Saddam’ın silah denetçilerini
koşulsuz kabul etmelerini sağlayan da İngiltere idi. Fakat
bununla beraber İngiliz hükümeti bizatihi Amerika’nın
yanında yer aldığını açıkladı. İngiltere Başbakanı
Tony Blair, Dışişleri Bakanı Jack Straw ve Savunma Bakanı
Geoff Hoon neredeyse bütün açıklamalarında Amerika’nın
lehine ve Irak’ın aleyhine konuştular. Sonuç olarak
İngiltere’nin resmi ağızları Amerikan yanlısı görüntüsü
vermektedir, ancak esasen bir bütün olarak Amerika’nın
niyetlerini ve maksatlarını baltalamak gayesindedir.
İngiltere’nin resmi olarak Amerika’nın yanında yer
almasının sebebi, Amerika’nın Irak’ı kesin olarak
vuracağını gördükten sonra Irak pastasından pay
koparmaktır. Irak’ın tümüyle elinden çıkmasındansa bir
kısmını elinde tutmayı uygun görmektedir.
Irak’a
yönelik bu saldırının önemli boyutu ise, devletlerarası
durumda ve devletler haritasında gerçekleştireceği
değişimdir. Devletler haritasındaki değişim ihtiyacı,
Amerika’nın kendi dış politikalarına daha uyumlu ve sömürmesine
daha elverişli bir hale getirmesi maksadıyla, bölgedeki taşların
yerini değiştirmesi gereğinden doğmuştur. Özellikle
Körfez bölgesindeki ülkelerde Amerika açısından potansiyel
bir kaos havası esmektedir. Mesela Suudi Arabistan’daki
Amerikan ajanı Kral Fahd ailesi içerisinde Amerika’dan
nefret eden gruplar vardır ve bu gruplar Amerikan hegemonyası
için tehlikeli olabilecektir. Yine 1945 yılında Amerika ile
Suudi Arabistan arasında imzalanan 60 yıllık petrol
anlaşması 2005 yılında bitecek ve yenilenmesi gerekecektir.
Şayet o zamana kadar bu muhalif gruplar yönetime gelirse veya
yönetim kararlarını etkileyebilecek bir güce ulaşırlarsa,
bu yenileme gerçekleşmeyebilir. Bu yılın başında bir hafta
içerisinde 3 prensin, “çölde susuzluktan ölmek” gibi
mesnetsiz iddialarla öl(dürül)mesi, bu muhalefetin varlığını
kanıtlamaktadır. Yine İran, Ürdün, Yemen ve Suriye gibi
ülkelerin de listede bulunduğu tahmin edilmektedir. Powell ve
Rumsfeld’in İran ve Suriye’yi tehdit etmesi; listenin bir
kısmını açıkladığı gibi, aynı zamanda Amerikan
kamuoyunda ve eleştirel medyasında Irak’ta yaşanan
hezimetin sorumlusu olarak, özellikle Rumsfeld’in
gösterilmesinden sonra, dikkatleri dağıtmak ve bu yaygaranın
üzerini kapatmaya yöneliktir.
Devletlerarası
durumdaki değişime gelince; bilindiği gibi Osmanlı Hilafet
Devleti yıkılıncaya kadar dünyanın birinci devleti olarak
konumunu korumuştu. Osmanlı Hilafet Devleti’ni yıkan ve
birinci devlet konumundan düşüren olan Birinci Dünya Savaşı
idi. Ardından İngiltere birinci devlet olmuştu. İngiltere’nin
birinci devlet konumundan düşmesini sağlayan olay da İkinci
Dünya Savaşı idi. Bu savaş sonrasında İngiltere birinci
devlet konumunu kaybetmiş, Fransa ve Rusya zayıflamış,
Almanya ve Japonya iptal olmuştu. Ardından birinci devlet
konumuna Amerika yerleşti ve halen bu konumunu korumaktadır.
İşte İngiltere, Rusya ve Fransa, Irak’a yönelik bu saldırı
sebebiyle, Amerika’nın birinci devlet konumundan düşmesi için
tarihi bir fırsat yakalamışlardır. İngiltere’nin
yukarıda sözü edilen ikiyüzlü tavrının en önemli
gerekçelerinden biri budur. Yine Fransa ve Rusya’nın savaş
karşıtı tavır almaları ve devamlı olarak Amerika’yı
eleştirmeleri, savaş karşıtlarına suskun kalmaları, Irak’ı
destekler görünümde olmaları bu nedenledir. Buna ilaveten
Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra Amerikalı
siyasetçilerin ve düşünürlerin dillerine doladıkları “dünyanın
tek süper gücü” olma eğilimine karşı koymaktadırlar.
Bu
savaşın en önemli ve en çok üzerinde durulması gereken
boyutu ise, bu saldırının İslam’ı ve Müslümanları
doğrudan hedef alan bir saldırı olması itibariyle, apaçık
bir Haçlı Saldırısı olmasıdır. Sovyetler Birliği’nin
dağılmasından sonra Amerika ve yardakçısı İngiltere
yegane ideolojik tehdit olarak İslam’ı gördüler. Çünkü
İslam Ümmeti, 1.5 milyarlık büyük bir nüfusa sahip olduğu
gibi, stratejik ve hayati konumlara, topraklara ve zenginliklere
sahiptir. Üstelik geri kalmışlığının, sömürülmesinin,
ezilmesinin ve katledilmesinin de farkına varmaya
başlamıştır. Onlarca küçük devlete bölünmüş, siyasi
ve askeri bir bütünlükten yoksun kalmış olduğu gerçeğini;
tek bir devlet, tek bir ümmet, tek bir siyasi bütünlük, tek
bir askeri kuvvet olarak değiştirme eğilim ve hareketleri
hızla yükselmiştir. Sömürgeci kâfirler de bunun kendileri
için ne derece tehlikeli bir gelecek olduğunun
farkındadırlar. Bu bakımdan hem bu gidişatı durdurmak, hem
kurulacak tek bir siyasi oluşumu geciktirmek, hem Müslümanları
katletmek, hem servetlerini yağmalamak, hem de bölge haritasını
bu amaçları doğrultusunda yeniden şekillendirmek için
Amerika liderliğinde bir Haçlı Savaşı
başlatmışlardır. Bu savaşı da birtakım Haçlı
Saldırıları şeklinde merhaleler haline getirmişlerdir.
Bu Haçlı
Savaşı’nın birinci merhalesi, 11 Eylül’ün intikamı ve
Taliban yönetimi ile el-Kaide’nin bitirilmesi bahane edilerek
Afganistan’a yönelik yapılan Birinci Haçlı Saldırısı’dır.
İkincisi, Beyaz Saray’ın şeytanları tarafından yeşil
ışık yakılan ve azgın yahudi celladı Şaron tarafından
Filistin Müslümanlarına yönelik yapılan İkinci Haçlı
Saldırısı’dır. Üçüncüsü ise, bilhassa Pakistan
devlet başkanı Pervez Müşerref’in teşvik ve desteğiyle
Keşmirli Müslüman gruplara karşı Amerika’nın
direktifleriyle Hindular tarafından icra edilen Üçüncü
Haçlı Saldırısı’dır. İşte Irak’a ve onun Müslüman
halkına yönelik bu son saldırı, bu Haçlı Seferleri
serisinin mevcut merhalesi olan Dördüncü Haçlı
Saldırısı’dır.
Ocak
ayının son haftasında Dünya Ekonomik Forumu adı altında
İsviçre’nin Davos kasabasında yapılan toplantı
sırasında, ABD Dışişleri bakanı Colin Powell birçok ülke
yetkilileri ile görüşmüş ve onları Irak’a yönelik savaşlarında
haklı olduklarına ikna etmeye çalışmıştı. O kadar ki,
Powell Davos’a gitmeden önce 27 Ocak’ta, Washington Post
gazetesinin haberine göre, kendilerine bir düzine ülkenin koşulsuz
boyun eğdiğini söylemiştir. Davos’da Powell ile görüşmesinden
sonra Abdullah Gül de şunları söylemişti: “Biz,
bütün kaygılarımızı ortaya koyduk. Onlar, neler düşündüklerini
anlattılar. Bizim son girişimimizi, barış inisiyatifimizi,
yaptığımız toplantıyı çok değerli bulduklarını ve
bunların başarılı olmasını da arzu ettiklerini söylediler.
Çünkü, savaşı da aslında kimse istemiyor. Savaşsız bir
çözüm herkesin tercih ettiği bir çözümdür. Bunu Dışişleri
Bakanı Powell da açık açık söyledi.”
[25.01.2003, Milliyet]
Başta
AKP lideri ve Başbakan Tayyip Erdoğan ve Dışişleri bakanı
Abdullah Gül olmak üzere, AKP hükümeti faaliyet yönünden
aktif bir tablo sergilemektedir. Muhakkak ki bu aktiflik,
Türkiye halkının veya İslam Ümmetinin hayrına olan
bir aktiflik değil, tam tersine Amerika’yı memnun etmeye yönelik
bir aktifliktir. Çünkü AKP hükümetinden sadır olan
neredeyse tüm hareketler, Amerika’nın hoşnutluğuna yöneliktir.
Nitekim AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, 11 Eylül
saldırılarının yıldönümü nedeniyle ABD Başkanı George
W. Bush'a gönderdiği mektupta şöyle diyordu: “AK Parti
olarak bizler, terörün dini, ırkı ve milleti olmadığına
inanmakta ve terörün her türlüsünü lanetlemekteyiz. Bu
vesileyle başta ABD olmak üzere bütün dünya devletlerinin
terörizme karşı ortak cephe oluşturmasının kaçınılmazlığına
olan inancımızı teyiden bildirirken, terörü doğuran
şartların da ortadan kaldırılması yönünde önlemler almanın
ne kadar aciliyet arz ettiğinin farkında olduğumuzu bildirmek
isterim. Bir kez daha 11 Eylül 2001 tarihinde meydana gelen vahşetin
sorumlusu olan canileri tel’in ederken, dost ve müttefik
ABD'ye ve Amerikan halkına esenlikler dilerim.” [Anadolu
Ajansı, 13.09.2002]
Yine
5 Şubatta Irak konusunun tartışıldığı 4,5 saatlik
Bakanlar Kurulu toplantısının ardından gazete ve
televizyonların Ankara temsilcileriyle bir araya gelen Abdullah
Gül gazetecilere, “Artık ABD’yle birlikte hareket
edeceğiz” açıklamasını yapmıştı.
Hiç
şüphe yok ki, AKP hükümetinin Irak’ı hedef alan bu Haçlı
Saldırısı’ndaki yeri, kâfirlerin yanı oldu. Öyle bir ihanet,
alçaklık, kölelik ve zillet tablosu sergilendi ki, Tayyip
Erdoğan ve Abdullah Gül’ün Amerikan ajanı ve onun sadık
hizmetçileri olduğunda herhangi bir kuşku kalmadı. Fakat bu
ajanlık ve hizmetçiliklerini öylesine sinsi bir üslupla
gizlediler ki, toplum ve medyanın büyük bir kısmı henüz bu
şereften mahrumiyet ve ihanetin farkına varamamıştır.
Öncelikle
ikinci tezkerenin Meclise gelişinde başlamak gerekiyor.
Tezkere 1 Mart tarihinde oylanmadan önce AKP, grup kararı
almadı. Oylama, gizli oylama usulüyle yapıldı. Abdullah Gül
bir açıklamasında Amerika’ya işaret ederek, “Artık
bu kadar baskı yeter!” dedi. Aynı gün Meclis Başkanı
Bülent Arınç, “Anayasanın 92. maddesi gereğince,
uluslararası meşruiyet gerekli, BM kararını bekleyin”
dedi. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, “Tezkere
Meclise geldikten sonra, benim ne düşündüğümün önemi
kalmaz” şeklinde demeç
verdi. O zaman Başbakan yardımcısı olan Ertuğrul Yalçınbayır
“Mecliste oy vermeyebilirim. Bu kararın Meclisten çıkmayacağını
umut ediyorum” dedi ve askerlerin ağırlığının
bulunduğu Milli Güvenlik Kurulu ise, bu hususta herhangi bir
tavsiye kararı almadı.
Tüm
bunlar bir araya getirildiğinde, açıkça tezkerenin meclisten
çıkmasının istenmediği anlaşılmaktadır. Zaten bu
tezkerenin oylanmasının ardından, Tayyip Erdoğan’a
başbakanlık yolunu açan Siirt seçimleri vardı ve tezkerenin
reddedilmesi bu seçimlerde Tayyip Erdoğan’ın seçilmesinde
önemli bir faktör oldu. Gerçi tezkere kabul edilseydi, Tayyip
Erdoğan -hile ve desiseyle de olsa- yine seçimleri kazanacaktı.
Bununla beraber halk arasında, sanki AKP Amerika’ya
karşı direniyor havası oluştu. Tezkerenin meclisten çıkmaması
bu atmosferi oluşturduğu gibi, halk arasında AKP’ye karşı
varolan tepkiyi de bertaraf etmiş oldu. İşte sinsilik burada
başladı. Çünkü AKP hükümeti “hükümetin yetkisi
dahilinde” denilerek, Amerika’nın tezkere kapsamında
bulunan tüm isteklerini yerine getirdi. Amerika’nın Akdeniz’deki
limanlara yığınak yaptığı çok sayıda askeri malzeme ve
teçhizat Şanlıurfa, Gaziantep ve Mardin gibi Güneydoğu
Anadolu’daki şehirlerde kiralanmış arazi ve fabrikalara gönderildi.
Limanlarda yapılan işler, medyadan ve kamuoyundan gizlendiği
için askeri malzemeler dışında başka nelerin getirildiği
tam olarak bilinmemektedir. İddialar arasında 20.000 askerin
de bu yolla getirilerek, daha sonra Kuzey Irak’a
taşındığı bilgisi de bulunmaktadır.
Powell’ın
1 Nisan tarihinde yaptığı Ankara ziyareti haber alınır
alınmaz da, tüm bu malzeme ve techizatlar, “insani yardım”
yalanıyla tırlara yüklenerek Kuzey Irak’a taşındı. Daha
önce 20 Martta, “hava sahasının kullanımı” konusunda
kabul edilen tezkere çerçevesinde, Kuzey Irak’a paraşütle
çok sayıda kâfir askeri gönderildi. Ayrıca özellikle
İngiltere’nin Fairford havaalanından kalkan bombardıman uçakları,
Türkiye hava sahasını kullanarak Bağdad, Musul, Basra ve
Nasıriyye kentlerini harabeye çevirdi. Tonlarca bombayı Türkiye
hava sahasını kullanarak İslam ümmetinin nadide
beldelerinden olan Irak’a ve onun mazlum halkının başına
yağdırdılar. Bununla da yetinmediler. Irak’a bombalamak
üzere havalanan uçaklara havadan yakıt ikmali yapılmasına
izin verdiler. Daha da kötüsü, Powell kâfirinin emri
üzerine, Irak’a Müslümanlar tarafından vurulan uçakların
Türkiye’de tamir edilmesi ve yaralanan haçlı savaşçılarının
Türkiye’de tedavi edilmesine razı oldular. Tüm bunları da
insani yardım (!) adı altında yaptılar. Gönderilen askeri
malzemeleri de aynı mazeret altında gönderdiler. Gerçekten
insani yardım kapsamına giren yiyecek-içecek gibi
gönderileri de, Irak’ta helak olan Müslüman halka değil,
yiyecek sıkıntısı çeken kâfir askerlerine ve onların Irak
halkından olan işbirlikçilerine gönderdiler. Ayrıca daha
önce Amerika, Türkiye ile birlikte 50 kadar ülkeden Iraklı
diplomatların kovulmasını istemişti. Bu istek (emir) Powell’ın
ziyaretinden ve Amerikan Kongresi’nde Türkiye’ye verilecek
1 milyar dolarlık yardımın gündeme gelmesinin ardından
derhal icra edilerek, 5 Nisan tarihinde Türkiye’de bulunan 3
Iraklı diplomat sınır-dışı edildi. Kuzey Kıbrıs’ta
Denktaş ile yaptığı basın toplantısında bir gazetecinin
"Iraklı 3 diplomatın sınır-dışı edilmesinin gerekçesi
nedir?" şeklindeki sorusuna Gül şöyle cevap verdi:
"ııı eeaa ıı... Bu sorunuza Türkiye'de cevap
versek olmaz mı?.. madem bu kadar ısrar ediyorsunuz. ııı
eeaa ıı Türkiye'de emniyet kuvvetlerimiz vardır, istihbarat
teşkilatımız vardır. Eğer bazıları diplomatik yetkilerini
aşacak çalışmalar içerisinde olursa, bu kuruluşlarımızın
tedbir alma hakkı vardır." Fakat nedense, bu Iraklı
diplomatların hangi yasadışı faaliyetler içerisinde
bulundukları sorulmadı veya sordurulmadı.
Tüm
bu alçaklık ve rezilliklere rağmen, hiçbir şekilde
utanmadan ve sıkılmadan, Amerika ile dost ve müttefik
olduklarını tüm dünya kamuoyuna ilan ettiler. O kadar ki,
Powell kâfirinin Ankara ziyareti sırasında düzenledikleri
ortak basın toplantısında, Dışişleri Bakanı hain Abdullah
Gül; “Türkiye koalisyon içindedir ve müttefiki ile
birlikte hareket etmektedir” açıklamasını yaptı.
Tepkiler üzerine ertesi gün, “Ama Türkiye savaşa açıkça
katkı veren bir ülke değildir. Sınırımızdan geçen
araçlar kesinlikle asker taşımamaktadır, silah
taşımamaktadır” diyecek kadar alçaldı. Kukla
başbakan Tayyip Erdoğan ise sözünü sakınmadan, her
fırsatta Amerika ile birlikte olduklarını, ona tam bir
sadakat ve itaatle bağlı olduklarını, onun verdiği sözlere
tam bir güvenle güvendiklerini ilan etti. 23 Mart tarihinde
TRT televizyonunda yaptığı Ulusa sesleniş konuşması, bunu
teyid etmektedir. Orada şu sözleri sarf ediyordu: “...Türk
hava sahasının yabancı hava unsurlarına açılması, Türkiye'nin
menfaatine olup Amerika ile müttefik olmamızın gereğidir...”
Buna
ilişkin olarak, 1991 Körfez Savaşı sırasında Amerika’nın
Türkiye büyükelçisi olan Morton Abramowitz, Türkiye’nin,
Amerika’nın destek talebine sonunda nasıl karşılık
vereceği konusunda şöyle konuşuyordu: “İyimserim. Türkiye
ve Amerika, her ikisi için tatmin edici bir düzenleme
üzerinde anlaşacaktır. Bu yönde gelişmeler olduğunu
sanıyorum. 1991’de olduğu kadar ve Amerika’nın istediği
kadar hızlı bir şekilde sonuca ulaşamayabiliriz. Ama bence Türkiye,
en yakın müttefiki Amerika’yla ilişkisine büyük değer
verir ve Amerika’yı küçük düşürmek istemez. Ayrıca Türkiye,
Amerika bu savaşa girme kararı verdiği takdirde yapacak bir
şeyi olmadığını da bilir.” [19.01.2003, Amerika’nın
Sesi Radyosu]
CHP’nin
bu konudaki tavırları ise gerçeği yansıtmamaktadır. CHP
yetkilileri ve özellikle başkan Deniz Baykal her fırsatta
savaşa karşı olduklarını, barış istediklerini, meclisteki
oylamada karşı oy kullanacaklarını dile getirmektedirler.
Fakat bu doğru değildir. Eğer bugün AKP iktidarı yerine CHP
iktidarı olsaydı, AKP’nin yaptıklarından geri kalmazdı.
Zira CHP de AKP gibi Amerikan yörüngesindedir. CHP’nin
bu tavrı, zaten pişeceğini bildikleri ve içmek istedikleri
çorbanın altını söndürmek istediğini iddia etmesi
gibidir. Eğer tezkerelerin meclisten çıkmasında
CHP’nin desteğine ihtiyaç hasıl olsaydı, kesinlikle
desteğini esirgemezdi. Nitekim hava sahasının kullanımına
izin veren tezkerenin mecliste oylanmasından önce, grup kararı
almamış olmaları bunun küçük bir emaresidir. Kısacası
CHP’nin yaptığı, göstermelik muhalefetten ve mevcut fırsatı
lehine çevirme çabasından ibarettir.
Hele
barış girişimlerine gelince; ilk olarak Abdullah Gül’ün
Arap ülkelerini [Suriye, Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan ve
İran] ziyaret etmesi ile başladı, sonra Kürşat Tüzmen’in
Irak gezisi ile devam etti ve nihayet Arap liderlerin İstanbul’da
toplanmasıyla son buldu. Bu girişimler her ne kadar “barış
girişimleri” veya “savaşsız bir çözüm” çabaları
şeklinde lanse edilse de hakikat böyle değildir. Türkiye AKP
hükümeti vasıtasıyla Amerika’ya tümüyle teslim olduğu
halde, barış girişimi de ne oluyor? Üstelik Türkiye’nin
barış kurabilme imkân ve gücü mü vardır ki, böyle bir
girişimde bulunuluyor? Madem bunlar gerçekten
savaşı önlemeye yönelik barış girişimleridir, neden
savaşı başlatan ve tahrik eden Amerika ve İngiltere açıkça
uyarılmamış veya neden Amerika ve İngiltere’ye savaşı
durdurma çağrısı cesurca yapılmamıştır? Neden bu kâfirlerin
haksız ve adaletsiz bir saldırıda bulunmak istedikleri açıklanmamıştır?
Eğer Türkiye gerçekten savaşın olmasını istemiyorsa
yapacağı tek şey; tüm Batılı özellikle Amerikan askeri
kuvvetlerini, istihbarat servislerini ve ekonomik yatırımlarını
Türkiye topraklarından kovmak ve Amerika’yı Irak’a
saldırması halinde Türkiye’ye saldırmış sayarak Amerika’ya
karşı savaşacağını ilan etmektir. Savaşı durdurmanın Türkiye
açısından bundan başka hiçbir yolu yoktur. Kaldı ki bu
barış girişimleri, gerçekten barış istemek değildir.
Zaten bu, 23 Ocak’ta düzenlenen İstanbul toplantısının
sonuç bildirgesinden açıkça anlaşılmaktadır.
Oysa
Müslümanlara ve onların liderlerine yakışan şey izzetli
bir tavır ortaya koymaktı. O sonuç bildirgesinde, Irak’ın
Birleşmiş Milletler kararlarına uyması gerektiği, BM Güvenlik
Konseyi’nin bu hususta karar verme durumunda olduğu, Irak’ın
kitle imha silahlarından arındırılması gerektiği, Irak’ın
bölgede bir tehdit unsuru olmaktan vazgeçmesi ve BM silah
denetçilerine tüm kolaylıkları göstermesi gerektiği gibi
hususlara yer verildi. Halbuki sonuç bildirgesinde; Amerika ve
İngiltere’nin sömürgeci düşman devletler olduğu, bu
nedenle onların yeryüzünden silinmesi ve bunun için İslam
memleketlerinin tüm yöneticilerinin birleşmesi gerektiği,
Amerika’nın Irak’a saldırması halinde tüm halkı Müslüman
ülkeleri karşısına alacağı, Birleşmiş Milletler’in
Batı sömürgeciliğinin en büyük maşası olduğu ve Müslümanların
işlerine ve problemlerine burnunu sokamayacağı, Irak’ın
silahsızlandırılmasının onun savunmasız bırakmak
anlamına geleceği için kabul edilemeyeceği ve bunun için BM
silah denetçilerinin derhal Irak’tan kovulması gerektiği ve
diğer halkı Müslüman ülkelerin bu hususta Irak’ın
yanında yer alacağı, BM ambargoları sebebiyle yıllardır
perişanlık çeken mazlum Irak halkına her türlü desteğin
verileceği, açık bir şekilde ilan edilmeliydi.
Eğer
böyle bir tavır gösterilseydi, Amerika, İngiltere veya
diğer herhangi bir kâfir devlet, Irak’a ve mazlum halkına
saldırmaya kat’iyyen cesaret edemezdi. Fakat öyle olmadı.
Tam aksine toplantıya katılan tüm ülkeler, adeta Amerika’nın
savaşının meşruiyetini kabul ettiler. Çünkü toplantının
sonuç bildirgesinde Amerika’ya yönelik veya Amerika’yı
incitecek veya kitle imha silahları zengini yahudi
varlığını esas alan tek bir kelime yer almadı. Yine 17
Şubatta Kahire’de toplanan Arap Birliği dışişleri
bakanları toplantısında da Amerika’ya hiç dokunulmadı. Tüm
bunlara bakınca, bu ülkelerin savaşı önlemek gibi bir
niyetlerinin olduğunu söylemek siyasi gerçeklerle bağdaşmaz.
Çünkü bu ülkelerdeki iktidarlar Amerika sayesinde ayakta
durmaktadırlar. Bunların asıl amacı Müslüman kanı
akmasını önlemek değil, bilakis Amerika’nın hiçbir
zayiat vermeden, tek bir kurşun atmadan, bir tek Amerikan
askeri ölmeden, Irak’a yerleşmesini sağlamaktır. Böylelikle
bölgeye Amerikan müstemlekeciliğinin bayrağını dikmektir.
Binaenaleyh sözde barış girişimlerinin ve ilgili
ziyaretlerin şu maksatları taşıdığı görülür:
1.
ABD politikaları doğrultusunda oluşan yeni AKP
iktidarının, Türkiye’de hala güçlü bir şekilde var
olan Amerikan karşıtı güç odakları tarafından
yıpratılmasını ve %90’ından fazlası savaşa karşı
olan Türkiye kamuoyuna savaşa karşı olduklarını,
savaş istemediklerini ve barış için ellerinden gelen
tüm çabayı gösterdiklerini anlatmaya çalışmak ve
halkın gözündeki itibarlarının düşmesini önlemektir.
Bu açıkça göstermektedir ki AKP, savaşı önlemek için
değil, “elimizden geleni yaptık” diyebilmek için çalıştı
ve şu anda bu yalanlarını pişkin pişkin insanların gözünün
içine baka baka savunmaktadırlar. Nitekim Financial Times
gazetesinde “Ankara’nın işi zor” başlıklı
makalede bu durum; “AKP hükümetinin temel amacı
kamuoyuna savaşı önlemek için elimizden geleni yaptık
mesajı vermektir” şeklinde vurgulanmıştı.
2.
İkincisi ise, Amerika’nın savaş maliyetini azaltmak için
Saddam ve hanedanının Irak’tan kovulmasını
sağlamaktır. Çünkü Amerika savaş yoluyla Irak’ı ele
geçirirse, bunun sadece Amerika’ya faturası yaklaşık
100 milyar dolar olacaktır. Elbette savaşa yardımcı olan
Türkiye, Kuveyt, Katar ve Suudi Arabistan gibi devletlerin
zararları bunun 3-4 misli olacaktır. Mesela 1991’deki Körfez
Savaşı’nın tüm maliyetinin yaklaşık %25’i Amerika’ya
fatura edilirken, geri kalan %75’lik zarar bu Arap
ülkelerine ödettirilmişti. İşte Amerika bu cüz’i
giderini de bedavaya getirmek ve zaten yüzlerle ifade
edilen askeri kayıplarını sıfıra indirmek için savaşsız
bir çözüm yani Saddam ve çevresindeki aile ve ahbaplarının
Irak’tan kovulmasını kârlı bulmaktadır. Barış
girişimleri bunu gerçekleştirmek için AKP hükümeti
tarafından yerine getirilmektedir. Nitekim özellikle Arap
liderlerini bir araya getiren bu barış görüşmelerinin,
Saddam’a “vazgeç” mesajları ile sona ermesinin
sebebi budur. Yoksa Irak topraklarının yağmalanmasını
veya masum Irak halkının kanının akmasını engellemek için
değildir. Tayyip Erdoğan’ın, 14 Ocak’ta Çin’e
giderken uçakta, Irak’taki durumun değişebileceğini
belirtmesi ve Devlet Bakanı Kürşat Tüzmen’in ticari bağlantılar
bahane edilerek Irak’a gönderilmesi, Türkiye’nin
Amerika’nın istekleri doğrultusunda, Saddam’ın savaş
olmadan görevi terk etmeye ikna edilmesi politikalarını göstermektedir.
Kısacası barış görüşmeleri tek taşla birçok kuş
vurmak üzere planlanmıştır. Zaten Colin Powell ve Donald
Rumsfeld’in memnuniyet içeren açıklamaları bunun içindi.
ABC televizyonunun "This Week" programına
katılan Rumsfeld ABD’nin, muhtemel bir savaş suçları
davasına karşı Saddam’a dokunulmazlık önermek
niyetinde olup olmadığı sorusuna karşılık, "Eğer
bir savaşı önleyecekse, ben kişisel olarak Irak üst
düzey yönetimi ve ailelerinin diğer ülkelere sığınabilmeleri
için bazı düzenlemeler yapılmasını öneririm ve bunun
bir savaştan kaçınmak için adil bir alışveriş
olduğunu düşünüyorum." dediği gibi, ABD
Dışişleri Bakanı Colin Powell da CBS televizyonuna
yaptığı açıklamada Saddam’ın sürgüne gitmesi
fikrine sıcak baktığını söylemesi bunun en açık göstergesidir.
Yine Abdullah Gül, MİT'in Marmara Köşkü'ndeki gizli
toplantıda Irak Devlet Başkan yardımcısı Taha Yasin
Ramazan'la yaptığı 3 saatlik gizli görüşmede 1991 Körfez
Savaşı sonrası gelişmeleri ayrıntılı bir şekilde
değerlendirdi ve Amerikan savaş teknolojisinin bu sürede
ne kadar geliştiğini örnekleriyle Ramazan'a anlattı.
Irak'a dakikada düşecek bomba sayısına kadar
ayrıntılara inen Gül, net bir şekilde ‘‘lütfen
halkınızı düşünün’’ mesajı verdi. [07.02.
2003, Hürriyet] Yani “Çekin gidin, Irak’ı Amerika’ya
savaşsız teslim edin” mesajı verdi. Yine Rumsfeld’in
“Savaşın durduracak tek şey, Irak’ın savaşsız
teslim olmasıdır” şeklindeki demeci de bunu beyan
etmektedir.
Abdullah
Gül’ün 8 Şubatta TRT’de yaptığı Millete Sesleniş
konuşmasında söyledikleri, bu maksatları teyid eder
niteliktedir: “Barış ışığı var oldukça Türkiye o
ışığı güçlendirmek için daima her türlü çabayı gösterecektir.
Fakat barış da en az savaş kadar somut gerçekler üzerine inşa
edilmelidir. Yani barışı getirecek adımları sonuna kadar
atmak gerekiyor. Sizlerle açık konuşmam gerekiyor. Bütün bu
çabalara rağmen barış, ümitlerinin tükendiği bir anda
gelebilir... Ama artık herkesin anlaması gereken bir şey var:
Gün sorumsuz beyanlarda bulunma günü değil; ülkemizin,
milletimizin çıkarları için birleşme günüdür, dayanışma
günüdür...”
Amerika,
İngiltere ve İspanya liderlerinin, Haçlı Seferlerinin tarihi
karargâhı olan Azor Adası’nda 17 Mart tarihinde
yaptıkları zirvenin ardından, Bush tarafından Saddam’a 72
saat içerisinde ülkeyi derhal terk etmesi şeklinde bir
ültimatom verilince, Saddam teslim olmaya yanaşmayıp
direneceğini açıkladı. Bunun üzerine Tayyip Erdoğan ve
Abdullah Gül çetesi, “barış umutlarını
kaybettiklerini”, “bunun için büyük bir üzüntü
duyduklarını”, “günahın kendilerinden gittiğini”
büyük bir iştiyakla söylemeye başladılar. 23 Mart
tarihinde TRT televizyonunda yaptığı Ulusa sesleniş
konuşmasında Tayyip Erdoğan şöyle konuşuyordu: “AK
Parti iktidarı 'savaş olmasın' diye yapılacak her şeyi
yaptı, çalınacak her kapıyı çaldı ve el uzatması gereken
herkese elini uzattı. Savaşın tarafları olan Amerika
Birleşik Devletleri ve Irak yöneticileriyle defalarca konuştuk.
Avrupa Birliği ülkeleriyle, Rusya ile, Çin ile, İslam
ülkeleriyle ve komşu ülkelerle açıkça konuştuk. Her
gelişmeden sonra 'barış için atılacak adımlar hala
bitmedi; söylenecek sözler hala tükenmedi' diyerek barış
adına ısrar ve çabamızı sürdürdük. Tabii ki, olup biteni
görmezlikten gelemezdik ve muhtemel gelişmelere göre
tedbirler aldık. Barış için tüm çabalar bittiğinde;
savaşın bir an önce bitmesi, savaş sonrası barışın bir
an önce kurulması, ülkemizin esenliği, güvenliği ve
geleceği için tedbirler almaktan geri kalamazdık... Hükümetimizin
tercihinin savaşla barış arasında değil, her halükarda yanı
başımızda yaşanan bir savaşın Türkiye'ye etkilerinin nasıl
sınırlanabileceği, yani bu işten en az zararla nasıl çıkabileceğimiz
yönünde olduğu iyi bilinmelidir. Bizim çabamız, Türkiye'nin
yüksek menfaatlerinin, ülkemizin bölgedeki konumunun ve
Amerika Birleşik Devletleri ile yakın ilişkilerimizin
dokusunun özenle korunmasına yöneliktir... Irak'ın Arap, Kürt,
Türkmen ve diğer bütün nüfus kesimleri aslında bizim
kardeşlerimiz, dostlarımız ve akrabalarımızdır... Bütün
bu konularda Amerika Birleşik Devletleri ile mutabakata
varılmıştır.”
Milli
menfaatler gerekçesiyle, Amerika’dan ekonomik yardım
alınmasına gelince; Amerika ikinci tezkerenin mecliste
oylanmasından önce, tezkerenin çıkması halinde Türkiye’ye
yardım olarak 6 milyar dolar veya kredi olarak 20 milyar dolar
vereceğini açıkladı. Kaldı ki bu 6 milyar doların 2 milyar
doları askeri borçların silinmesi şeklindeydi. Türkiye 10
milyar dolarda ısrar etti. Aslında bu ısrar, AKP’yi
yıpratmak isteyenleri ve savaş karşıtlarının bir
kısmını susturmak ve özellikle krizler içinde ekonomik
bunalımlar yaşayan halkın tepkisini bertaraf etmek içindi.
Bununla beraber askerlerin (özellikle MGK’daki
askerlerin) ABD’ye yönelik kuşkularının Amerika adına
giderilmesi içindi. Yoksa bu AKP çetesine kalsa,
efendilerinin memnuniyeti için bu işi bedava yaparlardı.
Fakat tezkere çıkmadı ve Amerika ekonomik paketinden vazgeçti.
Bunu fırsat bilen AKP hükümeti, adeta savaşı istemeyen
halkı cezalandırırcasına yüksek oranlarda zamlar ve vergi
artırımları yaptı. Öyle bir hava oluştu ki, sanki “Eğer
Amerika ile birlikte hareket etmezsek, ekonomik krizi aşmak için
kaynak bulamayız, siz de zillet içinde yaşamaya mecbur
kalırsınız. Bu zamları ve vergileri ödemeye müstahak
olursunuz” denilerek, halkın direnci kırılmak ve
nefreti bastırılmak istendi. Bu baskı başarılı da oldu ve
Amerika’nın Türkiye hava sahasını kullanmasına izin veren
tezkere meclisten bir çırpıda çıkıverdi.
Hava
sahasının açılmasına izin veren tezkerenin çıkması ve
Colin Powell’ın ziyareti sonrasında Türkiye’nin tam bir
lojistik üs haline getirilmesinden sonra, Amerikan hükümeti
Amerikan Kongresi’nden Türkiye’ye 1 milyar dolar yardım
veya 8.5 milyar dolar kredi verilmesini onayladı. Powell
ziyareti sırasında, genel olarak, şu isteklerde bulundu: “Size
bu parayı verelim. Kıbrıs’ta yardımcı olalım. Irak’ın
yeniden imar edilmesinde size bir şeyler verelim. Siz de insani
malzemelerimizi (!) Kuzey Irak’a geçirmemize izin verin. Ayrıca
gerektiğinde İncirlik Üssü’nü de kullanalım.”
Yardım
konusunda söylenecek söz şudur: Söz konusu ekonomik paket
ister yardım ister kredi şeklinde olsun, açıkça kiralık
katillik anlaşmasıdır. Amerika katliamında yardımcı ve
kollayıcı olması için Türkiye’yi kendisine ortak etmek
istiyor ve bunun için yardımcı katiline bir bedel tayin
ediyor fakat o bunu az buluyor. Meselenin bir yönü budur. Diğer
yönü ise şudur: Amerika’nın hedefi her şeyden önce Iraklı
Müslümanlardır. Dolayısıyla bu savaşta acı çeken, kanı
akan, yurtlarından kovulan, başlarına bombalar yağdırılan
Müslümanlardır. Oysa bir Müslümanın tek damla kanının
akıtılması bile Kâbe’nin taş taş yıkılmasından daha
üstündür. Ne var ki, Amerika’ya cinayetlerinde yardımcı
olmak büyük bir cürümdür. Hele hele bunu ulusal çıkarlar
ve milli güvenlik bahanesiyle yapmak zillettir. Çünkü Irak’ın
ve oradaki Müslümanların çıkarları bizim çıkarlarımız
ve onların güvenlikleri bizim güvenliğimizdir. Güvenliğimiz
tehdit altında ise, Irak sebebiyle değil ancak sömürgeci
Amerika ve İngiltere sebebiyle tehdit altındadır. Amerika bu
savaşından en az 2 trilyon dolar ganimet beklediği halde, AKP
hükümeti ondan devede tüy bile sayılmayacak derecede bir pay
istemektedir. Kaldı ki bu pay haram bir paydır. Zira bu 2
trilyon doların tamamı Müslümanlarındır. O paranın tek
kuruşu bile kâfirlere verilemezken, kâfirler o parayı
sahiplenmişler de bunların önüne birkaç kuruş atıyorlar.
Bunlar da utanç duymaksızın “iki kuruş” daha
atılmasını bekliyorlar.
Sonuçta
Hükümet savaşı önlemek yerine, ABD ile bu harekatın
pazarlığını yürütüyordu. Bir yandan Abdullah Gül, Tayyip
Erdoğan, Yaşar Yakış gibi hükümet yetkilileri savaş
olmasın diye demeçler verirken, diğer yandan Dünya Bankası
ile savaş zararları konusunda ABD Hazine Bakanlığı Müsteşarı
John Taylor ve Dışişleri Bakan yardımcısı Marc Grossman
ile görüşmeler yapıyordu. Sormak lâzım: Bu ne perhiz, bu
ne lahana turşusu!
Türkiye
açısından hayli önemli olan Kuzey Irak’taki Kürt gruplara
gelince; onları Afganistan’daki Kuzey İttifakı gibi düşünmek
zordur. Çünkü Kuzey İttifakı yıllarca Ruslarla savaşarak
tecrübe kazanmış, askeri tekniklere ve bölge jeolojisine vakıf
olmuş, kısmen nizami gruplardı. Üstelik karşılarında
Taliban’ın sistematik bir ordusu da yoktu. Kuzey Irak’taki
Kürt gruplar ise askeri açıdan yeterli tecrübesi olmayan,
askeri stratejilere ve bölge jeolojisine fazlasıyla vakıf
olmayan gayri nizami gruplardır. Karşılarında da fazlaca
profesyonel Irak askerleri vardır. Bu haliyle, -Kuzey
İttifakı’nın Afganistan’ı bitirmesi gibi- bu Kürt
grupların veya başka bir ifadeyle peşmergelerin, Irak’ı
bitirmesi mümkün değildir. Bu nedenle Amerika’nın Kuzey
Irak’a askeri sevkıyat ve destek kuvvetleri göndermesi
gerekti ki, bunu Türkiye hava sahasını kullanarak zaten
başlattı. Şimdilerde Körfez’e doğru hareket halinde olan
ve Irak’ın güneyine gelen 120.000 civarındaki ABD askeri de
Kuzey cephesine taşınacaktır. Bu ise İran veya Ürdün hava
sahası üzerinden olabilecektir. Nitekim İran hava muhalefeti
sebebiyle İran topraklarına düşen Amerikalı pilotları ABD’ye
teslim ederek sadakatini göstermiştir. Zaten İran’ın ABD’nin
İran hava sahasını kullanmasına yönelik bir izin tezkeresi
vardır. Ürdün ise çoktan hizmete hazır vaziyettedir. Şu
anda 30.000 ABD askeri Ürdün topraklarındadır. Pakistan da
bu noktada desteğini esirgememiştir. Aynı şekilde bu
transferin Pakistan üzerinden yapılması da muhtemeldir. Bu
askeri transfer ve yığınakların önemli bir nedeni de,
listede bulunan Suriye, İran, Suudi Arabistan gibi sıradaki
ülkelere karşı yapılacak herhangi bir müdahalenin hazırlığını
yapmaktır.
Kuzey
Irak’ın Türkiye açısından kıymetine gelince; Türkiye bu
hususta bilhassa iki mesele üzerinde durmaktadır. Birincisi Türkmenlerin
durumu ve ikincisi de Kuzey Irak’ta kurulması muhtemel bir Kürdistan
devletidir. Türkmenler konusu, Türkiye’nin Kuzey Irak ile bağlantısını
ve ilgisini sağlayan esasi bir noktadır. Türkiye devleti,
Türk soydaşlarının menfaatlerini gözettiğinden veya
onları koruduğundan değil, kendi çıkarlarına ve
efendilerinin maslahatlarına hizmetle bu alakayı koparmamakta
ve daima bir bahane olarak istismar etmektedir. Soydaşlıktan
kaynaklanan muhabbet iddiası tamamen yalandır. Çünkü daima
Orta Asya ve Doğu Türkistan’daki Türk asıllı müslümanların
“soydaşlar” olduğu söylenmekte, fakat onların hayrına
hiçbir iş yapılmamaktadır. Mesela AKP’li yetkililerin bu
yıl yaptığı ziyaretlerin ilk başında bizzat Tayyip
Erdoğan tarafından yapılan; Doğu Türkistan’daki
müslümanlara vahşice zulmeden, dayanılmaz işkencelere maruz
bırakan ve uydurma mahkeme duruşmalarıyla idam eden müşrik
Çin devleti ziyareti gelmektedir. Bunlara rağmen onlarla
dostluklarını sürdürdüler ve oradaki müslümanlar hakkında
tek bir kelime dahi konuşmadılar. Sadece bu örnek bile,
Türkmenlere gösterilen ilgi ve sevginin göstermelik bir yalan
olduğunu ispatlamaktadır.
Amerika’nın
Kürt Devleti projesi, 1991’den beri var olan ve Amerika’nın
yeni sömürgecilik anlayışı çerçevesinde bölgenin yeniden
şekillendirilmesinde anahtar bir projedir. Çünkü kurulacak
bir Kürt Devleti, sadece Irak’la sınırlı kalmayacak ve
belli bir süre sonra Suriye, İran ve Türkiye’den de toprak
koparabilecektir. Bu durum her üç ülke için hayati bir
mesele haline gelecektir. Amerika Dışişleri Bakanı Colin
Powell’ın Alman ZDF televizyonuna verdiği demeçte Suriye ve
İran’ı kitle imha silahları geliştirmek ve teröre destek
vermekle suçlaması ve Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in
yine İran ve Suriye’yi tehdit eden açıklamaları ve
İngiltere Dışişleri Bakanı Jack Straw’un “Suriye ve
İran’a yönelik bir savaşta yer almayacağız” açıklaması,
Kürt Devleti’nin geleceğine işaret
etmesi açısından önemlidir. 6 Nisan’da İran Dışişleri
Bakanı Kemal Harrazi’nin Türkiye’ye gelmesi ve 5 Nisan’da
Suriye Dışişleri Bakanı Faruk el-Şara’nın, Abdullah Gül’ü
Suriye’ye davet etmesi, bundan önce İran Dışişleri
Bakanlığı’nın “Türkiye
Kuzey Irak’a girmesin”
şeklinde ve (Yoksa biz de gireriz) anlamına gelen açıklaması,
bu hayati meselenin uzantılarıdır.
Türkiye
her ne kadar Amerikan güdümünde olsa da, hayati
konular devreye girdiğinde Amerika’ya isyan edebilecektir.
Kuzey Irak’ta bir Kürdistan devletinin kurulması, Türkiye’nin
geleceği ve güvenliği açısından hayati bir meseledir.
Hangi devlet olursa olsun, sömürgeci devletlere ne kadar bağlı
ve itaatkâr olursa olsun, kendisini alenen hedef alan hayati
bir tehlike hissettiğinde tepki gösterebilecektir. Birçok
yetkilinin bu husustaki açıklamaları ve en çok bu konu
üzerinde durmaları, Türkiye’nin hassasiyetine işaret eder.
Ancak bu hassasiyetin pratik yönü, tartışmaya açıktır.
Çünkü bu, irade ve kuvvet gerektirir. Kuvvetin varlığı
bile tek başına yeterli değildir. İrade olmadıktan sonra
her şey lafta kalacaktır. Bugün görünen şu ki, AKP yönetimindeki
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, olası bir Kürt Devleti’ni
hayati bir tehlike olarak algılayıp gereken kararlı tavrı gösterecek
iradeden mahrumdur. Bunu Tayyip Erdoğan’ın yaptığı bir
basın toplantısında, konu ile ilgili sorulan bir soruya
verdiği şu cevaptan anlamak mümkündür: “Kuzey Irak’ta
bir Kürt Devleti kurulmaması ve Kürt peşmergelerin Kerkük
ve Musul’a girmemeleri konusunda Amerikalı dostlarımızdan
kesin bir söz aldık. Amerika’nın bu sözüne güveniyoruz.”
Önemle
belirtilmesi gereken bir diğer husus ise; basın yayın
organlarında, televizyonlarda ve ajanslarda geçen haberlerdeki
inanılmaz çelişkiler ve yalan haberlerdir. Bunların birçoğunun
haber kaynağı, Batılı haber ajansları ve medya organları
olduğu için onların yalanları hızlı bir yayılım göstermektedir.
Bunların da Amerika ve İngiltere tarafından kiralanmış
oldukları, Batı’daki kamuoyunu yönlendirmeye ve yanlış
bilgilendirmeye çalıştıkları düşünüldüğünde bunun
Türkiye’deki medyaya da yansıdığı görülmektedir. Mesela
saldırının ilk günlerinde ortaya atılan ve sonra aksi söylenen
yalanlardan bir kısmı şunlardır: “Tarık Aziz kaçtı”,
“Taha Yasin Ramazan öldü”, “Saddam
yaralandı” “Umm Kasr
ele geçirildi” “Basra
kontrol altında” “Koalisyon
güçleri Bağdat’a girdi”
“Güneyde Şiiler Saddam’a
karşı ayaklandı” “Irak
askerleri, kendi halkını öldürmeye başladı”
gibi... Batılı kiralık medya dışında bu yalanların asıl
kaynağı, başta CENTCOM [Katar’daki Merkez Kuvvetler
Komutanlığı] Basın Merkezi olmak üzere, Rumsfeld, Powell,
Hoon, Straw ve ABD Genelkurmay başkanı Myers gibi Haçlı sözcüleridir.
Diğer tarafta Türkiye içinde birtakım gazeteci yazarlar,
rezil ifadelerle alenen kâfirlerin yanında yer aldıklarını
itiraf ettiler. Mesela Hürriyet gazetesinden biri, yazdığı
bir makalede “Amerikalı delikanlılar Körfez’de savaşmak
için bekliyorlar” derken CNN Türk televizyonunda bir
muhabir “İşte Irak’ı
vuracak silahlarımız...”
diyordu. Yine birçok tartışmada Amerika’nın
saldırısında tümüyle haklı olduğunu, Türkiye’nin
onlara destek vermekten başka çıkar yolunun olmadığını,
savaşın kaçınılmaz olduğunu ve benzeri görüşleri
ateşli bir şekilde savunan birtakım şarlatanlar türedi.
Son
olarak, Türkiye içinde son günlerde sıklaşan Savaş
Karşıtı eylemlere gelince; tüm dünyada savaş karşıtı
organizasyon ve gösterileri hazırlayan veya izin veren
ülkenin İngiltere olduğu bilinmektedir. Bu meselenin bir yönüdür.
Diğer yönü ise savaş karşıtlarının savaşa nasıl
karşıt olduklarıdır.
Savaş
karşıtlarının liderliğini sendikalar ve sivil toplum
kuruluşları yapmaktadır. Bunlar demokrasi esasına
dayanılarak kurulmuşlardır. Tüm çalışmaları demokratik
çalışmalardır. Aynı şekilde yaptıkları savaş karşıtı
gösteriler de bu demokratik esasa dayanmaktadır. Onlar savaşa
karşı çıkarken demokratik haklarını kullandıklarını söylemektedirler.
Bu yönüyle bunlara destek vermek büyük bir cürümdür. Diğer
taraftan bunların savaş karşıtlığı iddiası boştur.
Çünkü savaşı önlemek için yaptıkları işler çoğunlukla
savaşı hakikaten durdurabilecek işler değildir. Nitekim
onların savaştan önce dile getirdikleri şu istekleri bunu
desteklemektedir: “Birleşmiş Milletler’den ikinci bir
karar alınsın... BM Silah Denetçilerine ek süre verilsin...
Saddam’ın tehdit olmaktan çıkarılması için savaşsız
bir çözüm önerilsin... Bunun için BM Irak’ı
silahsızlandırarak savaşı engellesin... Türkiye barış
girişimlerine devam etsin...”
Hatta
bunların bir kısmı, ulusal çıkarlar ve milli güvenlik ile
bağdaştığı zaman, Amerika ile birlikte Irak’a karşı
savaşa girmek yani Müslüman kanı dökmekten veya Musul ve
Kerkük’ü işgal etmek yani Müslümanların ortak
servetlerini Amerika ile birlikte yağmalamak gerektiğini söylemekten
çekinmemektedirler. Sürekli televizyon ekranlarında boy gösteren
emekli generaller, eski büyükelçiler, akademisyenler ve
sözde araştırmacıların bir kısmı bunlardandır.
Komünistlerin
düzenlediği savaş karşıtı eylemler ise, tam da kendilerini
ifade eder tarzdadır. Sokaklarda, caddelerde kargaşa çıkarmak,
araçların dükkânların camlarını parçalamak, ortalığı
savaş meydanına çevirmek, içi boş sloganlar atmak bunların
klasik eylemlerindendir. Amerika’ya ve İngilizlere düşman
olmaları haklı olmakla beraber, bu düşmanlıkları hangi
sebepledir? Peki Irak’a saldıran Rusya olsaydı, yine aynı
tepkiyi verecekler miydi? “Evet” diyorlarsa iddiaları
yalandır. Çünkü Rusya yıllardır, Çeçenistan’daki
Müslümanları vahşice katlettiği halde neden aynı tepkiyi
vermiyorlar? Şayet “Hayır” diyorlarsa, niyetlerinin samimi
olmadığı açığa çıkar. Hal böyleyken sırf savaşa
karşı oldukları için ortak platformlar ve eylemler
bünyesinde onlarla bir araya gelen Müslümanlara ne oluyor?
Türkiye’deki
Müslümanlar Irak’a yönelik bir saldırıdan
rahatsızdırlar. Herkes de bunun farkındadır. Bu nedenle halk
arasındaki konuşmaların çoğunda Irak’a yönelik bu Haçlı
Saldırısı konuşulmaktadır. Tüm gözler gazetelerde,
televizyonlarda ve internettedir. Müslümanlar kâfirlerin
hezimetini ve verdikleri kayıpları duydukları zaman
sevinmekte, Müslümanların başlarına bombalar düştüğü,
ölülerin ve yaralıların içler parçalayan görüntülerini
gördükleri zaman da kahrolmakta ve kimi zaman ağlamaktadırlar.
Bununla beraber bu saldırının engellenmesi için neler yapılabileceğini
düşünmektedirler. İşte şu anda Türkiye’de Müslümanlar
tarafından organize edilen protesto eylemleri, cami çıkışlarındaki
gösteriler ve mitingler, bu hissiyattan kaynaklanmıştır.
Fakat bu eylemler içerik itibariyle boş, deşarja yönelik ve
amaçsız eylemlerdir. Çünkü oraya giden Müslümanların
eylem türü, demokratların eylem türü gibidir. Mesela “aydınlık
için bir dakika karanlık” gibi saçma sapan ve hiçbir işe
yaramayan eylemler veya miting meydanında avazının çıktığı
kadar bağırdıktan sonra, söylenenlerin gereği olan hiçbir
işin yapılmaması veya “emperyalizme karşı küresel
intifada” gibi doluymuş gibi görünen fakat hiçbir anlamı
ve pratik değeri olmayan sloganları yüceltmek veya ortak
noktaları olan savaş karşıtlığı çerçevesinde dinsiz,
komünist ve Kemalist gruplarla ortak eylemlerde bulunmak
gibi... Mesela sürekli barış ve ateşkes çağrıları
yapılmakta ve dünya barışı isteklerinde bulunulmaktadır.
Hangi barıştan bahsediyorlar? Hem kâfir savaşmaya azmetmiş
ve vazgeçmeye hiç niyeti yoktur hem de Allah Müslümanların
güçlü iken barışa çağırmamalarını emretmektedir. Hangi
ateşkesten bahsediliyor? Müslümanların yıllardır
kendilerini katleden, sömüren, aşağılayan, küçük düşüren
kafirleri ve onların uşaklarını, “tamam artık ateşkes
yapılsın, barış ortamı kurulsun, yaptıklarınız
yanınıza kâr kalsın, küfrünüz askeri olarak değil de
fikren ve siyaseten sömürünüz devam etsin” diyerek bırakmak
gerektiğini mi söylemeye çalışıyorlar? “Onlara Ahiret
azabı yeter, bu dünya azabına gerek yok” demeye mi çalışıyorlar.
Hangi dünya barışından bahsediliyor? Yeryüzünde Hak ile
Batıl, İslam ile Küfür, Doğru ile Yanlış, Siyah ile
Beyaz, Aydınlık ve Karanlık var oldukça, çatışma sürecektir,
İslam’ın hakimiyeti tamamlanıncaya kadar kafirlere
rahatlık yoktur. Cihad kıyamete kadar devam edecektir. Müslümanlar
bunu nasıl söyleyebilmektedir? Oysa bunlar hem şer’an
haram, hem de siyaseten yanlıştır. Doğru olan şudur:
yapılan eylemlerde sömürgeci kafirlere saldırılmakla
beraber Müslümanların yegane kurtuluşunun ümmeti birleştirecek,
Allah’ın hükümleri tatbik edecek, gaddar kafirlere karşı
Cihad ilan edecek bir Raşidi Hilafet Devleti’nin
kurulmasından geçtiği, bunun Allah’ın tüm Müslümanlar
üzerine yüklediği bir farz olduğu, yöneticilerin Amerikan
ve İngiliz kafirlerin güdümünde olan hainler olduğu, bugünkü
perişanlığımızın ve Müslümanlara musallat olan belaların
en temel sebebinin üzerine tatbik edilen küfür sistemleri
olduğu açık bir şekilde vurgulanmalıydı.
|