Soru 1:
Medya’da (Pakistan başkanı Pervez) Müşerref’in (Hindistan
başbakanı Atal Behari) Vajpayee ile 05.01.2004’de Güney
Asya Ülkeler Birliği (SARC) toplantısı münasebetiyle, SARC
işbirliği için bir araya geldikleri, 6 Ocak’ta
düzenledikleri basın toplantısından sonra
bildiriler yayınladıkları ve sonra Pakistan Medya bakanı
Şeyh Râşid’in, Keşmir hakkındaki müzakereler için her
şeyin hazır olduğunu söylediği belirtildi. Müşerref
basın toplantısında Keşmir konusundaki müzakerelerin
mücadelenin sona ermesiyle başlayacağını vurguladı. Bundan
Keşmir meselesinin çözülecek ciddi bir mesele haline geldiğini
anlayabilir miyiz? Yine Birleşmiş Milletler’in Keşmir’e
ilişkin kararlarına ne olacaktır?
Cevap 1:
1. Keşmir meselesi, Müşerref’in Amerika ziyaretinden bu
yana ciddi bir konu olarak masaya konulmuştur. O, 24.06.2003’de
Camp David’de Bush tarafından memnuniyetle karşılandı.
Ziyaret, Keşmir’e yönelik siyasî ve askerî hareketlilikte
bir dönüş (kırılma) noktasıydı. Bundan önce Pakistan’da
hiçbir yönetici, Hindistan ile görüşmeler yoluyla Keşmir’i
bölmek üzere bir çözüm ilan etmeye cesaret etmemişti. Bu
konudaki bütün siyasî teklifler aşikârdı ki, Keşmir’in
tamamının Pakistan ile birlikte Azad-Keşmir olması ve
Hindistan ile birlikte olan Camm-u Keşmir’in tamamının tek
ve ondan bağımsız olması şeklindeydi. Hindistan ise bunu
reddetmeye ve Camm-u Keşmir’i, 1956’daki Nehru Bildirgesi’nde
belirtildiği gibi onun bir parçası olarak görmeye alışıktı.
Bu ziyaretinde Müşerref, Yol Haritası’nı ve Keşmir
meselesinin Orta Doğu’ya göre çözülmesini tasdik ettiğini
açıkça ilan etti! ve Keşmir konusunda Hindistan ile kalıcı
bir çözüme ulaşılması için önemli ferağatlar (tavizler)
vermeye hazır olduğunu da ekledi. Söz konusu ferağatlar,
onun az önce belirtilen ziyareti sırasında, 26 Haziran’da
Washington’da Amerikan temsilcileriyle yapılan
tartışmalarda ele alındı. Sonra buna ilaveten, “aşırılar”
diyerek Keşmir’de savaşanları kastettiği Müslümanlara
karşı duracağını belirtti.
2. O zamandan sonra Müşerref, Müslümanların Keşmir’in
Hindistan işgaline karşı herhangi bir direniş göstermelerini
durdurmak ve sürekli taciz etmek için kanun üstüne kanun yayınladı.
Soruda belirtilen 05.01.2004’teki Vajpayee (Vecpayi) ile son görüşmesine
kadar, Hindistan ile Keşmir konusunda müzakere etmek için
pratik temeller koymayı sürdürdü.
3. Vajpayee 04 Ocak’ta İslamâbad’a vardığında,
Pakistan televizyonuna (PTV) kendisinin Müşerref ile görüşmeler
yapmaya hazır olduğunu söyledi ve Hindistan ile Pakistan arasında
Keşmir konusundaki diyalogun devam etmesinin gerekliliğini
vurguladı. Müşerref ile Vajpayee’nin 05 Ocak’taki görüşmelerinden
sonra Pakistan Medya Bakanı Şeyh Râşid, iki liderin -iki
saat süren- görüşmeleri esnasında, dediğine göre “karmaşık”
Keşmir meselesini ele aldıklarını belirtti. Her iki tarafın
kaynakları, onların Keşmir’e ilişkin diyalogun
başlatılması için ortak bir zemin bulmaya çalıştıklarına
değindi. Müşerref bilhassa geçen Aralık’ta, Hindistan ile
müzakereler önünde bir iyi niyet emaresi olarak Birleşmiş
Milletler çözümlerini bir tarafa koyma niyetini izhar etmişti.
Bunun sebebi, Hindistan’ın o dönemde, Keşmir’e
self-determinasyon [bir halkın kendi geleceğini tayin etmesi]
hakkı veren bu çözümleri reddediyor olmasıdır.
4. Bilinmektedir ki, Amerika Keşmir’e self-determinasyon
hakkının verilmesi için Birleşmiş Milletler çözümlerinin
arkasındaydı. Peki neden bundan vazgeçti ve Hindistan ile
Pakistan arasında Keşmir konusundaki müzakerelerin, Hindistan’ın
daima reddettiği ve Pakistan’ın da kabul edilmesini
istediği self-determinasyon olmaksızın yapılmasında ısrar
etti ve neden Pakistan şimdi müzakerelerde
bu şarttan vazgeçmeye hazır oldu? Bunun sebebi şunlardır:
Birincisi: Amerika, Hindistan’ın Güney Asya’da bir köşe
taşı olmasını istemektedir. Bunun içindir ki onu askerî ve
ekonomik yardımlarla desteklemektedir. Ta ki, Çin’e nazaran
kuvvetli bir konuma ulaşsın ve Çin’in Amerika’nın bölgedeki
çıkarlarını tehdit etmesi halinde bu riski kaldırmada onu
kullansın. Bu nedenledir ki, Hindistan’dan bu çıbanı yani
Keşmir meselesini kaldırmak istemektedir. Öyle ki, onun tüm
endişesi (uğraşısı) Çin’e karşı (kuvvetli) bir muhalif
olmaya dönüşsün.
İkincisi: Amerika, Hindistan’da (İngiliz yanlısı)
Konferans Partisi’nin geri dönmesinden korkmaktadır.
Çünkü o, (Vajpayee’nin) Cenata Partisi’nden ve
koalisyonundan çok daha köklüdür. Şayet Konferans Partisi’nin
popülaritesinin üstesinden gelmesine yeten bir aleniyet
kazanacak derecede Vajpayee’ye yönelik güçlü bir kamuoyu
bulunmazsa veya buna yakın bir destek olmazsa, işte böyle
olmazsa, Amerika’nın çıkarları tehdit altında kalacaktır.
Keşmir meselesi ise, Pakistan’daki Müslümanlar için olduğu
kadar Hindistan’daki Hindular için de hayatîdir. Bu
meselenin bu şekilde yani self-determinasyon olmaksızın
çözülerek Hindistan’ı memnun edecek olması, Cenata
Partisi iktidarını yönetim için destekleyecek bir kamuoyunun
elde edilmesine yol açacaktır. Amerika daha önceleri de
Pakistan, Karcil’den Keşmirli mücahidleri ve onları
destekleyen Pakistan ordusunu çıkardığında 1999’daki
Karcil olayında Vajpayee’yi desteklemişti. Müşerref o
zaman Genelkurmay Başkanıydı. Vajpayee’nin bu krizden
kurtarılması, onun olaydan sonra yapılan seçimlerdeki başarısına
yol açan muazzam bir aleniyet oluşturmada etkin olmuştu.
Üçüncüsü: Birleşmiş Milletler’in önceki
çözümleri yayınlandığında, Hind yarımadasında İngiliz
nüfuzu zirvedeydi ve o dönemde self-determinasyon siyaseti,
eski sömürgeciliği kaldırmak için olan bir Amerikan
üslubuydu. Bugün hem Hindistan hem de Pakistan, Amerikan yanlısı
iktidarlara sahiptir ve aralarındaki çözüm tartışmaları,
bölgede istikrarı sağlayarak Amerikan menfaatlerine hizmet
etmek ve tamamen Amerikan siyasetini tatbik etmek içindir.
Dolayısıyla diyebiliriz ki, Keşmir meselesinde, Hindistan ile
Pakistan arasında çözülmesi amacıyla ciddi adımlar
atılmaya başlanmış ve Birleşmiş Milletler’in
self-determinasyon hakkındaki çözümleri artık Keşmir’in
herhangi bir şekilde çözülmesinde Pakistan’ın koymak
istediği eski bir şart olmaktan ibaret kalmıştır. Hatta Müşerref,
ondan vazgeçmeye hazır olduğunu da beyan etmiştir.
Soru 2:
Amerikan başkanı, 21.01.2004’deki Anlaşma (ittihad) hali
hakkındaki konuşması sırasında “Orta Doğu’da barış”
hususunda herhangi bir şeye değinmedi. Nitekim görüldü ki,
Bush şu anda seçim ve müteallik etkenleri ile uğraşmaktadır.
Şimdi soru şudur: Suriye başkanının (Beşşar Es’ad’ın)
medyada bahsedilen 8 Ocak şafağında başlayan ve Türkiye’nin
Suriye ile İsrail arasında arabuluculuğu anlamına gelen
ziyaretini ve yine Suriye’nin soruşturulması yasasından
sonra Amerika ile ilişkilerini nasıl anlayabiliriz? Bu,
Amerika’nın Orta doğu meselesi hakkında endişelendiği
anlamına gelir mi?
Cevap 2:
Seçimler hakkında söylediklerinizin Bush’un esasi meşguliyeti
olduğu doğrudur. Onun seçimler hususunda yöneldiği şeyler,
kendisine ihtimam ve ehemmiyet kazandıran şeylerdir. Böyle
olmayan şeylere bu seçimlerde önem vermemektedir. Konuşmasında
Irak’tan bunun için bahsetti. Zira onun ordusu oradadır ve
ordusuna karşı tekerrür eden hamleler (saldırılar) seçmenleri
etkilemektedir. Bu konuyla, bu hamleleri azaltmak için elinden
geleni yapmaya çalışarak uğraşmasının nedeni budur. Seçimler
meselesine etki edebilen herhangi bir diğer konu da aynı
şekildedir.
Dolayısıyla Amerika şu anda Orta Doğu krizi ile fiilen
uğraşmamaktadır. Ne Suriye izlerine ne de Filistin izlerine
bakmaktadır. Amerika sadece, krizin bölgede bir savaşın
patlak vermesine yol açması halinde devreye girecektir.
Çünkü o seçimler ile meşgul iken yeni ateşler
yakılmasını ve ordusunun Afganistan ve Irak’ta
yıpratılmasını istememektedir. Bununla birlikte Orta Doğu
krizi nedeniyle bir savaşın patlak vermesi, -en azından
yakın gelecekte- mümkün değildir.
Medya yer aldığı gibi, Suriye ile İsrail ve Suriye ile
Amerika arasında Türkiye’nin arabuluculuğu meselesine
gelince; Suriye’nin soruşturulması yasası nedeniyle bu, bu
ziyaretin gerçek hedefi değildir. Suriye ile İsrail
arasındaki görüşmelerin arabulucuya muhtaç olmamasının
sebebi budur. Zira Madrid Konferansı’ndan beri onlar
arasındaki görüşmeler duyurulmuş, devam etmiş ve
devletlerarası siyasete veya bir başka ifadeyle Amerikan
siyasetine göre durdurulmuştur.
Duyurulan durumda her nasılsa durmuştu. Fakat gizli durumda
ortamın gerektirdiği biçimde devam etmiştir. Geçen hafta,
Suriye ile İsrail arasındaki gizli görüşmelerin son
zamanlara kadar devam ettiği anlaşılmıştır ve bu ifşa
edildiğinde durdurulmuştur.
Suriye ile Amerika arasındaki meseleye gelince; o
arabulucuya muhtaç olmaktan uzaktır. Amerika ile Suriye
arasındaki yol, hiçbir engele sahip değildir. Suriye’nin
soruşturulması yasası ise, bunların hiçbirine etki etmez.
Dikkatleri çeken şey yasanın, cezalarda diplomatik temsil
standartlarının azaltılmasını içermesidir. Meydana gelen
şeyler tamamen karşıt olduğu sırada, Amerika Şam için
yeni bir büyükelçiyi, Margaret Scooby’yi tayin etti ve o, 4
Ocak’ta Suriye Dışişleri Bakanlığı’na itimatnamesini (güven
mektubunu) sundu. Yine Suriye, Amerikan yönetiminden Washington’daki
Suriye elçiliği vekillik standardının büyükelçiliği
seviyesine yükseltilmesini talep etti. Amerikan Dışişleri
Bakanlığı da bunu yapmayı kabul etti ve geçen ayın sonunda
Beyaz Saray’a bir onay raporu gönderdi. 31.12.2003’de
el-Hayat’ta haber verildiğine göre, Suriye elçiliği vekili
Dr. Adil Mustafa, Şam ile Washington arasındaki diyalog
kanallarının halâ açık olduğunu belirtti.
Bu ise, ziyaretin sebebinin, ziyaretin esasi kenar boşluğu
üzerinde bulunan arabuluculuk meselesi olmadığını anlamına
gelmektedir.
Bunun asıl sebebi ise şudur: bu, gelecekteki bir devlet için
çekirdek olarak coğrafî ve millî esasa mebni olmasını
istedikleri geniş çaplı federasyona ilişkin olarak -komşu
devletlerden- Iraklı Kürtlere ciddi, sert ve sıcak bir mesaj
göndermek içindir. Bu mesele, bu ülkeler için kırmızı bir
hattır ve onun meydana gelmesine izin vermeleri öyle
müsamahakâr olmayacaktır. Üç ülke yani İran, Suriye ve Türkiye
arasında bu meseledeki kuvvetli koordinasyon gayet açıktı.
İran Dışişleri Bakanı Kemâl Harrazi, Suriye başkanının
ziyaretinden önce 3 Ocak’ta Şam’ı ziyaret etti. Suriyeli
üst düzey yetkililer ile mesele hakkında görüşmeler yaptı.
Yine 8 Ocak sabahı İstanbul’a giden Suriye başkanının
ziyaretinden sonra, Türk Dışişleri Bakanı 10 Ocak’ta
vukuu bulanları taşımak üzere Tahran’a bir ziyarette
bulundu. Ayrıca ziyaret sırasında Suriyeli ve Türk
yetkililerin açıklamaları, Irak meselesi üzerine odaklandı.
Sadece bunlar değil, aynı zamanda Suudi Dışişleri Bakanı,
6 Ocak’ta Irak’ı bölmeye yönelik adımların komşu
ülkeleri ettiği kadar Suudi güvenliğini de tehdit ettiğini
söylediği sırada Kürtlere ilişkin tutumu paylaşmış oldu.
Amerika’nın, Irak’a komşu ülkeleri Kürtlere yönelik
tavırlarını artırmaya sevk etmesinin sebebi ise, Amerika’nın
Kürtlere bölgelerinde geniş çaplı bir federasyon sözü
vermiş olmasıdır. Irak savaşından sonra Kürtler bunu
uygulamaya geçirmeye çalıştılar ve kendi karakterlerine göre
Kürt bölgelerinde federalizm öngören kalıcı veya geçici
bir anayasa olmaksızın Irak’ın herhangi bir anayasal düzenlemesinden
önce federalizm için onay almaya karar vermişlerdir. Bundan
ötürü Barzani 29 Aralık’ta, bölgede Kürt Federasyonu’nun
tasdik edilerek içerisinde Kürt halkının haklarına
değinilmesi amacıyla, Amerika ile İntikalî (geçici)
Yönetim Konseyi arasında imzalanan Otoritenin Devri
Anlaşması’nın tamire muhtaç olduğunu belirtti. Bundan da
öte Kerkük bölgesinin Kürt bölgesine ilhak edilmesini talep
ettiler. Talabani 8 Ocak’ta, Kerkük’ün Kürdistan
bölgesinin bir kenti olduğunu söyledi. Kentte Arapların ve Türkmenlerin
muhalefetlerine ve birçoklarının ölümüne ve yaralanmasına
yol açan gösteriler düzenlediler. Bazı Kürt ağızları, -istedikleri
şekilde- coğrafi ve etnik temellere dayalı bir federalizmin
tasdik edilmemesi halinde bir halk direnişine davet ettiler. Kürtler
hareket ettiler. Zira önceden kendileri için Amerika’dan
ciddi sözler almışlardır. Fakat Amerika bundan başkasını
gördü. Fark etti ki, onların istedikleri ve kendilerine söz
verildiği şekilde bir Kürt federasyonu, Amerika’nın Irak’taki
menfaatleri için zararlar ve problemler üreten karışıklıklara
yol açacaktır. Bunun içindir ki Amerika, hepsi de Amerikan
yanlısı olan komşu ülkeleri, gelecekte yarı-bağımsız
şekle dönüşecek Kürt taleplerine göre bir federalizme izin
vermeyeceklerini ilan eden uyarı ve tehdit mahiyetinde bir
mesaj göndermeye sevk etti. Bu ise, Amerika’nın Kürtleri
aldattığı veya onlara verdiği sözlerden caydığı izlenimi
vermeden, komşu ülkelerin itirazlarının buna sebep olduğunu
göstererek Kürtlere verdiği sözleri bozmasını
kolaylaştıracaktır. Ancak bu, hem Amerikalıların hem de Kürtlerin
menfaatlerine zarar verecek bir çatışmaya neden olabilir.
İşte ziyaretin sebebi budur! Buna eşlik eden
karşılıklı müzakereler, ekonomik meseleler ve siyasî
arabuluculuğa gelince; bunların tümü yukarıda izah edilen
gerçek sebebin etrafındadırlar.
Soru 3:
20.01.2004’de Moskova’da Amerikan Dışişleri Bakanı
Colin Powell’ın bu hafta Rus başkentine varacağı duyuruldu.
Moskova’daki Amerikan büyükelçiliği, Gürcistan dosyasının
ziyaretin en öncelikli konusu olacağını açıkladı.
Washington Ruslardan, Gürcistan’daki askerî üslerini geri
çekmelerini talep etmektedir. Yeni Gürcistan başkanı Michael
Sakaşvili, seçimleri kazanmasının ardından yaptığı ilk açıklamasında
Moskova’dan Gürcistan’daki kuvvetlerini geri çekmesini
talep etti. Yine (Gürcistan’ın başkenti) Tiflis’teki
Amerikan büyükelçisi, 19 Ocak’ta Gürcistan’daki Amerikan
kuvvetlerinin kalıcı olarak orada duracağını ilan etti. Bu,
Amerikan nüfuzunun Gürcistan üzerinde tam bir kontrol sağlayacak
hale geldiği ve Şevardnadze eliyle süren Gürcistan’daki
Rus nüfuzunun nihaî olarak ortadan kalktığı anlamına gelir
mi?
Cevap 3:
Birincisi: (Eski Gürcistan başkanı Edward) Şevardnadze döneminde
Gürcistan’da Amerikan nüfuzu vardı. Şu anda Gürcistan’daki
Amerikan kuvvetlerinin askerleri, Şevardnadze devrilmeden önce
geçen senenin sonunda geldi. Yine Şevardnadze döneminde
imzalanan, Amerikan casus uçaklarının Gürcistan semâlarında
dolaşmasına izin veren bir anlaşma vardır. Ayrıca Tiflis’teki
yeni Amerikan elçiliğinin temel taşları konulurken,
Şevardnadze açıkça Amerika’dan Gürcistan’daki durağan
problemlere müdahale etmesini ve kendisine yardım etmesini
talep etmişti. Bunun yanında Şevardnadze hükümetine Amerika
tarafından ödenen dış yardımlar bulunmaktaydı.
Ne var ki Şevardnadze, Washington’a yakınlaşma
girişimlerine rağmen, aynı anda Rusya’nın ülkenin
güneyinde ve doğusunda Sovyetler Birliği’nden miras kalan
iki askerî üssünden dolayı Rusya’ya yapışık etkin faktörler
nedeniyle Rusya’yı kızdırmamaya gayret etti. Diğer
taraftan Rusya enerji ihtiyaçlarının en büyük kesimini bir
petrol boru hattı ve parçalanmış iki bölgedeki yani Abhazya
ve Güney Osetya’daki Rus nüfuzunun artması vasıtasıyla Gürcistan’dan
temin etmektedir.
Böylece Şevardnadze, Amerika’ya yakınlaşma ve Rusya ile
bağları koruma şeklindeki değneğin ortasından tuttu. O böyle
yapmakla düşündü ki, izlediği değneğin ortasından tutma
siyaseti nedeniyle, Amerika yarı açık bir kapıdan içeri
girmeyi kabul etmez. Fakat eski bir Rus istihbarat görevlisi
olmasına karşın Şevardnadze’nin zihninden geçmeyen şey,
Amerika’nın yarı açık bir kapıdan girmeyi kabul
etmeyeceğini bilmekle birlikte, onun kapıyı tamamen açıp açmayacağından
emin olunmaması gerektiğiydi. Bu yüzden değneğin
ortasından tutma siyaseti, onun varlığının kovulmasını
hızlandırmıştır. Bundan dolayı, Merkezî istihbarat (CIA)
yarı açık kapı sayesinde ulaştığı siyasî ortamı ve
sonra askerî çevreyi kuşatmak için her iki ortamda, aynen
İran’da Şah’ın devrilmesinde olduğu gibi, ordunun
dondurulmasından sonra Şevardnadze’nin zorla
uzaklaştırıldığı 22.11.2003’teki halk ayaklanmasına yol
açan kuvvetli bir muhalefet inşa edinceye kadar çalıştı.
İkincisi: Seçimlerde oyların %95’inden fazlasını
muazzam biçimde kazanarak yönetime gelen muhalefetin merkezi
Michael Sakaşvili, Amerika’ya olan şiddetli sadakatiyle
tanınmaktadır. O, Birleşik Devletler’de (Amerika’da)
eğitim gördü ve siyaseten orada cilalandı. Amerikan
uşaklığı meşhurdur ve bu bizzat Şevardnadze tarafından da
bilinmektedir. Ancak Şevardnadze, herhangi bir siyasî çalışma
veya halk ayaklanmasının kendisini devireceğini beklememişti.
Çünkü orduya güveniyordu. Bunun yanında değneğin
ortasından tutma siyaseti kendisini, Amerika öfkelenmesin diye
Sakaşvili ile zıtlaştırmıyordu. Bu nedenle rakibi onun gözleri
önünde hareket etmeye alışıktı. Fakat bu mahiyette
biliyordu ki, orduya güven duyduğu sürece bu halk
hareketlerinin etkinliği olmazdı. Ama Şevardnadze’nin
bilmediği şey, ordunun üst katlarının (generallerin)
gizlice Amerika’ya bağlanmış olmalarıydı. İşte orduyu
Şevardnadze’den vazgeçiren ve nihayetinde onun devrilmesine
yol açan şey buydu!
Üçüncüsü: Amerika’nın şimdilerde Gürcistan’daki
nüfuzu kuvvetlidir ve kendisi için Rusya’nın iki askerî
üssünden başka tehlike saçan hiçbir şey yoktur. Şimdi
onlar bunu tartışmaktadırlar. Yeni Gürcistan başkanının
ilk açıklaması, soruda belirtildiği gibi bunlara ilişkindi.
Sadece bu değil! Üstelik Rusya’yı ziyaret edecek olan
Amerikan Dışişleri Bakanı, Moskova’ya olan maksatlı
ziyaretinden önce Gürcistan’ı ziyaret etti. Onunla
Sakaşvili arasındaki görüşmeler, Gürcistan’daki
güvenlik koşulları ve Gürcistan’ın Rusya ve Türkiye ile
olan ilişkilerinin geleceği hakkındaydı. Daha önceleri de
Bush, seçimleri kazanmasından ötürü Sakaşvili’yi tebrik
etmek için aradı ve onu 25.01.2004’teki anayasal yeminden
sonra Amerika’yı ziyaret etmeye davet etti. Diyebiliriz ki,
Amerika Gürcistan’daki durumu sıkı tutmaktadır.
Dördüncüsü:
Gürcistan’ın önemi şöyledir:
1. Gürcistan’ın coğrafi konumu ki, Rusya ile Türkiye
arasındadır. Washington’daki Nixon Merkezi’nde
Devletlerarası Güvenlik ve Enerji müdürü ve Gürcistan
uzmanı olan Zibinu Baran şöyle demiştir: “Gürcistan
stratejik bir önem teşkil etmektedir. Zira o, NATO ile Rusya
arasında bir buluşma noktasıdır.”
2. Gürcistan bir petrol ülkesi olmadığı ve çok fazla
petrol bulunmadığı halde, yine de Hazar Denizi’ndeki zengin
petrol alanlarından devletlerarası piyasalara geçen bir yol
teşkil etmektedir. Bilinmektedir ki, Amerika Türkiye’nin
Bakü-Ceyhan petrol boru hattı projesine büyük bir iltifat
göstermektedir.
3. Türkiye’deki NATO üslerinden havalanan Amerikan casus
uçaklarının Gürcistan hava sahasından geçmesine ve Rusya sınırı
boyunca uçmasına izin veren anlaşmadır ki, bu anlaşma Rusya’yı
rahatsız etmiştir. Zira bu, onların Güney ve Orta Rusya’daki
askerî birlikleri, bilhassa Çeçenistan’daki kuvvetleri
için tehlike oluşturmaktadır. Bu anlaşma, Şevardnadze’nin
değneğin ortasından tutma siyasetinin gerektirdiklerindendir.
Onun zamanında imzalanmış olması ise, Rus üsleri ile
dengelenmiştir. Yine Amerika anladı ki, Şevardnadze bu
anlaşmaya bu sebeple razı olmuştur ve onun Amerika ile Rusya
arasında sallanıp durması, Amerika’nın kendisi için
hayatî addettiği bu anlaşmanın dayanıksızlığına yol açabilir.
Tüm bu nedenlere binaen Amerika, Gürcistan’daki
menfaatlerinin tartışmaya açık olmamasında büyük bir
önem bulunduğunu görmektedir.
Soru 4:
8 Ocak’ta Türklerin Kıbrıs meselesine acil bir çözüm
bulma niyetlerini ve “Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin
iyi niyet” misyonuna destek verdiklerini belirttikleri,
askerler ile siviller arasında ortak bir toplantı düzenledikleri
ve toplantıda özellikle Annan’ın sunduğu, Kıbrıs
adasının yeniden birleştirilmesi plânının
tartışıldığı medyada haber verildi. Toplantıya
Cumhurbaşkanı Sezer, Başbakan Erdoğan ve MGK [Milli Güvenlik
Kurulu]’ndan üst düzey isimler ve diğer bazı kurumların
liderleri katıldılar.
Soru şudur: AKP hükümetinin Amerikan plânına olan
rızası anlaşılmıştır. Çünkü AKP Hükümeti Amerikan
yanlısıdır. Fakat ordunun rızasına gelince, bu şüphelidir.
Hele ki onlar adanın ayrı kalmasından yanaydılar ve Denktaş’ı
desteklemekteydiler. Dolayısıyla bu, Amerikan ajanı Erdoğan’ı
yönetime getirmede elde ettiği gibi bir başarıyı, aynı
şekilde ordu içerisinde de elde ettiği ve ona hakim olduğu
anlamına gelir mi? Şayet bu doğru değilse ordu, Kıbrıs’ta
yaptıkları şeyi kendi elleriyle yok etmeye nasıl razı
olabilmiştir?
Cevap 4:
Birincisi: Bilinmektedir ki, Türkiye’de Ordu kurumu
Mustafa Kemal’in (Atatürk’ün) adımlarını takip
etmektedir ve tamamen İngilizcidir. Onlar kendilerini
laikliğin ve Atatürkçülüğün muhafızları olarak görmektedirler.
Amerika onlar yüzünden birçok kez girişimlerinde
başarısızlığa uğradı. En önemli denemesi, 1983’de Başbakan
olduğu zaman Özal zamanında oldu. Özal Amerika’nın
adamlarındandı ve parlak bir politikacıydı. O, ordu kurumunu
elde etmenin zor olduğunu gördü. Bundan ötürü zamanını
bununla uğraşarak ziyan etmedi. Bilakis paralel bir kuvvet
oluşturmaya başladı. Bunun için emniyet kuvvetlerine
yöneldi ve özel kuvvetler eğitmeye başladı. Onları zamanla
ağır silahlarla donattı ve yavaş yavaş (emin adımlarla)
geliştirdi. Bir taraftan böyledir. Diğer taraftan (Amerika’nın
vasıflandırdığı sıfat ile) Ilımlı İslam (İslamizasyon)
bayrağını tuttu. Nakşibendi tarikatına mensup adamlar ve
İslamî duygular ona etki etti. Dolayısıyla bunun bir
neticesi olarak onun ve siyasî ortamdaki partisi, Anavatan
Partisi’nin popülaritesi arttı ve kamuoyu kazandı. Çünkü
insanlar arasına özellikle kırsal kesimdekilere İslam ile
birlikte duruyor göründü. Nitekim onun, ordunun adamları
tarafından takip edilen laikliğe karşı durduğuna
inanmaktaydılar. Böylece Amerika’nın yardımıyla
akıllıkla çalışmaya başladı. Tam da ordunun otoritesini
zayıflatmak üzereyken, cumhurbaşkanlığı süresi sona
ermeden önce öldü. Onun nasıl öldüğü sorusuna bir perde
çekildi. Bazı haberlerde ordunun “görünmez” kuvvetleri
tarafından öldürüldüğü söylendi.
İkincisi: Bundan sonra iktidar herhangi bir taraf lehine
istikrarlı olmadı. Amerikancıların çalıştıkları kadar
İngiltere’nin adamları da siyasî ortamda faaliyet
gösteriyorlardı. Ordu Anavatan Partisi’ni düzenlemeye başladı.
Parti başkanlığına Mesut Yılmaz’ı getirdiler ve parti
İngiliz yanlısı haline geldi. Buna mukabil Özal’a ve
Amerika’ya bağlılıklarından ötürü Anavatan Partisi’nden
tardedilen (kovulan) unsurlar, İslamî meyillerinden dolayı
Refah Partisi’ne katıldılar ve Erbakan’ın partisinde
kuvvetli bir etkiye sahip oldular. Erbakan İngiliz’in
adamlarından olmasına rağmen, Amerika’nın ondaki dengesi yükselmeye
başladı. Amerikan yanlısı (Tansu Çiller’in) Doğru Yol
Partisi ile 90larda koalisyon hükümeti kurulmasını sağlayan
şey buydu. Bünyesindeki Özalcı unsurlardan etkilenmiş olan
Erbakan’ın partisi, adeta Amerika tarafından hareket
ettiriliyormuş gibi göründü. Ordu, Amerika’nın Özal
zamanında yaptığı gibi otorite kazanmaya geri döneceğinden
korktu. Böylece ordu müdahale etti, koalisyon hükümetine son
verdi ve otoriteyi eline aldı. Bu müdahale 28 Şubat 1997’de
gerçekleşti. Bu olay tarihe 28 Şubat darbesi adıyla geçti.
Onun amellerinden ilki Refah Partisi’nin dağıtılması ve
ister Özal’ın partisinden katılanlar olsun isterse Abdullah
Gül ve Tayip Erdoğan gibi esasen Amerika’yı takip edenler
olsun, Amerika’nın tüm adamlarını gönderdikten sonra
Fazilet Partisi adıyla yeniden kurulması oldu. Koalisyon hükümetinin
dağıtılmasından sonra ordu, Türkiye’deki İngiliz
dehalarında biri olan ve karısı (Rahşan Ecevit) Yahudi dönmesi
olan Bülent Ecevit’ten hükümet kurmasını istedi. O da
İngilizlerle birlikte olan Anavatan Partisi lideri Mesut
Yılmaz’ın partisiyle bir koalisyon hükümeti kurdu. 28
Şubat olayından sonra ordunun, yönetimi elinde tutması için
İngilizci gruba arka çıkması işte böyle oldu.
Üçüncüsü: Amerika’nın doğrudan orduyla yüz yüze
gelmesinin zor olduğu kesindi. Dolayısıyla parlamenter çoğunluk
ile yönetmek için adamlarından birini getirerek Demokrasi
yoluyla orduyla başa çıkmak üzere çalışmak için yeni bir
üslup izledi. Öyle ki, ordunun otoritesini sınırlandıran
kanunlar çıkarabildi. Kezâ 28 Şubat olayından sonra Fazilet
Partisi’nden atılan Erdoğan ve Gül’ü seçtiler ve onların
çevreleriyle çalışmaya başladılar. Erdoğan’ın
liderliğinde Adalet ve Kalkınma Partisi’ni kurdular. O bazı
özellikleriyle Özal’a benzemektedir. Nitekim Erdoğan da
tarikat ehlidir, kendisinde İslamî duyguların izleri vardır,
ama aynı zamanda Amerika’nın sadık adamlarındandır.
İstanbul belediye başkanlığından beri onlarla birlikte yürümektedir.
Ordu tarafından kendisiyle mahkemeler yoluyla uğraşılmasına
ve siyaseten yıpratılmasına rağmen, yine de Amerika’ya
sadık kaldı ve bu yönde çalıştı.
Bundan sonra sahne Erdoğan’ın gelişi için hazır hale
getirildi. Amerika Türk (ekonomi) piyasasından milyar dolarlar
çekti. Böylece ekonomik bir kriz meydana geldi. Halk,
özellikle Lira’nın alım gücünün muazzam miktarda düşmesinden
yakınmaya başladı. Bu esnada, (Amerika) Yılmaz’ın partisi
ile Ecevit’in partisiyle birleşen küçük bir parti olan
Devlet Bahçeli’nin liderliğindeki Milliyetçi Hareket
Partisi yoluyla bunu yapabildi. Ondan erken seçimlerin
03.11.2002’de yapılmasını talep etti. AKP, kendisi için
parlamenter çoğunluğu temin edecek şekilde (seçimleri) açık
ara farkla kazandı. Böylece tek başına hükümet kurdu.
Parlamentodaki muhalefet partisine gelince; Ecevit’in
partisinden ayrılan bir grubun da dahil olduğu, yine Amerikan
yanlısı olan Deniz Baykal liderliğindeki Cumhuriyet Halk
Partisi’dir ve partinin diğer grubu ise Ecevit liderliğinde,
İngiliz yanlısı Demokratik Sol Parti adıyla kalmıştır.
Dördüncüsü: Erdoğan hazırlanmış plânı uygulamaya
koyuldu ve erken icraatlarında biri MGK’nın yönetimdeki
müdahalesini azaltan bir yasayı meclisten çıkarmayı teklif
etmesiydi. Yine kurulu (MGK’yı), eşit sivil-asker
karışımlı bir hale getirdi. Ordu, bazı haberlerde bu
yılın sonunda İstanbul’daki patlamaların arkasında güvenlik
istikrarsızlığı oluşturmak maksadıyla ordunun bulunduğu söylenecek
derecede rahatsız oldu. Onlar bunu, önceki 28 Şubat
hareketine benzer bir müdahaleye bir mazeret olarak
kullanacaklardı. Fakat başarısız oldular. Böylece ordunun,
Erdoğan hükümetinin politikalarına rıza göstererek Amerika
ile İngiliz siyasetini izlemekten başka alternatifi kalmadı.
Fakat her ne zaman olduysa, rahatsızlıklarını gizlemektedir.
Bu perspektiften, ordunun, kendisinin izni olmaksızın
adanın birleştirilmesi için Annan Plânı’na rıza göstermesini
anlayabiliriz. Fakat onların, siyasî kararların ordunun
özelleşmesinden uzak kalmasından sonra onlar önünde
alternatifleri yoktur. Nitekim insanların demokratik bir yöntem
ile seçtiği hükümet, siyasî kararları alanlardan biridir.
Benzer şekilde Kıbrıs’ta da öyledir.
AKP, Denktaş’a muhalif ve Amerikan yanlısı Cumhuriyetçi
Türk Partisi (CTP) lideri Mehmet Ali Talat’ın kazanması için
çalıştı ve ondan hükümeti kurması talep edildi.
Velâkin bu, ordunun yönetimdeki kontrolden tam bir şekilde
dışlandığı anlamına gelmez. Bilakis on yıllardır
otoriteyi elinde tutan ordu, bu meselenin kolayca geçmesine
izin vermeyecektir. Yeniden bir öne çıkma girişimi olarak hükümet
ile şiddetli bir çatışma krizinin çıkması mümkündür.
Bilhassa ordu komutanlarının çoğunluğu ve grupların başı
halâ, yönetimde İngilizlere sadakat ve laikliğin korunması
şeklindeki Atatürk’ün çizdiği yola sadıktırlar.
|