Es-Selâmu
‘Aleykum ve Rahmetullahi ve Berakâtuhu
Tarafınıza
yönelik bu mesajımızı yazmadan önce, şu iki hususta
özürlerimizi kabul etmenizi rica ederiz:
Birincisi
: Bu mesaj yoluyla sizinle konuşmamız esnâsında, size hitap
ederken resmî unvanınızı bâzen göz ardı edebiliriz. Bunun
sebebi, devletlerin başkanlarının resmî unvanlarını
ezberlemeye alışık olmamamızdır. Bilakis biz onlara Müslümanların
İslamî hitâbıyla hitâp ediyoruz. Nitekim başkan ile yönetilen
veya zengin ile fakir arasında hiçbir fark yoktur.
İkincisi
: Mesajımızda, yöneticilere yapılan hitâbetlerde alışılmadık
bir açıksözlülük ve kulaklara ağır gelen bir kelime burada
veya başka bir yerde bulunabilir. Bunun sebebi, devletlerin
başkanlarına özel nezâkete alışık olmamamızdır. Bilakis biz
yalnızca Hakkı söyleriz ve hiçbir kınayıcının kınamasından
korkmayız.
Bununla
birlikte bu her iki hususta da, makamın sınırlarına uygun olarak
sözlerimizi ayarlamaya gayret edeceğiz.
Sayın
Cumhurbaşkanı,
21-23
Haziran 2004 tarihleri arasında San’a’da düzenlenen Birinci
İrşad Konferansı’na katılan heyetler ve katılımcılar
karşısında 21.06.2004 günkü konuşmanızda söylediğiniz: “Siz,
İslamî bir Hilâfet olmasını istiyor musunuz? İslamî bir
Hilâfet’in bulunması mümkündür, velâkin kapılarından
evlerine girin, yönetici ve yönetilen ile diyalog kurun ve ikna
edin” şeklindeki sözlerinizden haberdar olduk. İslamî
beldelerdeki yönetim sistemlerinin elinden birçok ızdıraplar,
zorbalıklar, hapsetmeler ve şehâdete varan işkenceler görür ve
görmeye devam eder iken, İslamî beldelerdeki devletlerden birinin
cumhurbaşkanının bu şekilde Hilâfet’ten bahsetmesi
oldukça güzel bir girişimdir. Çünkü biz ancak Hilâfet’ten
bahsediyor ve uğrunda azimle çalışıyoruz. Yöneticiler ise
dâvâmız esnâsında şiddet eylemlerine veya maddî üsluplara başvurmadığımızı
gâyet iyi bilmektedirler. Bu, onlardan korktuğumuz için değil,
tam aksine Rasulullah [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]’in Sîreti’nden
Mekke el-Mukerrame’deki dâvâsının merhaleleri esnâsında O’nun
hiçbir maddî (şiddet) eylemine başvurmadığını
anladığımız içindir. Dolayısıyla biz bununla mukayyed ve
gereğince kâim olduk. Buna rağmen yine de Hilâfet’i
dile getirdiğimiz ve uğrunda mücadele ettiğimiz için saldırılara
maruz kaldık ve hâlen de maruz kalıyoruz.
Bunun
içindir ki, İslamî beldeler üzerindeki bir cumhurbaşkanının Hilâfet’i
dile getirmesinin güzel bir girişim olduğunu söylüyoruz. Fakat
bu girişimde bir bulanıklık bulunmaktadır. Bulanıklık ise,
hareket yetkisine ve yeteneğine sahip bir yöneticinin eylemsiz
(harekete geçmeksizin) söz sarf etmesinden ileri gelmektedir. Hilâfet’ten
bahsetmek, onu talep etmek ve yalnızca istemekle yetinmek, otorite
ve yönetim sahibi olmayan insanlardan kaynaklanırsa belki maruz görülebilir.
Ama Hilâfet’ten bahseden bir yönetici olunca, onu ikâme
etmeye muktedir iken yalnızca zikretmekle yetinmesi elbette
yorumlamaya ve açıklamaya muhtaç olur.
Siz
siyadelerinizi (ekselanslarını), Hilâfet’i îlan
etmekten ve Ahkâm-ı Şer’iyye’yi [Şer’i Hükümleri] tatbik
etmekten sizi sakındıran şey nedir?
Cumhuriyet
sistemini kaldırmaktan ve Hilâfet sistemini îlan etmekten
sizi alıkoyan şey nedir?
Beşerî
hukuk sistemini yıkmaktan ve şer’i hükümleri uygulamaktan sizi
uzaklaştıran şey nedir?
Beşer
ürünü teşrîi (yasamayı), tahlîli (helâlleştirmeyi) ve tahrîmi
(haramlaştırmayı) yok ederek beşerî kanunları feshetmekten ve
Allah’ın Kitâbı, Rasulü’nün Sünneti ve bunların irşad
ettikleri Sahabe’nin İcmaı ve Şer’i Kıyas’a dayanarak,
bunları (teşrî, tahlîl ve tahrîmi) yalnızca beşerin Rabbi’ne
has kılmaktan sizi men eden şey nedir?
Batı’ya
bilhassa Amerika ve İngiltere’ye sadâkati reddetmekten ve
sadâkati yalnızca Âlemlerin Rabbi’ne has kılmaktan sizi
sakındıran şey nedir?
Askerleri,
diyen
Müslümanların peşine düşmek yerine, savaşmaları için onları
Allah düşmanlarının peşine düşürmekten sizi alıkoyan nedir?
Bu
sorular ve bunların detayları, sizin Hilâfet’ten
bahseden sözlerinize baktıktan sonra, Hilâfet’in
büyük bir Farz olduğu hatta Farzların tâcı olduğu düşüncesinin
sizde açık ve net olmadığını görmemizi ve yine konuşmanızda
sarfettiğiniz ifadelerin, söz ve fiil bakımından ciddiyetten
mahrum olduğunu anlamamızı sağladı.
İşte
bu iki mesele, bizim size bu mesaj ile birlikte heyetimizi göndermemizi
gerektirdi. Heyetimizin ve mesajımızın sizin için, bizim için
ve tüm Müslümanlar için hayırlı olmasını Allah [Subhânehu
ve Te’alâ]’dan niyâz ederiz. Bildiğiniz gibi, Din Allah’a,
Rasulü’ne ve Müslümanların imamlarına ve ümmilerine
Nasîhattir.
Birinci
meseleye gelince; Hilâfet’in azameti ve varlığının
büyük bir farz oluşu şu üç bakımdan ifade edilebilir.
Birincisi;
bu konu hakkında vârid olan deliller
İkincisi;
Müslümanların izzetinin, kalkınmasının ve kuvvetinin ancak
gurur duyacakları bu Hilâfet’in varlığı halinde gerçekleşebilmesi
Üçüncüsü:
Hilâfet’in yıkılmasından beri Müslümanlara isabet
eden zillet, mihnet ve aşağılanmadır.
Hilâfet’in
farziyetine ve Müslümanların kendilerini Kur’an’a, Sünnet’e
ve Sahabe [RadiyAllahu ‘Anhum]’un İcmaı’na
dayanan Allah’ın Şeriati’ne göre yönetecek bir Halîfe
nasbetmeleri gerektiğine dâir delillere gelince; Uzun
olmasın diye bu delilleri kısaca zikredeceğiz:
Kur’an’da
geçen delillere gelince; Allah [Subhânehu ve Te’alâ]
Rasulullah [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]’e Müslümanları
Allah’ın indirdikleri ile yönetmesini emretmiştir. Allah’ın
bu emri ise, kesin bir şekilde gelmiştir. Allah [Subhânehu ve Te’alâ]
şöyle buyurmuştur:
Aralarında
Allah’ın indirdikleri ile hükmet ve Sana gelen hakkı bırakıp
da onların hevâlarına (arzularına) tâbi olma! [el-Mâide
48]
Ve
şöyle buyurmuştur:
Aralarında
Allah’ın indirdikleri ile hükmet ve onların hevâlarına tâbi
olma! Ve Allah’ın Sana indirdiklerinin bir kısmından Seni
saptırmalarından sakın! [el-Mâide 49]
Kendisine
has olduğuna dâir bir delil geçmedikçe Rasule hitap Ümmeti’ne
hitaptır. Burada ise böyle bir hususiyet delili yoktur. Dolayısıyla
bu hitap Müslümanların yönetimi ikâme etmelerine yöneliktir.
Yönetim ve otoritenin ikâmesi ise, Halîfe’nin ikamesinden başka
bir anlama gelmez.
Sünnet’e
gelince; Muslim, Nafî’den şöyle dediğini rivâyet
etti: İbn-i ‘Umer bana Rasulullah [SallAllahu ‘Aleyhi ve
Sellem]’in şöyle dediğini işittiğini söyledi:
Hem
kim taatten elini çekerse Kıyamet Günü’nde hiçbir hüccete
sahip olmaksızın Allah ile karşılaşır. Her kim boynunda bey’at
olmaksızın ölürse cahiliyye ölümü ile ölmüş olur.
Dolayısıyla
Nebî [‘Aleyhi’s Salâtu ve’s Selam] boyunlarında bey’atın
bulunmasını tüm Müslümanlara farz kılmıştır. Boynunda bey’at
olmaksızın ölen kimsenin ölümünü de cahiliyye ölümü olarak
tanımlamıştır. Bey’at ise başkasına değil, yalnızca Halîfe’ye
aittir. Böylece Rasulullah [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]
boynunda Halîfe’ye bey’at olmasını her bir Müslümana farz kılmıştır.
Dolayısıyla bu hadis bir Halîfe nasbetmenin (seçmenin)
farziyetine dâir bir delil olur.
Sahabe’nin
İcma’ında geçen delillere gelince; Allah onlardan razı
olsun, onların hepsi de vefatından sonra Rasulullah [SallAllahu
‘Aleyhi ve Sellem]’in ardından bir Halîfe nasbetmenin
lüzumunda ittifak ettiler. Hepsi de önce Ebu Bekr’i sonra ‘Umer’i
ve sonra ‘Usman’ı Halîfe olarak nasbetmede her birinin vefâtının
ardından bütünüyle birleştiler. Sahabe’nin bir Halîfe
nasbetmeye dâir vurgusu o kadar açık ve kesindi ki, vefâtından
sonra Rasulullah [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]’i defnetmeyi
geciktirmek pahasına O’nun ardından yönetime geçecek bir
Halîfe’yi nasbetmeye uğraştılar. Oysa vefatından sonra
Rasulullah [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]’in pak bedenini
defnetmek üzerlerine bir farz idi ve onlar hazırlıklar yapmakla
ve defnetmekle uğraşmalıydı. En azından bir kısmının, Rasul
[SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]’i hazırlamakla ve O’nu
defnetmekle uğraşması gereken Sahabe, Rasul [SallAllahu ‘Aleyhi
ve Sellem]’i defnetmekle meşgul olacağına bir Halîfe
nasbetmekle meşgul oldu. Onlardan bazıları hazırlıklara da
katılmadılar ve defnin iki gece gecikmesine ortak oldular. Halbuki
bunu reddetmeleri ve defni gerçekleştirmeleri mümkün idi. İşte
bu, bir Halîfe nasbetmeye uğraşma farziyetinin, bir ölüyü (ki
bu Allah’ın Rasulü de olsa) defnetme farziyetinden daha üst bir
mecburiyet olduğunu açığa çıkaran Sahabe İcmaı’dır. Yine
sahabenin tamamı kendi hayatlarında Hilâfet’e ve bir
Halîfe nasbetmenin farziyetine dâima büyük önem verdiler. Her
ne kadar kimin Halîfe olacağı konusunda ihtilaf etmiş olsalar
da, onlardan hiçbiri ne Rasulullah [SallAllahu ‘Aleyhi ve
Sellem]’in
vefâtından sonra ne de Râşid Halîfelerden herhangi birinin
vefâtından sonra bir Halîfe nasbetmenin farziyetinde hiç ihtilaf
etmemişlerdir. Dolayısıyla Sahabe’nin bu icması, bir Halîfe
nasbetmenin farziyetine dâir kuvvetli ve apaçık bir delil olur.
Bu
farziyetin büyüklüğünü beyân eden bir diğer örnek de
şudur: Aldığı hançer darbesinin kendisini ölüme götüreceği
anlaşıldıktan sonra ‘Umer [RadiyAllahu ‘Anh] Ehl-i’ş Şûrâ’ya
sorumluluk verdi ve onları üç gün ile sınırlandırdı. Sonra
onların üç gün içerisinde yeni bir Halîfe üzerinde ittifak
etmemeleri halinde, üç günden sonra muhalefet edenin
öldürülmesini emretti. Bu işi yapması yâni muhalefet edenin
öldürülmesi için de elli Müslüman adamı görevlendirdi.
Halbuki onlar Eh-i’ş Şûrâ’yı teşkil ediyorlardı ve
Sahabenin büyüklerinden idiler. Tüm bunlar sahabilerin kulakları
ve gözleri önünde cereyan ettiği halde, onlardan herhangi
birinin buna karşı çıktığı rivayet edilmemiştir.
Dolayısıyla bu da üç gün ve geceden daha fazla bir süre
Halîfesiz olunmaması gerektiğine dâir bir Sahabe İcmaı’dır.
Sahabe’nin İcmaı da Kur’an ve Sünnet gibi şer’i bir
delildir. El-Buhâri, el-Musavvir İbn Mehrâme’den şöyle dediğini
rivâyet etmiştir:
AbdurRahmân
gece çöktükten sonra bana geldi. Ben uyanıncaya kadar kapıya
vurdu ve şöyle dedi: “Görüyorum ki uyuyorsun. Vallâhi bu üç
gün (yâni bu üç gece) çokça uyku ile süslenmeyecektir.”
Tâ ki sabah namazını kıldığında ‘Usmân’a bey’at
verilinceye kadar...
Müslümanların
izzetlerine, kalkınmalarına ve kuvvetlerine gelince; Rasulullah
[SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]’in Medine el-Munevvera’da ilk
İslam Devleti’ni kurmasından Osmanlı Hilâfet Devleti’nin
sonuna kadar 13 asır boyunca bu hasletler Müslümanlar ile
birlikte idi. O sıralarda Müslümanlar Rableriyle kuvvetli ve
Dinleriyle izzetli idiler. Söyledikleri herhangi bir söz tüm
dünyada yankılanırdı. Giriştikleri herhangi bir hareket kâfirlerin
kalplerini korkuyla doldururdu. Bir Rum (Bizanslı) tarafından zâlimâne
muameleye mâruz kalan Müslüman bir hanımın “Ey Mu’tasım!”
diye imdat etmesi, Halîfe’nin düşmanların kalelerini parçalamak
ve ona zulmedenleri perişan etmek üzere ordulardan birini harekete
geçirmesine kâfiydi. Dahası Halîfe, bizzat kendisi orduya
liderlik eder ve başkasının komuta etmesini kabul etmezdi. Rum
İmparatoru tarafından “Müslümanlarla yapılan sözleşmeyi
feshetmek üzere kibirle” yazılan bir mektup, Halîfe’nin
ona “Mü’minleri Emîri Hârun’dan Rumların köpeği
Nekfur’a” şeklinde cevap vermesi için kâfiydi. Ve 16.
asırda esir düşen Fransa Kralı, kendisini kurtarması için
Müslümanların Halîfesi’ne yalvarırdı.
İşte
onların izzetleri böyle idi. Adâlete gelince; insanlar henüz
fetihler erişmeden bu anlayış onlara ulaşıyor ve akın akın
Allah’ın Dini’ne giriyorlardı. Kalkınmalarına gelince; bu da
ilimleri ve umranları, yüksek başarıları açısındandı. Bunun
bugüne kadar hâlen konuşulmakta olan kanıtları, tarihin
kalıntılarına ve kitaplarına kazınmıştır.
Hilâfet’in
yıkılmasından sonra Müslümanların içine düştükleri duruma
gelince; işte o da sizin ve tüm insanların önündedir. Zillete
ve aşağılanmaya mâruz kalmışlar, elliden fazla devlete parçalanmışlar,
şiddetli bir zaâfiyete düşmüşler, kuvvetleri kendilerine
değil sömürgeci kâfirlere dayanmış, şerefleri ve namusları
tecavüze uğramış, mukaddesleri ayaklar altına alınmıştır...
Bunlar ve söylemeye veya duymaya dayanılmaz bunlardan çok çok
daha fazlası, Ebi Ğarib hapishanesi ve Ebi Ğarib dışındakiler
bizden uzakta değildir. Sadece bu da değil!... Zillet ve meskenet
karakterine bürünenler (lânetli yahudiler) Mübarek toprakları
işgâl etmişler ve Rasulullah [SallAllahu ‘Aleyhi ve
Sellem]’in
mi’racını gerçekleştirdiği ilk Kıbleyi kirletmişlerdir. Hâlen
de ülkeleri harap ve insanları perişan etmeyi sürdürmektedirler.
Müslümanların yöneticilerinin tarafsız kaldıklarını söylemiyoruz.
Aksine onlar bu durumda yahudileri desteklemeye daha meyillidirler.
Bakınız, Afganistan ve Irak Amerika, İngiltere ve müttefiklerince
işgâl edildi. Hem de Müslümanların yöneticilerinin yardımları
ve destekleri ile!... Ülkelerinin karalarını, havalarını ve
denizlerini onlara açtılar ki Müslümanları vurmak için koşuşsunlar!
Hilâfet’in
mevcudiyeti esnâsında Müslümanların izzetli konum ile Hilâfet’in
yıkılmasından sonra Müslümanların düştükleri zelil durum işte
böyledir. Bunların tamamı, Hilâfetin azameti, Dinin koruyucusu,
Müslümanların kalkanı, hadlerin tatbikçisi, sınırlar
ötesinin savaşçısı ve Ümmetin işlerinin hidâyet ve nur ile
yürütücüsü olduğunu göstermek hakkında idi. Müslümanların
Halîfesi onların hizmetçisidir. Onunla korunurlar ve onun ardında
savaşırlar. Yoksa O, Hilâfetin yıkılmasından sonra Müslümanların
başına musallat olan, boyunlarına binen, ülkelerini heder eden
ve düşmanlarına karşı işbirlikleri yapan bugünün
yöneticileri gibi değildir!
İkinci
meseleye gelince; Sözlerinizde bir
ciddiyetsizlik bulunduğunu belirtmiştik. Çünkü sanki dün mırıldanan
bir ninni gibi ve geçip giden bir yaz bulutu gibi söylenmiş ve geçiştirilmiştir.
Tüm dünyanın kulaklarını ve bakışlarını kuşatan Hilâfet,
küçük bir trafik kazası gibi veya bir memur yada müdür tayin
eder gibi dile getirilmektedir!... İngilizlerin 18. asrın
başlarından 20. asra kadar yaklaşık 200 yıl boyunca yıkmak için
hileyle, desiseyle, ajanlarla ve düşmanları toparlayarak tüm
güçlerini harcadıkları ve nihayetinde yok ettikleri bu Hilâfet’ten,
sanki iki meşhur kabile arasındaki kabilevi bir uzlaşma olarak
bahsedilmektedir. Bu ciddiyetsizliği güçlendiren ve daha da
belirginleştiren husus, elinde otorite bulunan bir yöneticinin,
Allah’ın farz kıldığı Hilâfet Nizamı’nı
bizzat kendisi tatbik etmediği halde, eğer Hilâfeti
istiyorsanız şunları yapın, diyerek konuşmasıdır.
Belirttiğimiz
ve üzerinde durduğumuz bu ve benzeri hususlar, hâlen iyi olarak
nitelemeye devam ettiğimiz bu girişimdeki ciddiyetsizliği göstermektedir.
Siyadeleriniz
şöyle diyebilir: Evet, Hilâfet’in kurulmasını engelleyen
şeyler vardır. Çünkü irili-ufaklı varlıklarıyla Batı tek
bir okla bizi vuracaktır. Çünkü onlar Hilâfet’ten bahsetmek
bir yana, onu duymaya dahi tahammül etmezler. Hilâfet gerçekten
kurulduğunda da onlar bizden sayıca daha kuvvetli olacaklardır.
Hatta ülke içerisinde ajanları ve insanları kuşatan uşakları
olacaktır.
Bunu
söylemeniz mümkündür ve bizim hakkımızda “bunlar dinlerini
aldatıyorlar” diye de ekleyebilirsiniz belki de. Onlar yani Hizb-ut
Tahrir, Müslümanların böylesine zayıf olduğu bu zamanda Hilâfet
hakkında böyle bir aldatmacayı nasıl yapabilir?
Siz
veya başkaları bunları söyleyebilir. Biz düşmanın
kuvvetliliğini inkâr etmiyoruz. Hatta Müslümanların
beldelerinde onların yöneticilerden ve destekçilerden nasıl
uşaklar toparladığını da iyi biliyoruz. Bununla birlikte, Allah’ın
yardımını talep edenlerin er veya geç maksadına muhakkak
ulaşacağı bilinciyle, onların sonunu getirecek yolda yürümemizi
sağlayacak kuvvet vesilelerimiz vardır.
İslam’ın
nefislerinde hâlen canlılığını koruduğu Hilâfet’i
özleyen ve gözleyen bir Ümmetimiz vardır.
Allah’a
karşı muhlis ve Rasulullah’a sâdık bir hizbimiz vardır. Onun
şebâbı (gençleri), İslamî Hilâfet’in geri dönmesi için
yeryüzünün ülkelerine yayılmışlar ve gecelerini gündüzlerine
katmışlardır. Onlar eziyetlere karşı sabru sebat sahibidirler.
Yalnızca Hakkı konuşurlar ve Allah’tan başka hiçbir kimseden
korkmasızın ve hiçbir kınayıcının kınamasına
aldırmaksızın hareket ederler.
Sonra
muazzam ordularımız vardır. Her ne kadar şu anda zâlimlerin
tahtlarını korumaya tahsis edilmiş olsalar da, ihlaslıların
komutasına girdiklerinde düşmanları harap etmede cüretkâr
olacaklardır.
Her
şeyin öncesi ve sonrası şu ki Allah’ın bize bir vaadi
vardır:
Allah,
sizlerden îmân edip sâlih amel işleyenleri, kendilerinden
öncekileri yeryüzünde Halîfe kıldığı gibi onları da yeryüzünde
Halîfe kılacağını, onlar için seçtiği dinlerini (İslam’ı)
yeryüzünde hâkim kılacağını, (geçirdikleri) bu korku
durumlarını güvene çevireceğini vaâdetti. Zîra onlar yalnız
Bana kulluk ederler ve hiçbir şeyi Bana ortak koşmazlar. Her kim
de bundan sonra inkâr ederse işte onlar fâsıkların ta
kendileridir. [Nur 55]
Ve
Rasulullah [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]’in bize bir müjdesi
vardır:
Aranızda
Allah’ın olmasını dilediği kadar Nübüvvet (Peygamberlik)
olacaktır. Sonra Allah kaldırmayı dilediğinde onu
kaldıracaktır. Sonra Nübüvvet Minhâcı (Peygamberlik Metodu)
üzere (Râşidî) Hilâfet olacaktır. Allah’ın olmasını
dilediği kadar olacak, sonra Allah kaldırmayı dilediğinde onu da
kaldıracaktır. Sonra ısırıcı meliklik olacaktır. Allah’ın
olmasını dilediği kadar olacak, sonra Allah kaldırmayı
dilediğinde onu da kaldıracaktır. Sonra zorba diktatörlük
olacaktır. Allah’ın olmasını dilediği kadar olacak, sonra
Allah kaldırmayı dilediğinde onu da kaldıracaktır. Sonra
(yeniden) Nübüvvet Minhâcı üzere
[Râşidî]
Hilâfet olacaktır.
İşte
tüm bunlara sahip olan herhangi bir kimse, Allah’ın izniyle, kat’iyyen
hezimete uğramaz veya muhalefet edenler ona zarar veremez. Ve Allah’ın
yardımıyla mansur, muzaffer olur:
Allah,
Kendisine (Dîni’ne) yardım edene muhakkak yardım edecek, (zafer
verecek)tir. Allah Kaviy’dir [Kuvvetlidir], ‘Aziz’dir [Üstündür].
[Hacc 40]
Sayın
Başkan!
İçinde
bulunduğunuz durumu, sizin ne olduğunuzu, çevrenizde nelerin
döndüğünü, kadîm ve mevcut güçlerden hangi azgın ve sömürgecilerin
sizi kuşattığını ve Yemen’de devam eden ve gerçekleşen
hadiselerin arka planını gayet iyi bilmemize ve hepsinin farkında
olmamıza rağmen, yine de yaptığınız konuşmadan hafif vurguda
bile olsa memnun kaldığımızı ifade etmek isteriz. Çünkü biz
ancak sizin ve Müslümanların hayrını severiz. Zîra Rasulullah
[SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]’in buyurduğu gibi, Din Nasîhattir.
Tüm
bunlara binaen;
Size,
dilinizle Hilâfet’ten bahsetmenizi nasip eden Âlemlerin
Rabbi olan Allah’a dönmenizi nasîhat ederek sesleniyor ve sizi,
sıdk (doğruluk) ve ihlas (samimiyet) ile onu fiilen tatbik etmeye
dâvet ediyoruz. İşte bundan sonra Hilâfet’in îlan
edilmesinde ve tatbik edilmesinde sizin desteğiniz oluruz.
Nasîhatimizi
farklı bir şekilde değerlendirmeniz halinde, zihninizde herhangi
bir karışıklık meydana gelmesin diye bilmeniz gerekir ki bizler Râşidî
Hilâfet’i kurarak yeryüzünde İslamî Hayatı yeniden
başlatmak için ciddiyet, sebat ve azimle elli yıldan fazladır
çalışmaktayız. Bu süre zarfında birçok eziyetlere,
hapsetmelere, şehâdete varan işkencelere maruz kaldık. Yine de
Allah’ın lütfunu ve rızasını umarak sabrettik, Allah’tan
başka hiçbir kimseden korkmadan ve hiçbir kınayıcının
kınamasına aldırmayarak hak üzerinde sarsılmaz kaldık. Zîra
biz Hilâfet için zahmetle çalışıyoruz. O kadar ki
artık Hizb-ut Tahrir neredeyse onunla muteradif
(eş-anlamlı) oldu. Hilâfet denildiğinde Hizb-ut Tahrir
akla gelir ve Hizb-ut Tahrir denildiğinde de Hilâfet
akla gelir oldu. Sizin güvenlik birimleriniz vasıtasıyla bundan
haberdar olduğunuzu biliyoruz. Yine de sizi têmin ederiz ki biz
yönetimi kendimiz için istemiyoruz. Bilakis Hilâfet’i
ancak Müslümanlar için istiyoruz. Dolayısıyla her kim Hilâfet’i
geri getirirse onunla birlikte oluruz ve her kim onu tatbik ederse
onu destekleriz. Her kim Allah’a karşı muhlis ve Rasulullah
[SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]’e sâdık olursa etrafında bizi
bulur. Hilâfet’in askerleri (yetki sahiplerinden) olup
olmayacağımızı umursamayız. İster bizden olsun isterse
başkasından olsun, Allah’ın sâdık kullarından olduktan sonra
Hilâfet’i ikâme eden her kim olursa, işte biz o adamın
askerleri oluruz.
Velâkin
aynı zamanda, Ey Sayın Başkan, Allah’ın Şeriati’ni tatbik
etmeyi reddedenler karşısında sağlam bir kale ve Hilâfet
uğrunda Davayı taşıyanlarla uğraşanların boğazına tıkanan
keskin bir diken olarak Allah’ın izniyle duracağımızı beyan
ederiz. Tâ ki Hilâfet’in kuruluşuna şâhid oluncaya
kadar yâhut onu görmeden ölünceye kadar... Allah Kaviyy’dir,
‘Azîz’dir.
Son
olarak size, “İslam Nizâmı” kitabını ve başkası değil
ancak İslamî bir devlet olan “Hilâfet Devleti’nin Anayasa
Tasarısı” kitabını ekte gönderiyoruz. Muhakkak ki hiçbir
şey Allah’a gizli kalmaz. O açıkta olanı da gizli olanı da
bilir. O Kendisi’ne sâdık olanlara şüphesiz yardım edecek,
zafer verecektir. Herhangi bir sözüyle veya davranışıyla O’nu
aldatmaya çalışan ise şöyle denilmeye müstehak olacaktır:
Onlar
Allah’ı aldatmaya çalışırlar, Allah da hilelerini onların
başlarına geçirir. [En-Nîsa 142]
Ve’s
Selâmu ‘Aleykum ve Rahmetullahi ve Berakâtuhu...