İngiltere’ye düzenlediği ilk resmî ziyâretinde General Pervez
Müşerref, Hizb-ut Tahrir’e ve Râşidî Hilâfet’i kurarak
İslâmî Hayatın yeniden başlatılmasına yönelik dâvetine karşı genel
bir nutuk çekme fırsatını kaçırmadı! Hitâbında, kendisinin
Amerika’ya ve müttefiklerine sadâkatini sürdürmesine karşı dışarıda
dört ayrı vesileyle protesto gösterileri düzenleyen Hizbden
bahsetti. Müşerref 7 Aralık 2004’te Devletlerarası Stratejik
Araştırmalar Enstitüsü’nde [IISS] bir konuşma yaptı. Konuşmasında
Hizb-ut Tahrir’i “fikirlerini başkalarına empoze etmek” ve
“Hilâfeti zorla kabul ettirmek” isteyen bir “aşırı organizasyon”
olarak tanımladı. Yine Hilâfet’i de küçümseyerek bu yönetim
sisteminin yalnızca “ilk dört Halîfemize has” olduğunu söyledi. IISS
kapısında kendisini protesto eden Hizb-ut Tahrir şebâbına
atıfta bulunarak, “onlarla oturup ‘ne konuşuyorsunuz?’ diye
tartışmayı arzu ettiğini” ve “bu insanların düzeltilmeye
ihtiyacı olduğunu” söyledi. Sonra Pakistanlılar toplumunun
üyelerine hitap etmek üzere Manchester’a gitti. Orada da şöyle dedi:
“Hilâfet hakkında konuşan bu insanlar var ya… Onlar hiçbir şey
bilmiyorlar… Ben onlardan daha iyi biliyorum… Evlatlarınızı Hizb-ut
Tahrir’den korumaya ihtiyacınız var… İslam hakkında konuşmak mı?..
Ben İslam hakkında daha çok şey biliyorum.” Devamla şöyle dedi:
“Onlar dışarıda ‘Pakistan, ke matlâb ya? Lâ ilâhe illAllah!’ diye
bağırıyorlar. Ben de buna inanıyorum.” Kısa bir ara verdikten
sonra Müşeeref, Hizb-ut Tahrir hakkındaki incilerini yeniden
dökmeye başladı.
Hizb-ut Tahrir / Britanya, Müşerref’in Hizb-ut Tahrir’e
ve çalışmasına dâir ifade ettiği yorumlarından bazılarına cevap
vermek için bu vesileyi değerlendirmek istemektedir.
Birincisi: General Müşerref ve rejimi, Pakistan’da Hilâfet’in
yeniden kurulması çağrısına ilişkin olarak Hizb-ut Tahrir
üyeleriyle tartışmak için çok sayıda fırsata sahiptirler. En
basitinden, Downing Street, IISS, Hilton Hotel veya Manchester’da
dışarıda kendisini protesto eden herhangi bir şebâbı, dostane bir
yaklaşımla tartışmak üzere dâvet edebilirdi. Bunun yerine o Hizbe
karşı zehrini boşaltmayı sürdürmeyi tercih etti. Yapıcı bir iletişim
kurmak için de hiçbir ciddi adım atmadı. Benzer şekilde onun
İngiltere’deki Yüksek Komiseri de Pakistan’da Râşidî Hilâfet’in
yeniden kurulmasına ilişkin olarak Britanya’daki Müslüman toplumun
kendisine yönelttiği soruları yanıtlamak için hiçbir girişimde
bulunmadı. Bu sorular, 30 Eylül 2004’te ve 9 Ekim 2004’te iki ayrı
mektup olarak Müslüman toplumdan ve Hizb-ut Tahrir’den
temsilciler tarafından elden teslim edilerek kendisine
yöneltilmişti. Resmî protokol gereği, mektuplar Müşerref’in
Pakistan’daki bürosuna iletilmektedir. Dolayısıyla Müşerref ve
yetkilileri, Hizb-ut Tahrir’in çabalarından ve yönetiminin
neden İslam’ın yönetim nizâmına muhalif olduğu sorusunun yanıtını
aradığından gâfil olduklarını iddia edemezler!
Bununla birlikte biri çıkıp ta Müşerref’in İngiltere ziyâreti
sırasında Hizb ile tartışacak kadar vakti olmadığını söylerse, ona
şöyle deriz: Müşerref’in burada olmasa da Pakistan’da Hizb-ut
Tahrir ile Râşidî Hilâfet’in yeniden kurulması hakkında
tartışmak için bol miktarda vakti vardır. Ne var ki kendisi şu ana
kadar hep samimiyetsiz davranmış, lütfedip te Hizb ile fikrî bir
tartışma yapmaya herhangi bir şekilde yanaşmamıştır. Tam aksine
Müşerref ve rejimi, Hizbin Pakistan’daki çalışmasını kesmek için
aşırı tedbirler almışlardır. 2001 yılında Hizbe ait olup üzerinde “Zamanın
ihtiyacı sadece Hilâfettir” yazılı bilbordlar, Peşâver ve Rahim
Yâr Han’daki yetkililer tarafından zorla kaldırılmıştır. Müşerref’in
rejimi tarafından, bu mesajda hangi suçu gördüklerine dair hiçbir
açıklama yapılmadığı gibi bunun suç olduğuna dâir hiçbir yasal belge
de söz konusu değildir. Bununla beraber Müşerref, kadınların
ayıplarını gösterdikleri müstehcen bilbordları hoş karşıladığı halde
Hilâfete çağıranlara tahammül edememiştir.
Yine bu yılın sonunda Hizbin Lahor’daki merkez bürosu talan edilmiş
ve içerisindekilere el konulmuştur. Kezâ buna da hiçbir gerekçe
gösterilmediği gibi hiçbir resmî açıklama da yapılmamıştır. Oysa
Hizb orada yasa-dışı değildi ve bürosu aylardır açık duruyordu.
İnsanların çoğunun açıkça bildiği gibi istihbârat birimleri de bunu
gâyet iyi biliyorlardı. Buna rağmen Hükümet, Pakistan’da Râşidî
Hilâfet’in kurulması konusunda Hizb ile hiçbir görüşme
girişiminde bulunmamıştır. Bilakis Hizb’in şebâbına yönelik kötü
muamelelerin dozajı artırılmıştır. Buna ilâveten adam kaçırmaların,
mesnetsiz tutuklamaların, işkencelerin ve uydurma duruşmaların haddi
artırılmıştır. Yine de şebâbın aileleri Müşerref’in bu terörist
taktiklerinden sakınmamışlardır. Babalarından bazıları, hanımlarına
tecâvüz tehdidiyle korkutulmuştur! Bazıları da polis nezâretine
alınmış ve evleri barikat çemberinde tutulmuştur. Bunların tamamı,
sırf şebâb Râşidî Hilâfet’in kurulmasına çağırmasın diye
baskı yapmak için gerçekleştirilmiştir. Yine şebâbın hanımlarına
karşı da en alçak hareketler revâ görülmüştür. Kocalarının serbest
bırakılmasını talep eden hanımlardan bazıları, sokak ortasında
polisler tarafından sürüklenerek tutuklanmışlardır! Hatta onlardan
biri, daha bir yaşında bile olmayan çocuğu ile beraber
hapsedilmiştir!
Şu anda Müşerref’in zindanlarında eziyet edilen çok sayıda şebâb
bulunmaktadır. Onlar uyuşturucu kaçakçısı, katil yada hırsız
oldukları için değil, bilakis beyannameler dağıttıkları ve
Pakistan’da Râşidî Hilâfet’in kurulmasına çağıran hitaplarda
bulundukları için hapsedilmişlerdir! Çünkü Hükümet, Hilâfet
çağrılarını suç saymakta ve şebabın bir kısmını “vatana ihanet” ile
suçlayarak yargılamaktadır. Buna rağmen Müşerref’in kendi
hâkimlerinden biri, Hilâfete dâvet etmenin devletin aleyhine suç
teşkil etmediğini ifade ederek Hizbin bir üyesi hakkında açılan
dâvâyı bir süre önce düşürmüştür. İşte bunlar korkudan titreyen bir
rejimin can havliyle giriştiği rezil amellerden bazılarıdır. Yine bu
rejim, Hizb ile hiçbir şekilde uygar bir fikrî tartışma yeteneğine
ve cesâretine de sahip değildir. Müşerref bir taraftan “özgürlük” ve
“hoşgörü” nârâları atarken, diğer taraftan Hizb-ut Tahrir’in
şebâbını durdurmak için sadece vahşi zorbalığa başvurmaktadır.
Öyleyse eğer Müşerref Hizb ile Hilâfet konusunda tartışmak
istiyorsa, hapsettiği şebâbdan başkasını aramasın!
İkincisi: Müşerref Hizb-ut Tahrir’i, fikirlerini
insanlara zorla kabul ettirmekle suçlamaktadır. Bu itham hakikatten
uzaktır. Hizbin kültürünü incelemiş ve metodunu anlamış herhangi bir
kimse, Hizbin hiçbir şekilde şiddete ve zorbalığa başvurmadığını
kolaylıkla farkedecektir. 1953’ten bu yana Hizb, çalışmasını
yalnızca fikrî ve siyâsî hareketlerle sınırlandırmıştır. Hizb,
Hilâfet’i kurmak için militanlığa başvurulmasını Şeriatin ihlâli
olarak görmekte, Rasulullah [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]’in
Sünnetine muhalif bulmaktadır. Ayrıca Hizb, Hilâfet Devleti’nin
kurulmasından önce, insanlar arasında Hilâfet mefhumunun fikrî ikna
yoluyla benimsetilmesi gerektiğine inanmaktadır.
Buna karşın, Pakistan halkı üzerine otoritesini zorla kabul ettiren
ve onları laiklik ve Amerikan yalnısı politikalar güdümünde yaşamaya
mecbur eden General Müşerref’in ta kendisidir. Müşerref 1999 yılında
yönetimi askerî darbeyle gaspetti ve 2002’de yaptırdığı sahte bir
referandum ile yönetimini zorla meşrulaştırdı. Hükümranlığı boyunca
da, Pakistan’ın eğitim sisteminde, ekonomik işlemlerinde, toplumsal
ilişkilerinde ve dış işlerinde laik değerleri yüceltip İslam’ı
marjinalize etmek için azami gayret sarfetti. Bu da onun yönetimine
karşı Pakistan’ın dört eyâletinin hepsinde güçlü bir ters tepkiye
neden oldu. Onun popülaritesinin ne kadar alçaldığını anlamak için,
Pakistan’ın önemli şehirlerinde artık yüzüne bakılmadığı ve
insanların öfkesinden kaçınmak için ziyâretlerini gizlice yaptığı
gerçeğini hatırlamak yeterli olacaktır. Yine Amerika’nın İslam’a
karşı giriştiği savaşına verdiği cömert desteğine öfkelenen ordu
içerisinde de popülaritesini derinden yitirmiş durumdadır. Bunun
içindir ki hareketlerini onlardan saklı tutmaktadır. Kendisine karşı
bir darbe yapılmasın diye de ordu personelini sürekli değiştirip
durmaktadır. Şüphesiz Müşerref’in Amerikan yanlısı politikalarına
destek ve teselli bulabileceği yerler ancak Washington, Londra ve
Paris gibi kâfirlerin başkentleridir. Ülke içerisindeki desteğini
kaybetmiş olması, Müşerref’in kendisini insanlara kabul ettirmek ve
iktidarda kalmak için diktatörce davranacağı ve daha vahşi
tedbirlere başvuracağı anlamına gelmektedir. İşte bunun içindir ki
onun rejimi, gazetecilere, avukatlara, siyâsetçilere, işadamlarına,
ordu subaylarına ve İslâmî hareket adamlarına karşı korkutma ve
hapsetme yoluna gitmektedir. Onların tek suçu Müşerref’in Amerika’ya
itaat ve sadâkati aleyhinde konuşmaktan başkası değildir. Yine onun
yönetimi içerisindeki görevliler de onun diktatörlüğüne karşı
konuşmaktan çekinmektedirler. Downing Street dışında onu protesto
eden şebâb ile özel olarak konuşan resmi bir görevli onlara şöyle
diyordu: “Yüksek Komiserlikte sizin fikirlerinizi destekleyen
birçok kimse var ve ben de onlardan biriyim.”
Üçüncüsü: Müşerref kendisinin de “Pakistan’ın Lâ ilâhe illAllah
anlamına geldiğine” inandığını iddia etmektedir. Öyleyse Müşerref
hatırlasın ki Lâ ilâhe illAllah’a inanmak Allah’a tam bir
teslimiyetle itaat etmek ve Müslümanlar Allah’tan başka hiçbir ilâha
kulluk etmemekle emrolunmuşlardır, demektir. Müslümanlara göre,
yegâne kanun koyucu Allah [Subhânehu ve Te’alâ]’dır ve kanun yapmak,
yasa koymak yalnızca O’nun hakkıdır. Yine kendi yasalarını yapmak
veya Allah’tan başka herhangi bir kaynaktan çıkan yasaları almak
Müslümanlara haramdır. Allah [Subhânehu ve Te’alâ] Kur’an-il
Kerîm’de şöyle buyurmaktadır:
Hayır! Rabbine and olsun ki, onlar aralarında çıkan ihtilaflarda
seni hakem tâyin edip sonra da Senin verdiği hükme içlerinde hiçbir
sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça îmân etmiş
olmazlar! [Nîsa 65]
Her kim Allah’ın indirdikleri ile yönetmezse, işte onlar zâlimlerin
ta kendileridir! [el-Mâide 44]
Her kim Allah’ın indirdikleri ile yönetmezse, işte onlar fâsıkların
ta kendileridir! [el-Mâide 45]
Allah’tan başkasının yasa koyabileceğine ısrarla inanan herhangi bir
Müslüman, İslam’a inanmamış olur. Allah [Subhânehu ve Te’alâ] şöyle
buyurmaktadır:
Her kim Allah’ın indirdikleri ile yönetmezse, işte onlar kâfirlerin
ta kendileridir! [el-Mâide 47]
Dolayısıyla bir yöneticinin veya Meclis gibi insanlardan bir
topluluğun devlet için kanunlar çıkarması veya insanlar arası
ilişkileri İslam’dan başka herhangi bir diğer esasa dayandırması,
İslam’da katiyyen yeri olmayan bir husustur. İster eğitim konuları,
ekonomik işlemler, hukukî meseleler ve dış işler için olsun isterse
diğerleri için olsun tüm kanunlar yalnızca İslâmî Akide esasına
dayanmalı, ancak bu akideden kaynaklanmalıdır. Allah [Subhânehu ve
Te’alâ] şöyle buyurmaktadır:
Allah ve Rasulü bir işe hükmettikleri zaman, mü’min bir erkek ve
mü’mine bir kadın için o işlerinde kendi isteklerine göre serbestçe
seçme hakkı yoktur. [el-Ahzâb 36]
Böylece Müşerref’in iktidarı üzerinde yapılacak dakik bir inceleme,
onun “Pakistan’ın Lâ ilâhe illAllah anlamına geldiğine” inandığı
şeklindeki iddiasını yalanlamaktadır. Onun aldığı her karar,
yasaların İslam’dan alınmadığını açığa çıkarmaktadır. Yetkilerini
artırmak için anayasa üzerinde oynama girişimleri ile Yasal Çerçeve
Düzeni [LFO] denilen karar yoluyla Amerikan yanlısı politikalarına
haklılık kazandırma girişimlerden daha iyi hiçbir şey bunu daha
açıkça gösteremez.
Hatta Müşerref Ümmetin maslahatlarını en iyi bir şekilde gözettiğini
iddia ederken bile gözleri, Ümmeti aldatmaktan başka bir şey
görmüyordu. Yine birçok vesileyle Birleşmiş Milletler,
Devletlerarası Para Fonu [IMF] ve Dünya Bankası gibi Batılı
kurumlardan hükümler kabul etmişti. Diğer bazı vesilelerle de
Amerika’ya ve Batılı güçlere gönülden isteyerek boyun bükmüş ve
İslam-dışı çözümleri uygulamaya geçirmişti. Örneğin IMF’nin yapısal
programlarını uygulama kararı alması, Amerika’nın teröre (yani
İslam’a) karşı savaşına destek vermesi, Keşmir mücâdelesini
bitirmesi, İsrail’i tanımaya ve Irak’a asker göndermeye kalkışması,
İslam’a değil küfre dayalıdır! Batılı güçler ve onların kuruluşları
Ümmetin problemlerini çözen, kendilerinden yardım istenen ve
kararları arzulanan referanslar haline getirilmiştir. Oysa bu apaçık
siyâsî intihardır. Allah [Subhânehu ve Te’alâ] Ümmetin çıkarlarının
İslam ile gözetilmesine engel olanları sert bir biçimde uyarmıştır.
Çünkü bu, fiilî vakıada tağutun hükmünü aramak demektir:
Sana ve Senden önce indirilenlere îmân ettiklerini iddia edenleri
görmedin mi? Tâğutun önünde muhâkemeleşmek istiyorlar. Oysa onu
inkâr etmekle emrolunmuşlardı! Şeytan da onları derin bir sapıklıkla
büsbütün saptırmak istiyor. [en-Nîsa 60]
Gerçek vakıa şu ki, Pakistan varolalı beri gelen sivil olsun askerî
olsun tüm hükümetler sadece laikliği uygulamış ve dâima İslam’ın
toplumun işlerine hâkim olmasına engel olmuşlardır. Müşerref ile
selefleri arasındaki fark, Müşerref’in Pakistan’ın
laikleştirilmesinde ve halk üzerindeki Amerikan hegemonyasının
çakılmasında öncekilerden çok daha ileri gitmesidir. Bunun içindir
ki Amerikan Dışişleri Bakanı Müsteşarı Richard Armitage şöyle
demiştir: “Bizim için Müşerref; doğru yerde, doğru zamanda ve
doğru işte bulunan doğru adamdır.”
Dördüncüsü: Müşerref, Hilâfet Yönetim Sistemi’nin ilk dört
Halîfeden beri var olmadığı zannına sığınmaktadır. Bu açıklaması bir
kez daha onun İslam hakkında ne kadar câhil olduğunu ve Hilâfet
Nizâmı hakkında bilgili olduğu iddiasının da yalandan ibâret
olduğunu gözler önüne sermektedir.
Hilâfet’in var olması için, kendisine bey’at verecekleri bir
Halîfeyi nasbetmeleri Müslümanlara farz kılınmıştır. Rasulullah
[SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem] şöyle buyurmuştur:
Her kim boynunda bey’at olmaksızın ölürse, câhiliyye ölümü ile ölmüş
olur. [Muslim rivâyet etti]
Bu hadis, Hâlifeyi seçme otoritesinin yalnızca Müslümanların hakkı
olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla herhangi bir kimse, onlardan
bey’at almaksızın kendisini Müslümanların yöneticisi olarak îlan
edemez. Kezâ Müslümanlar kendilerini İslam ile yönetecek bir
yöneticiye bey’at vermeksizin hayatlarını sürdüremezler. Böylece
İslam, yönetici ve yönetilen arasında kalıcı bir akit belirlemekle
kalmamış, aynı zamanda bey’at vermelerini tüm Müslümanlar üzerine
farz kılmıştır. Ayrıca İslam Halîfe’yi başka herhangi bir şey ile
değil, yönetimindekileri ancak ve sadece İslam ile yönetmekle
sınırlandırmıştır. Zikredilen deliller açıkça Allah’ın yegâne kanun
koyucu olduğunu kanıtlamaktadır. Böylelikle Hilâfet Devleti’nde
hâkimiyet Allah’a ve otorite de Ümmete ait olur. Sahâbelerin
Birinci Râşidî Hilâfet döneminden Osmanlı Hilâfeti’ne kadar bu
hep böyleydi. Hilâfet’in ilk dört Hâlife [Birinci Râşidî Hilâfet]
döneminin ardından sona erdiğini iddia etmek cehâlet ürünü bir
yanlıştır. Nitekim bu iddianın aksini gösteren birçok nasslar ve
çokça târihî gerçekler bulunmaktadır.
Câbir İbn Semura [RadiyAllahu ‘Anh]’den Rasulullah [SallAllahu
‘Aleyhi ve Sellem]’in şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir:
Bu Dîn (İslam) hepsi de Kurayş’ten olan 12 Halîfeye kadar azîz,
güçlü olacaktır. [Sahih-i Muslim]
Buradaki 12 Halîfe tâbiri, İslam devletinin yöneticisi anlamına
gelen şer’î bir ifadedir. Yine Ebu Hazm’dan kendisinin şöyle dediği
rivâyet edilmiştir: Ebu Hurayra ile beş sene beraberdim. Ondan
Rasul [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]’in şöyle dediğini duydum:
İsrailoğulları Nebîler tarafından siyâset ediliyorlardı,
yönetiliyorlardı. Bir Nebî vefât edince bir başkası ona halîfe
oluyordu. Fakat Benden sonra Nebî yoktur. Benden sonra Halîfeler
olacaktır ve çoğalacaklardır. Oradakiler şöyle sordular:
“Öyleyse (onlar hakkında) bize ne emredersin?” Buyurdu ki: “Evvelâ
verdiğiniz bey’ata vefâ gösterin. Onlara haklarını verin. Onlar
üzerindeki haklarınızı (vermezlerse onlardan değil) Allah-u
Te’âlâ’dan isteyin. Muhakkak ki Allah, yönetimlerindekilerin
haklarını onlardan soracaktır.” [Sahih-i Muslim]
Bu hadisler iki noktaya işâret etmektedir. Birincisi: Sadece dört
değil, birçok Halifeler olacaktır ve birinin yönetiminden sonra
diğerinin yönetimi için her defasında bey’at vermek zorunludur. ‘Ali
[KerramAllahu Vechehu]’dan sonra Hilâfet’in sona erdiğine dâir
hiçbir emâre yoktur. Sahâbe, Tâbiîn, Tebâ-ut Tabiîn ve Müctehid
imamlar ‘Ali [KerramAllahu Vechehu]’dan sonraki Halîfeleri
benimsemiş ve Halîfe Mu’aviye’ye, Halîfe ‘Abdullah İbn Zubeyr’e ve
Halîfe ‘Umer İbn ‘Abdul’Azîz’e bey’at vermişlerdir. Onlardan sonraki
nesil de üzerlerine düşen bu farziyeti yerine getirmiş ve 1924
yılında Hilâfet’in yıkılmasına kadar ‘Abbâsî ve Osmanlı Halîfelerine
bey’at vermişlerdir. İkincisi: bu hadis Hilâfet’in, Tanrı’nın
egemenliğinin Tanrı’nın seçtiği elçiler tarafından yürütülmesini
vehmeden teokratik sisteme dayalı bir devlet olmadığını da
göstermektedir. Hilâfet devleti teokratik bir devlet değil, tam
aksine otoritenin Ümmetin elinde olduğu ve İslâmî hükümler ile
onları yönetecek bir Halîfeyi bu otoriteleri gereğince seçtikleri
beşerî bir devlettir. Dolayısıyla 1300 yıl boyunca Hilâfet vardı,
Halîfeler İslam ile yönetiyorlardı ve birkaç istisna dışında bey’at
zorlama olmaksızın serbestçe veriliyordu. Kezâ bu Halîfelerden
herhangi birinin İslam dışında herhangi bir şeye göre yönetim
gösterdiğine dâir hiçbir kayıt mevcut değildir. Fıkıh kitapları ve
Müslüman beldelerin büyük şehirlerinde saklı tutulan mahkeme
kayıtları, bu dönem boyunca yalnızca İslam ile hükmedildiğinin en
açık şâhididirler. Nihâyetinde Hizb-ut Tahrir, konu üzerinde
geniş bir biçimde durmuş ve İslam’da Yönetim Nizamı isimli kitabı
yayınlamıştır ki, birçok dilde yayınlanan bu kitabın tüm İslam
topraklarından ve Pakistan’dan elde edilmesi gâyet mümkündür.
Beşincisi: General Müşerref, Müslüman âleminin geri kalmasından
ve modern çağın gelişmelerine ayak uyduramadığından dem vurarak
feryat-figân etmektedir. Buna çözüm olarak Müşerref, “aydın
ılımlılık” kavramından bahsetmektedir. İngiltere ziyâreti sırasında
da Efendisi Tony Blair ile bu konuyu tartışmak için can atıyordu.
General Müşerref’in gözünde aydın ılımlılık; özgürlük, demokrasi ve
siyâsî İslam’ın sınırlandırılması gibi laik değerlerin
yüceltilmesidir! Müşerref hatırlasın ki, örnek aldığı kahramanı
Atatürk, 1924 yılında Hilâfet’i yıkmış, İslam topraklarının 80
yıldır laikliğin pençesinde kalmasının önünü açmıştı. Bunun
sonuçları tek kelimeyle fâcia idi! Karanlık bulutlar, kaos ve bela
idi! Müşerref’in aydın ılımlılık teorisi de Pakistan’ı, insâni
gelişme ve seviye bakımından, Birleşmiş Milletler’in 2004 yılı
İnsânî Gelişme raporuna göre Nepal ve Butan gibi Güney Asya
ülkelerinden bile daha geriye düşürdü! Böylece bir kez daha açığa
çıkmıştır ki, bu gerileme ve çöküntünün tek çözümü şüphesiz
Râşidî Hilâfet’tir. Râşidî Hilâfet nizamı tatbik
edilirken, insanların en düşüğü olan Arap bedevileri bile en üst
derecelere ve en izzetli seviyelere yükseltmişti. Dünyanın hiçbir
zaman şâhit olmadığı aydın bir hadârat ve engin bir kültür meydana
getirmişti. O kadar ki Müslüman olmayanlar bile Hilâfet Devleti’ne
“hayranlık-tedirginlik” karışımı ile bakıyorlardı.
Ey Müslümanlar!
Bu yıl, İslam Ümmeti için oldukça çalkantılı bir yıldı. Müslümanları
beldelerine hegemonyalarını yerleştirmek isteyen Haçlı Kuvvetlerin
hiçbir şeye aldırış etmeyerek Müslümanları katlettiklerine ve İslâmî
değerleri korkunç bir biçimde aşağıladıklarına şâhit olduk. Fakat bu
çalkantı, beraberinde İslâmî uyanış için güçlü bir alt-akıntının
oluşmasına neden olmuştur. Tsunami benzeri bu alt-akıntı, İslâmî
beldelerde çöreklenmiş Batılı güçleri ve onların uşaklarını kökünden
kaydırıp atacak bir kuvvetin habercisidir. Bu vahşetin şiddetine
paralel olan İslâmi uyanışın istikâmeti Batılı liderlerin ve
tahtlarını kaybetme korkusuyla titreyen ajanlarının dikkatini
çekecek düzeye yükselmiştir. Vladimir Putin, Tony Blair, Donald
Rumsfeld ve Henry Kissenger de, yeniden dirilen İkinci Râşidî
Hilâfet’in tehlikeleri konusunda uyarılarda bulunan kalabalık
Batılı liderler korosuna katılmışlardır. İslâmî kalkınmanın felç
olması ümidiyle sık sık zehirlerini kusan ajan ve uşak yöneticiler,
Hilâfet’in yeniden dirilişini açıktan tartışmaya başlamışlardır.
Ümmeti hor gören ve Hilâfet Devleti’nin yeniden kurulması
özlemlerini küçümseyen kabarık ajan, uşak yöneticiler listesine son
olarak dâhil olanlar General Müşerref, Muhammed Hâtemi ve Yemen
Cumhurbaşkanı’dır.
Ey Müslümanlar!
Şimdi gevşeme ve üzülme zamanı değildir! Bilakis Râşidî Hilâfet’i
yeniden kurmanın fırsatını kollayan İslam Ümmeti’ni desteklemek
üzere tüm gücümüzü azami seviyede harcama zamanıdır. Britanya’da
yaşamak demek, sadece Hilâfete karşı Batı’da yapılan propagandalara
karşı koymak için değil, aynı zamanda Hilâfet’in kurulması için faâl
bir şekilde çalışan İslam topraklarındaki kardeşlerimiz ve
bacılarımız ile omuz omuza durmak için de önemli bir fırsatımız var
demektir. Hizb-ut Tahrir / Britanya sizi, bu üstün, bu kerîm
hedef uğrunda çalışan şebâbına katılmaya dâvet etmektedir.
Ey îmân edenler! Allah ve Rasulü sizi, size hayat verecek şeye dâvet
ettiklerinde icâbet edin! [el-Enfâl 24]