Türkiye’nin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, 3-5 Ocak 2005
tarihlerinde yahudi varlığı İsrail’e “barış ve arabuluculuk”
niyetiyle menfur bir ziyâret düzenlemiştir. Bu ziyâreti dikkatle
inceleyenler açıkça görecektir ki, Bush’un ikinci kez seçilmesinden
sonra Amerika’nın Ortadoğu meselesini çözme yönündeki eğilimleri
kuvvetlenmiştir. Bu bağlamda Amerika, halkı Müslüman ama laik bir
devlet olması itibariyle hem İsrail’e hem de Filistin’e yakın
görünen Türkiye’nin katkılarına önem vermektedir. Bu sebeple
Abdullah Gül’ün bu menfur ziyâretinin öncelikli gâyesi, Amerika’nın
barış görüşmelerini başlatmaya niyetlendiği bir dönemde Türkiye’nin
rolünü harekete geçirmektir. Kaldı ki yine Amerika’nın talebine
dayalı olarak ve İsrail’in Kuzey Irak’taki faaliyetleri ve
Türkiye’deki Amerikan karşıtı kesimlerle sıcak ilişkilerinin
bulunmasına bir tepki olarak Türkiye ile yahudi varlığı arasındaki
ilişkilerde hafif bir soğukluk vardı. Bu soğukluk zannedildiği gibi
Erdoğan’ın Filistinli Müslüman kardeşlerimize sevgisinden değil,
bilakis Amerika’nın böyle bir tavır koymasını istemesinden ötürüdür.
Aksi takdirde Tayyip Erdoğan ne diye Irak’ta, Çeçenistan’da,
Keşmir’de, Doğu Türkistan’da ve diğer topraklarımızdaki katliamlara
da tepki göstermemiştir? Ne diye sömürgeci kâfirlere her türlü
desteği açıktan sağlayarak onların Müslüman kardeşlerimize dönük
cürümlerine ortak olmuştur?
Bu nedenle Abdullah Gül menfur ziyâretini gerçekleştirdi ki evvela
Tayyip Erdoğan’ın özellikle Şeyh Yasin’in katlinden sonra Ğazze’deki
yahudi vahşetine tepki olarak sarfettiği “devlet terörü” lafının
yahudiler üzerindeki “üzücü etkisi”ni kaldırabilsin. Yine kendisinin
15 Şubat 2004’te Mecliste yaptığı konuşmada ve Moskova ziyâreti
sırasında, yahudi terörünü kınayışının utancını silebilsin. Bunun
içindir ki ziyareti sırasında yahudi medyasının en çok üzerinde
durduğu konu, kendisinin ve Tayyip Erdoğan’ın bu sahte tepkilerini
nasıl temize çıkaracağı ve ilişkilerin gerilmesine nasıl baktığı
idi. Sıkıştırmalardan kurtulamayan Gül, kendisinin ve başbakanının
laflarını yutkunarak şöyle diyordu: “Bölgedeki yeni atmosfer
nedeniyle bütün bunları geçmişte bırakmamız gerek.” Ziyâretin
zamanlaması da hayli çarpıcıdır: Bu meş’um ziyârete fazla tepki
göstermesin diye, Türkiye kamuoyu hâlen Brüksel’de elde ettikleri
göstermelik sahte zafer sarhoşluğunun baygınlığında iken!.. ve
halkımız, toplum mühendisliği ve sosyal psikoloji hilelerinin
gözleri karartan pençesinde iken!..
Yine Abdullah Gül barış konusunda şöyle diyordu: “Barış için
iyimserim. Uzun zamandır böyle bir ortam yoktu. Şimdi İsrail ve
Filistin, hatta Suriye ve Lübnan’da da iyimserlik var.” Oysa
daha önce Türkiye’yi kirleten mel’un yahudi Dışişleri Bakanı Silvan
Şalom Türkiye ziyâreti sırasında, aynı Abdullah Gül’ün yanında şu
ibretlik sözleri sarfediyordu: “Operasyonlarımızı
(katliamlarımızı) siz değil, bütün dünya biraraya gelse durduramaz.”
Yine de barış hovardalığı yapan Abdullah Gül yahudi kasap Şaron'a,
Suriye Başbakanı Beşşar Esed'in “yahudilerle hiçbir şart
koşmaksızın görüşmelere başlayacaklarına” dâir mesajını da
iletti ve İsrail-Filistin görüşmelerinin ya İsrail-Suriye/Lübnan
görüşmelerinden sonra olması gerektiğini yada hepsinin birlikte
yürütülmesi gerektiğini belirtti ki bu sıralama Amerikan plânının
bir parçasıdır zaten. Barış görüşmelerinde arabuluculuğa gelince;
her ne kadar Amerika Türkiye’ye biçtiği konum gereğince ona kısmî
bir rol vermiş olsa da, Ortadoğu meselesinin esâsî aktörleri
arasında Türkiye’nin yeri yoktur. Bugüne kadar hiçbir zaman olmamış,
bir ayak topu gibi koşturulmaktan da hiç kurtulamamıştır. İsrail
televizyonuna mülâkat veren Erdoğan bu gerçeği ifade eder bir
tarzda, kendisini yahudi kâfirler karşısınca acındırarak şöyle
diyordu: “Şam ile Kudüs arasında arabuluculuk işlevi
üstlenmemizin mümkün olması ümidindeyiz.”
Yine İsrail ile Türkiye arasındaki ticaret hacminin -aradaki
soğukluğa rağmen!- iki katına çıkmış olması, Abdullah Gül’ün daha
fazla arsız, hayasız, kepâze kâfir turistin Müslümanların temiz
sahillerini kirletmesi için gönderilmesini talep etmesi, Tayyip
Erdoğan’ın yahudilerle “istihbarat alanındaki işbirliği düzeyini
artırmak” istediklerini söylemesi, bir demecinde “İsrail ile
ilişkilerimizi herhangi bir bölge ülkesine karşı olarak görmek
mümkün değildir” demesi, Abdullah Gül’ün “Bu intihar
saldırıları biterse İsrail'in elinde söyleyeceği hiçbir şey
kalmayacak” diyerek işgâlci yahudi kâfire karşı mücâdele eden
Müslümanları “intihar eylemcisi” ve “terörist” olarak tanımlaması,
muhtemelen bu ayın ortalarında Amerika-İsrail-Türkiye arasında
Akdeniz’de yapılacak olan Deniz Tatbikatı’na karar verilmiş olması
dikkate alındığında, ziyâretin tamamen ilişkileri ısındırmaya ve
Tayyip Erdoğan’ın Amerika’nın talebiyle yakın gelecekte plânladığı
İsrail ziyaretinin zeminini hazırlamaya yönelik olduğu açığa
çıkmaktadır. Nitekim gazetecilerin İsrail’i ziyaret edip
etmeyeceğine ilişkin bir sorusuna karşılık Tayyip Erdoğan şöyle
diyordu: “Neden olmasın? Genellikle dışişleri bakanları,
başbakanın ziyareti için zemin hazırlar. Bu, benim ziyaretim için de
geçerli. Ama henüz bir tarih belirlenmedi” Öyle ya! Yüzünde
yahudileri incitmenin utancı ve pişmanlığı varken nasıl gidecek?
Ziyaretinin ikinci gününde Kudüs’e giden Abdullah Gül; Filistin’deki
Müslümanları Amerika adına kontrol altına almak, İsrail adına
Müslümanlarla savaşmak ve sömürgeci kâfirlerin plânlarını infaz
etmek üzere sahneye çıkarılan FKÖ başkanı Mahmud Abbas ve azgın
çetesine 9 Ocak’ta yapılacak seçimler için destek verdi ve ona şöyle
nasihatte bulundu: “Daha işin başındasınız. Daha çok şey
öğreneceksiniz. Daha çok insanla el sıkışacaksınız, öpüşeceksiniz,
daha çok insanı ziyaret edeceksiniz. Günde bir kaç akşam yemeği
yedirecekler.” Kendisi kâfirlerin kanlı ellerini sıkmaya,
onlarla öpüşmeye, ziyaretlerine koşmaya, akşam yemeklerinde onlarla
kadeh kaldırmaya alışık olmasaydı, nasıl böyle bir telkinde
bulunabilirdi ki?!
Abdullah Gül’ün Amerikancı sabetayist medyada övgüyle bahsedilen
tepkilerine gelince;
“Yahudi takkesi kippayı takmamış!” Çünkü takmış olsaydı,
Tayyip Erdoğan’ın Amerika’da papaz elbisesi giymesinden sonra
uğradığı kınamaya o da hedef olur, birçoklarınca yahudileşmekle
itham edilirdi… “İsrail bayraklı makam aracına binmemiş! ”
Çünkü yahudi çeteler, güvenlik gerekçesiyle onun için iki makam
aracı tahsis etmiş ama güvenliği daha da artırmak için ikisine de
bindirmeyip konvoy içindeki bir başka jipe bindirmiştir… “Harem-i
Şerif’e yahudinin gösterdiği kapıdan girmemiş! ” Çünkü
Etiyopyalılar kapısı denilen o kapıdan iki sene önce giren Mısır
Dışişleri Bakanı Ahmet Mâhir, Müslümanların verdiği sert tepkinin
etkisiyle geçirdiği krizden neredeyse ölecekti! Aynı akıbetin
Abdullah Gül’ün de başına gelmesinden endişelenen yahudi güvenlik
çetesi, Gül’ü Müslümanların girdiği kapıdan geçirmiş, onun Harem-i
Şerif’i kirletmesinden hemen önce ona haddini bildirmesinler diye
12’den fazla Hizb-ut Tahrir üyesini tutuklayarak Gül oradan
çıkıncaya kadar serbest bırakmamıştır. Bununla da yetinmeyen Gül,
yahudilerin sözde soykırım anıtını ziyâret etmiş, Hitler’in imhâ
ettiği yahudiler anısına düzenlenen meş’um törene katılmış, onların
anısına sürekli yanık tutulan ateşi alevlendirmiş ve özel defteri,
üzüntüsünü yazıya geçirerek imzalamıştır!
Ey Müslümanlar!
İşte görüyor ve şâhit oluyorsunuz!.. Amerika tarafından iktidara
taşınan, Amerika’nın güdümünde hareket eden ve Amerika’nın
emirlerine âmâde olan Tayyip Erdoğan liderliğindeki AKP Hükümeti;
Irak, Kıbrıs, Çeçenistan, Doğu Türkistan ve son olarak Avrupa
Birliği konularındaki işlediği günahlar ve cürümler yetmezmiş gibi
bu defa da Allah’ın lânetine uğramış, iki yüzlülük ve sözünden
dönmek ile vasıflanmış yahudi varlığının peşinden koşmaktadır. Allah
[Subhânehu ve Te’alâ] bu yöneticiler hakkında şöyle
buyurmaktadır:
Ey îman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin! Zîra
onlar birbirlerinin dostudurlar. İçinizden her kim onları dost
tutarsa o da onlardandır. Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğuna
hidâyet vermez. [Mâide 51]
Kaldı ki İsrail; Amerikan-İngiliz türemesi, ğayri-meşru, işgâlci bir
varlıktır! Onun İslam topraklarında yeri yoktur! Yahudiyle barış
asla olmayacağı gibi, onun varlık hakkı bile yoktur! Yahudiye göre
barış, tüm Filistinli Müslüman kardeşlerimizi katletmedikçe ve
Filistin’deki topraklarımızı tamamen işgâl etmedikçe
gerçekleşmeyecektir. Nitekim Allah [Subhânehu ve Te’alâ] onlar
hakkında şöyle buyurmuştur:
Muhakkak ki îman edenlere karşı düşmanlıkta insanların en şiddetlisi
olarak, Yahudileri ve (Allah’a) şirk koşanları bulacaksın. [Mâide
82]
İslam’a göre Allah’ın çevresini mübârek kıldığı Mescid-i Aksa’nın da
içerisinde bulunduğu Filistin topraklarında değil yahudi devletinin
bulunması, tek bir yahudinin bile yaşamaya hakkı yoktur. Nitekim
mü’minlerin âdil emiri Ömer İbn-ul Hattâb [RadiyAllahu ‘Anh] Kudüs’ü
fethettiğinde, orada imzalattığı anlaşma ile Filistin topraklarına
tek bir yahudinin bile girişini ebediyyen yasaklamıştı. Yine
mü’minlerin hayırlı komutanı Salâhuddin el-Eyyubî [Rahmetullahi
‘Aleyh] Haçlı kâfirlerin o mukaddes beldeleri işgâline o derece
üzülmüştü ki orayı kâfirlerden temizleyene kadar hiç gülmemişti.
İslam Ümmeti’nin basîretli Halîfesi Sultan AbdulHamîd Han [Rahmetullahi
‘Aleyh] ise, devletin borçlarına atıfta bulunarak para karşılığı
Filistin’e yerleştirilmelerini talep eden yahudilerle görüşmeyi bile
reddetmiş, onlara Tahsin Paşa vasıtasıyla şu şahâne cevabı tokat
gibi vurmuştu: “O terbiyesiz yahudilere de ki; Osmanlı
Devleti'nin borçları bir ayıp değildir. Zira Fransa'nın da borçları
vardır, fakat bu onları etkilemiyor. Kudüs, Ömer b. el-Hattab şehri
fethettiği zaman İslam topraklarından bir parça oldu ve ben mukaddes
toprakları yahudilere satmanın tarihi ayıbını yüklenmeyeceğim.
Sorumluluğuma ve halkımın bana olan îtimâdına ihânet etmeyeceğim.
Yahudilerin parası kendilerinde kalsın. Osmanlılar, İslam
düşmanlarının parasıyla inşa edilmiş kalelerde asla
saklanmayacaktır! Ve biz hayatta olduğumuz sürece, yahudilere
Filistin’in tek bir karış toprağı dahi verilmeyecektir.”
Muhakkak ki seçkin topraklarımızdan Filistin’i önceki heybetine işte
böylece kavuşturacak, onu kirleten kâfirleri oradan ebediyyen def
edecek ve gerçek adâleti, huzuru ve barışı getirecek tek kuvvet;
İslam’ın hükümleriyle hükmeden, Allah ve Rasulü’nün düşmanlarına
karşı Cihâd îlan eden İkinci Râşidî Hilâfet Devleti
olacaktır. Rasulullah [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem] onun yeniden,
ikinci kez kurulacağını şu kavli şerifinde biz mü’minlere
müjdelemiştir. Şüphesiz ki Allah ve Rasulü’nün vaadi -er yada geç-
mutlaka gerçekleşecektir.
…Sonra da yeniden Nübüvvet Minhâcı [Peygamberlik Metodu]
üzere [Râşidî] Hilâfet olacaktır!