Amerikan başkanı şu sıralarda Avrupa’ya bir tur düzenlemektedir. Bu
kapsamda dün, 23.02.2005 günü Almanya’yı ziyâret ederek Alman
Şansölyesi Gerhard Schröder ile görüştü. 21-22.02.2005 tarihlerinde
ise Brüksel’deki NATO tesislerini ziyâret ederek Avrupalı liderler
ile özellikle Jacques Chirac ve Schröder ile görüştü. Sonra Nobel
Konser Salonu’nda bir konuşma yaparak Amerika-Avrupa İttifakı’nın
yeni yüzyılda ortak güvenliğin esas kutbunu temsil ettiğini
vurguladı. Ardından 22.02.2005’te NATO Zirvesi’nin açılışına
katıldı. Orada da önceden söylediği şu sözünü tekrarladı: “Amerika
ile Avrupa arasındaki Irak anlaşmazlığını bir tarafa bırakıp elele
çalışmaya bakmamızın zamanıdır.”
Bu ziyâretin ardındaki dürtüyü, zamanlamasını ve maksadını bilmek
için birkaç yıl öncesine gitmemiz hayırlı olacaktır:
1. Sovyetler Birliği’nin dağılıp yok olmasından sonra Amerika
devletlerarası siyâseti kendisinde tekelleştirip âdeta işlerin
yularını elinde tutan tek aktör gibi hareket etmeye başladı. O
kadar ki Oğul W. Bush ve Yeni Muhâfazakârlar
[Neo-Conservatives] dönemiyle birlikte de önceki müttefiklerine
“Eski Avrupa” diyerek alay etme boyutuna vardı. Kendisini haklı
çıkaran kararlar çıkaramadığında Birleşmiş Milletler’i göz ardı
etti. Nitekim Birleşmiş Milletler ile Güvenlik Konseyi’nin ardına
sığınıp Birleşmiş Milletler teşkilâtını, komplolarının üzerini
örtmek için devletlerarası bir örtü olarak kullandığı
bilinmektedir. Bu gerçek Irak’a saldırısından önce de
bilinmekteydi. Sonra kendisi aleyhine, hatta son zamanlarda
müttefikleri veya destekçileri arasında bile yükselen seslere
kulaklarını tıkadı. Böylece küstah bir kibir ile kuşandı. Bundan
daha düşüğünü zikretmeyen bütün devletleri ve büyük güçleri
aşağılayarak umursamazlık etti.
2. Lâkin Amerika, Afganistan’da ve Irak’ta Müslümanlara karşı
başlattığı saldırılarında bataklığa battı. Özellikle ciddi
miktarda katliama maruz kalan Irak’ta politika ve saldırı
üstünlüğü bakımından hezîmete uğradı. Yine Fransa, Almanya ve
ordusunu çektikten sonra İspanya Irak’ta onu desteklemedi.
Özellikle tutuklu ve mahpuslara yönelik alçak tavırların açığa
çıkmasından, sivillere, yaşlılara, kadınlara ve çocuklara
yönelttiği iğrenç savaşından, kuvvetli ve donanımlı silahlarına
rağmen direniş ve cesaret karşısında askerlerinin zaafiyet ve
korkaklığı belli olduktan, devletlerarası tavırlardaki
cehâletinden ötürü önceki müttefiklerinin kendisinden
uzaklaşmasından sonra… Tüm bunlardan sonra devletlerarası tutumunu
ve askerî güce dayalı küstah kibrini yeniden düşünmek zorunda
kaldı. Avrupa’nın gönlünü almaya ve içine düştüğü kritik durumda
kendisini kurtarmak veya krizini azaltmak üzere kendisini
destekleyeceği umuduyla Avrupa’ya devletlerarası siyâsette,
özellikle Ortadoğu bölgesinde bir kapı aralamaya yöneldi.
3. Avrupa ise Amerika’nın Afganistan’a ve Irak’a yönelik
saldırılarında bataklığa saplandığını ve bölgede kördüğüme
düştüğünü fark etti ve Amerika’ya fırsat vermek için beklemedi.
Aksine Amerika ile devletlerarası siyâsette özellikle de Ortadoğu
bölgesinde, Amerika’nın bilhassa içine düştüğü Irak bataklığında
debelenmesini fırsat bilip sıkıştırmaya ve geçen asrın 70’li
yıllarından önce İngiltere’nin Suveyş Kanalı’nda çekilmesi
öncesindeki gibi devletlerarası siyâsette bulunan bölgenin
çok-taraflı kontrolünü hatırlatan farklı bir mücâdele istikâmeti
oluşturmaya uğraştı. Avrupa devletleri; Fransa, Almanya ve mevcut
Sosyalist Parti döneminin sürdüğü José Maria Aznar sonrası
İspanya, açık bir şekilde Amerika’yı siyâseten sıkıştırmaya
başladı. Bunun yanında İngiltere de mâlum siyâsî şeytanlığını
kullanarak Amerika ile sinsi bir rekâbete girişti. Bu devletler
daha önce de kullanılan, “lehinde hareket” yerine “aleyhinde
tepki” rolü üstlenerek bölgenin birçok meselesinde Amerika’yı
zorlamayı başardılar.
4. Amerika’yı sıkıştırıp “lehinde hareket” yerine “aleyhinde
tepki” rolü ile onu zahmete düşürenlerin karıştırdıkları
meselelerinden bazıları şunlardır:
- Sudan’ın Kuzeyi ile Güneyi’ndeki nüfuzlarını korumak üzere
Dârfur’da onu sıkıştırdılar. Amerika ise Amerika’nın Sudan’daki
maslahatgüzâhı Gerald Gallucci’nin açıklamasında belirttiği gibi
Güney Sudan meselesini hallettikten sonra Mayıs 2004’ün ortalarına
doğru Dârfur’a yönelmek istiyordu. Zîra tüm problemlerin aynı ayda
parlamasının, Sudan’da kendisini destekleyen iktidarın, nizâmın
dağılmasıyla sarsılışını teşvik edebileceğini, dolayısıyla da
Avrupa’nın [İngiltere ve Fransa’nın] oraya nüfuzunu sızdırmasına
yol açabileceğini fark etmişti. Ne var ki İngiltere ve Fransa da,
Amerika’nın Güney meselesiyle meşgul olduğu bir sırada Dârfur
meselesini kurcalamanın kendilerine bir basamak
kazandırabileceğini görmüştü. Daha sonra her ikisi de Güney
meselesinin halledilmesinde ortak olarak Amerika’nın tarafında yer
aldılar.
Meydana gelen işte bu idi. Bir taraftan Londra, Dârfur meselesi
için bölgesel ve devletlerarası kamuoyunun oluşturulduğu aktif bir
medya merkezi haline gelirken, diğer taraftan Paris, Çad üzerinden
isyancıların bir mâlî destek merkezi olmuştu. Amerika’nın
belirlediği zamanlamadan önce Amerika’nın Dârfur meselesinde bu
iki ülke tarafından sıkıştırılması işte böyle olmuştu. Güney
problemi sonuçlandırılmadan bu durumun ortaya çıkması Amerika’yı
oldukça zora sokmuştu. Bu da Sudan Hükümeti’ni Sudan’daki İngiliz
adamlarıyla ateşkes yapmaya, hatta önceki [Sâdık el-Mehdî’nin]
el-Umme Partisi gibi anlaşmalar imzalamaya mecbur etmişti. Aynı
zamanda Amerika’yı da 09.01.2005’te Nairobi’de Sudan ile isyancı
John Garang arasında nihâî anlaşmanın imzalanmasından önce
bölgesel ve devletlerarası olarak Dârfur meselesini sürdürmeye de
zorlamışlardı.
- Yine Kuzey Afrika’da da onu sıkıştırdılar. Cezayir’de Bin
Bellâ’ya karşı Bumedyen’in hükümet darbesinden ve Fas’ta da V.
Muhammed’in ölümünden sonra Amerika Cezayir’den ve Fas’tan çıktı.
Sonra onlar Polissario örgütü [Sahrâvîlerin Kurtuluş Hareketi]
vasıtasıyla Batı Sahra meselesini karıştırabildiler. Bu meseleyi
kendileri için Kuzey Afrika’ya açılan bir kapı olarak
değerlendirdiler. Self-determinasyon ve referandum adı altında
Birleşmiş Milletler’den ardarda kararlar aldırdılar. Sonra
self-determinasyon ve 5 yıl sonra referandum kararlarının ardından
otonomi diye bir karar daha aldırdılar. Böylece meselenin iplerini
ellerine alarak Cezayir ve Fas’taki nüfuzlarının gerektirdiği
şekilde meseleyi azdırma veya dindirme kontrolüne sahip oldular.
Aznar dönemi esnasında İspanya da onlara bu hususta yardım etti.
İspanya’da parametreler değişip Sosyalist Parti iktidara gelince,
İspanya ile Fransa bu meseleden Amerika’nın elini uzaklaştırmak
için birlikte çalışır oldular. Ardından Fransız yetkililer, Batı
Sahra’nın Amerika’nın Kuzey Afrika’ya giriş kapısı olduğunu açıkça
dile getirmeye başladırlar. Yetkililerden biri bunu, Nisan
2004’teki devlet başkanlığı seçimlerini kazandığı zaman Chirac’ın
AbdulAzîz Buteflika’yı tebrik etmek için kısa bir ziyârette
bulunduğu sırada söylüyordu. Nihâyetinde İspanya ile Fransa’nın bu
konudaki gayretleri, 17.01.2005’te İspanya Kralı’nın son Fas
ziyâretinde görüldüğü gibi başarılı olmuştu ki söz konusu
ziyâretin asıl amacı da bu idi. Böylece Avrupalılar, henüz sona
ermeyen etkin bir üslupla Amerika’yı sıkıştırdılar.
- Yine Lübnan’da da onu köşeye sıkıştırdılar. Amerika, et-Tâif
Anlaşması’nda beri Lübnan’daki mevcut rejimin arkasındadır. Lübnan
yönetimi, Amerika’nın bölgedeki uşaklarından biridir ve Suriye
Ordusu da bu yönetimin devamlılığının garantisidir. Amerika’nın
Suriye Ordusu’nu çekme plânı ise yerleşim merhalelerine göre
aşamalı olarak gerçekleştirilecek bir plândır.
Lâkin perde arkasındaki İngiltere ile birlikte Fransa, Amerika’nın
Irak’a yönelik saldırısında bataklığa düşmesinin, zamanlama
açısından Suriye Ordusu’nun Lübnan’dan çıkarılması meselesini
karıştırmak için uygun bir fırsat olduğunu fark etti. Sonra
Amerika’yı Güvenlik Konseyi’nin akıntısında sürüklemek ve kendi
çizgisine getirmek üzere Fransa, Lübnan’daki ajanlarına Suriye
Ordusu’nun Lübnan’dan çıkarılmasına zemin oluşturan bir atmosfer
hazırlattıktan sonra meseleyi Güvenlik Konseyi’ne taşıdı. Böylece
her ikisi adına 1559 sayılı karar çıktı. Amerika, Kofi Annan’ın
tatbiki hakkında Güvenlik Konseyi’ne sunacağı bir rapor nedeniyle
altı aylık bir zaman sınırlaması koymayı başararak kararı boşa
çıkarabildi. Bunun üzerine Lübnan’daki Suriye yanlılarını tahrik
ettiler. Böylece et-Tâif kararını, Güvenlik Konseyi’nin kararıyla
aynı çizgiye koyarak her ikisini birbirine karıştırdılar.
Arkasındaki İngiltere ile birlikte Fransa, Amerika’nın bu kararı
özellikle de Lübnan’daki seçimleri etkisiz bırakabildiğini, Lübnan
yönetimindeki ajanlarını tasfiye edebileceğini, et-Tâif
Anlaşması’na alternatif olabilen 1559 sayılı kararı
öldürebileceğini ve kısmî bir aşamalı geri çekiliş yüzünden
bölgede, özellikle Suriye izleri konusunda uzlaşma sağlanıncaya
kadar işlerin yerleşim öncesi eski haline dönebileceğini idrak
etti.
İşte böyle bir ortamda Rafîk-ul Harirî suikasti gerçekleşti ki bu
suikast, uşaklarıyla beraber Fransa ve uşaklarıyla beraber
İngiltere için kararı yeniden canlandırmak, hatta seçimlerin önünü
kesmek için tam bir kurtuluş oldu. Böylece Avrupa’nın tamamı
açıktan meydanda gözüktü. Fransa ise açıkça meydan okuyordu. O
kadar ki Chirac, el-Harirî ailesinden çok el-Harirî suikastini
sahiplendi. İngiltere de kendi üslubunca şayialar ve parazitlik
ile hâdiseyi tahrik ediyor, İngiliz Dışişleri Bakanı Jack Straw’un
da dile getirdiği gibi suikastin arkasında Suriye’nin bulunduğuna
dair şüpheler olduğu dedikodularını yayıyordu. Fransız ajanlarının
başı çektiği meydanda bu defa İngiliz ajanları da açıkça boy
gösterdi. Amerika’nın Lübnan’daki nüfuzunu def etmek üzere, Fransa
ve İngiltere adına Avrupa’dan mîras kalan Avrupalı servisler
sahneye üşüştüler.
Her şey allak bullak oldu. Suriye ile bağlılarının konumu yerel ve
bölgesel olarak zora düştü ve suçlanmaya başladılar. Kaldı ki onun
bu cürümle alâkası yoktu. Zîra bu suikast, Suriye’nin çıkarlarına
ve varlığına karşı idi. Ayrıca devletlerarası tutumu, Amerika için
utanç vericiydi. Avrupa’nın Amerika’yı sıkıştırması başarılı
olmuş, hatta Amerika kaçacak delik bulamayacak hale düşmüştü. 1559
sayılı kararda olduğu gibi Suriye Ordusu’nun çıkarılması
dalgasında sürüklenmemesi bunun istisnasıdır. Dolayısıyla Amerika,
bununla dilediğini yapamasın diye ipleri tamamen Avrupa’nın
ellerine koymamanın peşindedir. Ayrıca onunla birlikte olmayı da
istemektedir ki Suriye Ordusu’nun çıkarılması ve Lübnan rejiminin
devrilmesi ısrarına giden yolu tıkayarak hem kendisine bağlı
Lübnan yönetimini korusun hem de Suriye Ordusu’nu aşamalar halinde
Lübnan’dan çıkarabilsin.
Görünen o ki Amerika’nın Avrupa üzerindeki bu müzâyedesi başarılı
olmuştur. Nitekim önceki gün, 22.02.2005’te Amerikan işbirlikçisi
Husni Mübârek’in istihbarat başkanını Suriye’ye gönderdiği
belirtildi. Bu da Amerika’nın meselenin devletlerarası boyutunu
yerel Arap boyutuna indirgemek için Mübârek’i görevlendirdiğini
göstermektedir ki Lübnan’daki rejim sâbit kalsın ve yerleşime
uygun bir şekilde Suriye Ordusu’nun aşamalı çekilişi gerçekleşsin.
Öyle ki et-Tâif Anlaşması veya Arap Zirvesi’ne teslimiyeti yada
Lübnan Hükümeti’nin talebine veya Suriye devlet başkanının konuya
ilişkin bir açıklamasına rıza göstermesi hariç Avrupa’ya ve
ajanlarına teslim olmuş görünmesin. Nitekim Mısır devlet başkanı
dünkü basın toplantısında bunu îma etmiştir. Dolayısıyla Amerika,
Avrupa’nın üzerine bastığı halıyı çekmek üzeredir.
Avrupa, Amerika’nın diğerlerine tepki vermesinden sonra onu
zorlamasıyla ve Amerika’nın Irak’a saldırısıyla düştüğü bataklığın
avantajını kullanarak Amerika’yı Lübnan’da açıkça işte böyle
sıkıştırdı.
5. Amerika’nın saldırısıyla birlikte düştüğü bataklığın derinliği
ve Avrupa’nın kendisini özellikle Ortadoğu’da sıkıştırması
Amerika’nın; devletlerarası siyâsetteki tekelinin bittiğini veya
bitmek üzere olduğunu, Avrupa’yı devletlerarası siyâsete ortak
olmaktan dışlamasının artık mümkün olmadığını, kendisini görüldüğü
gibi sıkıştırmak isteyen herhangi bir devlet için
başarısızlığından emin olamadığını, Amerika’nın şişirilmiş
balonunda havanın inmeye başladığını ve kördüğümünü gevşetmek
üzere Avrupa’yı kendisine ortak etmesinin daha iyi olacağını fark
etmesini sağladı.
Onu Avrupa ile acilen uzlaşmaya sevk eden bir diğer unsur daha
vardır. Bu da uğrunda konferanslar düzenleyip araştırma merkezleri
oluşturmasına yol açan, hatta geçici bir gelgit olmasını umduğu
bir ürpertidir ki o “Müslümanların Hilâfet’i Kurması”dır. Ve o,
hele bunca düşmanı ve azalan dostlukları var iken bu işin
gerçekleşmesinden nefret etmektedir. İşte bunların tamamı onu
Avrupa’ya yakınlaştırmıştır.
6. Binaenaleyh Avrupa ile bilhassa kendisine alenen “düşmanlık”
eden devletler ile bir uzlaşma kampanyası başlattı. Üstelik bu
kampanyayı, önce Dışişleri Bakanı, sonra Savunma Bakanı ve nihâyet
Başkan Bush’un turları üzerinden hızlı adımlarla başlattı. Şöyle
ki:
- Amerikan Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, 03.02.2005 Perşembe
günü öğleden sonra Avrupa’ya bir tur düzenledi. Açıklamalar ve
îmalar ile Amerika’nın Avrupa’ya elini uzattığını ve ihmâl
etmeden, bağımlı kalmadan devletlerarası siyâsette kendisine ortak
olmasını istediğini belirtti.
08.02.2005’te Paris’te Siyâsal Bilimler Akademisi’nde yaptığı
konuşmada da Amerika ile Avrupa’yı birleştiren ortak değerlere ve
kültürel köklere değinerek “Yeni Ortaklık” adını verdiği bir
birlikte çalışma projesi sundu ve şöyle dedi: “Ülkem, ortak bir
gündem dahilinde Avrupa ile çalışmaya hazırdır.” Daha dün
Ulusal Güvenlik’in başı olarak Fransa’nın savaşa karşı çıkan
ülkelere liderlik etmesinden ötürü cezalandırılmasını isteyen
Rice, şimdi Avrupa ile özellikle Fransa ile “Yeni Ortaklık” dediği
bir projede birlikte çalışmak istiyordu!
- Amerikan Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’e gelince; o da
12.02.2005’te Münih Devletlerarası Güvenlik Konferansı’nda yaptığı
konuşmada Rice’ın bahsettiği ortak değerler ve kültürel kökler
gibi sözleri tekrarladı. Sonra birinin kendisine sorduğu bir
soruya cevap verirken, Amerika’nın Irak Saldırısı başladığı esnada
kendisinin Fransa ve Almanya’yı kastederek söylediği “Eski Avrupa”
lafı için özür dilediğini imâ edercesine, kendisinin şu anda “Eski
Rumsfeld”den farklı olduğunu, dünyaya yayılan Amerikan âdeti
olduğu üzere espri-kahkaha karışımı ile söyledi. Sonra şöyle
ekledi: “Irak konusundaki farklılıklar sona erdi ve artık
geçmişi ardımıza koymak zorundayız.” Yine iki yıl önceki zirve
konferansı sırasında Alman Dışişleri Bakanı ile girdiği ağız
dalaşına işâret ettikten sonra şöyle dedi: “Tek başına bir
millet yeni çağımızın tehditleriyle başa çıkamaz.” Irak
Savaşı’ndan önce Amerika’nın tek başına iki cephede birden
savaşabileceği lafını ne de çabuk unutmuştu!
- Sonra Bush’un 21.02.2005’te Brüksel’den başladığı turu geldi.
Turundan önce şöyle diyordu: “Amerika ile Avrupa arasındaki
Irak anlaşmazlığını bir tarafa bırakıp elele çalışmaya bakmamızın
zamanıdır.”
Turuna, Brüksel’in merkezindeki bulunan Nobel Konser Salonu’ndaki
konuşmasıyla başladı. Konuşmasında yeni çağda Atlantik ötesi
ilişkilerin açıklığını vurgulayıp -dünyada hiçbir gücün
dağıtamadığını söylediği- Avrupa-Kuzey Amerika İttifakı’nın yeni
yüzyılda ortak güvenliğin esas kutbunu şekillendirdiğini îlan
etti. Ardından Brüksel’deki Amerikan sefâretinde Chirac’ın da
dâvet edildiği bir çalışma yemeğine katıldı ve Avrupa Birliği
yapılanmasını överek ittifaklar ve ortak değerler ile Birliğin,
kendilerini Avrupa gibi güçlü bir ortaktan ürkütmeyeceğine dikkat
çekti. Perşembe günü böyle diyen Bush, Amerikan yönetiminin Irak
saldırısından önce yaptığı gibi, ileri geri çekerek Avrupa
Birliği’ne sızmaya çalışıyordu.
Alman Şansölyesi Schröder ile yaptığı görüşme sırasında da, Avrupa
ile Amerika arasındaki dostane havayı korumak için karşılıklı reel
işbirliği hakkındaki konuşmasını tekrarladı. Sonra Bush,
dikkatleri çeken bir davranış sergiledi ve Alman Şansölyesi
yanında, önceden beri babası tarafından da kullanılan “Amerika
liderliğindeki Atlantik İttifakı” ifadesini artık kullanmayacağını
vurguladı. Bu da oğul Bush’un Almanya’ya daha da yakınlaşmayı
sürdürmeye ve eşit ortaklık [denke denk] temelinde onunla
ittifakını pekiştirmeye niyetlendiğini açığa çıkarıyordu.
Bush’un bu turu ile Dışişleri ve Savunma bakanlarının önceki
turlarının sebebinin, şu bakımlardan Avrupa ile bir uzlaşma
kampanyası başlatmak olduğu açıktır: Müslümanların beldelerine
yönelik giriştiği saldırılar sonucu düştüğü bataklığın derinliği,
Avrupa’nın Amerika’nın bataklığa saplanışını
istismar etmesi
ve sonra bölgede onu sıkıştırması, Amerika’nın devletlerarasındaki
tekel tahtının sarsıldığını fark etmesi ve nihâyet kalabalık
düşmanlar arasında olduğu bir sırada “Hilâfet’in Kurulması”
endişesinin gerçekleşme tehlikesini idrak etmesidir.
Ey Müslümanlar!
Muhakkak ki tâğutî güçler geri çekilmeye başlamış, içlerindeki
kurtçuklar tarafından kemirilmiş ve gedikleri açığa çıkmıştır.
Üstelik ne kadar çok ve gelişmiş silahlara sahip olursa olsun ve
İslam’ın güçlü orduları karşısında duracak cesâret ve yiğitlikten
mahrum ne kadar adamları olursa olsun, küstah kibrinin kendisine
haktan hiçbir şey kazandırmadığına başkalarından önce kani olmuştur.
Artık Amerika, gönülsüzce de olsa dünyadaki işlerin yularını
tutamamaktadır. Avrupa ile olan girişimleri de ona hiçbir fayda
sağlamayacaktır. Onun despotluğu, küstahlığı ve “Eski Avrupa”
diyerek küçümsemesi o kadar birikmiştir ki onu yıkayacak su yoktur.
Bu insanların benimsediği kapitalist ilke, hayrı ve adâleti
bilmelerini engellemektedir. Başkalarının kanını emmek, servetlerini
yağmalamak ve onları aşağılayarak tepeden küstahça bakmak onun
gözünü döndürmüştür. Böyleleri gittikleri yerde ancak kendi
ölülerini taşırlar.
Muhakkak ki dünya, tarihini tekrarlamak üzeredir. Farslılar ve
Romalılar da zorbalık ve haksızlık ile kendi halklarına karşı bile
savaşırlardı. İslam’ın aydınlığı gelinceye kadar içinden
çıkamadıkları bir karanlıkta da debelenip duruyorlardı. Yıllar sonra
Fars toprağına ve Bizans topraklarının çoğuna İslam yerleşince,
Farslıların ve Bizanslıların cılız bedenlerini örten sahte balonun
havası inmişti.
İşte bugün siz de, Ey Müslümanlar, günümüzün -sözde Büyük-
devletlerinin bedenini bugünlerde örten o sahte balonu patlatmaya,
yeniden dünyanın efendisi olmaya ve tüm dünya ülkelerine hayrı,
İslam’ı yaymaya lâyıksınız.
Zîra siz, dininiz olan Azîz İslam ile, yürekli îman dolu yiğit
evlatlarınız ile, yerin altını ve üstünü dolduran servetleriniz ile
buna muktedirsiniz.
Zîra siz, eğer Allah ve Rasulü’nü destekler de Hilâfet’i kurarsanız,
Tek Bir Bayrak gölgesinde Tek Bir Devlet bünyesinde Tek Bir Ümmet
olmaya elbette güç yetirirsiniz.
Ey Müslümanlar!
Şüphe yok ki Hizb-ut Tahrir size, hayâl ürünü ütopik şeyler
değil bilakis apaçık hakikatler söylemektedir. İşte!..
- Yeryüzünde istihlâfa, halîfe kılmaya dâir Allah [Subhânehu ve
Te’alâ]’dan bir vaad!..
Allah, sizlerden îmân edip sâlih amel işleyenleri, kendilerinden
öncekileri yeryüzünde Halîfe kıldığı gibi onları da yeryüzünde
Halîfe kılacağını vaâd etti. [Nur 55]
- Yıkılışından sonra Râşidî Hilâfet’in yeniden döneceğine
dâir Rasulullah [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]’den bir müjde!..
…Sonra da Nübüvvet Minhâcı [Peygamberlik Metodu] üzere [Râşidî]
Hilâfet olacaktır. [Ahmed b. Hanbel, Musned’inde rivâyet
etti.]
- Gece-gündüz gözlerini, kendisini tüm acılarından kurtaracağına
inandığı Hilâfet’e yöneltmiş bir Ümmet!..
- Bu hedefe ulaşmak için gecelerini gündüzlerine katan,
bıkmayan, usanmayan ve Allah’tan başka hiçbir kınayıcının
kınamasından korkmayan gençleri bulunan, Allah’ın izniyle muhlis
ve sâdık bir Hizb!..
- Sanki kuşlar kapmak üzere gökten üzerlerine iniyormuş veya
rüzgâr tarafından derin bir çukura sürükleniyorlarmış gibi
gölgeleri hızla kaybolan “büyük” devletler!..
İşte tüm bunlar yakın şafağın habercisi değil mi?
Muhakkak ki bunda, [Allah’a] kulluk eden bir toplum için bir bildiri
vardır. [el-Enbiyâ 106]