Arap devletlerinin 17. zirvesi 22-23 Mart 2005’te Cezâyir’de
toplandı. Sonuç bildirgesi her zamanki gibi okunmadan yayınladı.
Konferansın son oturumunda üzerinde durulan husus, Filistin’e
ilişkin olarak Beyrut Zirvesi girişiminin başlatılması için bir
heyet oluşturulması idi. Bildirgede Irak meselesi, doğal âfetlerin
izlenmesi için bir uydu kurulması, ortak Arap parlamentosu, Arap
Birliği’nin reforme edilmesi, mâlî konular, teknolojik gelişmeler,
gıda güvenliği ve Arap dayanışması gibi birçok genel konulara yer
verildi. Konuşmaların çoğu hiçbir faydası olmayan ve süslemek için
büyük çaba sarfedilmiş boş konuşmalar idi. Ayrıca bölgesel ve
devletlerarası benzer konferanslarda olduğu gibi bolca tekrarlanan
tebrik ifadeler vardı… Sonra Konferans esnasında ve sonrasında
alışılageldik diğer dekoratif formaliteler…
Zirvenin sonuç bildirgesini inceleyen kimse, bu zirvenin “Filistin
Meselesi”ni aşama aşama katleden konferanslar serîsinin bir halkası
olduğunu görür. Nitekim söz konusu zirvenin aldığı kararlardan en
dikkat çekici olanı, “Beyrut Zirvesi’nde Barış Girişiminin
Aktivasyonu” dedikleri şey idi ve toplantılarının özünü de bu
oluşturuyordu. Buna, Dışişleri Bakanları toplantısından son oturuma
kadar konferansın hararetli aşamaları eşlik etti.
Bu girişimin tehlikesini kavramak için biraz geriye, Fas Zirve
Konferansı’nın Kasım 1981 ve Eylül 1982’deki iki oturumuna dönmemiz
gerekir. O zaman zirve toplantısında Fahd Girişimi onaylanmıştı. Bu
girişim, tanımlanmış güvenlik sınırları dâhilinde İsrail’in var olma
hakkını -îma yoluyla olmaksızın açıkça- îlan ediyordu.
Bundan sonra biraz aralanmış olan kapı üzerindeki gizlilik kalkmış
oldu. Yahudiler Filistin Otoritesi’nin herhangi bir şey üzerindeki
egemenliğini kabul etmeden önce Otorite’nin, 1948 Filistini’ndeki
yahudi varlığını kabul ettiği Oslo Anlaşması ise kapıyı tamamen
açmış oldu.
Filistin sorununu Araplar ve Filistin Otoritesi nezdinde 1967’de
işgâl edilenler ile sınırlandıran ve 1967’de işgâl edilen
topraklardan geri çekilmesi, mülteciler için “münâsip” bir çözüm
bulunması ve geri dönüş hakkı üzerinde çalışılması hususunda
devletlerarası “meşruiyet”e göre yahudiler ile müzâkere edilmesi
zaruretini vurgulayan, sonra da tümüyle tanıyarak ve diplomatik
ilişkiler kurarak yahudilerle tamamen “normalleşme” öngören, ister
1948’de işgâl edilen olsun ister daha azı olsun isterse 1967’den
beri hâlen yerleşimler ve düzenlemeler ile azaltılmaya devam edilen
olsun, Filistin’in çoğunun tümüyle yahudilere teslim edilmesini,
sonra da geri kalan topraklar üzerinde -yahudilerin iznine bağlı
olarak- Filistin Otoritesi için bir devlet kurulmasını şart koşan
Suudi Veliaht Prensi ‘Abdullah’ın kendi girişimini sunduğu 2002’deki
Beyrut Zirvesi’ne kadar hâdiseler ardarda gelişti. Bu şekilde
Filistin konusunda yahudilerin işgâlci devletiyle yapılan mücâdele
sona ermiş oldu.
Böylece Filistin meselesi, Oslo’dan başlayıp peşi sıra hemcinsleri
olarak gelenler ve Yol Haritası’na kadar, sonra Şaron Plânı ve
eş-Şarm-uş Şeyh Zirvesi’ne kadar giderek daraltılmaya başlandı. Tâ
ki Filistin meselesi, Filistin’deki yahudi devletinin güvenliği ve
bu güvenliğin sağlanmasına yönelik bir güvenlik meselesi haline
geldi! Filistin Otoritesi’ne verilecek olan varlık ise yahudilerin
güvenlik meselesi garanti edildikten sonra söz konusu
olabilecek ikincil bir konu oldu.
İşte şimdi de 2005’teki Cezâyir Zirvesi geldi. Bundaki maksat ise
müzâkere çözümlerini sürdürsünler diye yahudilere yönelik “iyi
niyet” alanlarını genişleterek yahudileri cesâretlendirmektir.
Bildirgede yer alan diğer konulara gelince; bunlar sadece konuyu
gerçek yüzünden uzak göstermeye yönelik oradan-buradan yapılmış
değersiz rütuşlardır.
Hıyânette daha cür’etli olan ise Ürdün yönetimi idi. Nitekim
örtüleri kaldıran o idi ve kendi belgesinde yahudiler ile yapılan
müzâkere çözümlerinin sonuna kadar beklemeye gerek olmadığını,
aksine gerçek bir iyi niyet girişimi olarak öncelikle onlarla
ilişkilerin normalleştirilmesinin gerekli olduğunu duyuruyordu.
Lâkin zirve konferansına katılan diğer Arap yönetimleri, Ürdün’ün bu
sapık ve münâsebetsiz açıklamasına katılmayı kendileri için zor ve
ağır buldular. Bunun yerine konunun gizli kalmasını veya perde
ardında durmasını tercih ettiler ki sakladıkları husus, “dekoratif
ihânet” dâhilindeki kendi yöntemlerine göre aşamalar halinde açığa
çıkabilsin. Böylece Ürdün belgesine giydirdikleri bir kılıf buldular
ve “normalizasyon” değil de “aktivasyon” diyerek Ürdün yönetiminin
önerdiği “ilişkilerin normalleştirilmesinde acelecilik” yerine
“Beyrut Zirvesinde Aktivasyon” ifadesini ortaya attılar.
Bu bağlamda Cezâyir Dışişleri Bakanı yaptığı öfkeli açıklamada;
İsrail, devletlerarası meşruiyeti ve Arap girişimini uygulamadığı ve
Filistin Otoritesi’nin bir devlet haline gelmesini kabullenmediği
sürece ilişkilerin normalleştirilmeyeceğini, ancak bundan sonra
İsrail ile anlaşmazlığın tamamen sona ereceğini ve ilişkilerin
tamamen normalleşeceğini vurguladı. Yine Arap Birliği Genel
Sekreteri Amr Musa da bir adımın buradan diğer adımın da karşıdan
atılması gerektiğini açıklayarak şöyle dedi: “İcraate karşılık
icraat olmalıdır ki dengeli bir barışa ulaşıp Araplar ile İsrail
arasındaki anlaşmazlık dosyalarını kapatabilelim.”
Benzer şekilde Cezâyir Cumhurbaşkanı Buteflika da kendi Dışişleri
Bakanı ile Arap Birliği Genel Sekreteri’nin sözlerini tekrarladı ve
Beyrut Zirvesi’ne sunulan Barış Girişimi’nin stratejik bir seçenek
olarak yeniden vurgulayarak şöyle dedi: “Bugün Arap Âlemi için bu
stratejik barış seçeneğine bütün kuvvetle vurgu yapmak ve en kısa
sürede yükseltmek ve cisimleştirmek üzere uygulama, iletişim,
denetim ve düzenlemeye yönelik siyasal bir mekanizma oluşturarak
bunu desteklemek oldukça önemlidir.” Zirve onun bu görüşünü
benimsedi ve karar sahipleriyle görüşmek ve yahudileri barış
sürecini canlandırmaya teşvik etmek üzere üst düzey bir heyet
oluşturulmasını onayladı. Tüm bunlar da “girişimin aktivasyonu” adı
altına yapıldı!
Zirve, almış olduğu “Normalizasyonda aceleciliğe karşılık zirvede
aktivasyon” kararına, zirvenin bir başarısı olarak itibar etti.
Yahudi varlığını tamamen tanımayı öngören bir girişim içinde bu ne
aktivasyonuymuş?! Hatta bu girişim içerisinde belirtilen bir diğer
husus da Filistin Otoritesi’ne zayıf bir devlet verilmesi ve
yahudinin kendisiyle hepsini başından savdığı halde ve
tarafgirliğine rağmen devletlerarası meşruiyetin uygulanmasıdır.
Öyleyse daha neyin aktivasyonuymuş? Kaldı ki bunun maksadı,
aralarındaki ilişkilerin daha da geliştirilerek açıktan ve gizliden
yahudilere daha da yakınlaşmaktır. Saklanan husus ise birçok Arap
devletinin yahudi varlığı ile ilişki kurmaya başlamaları veya
gidişatlarının bu yönde olmasıdır!
Ey Müslümanlar!
Muhakkak ki Filistin, İslâmî bir topraktır ve onun tek bir
karışından veya toprağının zerresinden bile vazgeçilmesi câiz
değildir. Nitekim orası Müslümanların kanlarıyla sulanmıştır.
Üzerinde mücâhidlerin atlarının tozu değmemiş veya bir şehîdin kanı
damlamamış tek bir karış yoktur. Dolayısıyla onun herhangi bir
parçasını teslim etmek; Allah’a, Rasulü’ne ve mü’minlere açıkça
ihânet etmektir.
Orası el-İsrâ’ ve’l Mi’râc toprağıdır ve Evvel-il Kıbleteyn
[İki Kıblenin İlki, Mescid-il Aksâ] toprağıdır. Bereketinin
büyüklüğünden dolayı Allah [Subhânehu ve Te’alâ]’nın çevresini
mübârek kıldığı bir topraktır. Henüz Müslümanların orduları orayı
fethetmemiş iken İslam’daki yüksek derecesinden dolayı Allah
[Subhânehu ve Te’alâ]’nın Kulu [Muhammed, Salâvâtullahi ve Selâmuhu
‘Aleyh]’i bir gece Mescid-il Haram’dan kendisine gönderdiği
topraktır. Bu temiz ve mübârek toprak için başkası değil ancak ve
sadece tek bir çözüm vardır. Bu çözüm; Halîfe ‘Umer İbn-ul Hattâb
[RadiyAllahu ‘Anh] zamanında ilk kez fethedildiği gibi ve Mücâhid
Salâhuddin [Rahimehullah] zamanında Haçlıların pisliğinden
temizlendiği gibi ve Halîfe ‘AbdulHamîd [Rahimehullah] zamanında
yahudilerin azgınlığından korunup gözetildiği gibi bir çözümdür.
İşte bugün Filistin, yeniden bir ‘Umer’e veya bir Salâhuddin’e veya
bir ‘AbdulHamîd’e şiddetle muhtaçtır.
Ey Cezâyirliler!
Ey Bir Milyon Şehidin Ülkesi!
Sizin aranızda düzenlenen bir konferans elbette; halkını evsiz
bırakan, yaşlıların, kadınların ve çocukların kanlarını akıtan,
evlerini başlarına yıkan ve ağaçlarını kökünden söken yahudilerin
devletini yok etmek üzere Müslümanların ordularını yüksek sesle
çağıran, onu ortadan kaldırmak için orduları harekete geçiren ve
Filistin’i Diyâr-ul İslam’a katan bir konferans olmalıydı. Yoksa
Filistin Otoritesi’nin zayıf, yarı-egemen ve otoritesiz bir devlet
kurmasına izin vermeleri için yahudilere “baskı” yapsınlar diye
karar sahiplerine yalvarmaya gitmek üzere “üst düzey bir tayfa”
gönderen bir konferans olmamalıydı.
Muhakkak ki Hizb-ut Tahrir / Cezâyir, Müslümanların
ordularını yahudilerle savaş meydanlarında karşılaşmaya,
varlıklarını ortadan kaldırmaya ve Filistin’i, tüm Filistin’i
Diyâr-ul İslam’a katmaya teşvik etmektedir. Aynı zamanda İslam’ın
zirve sütunu olan Cihâd’ı engelleyen Müslümanların beldeleri
üzerindeki yöneticilere karşı, Allah ve Rasulü’nün hoşnut olacağı
kararlı bir tavır takınmak üzere ihlaslı Müslümanların cesâretini
tahrik etmektedir. Ümmete düşen ise, ülkelerine ve halklarını
hâinlikle arkadan vuran bu yöneticilerden tek bir tane bırakmamak ve
kukla devletlerini ortadan kaldırarak tüm Müslümanlar için tek bir
devlet kurmaktır ki bu, yahudilerin devletini yok etmek için
orduları savaşa hazırlayacak, İslam’ın mücevheri olan Mescid-il Aksâ
toprağını ve sömürgeci kâfirin işgâl ettiği her bir beldeyi Diyâr-ul
İslam’a katacak olan Râşidî Hilâfet Devleti’dir. İşte böylece
İslam ve Müslümanlar ‘azîz, Küfür ve Kâfirler ise zelîl olacaktır.
Muhakkak ki Allah, Kendisine (Dînine) nusret edene nusret, zafer
verecektir. Şüphesiz Allah, Kaviyy’dir, ‘Azîz’dir. [el-Hacc 40]