Son zamanlarda Lübnan arenası, nefretleri körükleyen ve besleyen
fırkacı ve mezhepçi bir fitne atmosferine şâhit olmuştur. Lübnan’da
yaşayan çoğu Suriyelilerin, çoğu durumlarda ölüm haddine ulaşan
saldırılara mâruz kalması, bu propagandaların neticelerindendir.
Nitekim bu propagandaların bir neticesi olarak, yayılmadan
durmayacak olan mezhepçi ve fırkacı bir fitnenin emâreleri ufukta
görünmeye başlamıştır.
Lübnan’da cereyân edenleri inceleyen kimse muhakkak görür ki Amerika
ve Fransa’nın başını çektiği Batılı Devletler, ister Destekçilerden
isterse Muhâliflerden olsun, bazı araçlar yoluyla ve saptırıcı
sloganlar altında, Müslüman beldeler arasındaki parçalanmışlığı
kalıcılaştırmayı, hatta tek bir beldeyi birbirlerini boğazlayan ve
birbirlerinden nefret eden varlıklara bölmeyi hedefleyen habis bir
rol oynamaktadırlar. Kezâ Müslümanları, işte bu sömürgeci devletler
ile onların Müslümanların beldelerindeki uşak yöneticilerden olan
araçlarına karşı duran tek bir saf olmalarındansa, birbirlerine
karşı duran iki saf haline getirmeyi hedeflemektedirler.
Orada cereyan edenler hakkında, bahsedilmesi ve güçlü bir elle
tutulması gereken birtakım gerçekler vardır:
Birincisi: Muhakkak ki Batılı devletler, hâssaten Amerika,
Fransa ve İngiltere, beldelerimize göz diken ve kendilerine bağımlı
tutan sömürgeci devletlerdir. Bu uğurda, “özgürlük”, “bağımsızlık”
ve “insan hakları” olarak adlandırdıkları ve Filistin, Irak ve başka
yerlerde yücelttikleri diğer sloganlarla olduğu gibi parlak ama
yalancı iddialarla olsa dahi bunu gerçekleştiren her şeyi yaparlar.
Ülkemizdeki bu devletlerin araçları tarafından yüceltilen bu parlak
sloganlara hiçbir kimsenin aldanmaması gerekir. Bu sömürgeci
devletlerin reklamını yapıp onları ülkemizin hayrını isteyenler
görünümünde sunanlar, elbette o devletlerin uşaklarından bir
uşaktır. Onların ve onları destekleyen bu devletlerin karşısında
durmak gerekir. Burada, “muhâlif liderler” denilenlerin;
beldelerimize göz diken ve saldırganlıkta, sömürgecilikte ve
halkların kanlarını emmekte uzun ve iğrenç bir târihleri bulunan
Avrupa devletlerine ve Amerika’ya akın akın koşmaları karşısında
uzun süredir durmaktayız. Onlar bu devletlerin, Lübnan halkının
küçük-büyük bütün işlerine müdâhalesi için kapıları ardına açtıkları
halde, hangi “egemenlik”ten ve hangi “bağımsızlık”tan
bahsetmektedirler? Bu devletlerin, yönetime ihânet ve itibârını
ihlâl olarak görülen aleni ve küstah müdâhaleleri karşısında
yönetimin tutumunu nerededir?
İkincisi: Fırkacı ve mezhepçi fitnenin ardında sürüklenmek câiz
olmadığı gibi, halk ile devlet arasında fark gözetmeyen sloganların
peşinden sürüklenmek de câiz değildir. Nitekim bu devlet, halk
üzerine zorbalık ve baskı ile musallat olmakta, ister Filistin’in
evlatlarından olsun isterse Lübnan halkına zulmedildiği gibi Suriye
yönetiminin zulmettiği Suriye’nin evlatlarından olsun, Müslümanların
evlatlarını Lübnan halkından saymamaktadır. Bilakis onları,
kovulması ve düşmanca muamele edilmesi gereken “yabancılar” olarak
görmektedir. Kaldı ki Müslüman hangi beldeden gelirse gelsin
muhakkak ki o, Allah’ın sevilmesini, öğütlenmesini ve korunmasını
vâcip kıldığı ve sözle bile olsa incitilmesini haram kıldığı bir
Müslümandır. Nitekim Rasulullah [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]
şöyle buyurmuştur:
…Kardeşler olarak Allah’ın kulları olun. Müslüman Müslümanın
kardeşidir. Ona zulmetmez, onu alçaltmaz ve onu hakir görmez… Bir
kimseye Müslüman kardeşini hakir görmek şer olarak yeter. Her
Müslümana, Müslümanın kanı da malı da ırzı da haramdır.
[Muslim rivâyet etti]
Lübnan’daki Müslümanlar ile kardeşleri olan Suriye’deki
Müslümanların gerçek düşmanlarının ancak, -ister Lübnan’da isterse
Suriye’de olsun- halkı Amerika nâmına baskıcı, kahredici ve
zulmedici bir yönetim ile yöneten bu despot ve zâlim yönetimler
olduğunu kavraması kaçınılmazdır. Dolayısıyla Lübnan halkının
ızdırapları, zâlim yöneticilerinin zulmünden acı çeker halde bulunan
İslâmî beldelerdeki diğer Müslümanların ızdırapları gibi Suriye
halkının ızdıraplarından bir parçadır. Muhâlefetin Amerikan kararı
ile mevcut duran Suriye otoritesinin hegemonyasını kaldırmaya
yönelik çalışması ile, Lübnan’daki hegemonya bir Avrupa örtüsü ile
değiştirilecektir. Dolayısıyla bir zulüm diğer bir zulümle ve bir
kahır diğer bir kahırla değiştirilecektir. Bu nedenle Lübnan’daki,
Suriye’deki ve diğer beldelerdeki Müslümanların tek bir hedef
üzerinde birleşmeleri gerekir ki o, işte bu zâlim yöneticileri
ortadan kaldırmak ve Müslümanlar için kendilerini Allah’ın Kitâbı ve
Rasulü [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]’in Sünneti ile yönetecek olan
tek bir Halîfe nasbetmek için çalışmaktır. Böylece beldeleri
arasındaki suni sınırları kalkacak ve Müslümanlar, olmaları
gerektiği gibi tek bir Ümmet olarak tek bir devletin gölgesinde
bulunacaklardır ki işte o Hilâfet Devleti’dir.
Üçüncüsü: “Lübnan Sorunu”na ilişkin doğru çözüm hakkındaki
konuşmalar son zamanlarda arttı. Ülkenin içerisinden geçtiği krizden
tek çıkış yolu olarak tanımlanan “et-Tâif Anlaşması”nın tatbikini
isteyen sesler oradan-buradan yükseldi. Hayret uyandıran hatta
rahatsızlık veren şey şu ki, İslâmî hareketlerden ve “Müslüman
aydınlar” denilenlerden birçoğu da bu anlaşmanın tatbikini isteyip
ona göre çalışmaktadırlar. Zîra İslam’ın dışındakilerin tatbikini
istemek Müslümana asla câiz değildir. Çünkü İslam, insanların
tamamına gönderilmiş olan Allah’ın Dînidir. Nitekim Allah [Subhânehu
ve Te’alâ] Müslümanlara başkasının değil ancak ve sadece onun
tatbikini emretmiştir. Allah [Subhânehu ve Te’alâ] şöyle
buyurmuştur:
Hayır! Rabbine yemin olsun ki onlar aralarında çıkan
anlaşmazlıklarda Sana muhâkeme edip sonra da Senin verdiğin hükme,
içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyet ile teslim
olmadıkça îman etmiş olmazlar. [en-Nîsa 65]
Ve şöyle buyurdu:
Her kim Allah’ın indirdikleri ile hükmetmezse (yönetmezse) işte
onlar zâlimlerin ta kendileridir. [el-Mâide 45]
Dolayısıyla Müslümanların, gerek 1559 sayılı karar gibi
devletlerarası kurulların kararlarıyla temsil edilenler olsun
gerekse “et-Tâif Anlaşması” gibi bu devletlerin doğrudan gözetimi
altında olan çözümler olsun, sömürgeci devletlerin çözümlerini
reddettiklerini ve İslam’ın tatbikini istediklerini yüksek seslerle
haykırmaları gerekir.
Ğayri-muslimlere ise şöyle deriz: Muhakkak ki İslam, İslâmî
Devlet’in tâbiyetini taşıyan herkes için canının, malının ve
nâmusunun güvence altına alınmasını ve şer’î hakların ve
sorumlulukların karşılanmasını garanti etmiştir. Dolayısıyla
Hilâfet Devleti; yönetim, yargı, işlerin yürütülmesi veya buna
benzer alanlarda raiyyenin fertleri arasında fark gözetmez. Tam
aksine hepsine, ırk, din, renk veya bunun dışındakileri gözardı
ederek tek bir bakış ile bakar. Yine Hilâfet Devleti, genel
nizam çerçevesinde ğayri-muslimleri inançlarında ve ibâdetlerinde
serbest bırakır. Allah [Subhânehu ve Te’alâ] şöyle buyurmuştur:
Dinde zorlama yoktur. Artık doğruluk ile eğrilik kesin olarak
ayrılmıştır. [el-Bakara 256]
Yine Hilâfet Devleti, ğayri-muslimlere yiyecekler ve
giyeceklere dâir işlerde şer’î hükümlerin cevâz verdiği ölçüde
dinlerine göre muâmele eder. Ayrıca ğayri-muslimler arasındaki
evlilik ve boşanma işlerini de onların dinlerine göre ayırır.
Muâmelât (alâkalar), ukubat (cezâlar), beyyinat (deliller), iktisad
nizâmı, yönetim nizamı ve bunun dışındakilerden olan İslâmî Şeriatın
sâir işlerine gelince; bunların uygulaması hem Müslümanlar hem de
ğayri-Muslimler üzerinde eşitlik ile olur.
Muhakkak ki küçük boyutu ve fırkacı yapısı ile Lübnan Sorunu için
başkası değil ancak tek bir köklü çözüm vardır. O da Müslümanların
beldelerinden parçalanamaz bir cüz olarak Hilâfet Devleti’nin
gölgesinde aslına iade edilmesi ve Batılı müdâhalelerin önünü
keserek ona karşı durulmasıdır.
Allah [Subhânehu ve Te’alâ] şöyle buyurmuştur:
Şüphesiz bunda aklı olan veya hazır bulunup kulak veren kimseler
için bir öğüt vardır. [Kaf 37]