“Devletlerarası Hakikatleri İnceleme Komitesi”; eski Lübnan
Başbakanı Rafik-ul Harîrî’ye karşı düzenlenen suikast eylemi
hakkında olup sonuçlarında, “Lübnanlı yetkililerin yapmış olduğu
tahkik işleminde büyük noksanlıklar bulunduğunu ve güvenilir bir
sonuca ulaşma arzusuna ve yeteneğine sahip olmadığını” belirten
raporunu yayınladıktan sonra sözkonusu raporda şâhitleri sorgulama,
denetimler yapma ve benzerleri gibi önemli yetkilerle donatılmış bir
Devletlerarası Bağımsız Komite’nin oluşturulması talep edildi. Şöyle
denildi: “Bağımsız bir devletlerarası komitenin oluşturulması,
hakikate ulaşmak bakımından zorunlu bir iştir.”
Binâenaleyh, “Hakikatleri İncelemek Komitesi”nin raporu,
“Muhâlefetin” oluşturulmasını isteyip durduğu bir “Devletlerarası
Tahkik Komitesi” oluşturulmasının zeminini hazırlamaktadır. Ancak bu
komitenin kabulü veya reddi, Lübnan’daki otoritenin elinde olmakla
beraber, kamuoyunun böyle bir komiteyi kabul veya ret yönündeki
eğilimine de bağlıdır.
Böyle bir komite hakkında takınılacak doğru tutumu açıklamak üzere
aşağıdaki noktaları vurgularız:
Birincisi: Soruşturma isteyenler, eski Başbakan Râfik-ul
Harîrî’nin destekleri ile beraberindekiler ise, o zaman böyle
meselede, hatta tüm meselelerde yapılması gereken doğru referansa
başvurmak ve tek sahih hükmü almaktır ki bu, Âlemlerin Rabbi’nin
yasamada bulunduğu Seçkin İslâmî Şeriat’tir. Allah [Subhânehu
ve Te’alâ] şöyle buyurmuştur:
Allah’tan başka bir hakem mi arayacağım? Halbuki size Kitâb’ı
mufassal olarak indiren O’dur. [el-En’âm 114]
Ve şöyle buyurmuştur:
Yoksa onlar câhiliyye hükmünü (yönetimini) mi arıyorlar? Akleden bir
toplum için hükmü Allah’tan daha güzel olan kim vardır? [el-Mâ’ide
50]
Bu ise bir “Devletlerarası Tahkik Komitesi” oluşturarak değil, tam
aksine tüm taraflarca doğruluğu ve nezâheti ile tanınan tarafsız bir
Müslüman kâdî (yargıç) ve onunla birlikte kriminal kanıtlarda
tecrübeli olan uzman bir tahkik ekibi tâyin ederek olur. Bu kâdî de
şer’i beyyinâttan, kanıtlardan kendisine zâhir olan kâdâya (yargıya)
ve Seçkin İslâmî Şeriat’e göre hükmünü verir ve böylelikle bu
suikast eylemine karıştığı açığa çıkan herkese, gereken şer’î cezâyı
infaz ettirir.
İkincisi: Liderliğini Fransa’nın yaptığı Avrupa devletlerinin
bir Devletlerarası Tahkik Komitesi oluşturulması talebinin,
sömürgeci işlerden bir iş olduğu muhakkaktır. Nitekim daha önce de
Amerika, Birleşmiş Milletler örtüsü altında Irak’a [kitle imha
silahları] denetçileri göndermiş ama daha sonra bunların başındaki
adamların ve üst düzey yetkililerinin Amerika ve Batı adına casusluk
yaptıkları açığa çıkmıştı. Dolayısıyla Avrupa devletlerinin talep
ettiği devletlerarası inceleme ekipleri, Lübnan’daki yönetimi
kilitleyen araçlardan bir araç olacaktır.
Üçüncüsü: Oluşturulması halinde bu Devletlerarası Tahkik
Komitesi, sömürgeci devletler olan Amerika ve Avrupa’nın gözetimi
altında şekillendirilecektir. Dolayısıyla o komite üyelerinin
şâhitliği sakatlanacak ve dikkate alınması şer’an câiz olmayacaktır.
Dördüncüsü: Muhâlefetten bazıları, Kosova hâdiseleri ile kıyas
yaparak, tahkik ekibinin suikast eylemine karıştığını iddia ettiği
kimseleri, “Lübnan’a Özel bir Devletlerarası Suç Mahkemesi”ne sevk
edeceğini ve bu mahkeme yargıçlarının onlar hakkında bir celp
müzekkeresi çıkaracağını, sonra da sanıkların beşerî kanunlara göre
yargılanacağını ummaktadırlar. Yani Allah’ın indirdiklerinden
başkasıyla yargılanacağını ummaktadırlar! Bunun kabul edilmesi
ise şer’an câiz değildir.
Beşincisi: Allah’ın Şeriati ile muhâkeme olmamak oldukça
tehlikeli bir durumdur ve tahkik komitesinin açıklayacağı
sonuçlar ve yargıçların vereceği hükümler, sorunların kurcalanıp
fitnenin tahrik edileceği bir istismar ve çatışma ortamına yol
açacaktır. Lübnan Yönetimi [Soruşturma Komitesi’nin keşfedeceği
sonuçlara göre] en azından ihmâlkârlık ile veya belki daha ciddi
şekilde suçlanabilecektir. Yönetimin kabul etmeyeceği şey de budur
zaten. Bu da boyutlarını ve sonuçlarını Allah’tan başka hiç kimsenin
bilemeyeceği bir çatışmaya neden olabilecektir.
Alay edilircesine “Amerikan Meydan Komutanı” olarak adlandırılan
Amerikan Dışişleri Bakanlığı vekil yardımcısının elçisi David
Satterfield’ın, diplomatik örfleri çiğneyerek yaptığı açık müdâhale
ile Amerika’nın Lübnan’ın iç işlerine küstahça müdâhale etmesi ve
bununla birlikte Lübnan Yönetiminin Amerikan müdâhalesine son
vermedeki acziyeti açıkça göstermektedir ki Lübnan’daki Otorite,
-Suriye’de olduğu gibi- yönetimsel çâresizlik içindedir ve Amerikan
yörüngesinde sürüklenmektedir. Bu acziyet ise Fransa ve
beraberindeki Avrupalılar gibi devletlere, “Muhâlefet” denilen şeyi,
Lübnan’daki mevcut otoriteyi devirmek ve Amerikan nüfuzunu kendi
nüfuzu ile değiştirmek üzere iyi örülmüş bir plân dahilinde çekip
çevirme imkânı sağlamaktadır. Son zamanlarda Lübnan’ı, güçlü bir
devletlerarası câzibe alanı haline getiren şey işte budur!
Bizler, Hizb-ut Tahrir / Lübnan Vilâyeti olarak, Muhâlefetin
yüceltip durduğu aldatıcı “Bağımsızlık” sloganına ve Lübnan’daki
zâlim yönetimin uyguladığı zulüm daha beter olduğu ve Suriye’de daha
beteri uygulandığı halde halkın, Suriye Yönetimi’nin Lübnan halkına
uyguladığı zulme duyduğu şiddetli öfkenin Muhâlefet tarafından
istismar edilmemesine karşı Lübnan halkını hâlen uyarmaktayız.
Kuşkusuz ki Lübnan’da Destekçiler (Yönetim) ile Muhâlifler
(Muhâlefet) arasındaki mücâdele; büyük oyuncuların mücâdelesinin
yansımasından başka bir şey değildir ki onlar, giriştikleri nüfuz
çatışmasında birbirlerine karşı fırsat kollayan Amerika ile Fransa
[ve perde arkasından İngiltere]dir. Şu durumda kaçınılmaz olan,
hepsinin nüfuzundan köklü bir şekilde kurtulmaktır: İster et-Tâif
Anlaşması’ndan beri sistem üzerinde hegemonya kuran Amerikan nüfuzu
olsun isterse Lübnan’da onunla nüfuz rekâbetine girişen [Fransız ve
İngiliz ortaklığındaki] Avrupa nüfuzu olsun! Tüm bu sömürgeci
kâfirler, bir milyon şehidin ülkesi Cezâyir’de, 1924-1926 yılları
arasında Lübnan’da ve Suriye’de, Manda Yönetimi boyunca da
Filistin’de bu Ümmetten binlercesini katlettiler! Sonra -tüm
güçlerini harcayarak- Filistin’de yahudi varlığının kurulmasını
desteklediler. Şimdi de cürümlerine, bunlara ilâveten Irak ve
Afganistan’da devam etmektedirler. Tüm bunlar bu azgın sömürgeci
kâfir devletlerin bu Ümmete karşı ne kadar da kindar ve düşman
olduğunu tam bir netlikle göstermektedir.
Ey Lübnan Halkı!
Muhakkak ki bu ülkeyi ve bu halkı, yayılmadan durmayacak olan bir
fitneden kurtaracak tek çıkış yolu; içerisinde Muslimler gibi ğayri-muslimler
için de insaf barındıran ve Muslimlere olduğu gibi onlara da adâlet
arama hakkı veren Seçkin İslâmî Şeriatin temsil ettiği hak ve adâlet
hükümleri ile muhâkeme olmaktır. Allah [Subhânehu ve Te’alâ] şöyle
buyurmuştur:
Hayır! Rabbine yemin olsun ki onlar aralarında çıkan
anlaşmazlıklarda Sana muhâkeme edip sonra da Senin verdiğin hükme,
içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyet ile teslim
olmadıkça îman etmiş olmazlar. [en-Nîsa 65]
Kurulduğu günden beri küçük hacmi ve fırkacı yapısı ile Lübnan
varlığının problemi için yegâne köklü çözüm ise, 1920 yılında Fransa
tarafından koparıldığı aslı olan eş-Şâm beldelerinden ayrılmaz bir
parça olarak, Nübüvvet Minhâcı üzere Râşidî Hilâfet’in
gölgesinde ona yeniden ilhâk edilmesidir. Öyle bir Hilâfet ki tüm
Müslümanların tek bir devlette birleştirecek ve bu Ümmeti yeniden
İslam’ın adâleti, nuru ve izzeti ile gölgelendirecektir. Allah [Subhânehu
ve Te’alâ] şöyle buyurmuştur:
Şüphesiz ki Allah emri üzere ğâlibdir, muktedirdir. Velâkin
insanların çoğu bunu bilmezler. [Yûsuf 21]