Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Dârfur bölgesinde savaş
suçları işlediklerinden şüphelenilenlerin Hollanda’daki Lahey Adâlet
Divânı’na sevkedilmesine ilişkin 1539 sayılı kararını 01.04.2005
Cuma günü yayınladı. Bu karar, Güvenlik Konseyi’nin son on ay
içerisinde Sudan’daki sorunlara ilişkin olarak yayınladığı dokuzuncu
karardır. Aynı şekilde son bir hafta içerisinde 1590 ve 1591 sayılı
kararlardan sonra, Sudan’ı doğrudan devletlerarası vesâyet altına
sokan üçüncü karardır.
Sudan’a ilişkin bu kararlar, Müslümanların toprakları üzerinde
kurulu devletler başta olmak üzere zayıf devletlere karşı
devletlerarası zorbalık, terörizm ve komplo ile cisimleşen Birleşmiş
Milletler Örgütü’nün Güvenlik Konseyi vasıtasıyla son altı yıl
boyunca yayınladığı bol miktarda kararlardan sadece birkaçıdır.
Zaten onun bu vasfını; Kore Savaşı, Filistin’in işgâli, Afganistan,
Çeçenistan ve Bosna-Hersek vâkıalarının yanı sıra bu örgütün târihi,
kuruluşu esnâsındaki koşullar ve kuruluş gerekçeleri de açıkça
kanıtlamaktadır.
İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru İngiltere ile Fransa’nın
yıldızlarının kaymasıyla birlikte, dünyanın kontrolünü ele geçirmeye
heveslenen Amerika Birleşik Devletleri, Nisan-Haziran 1945 arası
boyunca San Francisco’da iki ay süren bir konferans çağrısı yaptı.
Orada Birleşmiş Milletler’in devletlerarası barış ve güvenlik
denilen ilkeleri yayınlandı. Sonra dünya üzerindeki Amerikan
hegemonyasını meşrulaştırmak ve Devletlerarası Kanun nâmına
halkların gelecekleri ve mukadderâtı ile oynamak üzere “adâlet
kılıfı” giydirilmiş bu devletlerarası örgüt oluşturuldu.
Her kim bu örgütün târihini ve mevcut durumunu incelerse, onun
Amerika ve diğer büyük devletlerin kendi çıkarlarını için
gerçekleştirmek üzere kullandıkları ve bu çıkarlarını
gerçekleştirmek amacıyla giriştikleri eylemlerine devletlerarası bir
meşruiyet kazandırmak üzere başvurdukları devletlerarası bir örgüt
olduğunu görür. Nitekim bu vakıa, Birleşmiş Milletler’in eski genel
sekreteri Butros Gâli tarafından el-Cezîra’daki demecinde kabul
edilmiştir: “Başta Amerika olmak üzere büyük devletler bu örgütü
ellerinde oynatmaktadırlar.”
Nitekim bu devletlerin çıkarları devletlerarası meşruiyet ile
çeliştiğinde, Irak’ın işgâli vâkıasında olduğu gibi, bu örgütün
kararlarını gözardı etmekten çekinmezler. Bunlar Birleşmiş
Milletler’in kararları ve nasıl uygulandığı hakkındaki
açıklamalardı. Diğer taraftan, Birleşmiş Milletler tarafından icra
edilen Devletlerarası Kanun düşüncesi, aslında Avrupa’nın gerçek
fâtihi ve İslam’ı Batı’ya yayan bir mücâhid olarak Osmanlı Hilâfet
Devleti’nce temsil edilen İslâmî Devlete karşı oluşturulmuş ve
yerleştirilmişti. Nitekim İslâmî Devlet, onların beldelerini teker
teker fethetmiş, Yunanistan, Romanya, Arnavutluk, Yugoslavya ve
Bulgaristan’ı hâkimiyeti altına almıştı… Tâ ki Viyana kapılarına
dayanmıştı. Bu da, Hristiyanlık dışında aralarında hiçbir bağlantı
olmayan küçük devletlerin oluşturduğu Avrupa içerisinde müthiş bir
korkuya neden olmuştu. Bunun üzerine Avrupa’nın bu Hristiyan
devletleri, 1648 yılında Westphalia Konferansı’nı toplayarak
aralarındaki ilişkileri düzenlemek üzere sâbit kâideler koydular ve
İslâmî Devlet’e karşı Hristiyan Devletler Ailesi’ni oluşturdular.
Böylece bugün Devletlerarası Kanun denilen geleneksel kanunları
ortaya koydular ki bunun aslı, başkası değil yalnızca Hristiyan
Avrupa Devletleri için bir devletlerarası kanun olmasıydı.
Her kim bu Devletlerarası Kanun düşüncesini derinlemesine incelerse,
bunun vâkıası olmayan fâsid bir fikir olduğunu görür. Zîra
devletlerarası bir kanunun olması doğru olmadığı gibi,
devletlerarası ilişkiler için böyle bir kanunun yayınlanması da
doğru değildir. Bunun üç sebebi vardır:
Birincisi: Kanun, Sultan’ın (Otoritenin) emridir. Tüm dünya
devletleri için veya devletlerarası toplum için tek başına hiçbir
Sultan yoktur. Dolayısıyla devletlerarası kanunun varlığı esâsen
mümkün değildir.
İkincisi: Kanun için aslolan infaz edilmesidir. Bunun infazı da
bir Sulta (muktedir güç) gerektirmektedir. Tüm dünya devletleri
üzerinde kendi emirlerini zorla infâz edecek devletlerarası bir
otoritenin (dünya jandarmasının) bulunması da doğru değildir. Çünkü
bu, savaşlara ve kanlı çatışmalara neden olacaktır. Nitekim bugünkü
dünyanın vâkıası, bunun en bâriz kanıtıdır.
Üçüncüsü: Kanun, ilişkileri düzenler. Devletlerarası ilişkiler
ise beşerî topluluklar arasında tercihe dayalı olarak gelişir.
Dolayısıyla herhangi iki veya daha fazla devlet, aralarındaki
ilişkileri kendi çıkarlarına veya arzularına göre düzenlerler.
Böylece buradaki ilişkileri düzenleyen şey, kanunlar değil
anlaşmalar olur.
Bunun içindir ki Kâfir Batı’da bile insanların çoğu, genel bir
devletlerarası kanunun varlığını reddetmekte ve herhangi bir kanunu
çiğneyen devletleri kınamakta, yani bunun infâzına zorlamaktadırlar.
Diğer taraftan Devletlerarası Kanun düşüncesinin ortaya çıkmasından
beri Batılı düşünürler arasında, kanunların yapısı ve bağlayıcılığı
hakkında tartışmalar baş göstermiştir. Meselâ, Almanya’da Hegel ve
Kant, İngiltere’de Hobbs, Austin ve ardılları, genel bir
devletlerarası kanunun varlığını reddetmişlerdir. Batılı
düşünürlerin çoğu da bu görüşü benimsemişlerdir. Hatta
devletlerarası kanunun esâsının var olduğunu söyleyenler bile bunu,
uygulanmadığı takdirde hiçbir hukuki sorumluluğu olmayan ahlâkî bir
temel olarak değerlendirmişlerdir.
İşte buradan, hiçbir devletlerarası kanunun olmadığı/olmayacağı,
bilakis geçmişten beri beşerî topluluklar tarafından bilinen bir
gelenek olarak devletlerarası örfler bulunduğu sonucuna ulaşırız.
Meselâ, ülkeler arasındaki elçilerin öldürülmemesine yani elçilerin
dokunulmazlığına dâir örf gibi.
Birleşmiş Milletler Örgütü ile Güvenlik Konseyi’nin gerçeği,
dolayısıyla bu örgütün uygulamaya kalkıştığı fakat dünyaya kaos ve
ızdırap getiren Devletlerarası Kanun düşüncesinin gerçeği işte
budur! Ayrıca Güvenlik Konseyi’nin kararları, tüm dünya ülkelerinin
değil tam aksine sadece dâimi üyelik sahibi devletlerin kararıdır.
Bu da tüm dünya ülkelerini, azgın ihtiras ve sömürgeci çıkar düşkünü
bu bir avuç devletin merhametine teslim etmek demektir. Buna
ilâveten bu örgütün kurulmasından beri, bu dâimi üye devletler -ki
bunlar Amerika, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin’dir- aleyhine
yayınlanmış tek bir karar bile yoktur! Acaba bunlar mâsum mudurlar?
Bilakis bizzat Amerika, bu örgütün kararlarındaki ifadelerin -yani
vâkıası olmayan bu kararların- tam aksine hareket ederek kendi
kanunlarına göre yürümektedir. Aynen 1593 sayılı kararın
uygulanmasından kendi vatandaşlarını istisna etmesi gibi…
Ey Kerîm İslam Ümmeti!
Muhakkak ki üzerimize aşağılanma ve küçümsenme elbiseleri giydiren
ve bizi bu içler acısı duruma dalga geçerek düşüren şeyi ortadan
kaldırmak kendi elimizdedir. Ne zaman ki bizler Kâfir Batı’nın
kucağına düşüp tüm meselelerimizi onun ellerine verdik, işte o zaman
onlar da bizim başımızdaki yöneticiler ve politikacılar ile
beldelerimizin vahdeti üzerinde parçalama anlaşması imzalamak üzere
pazarlık ettiler. Onlar da işlerimizi yürütmedeki görevlerini terk
ettiler ve “gıda, tedâvi, eğitim” yardımı adı altında değişik
ülkelerden gelen 165 yabancı kâfir örgüte ülkenin kapılarını ardına
kadar açtılar. Ne zaman ki bizi kasıp kavurmak üzere kâfir
kuvvetlerin ülkemize girişine göz yumduk ve başımızdaki yöneticileri
ve politikacıları muhâsebe etme farziyetimizi ihmâl ettik, işte o
zaman işlerini rayına sokup başımıza her çorabı ördüler!
Birleşmiş Milletler ve Devletlerarası Kanun ile onların emirlerine
itaat eden yöneticilere değil de sizin ‘Akîdenize ve varlığınıza
kasteden kararlarının vâkıası işte budur! Bu sömürgecilikten
kurtulmak ve yöneticileri Birleşmiş Milletler Örgütü’ne uşaklıktan
uzaklaşmaya zorlamak üzerinize vâciptir. Aksi takdirde ne onlar ne
de siz Allah [Subhânehu ve Te’alâ]’nın şu kavlinde geçen
kimseler gibi olmaktan kurtulursunuz:
Sana indirilene ve Senden önce indirilenlere îman ettiklerini iddia
edenleri görmedin mi? Onlar tâğut ile muhâkeme olmak istiyorlar.
Oysa onu inkâr etmekle emrolunmuşlardı. Zaten Şeytan da onlar derin
bir sapıklık ile saptırmak istiyor. [60] Onlara: “Allah'ın
indirdiklerine ve Rasul’e gelin (başvuralım)” denildiği zaman,
Münâfıkların tam bir uzaklaşma ile Senden uzaklaştıklarını görürsün.
[61] Elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir musîbet
gelince de hemen, “Biz yalnızca iyilik etmek ve arayı bulmak
istedik” diye yemin ederek Sana nasıl gelirler! [62] İşte
onlar Allah'ın, kalplerindekini bildiği kimselerdir. Onlara aldırma!
Kendilerine öğüt ver ve onlara, kendileri hakkında çarpıcı söz
söyle! [en-Nîsa 60-63]
Dolayısıyla İslam’dan başka bir esâsa dayanan herhangi bir örgütün
üyesi olmamız veya İslam’dan başka hükümleri uygulamamız şer’an câiz
olmaz.
İşte bizler, Hizb-ut Tahrir / Sudan Vilâyeti olarak, sadece
İslâmî Ümmeti değil bilakis tüm dünyayı Küfrün, nizamlarının,
kuruluşlarının ve örgütlerinin zulmünden kurtarmak ve onları
İslam’ın Nuruna ve Adâletine kavuşturmak üzere gevşemeksizin
kararlılıkla hareket etmekteyiz. Öyleyse haydi siz de, Nübüvvet
Minhâcı üzere Râşidî Hilâfet’i yeniden kurmak için çalışarak
hem bu dünyada hem de Âhirette kurtuluşu kazanmaya koşun!
Ey îman edenler! Allah ve Rasulü sizi, size hayat veren şeye dâvet
ettiği an icâbet edin! Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer
ve siz muhakkak O’nun huzurunda toplanacaksınız. [el-Enfâl 24]