GENÇLİĞİN KALEMİNDEN

 Ramazan Ademoğlu

TEKNOLOJİK GELİŞMELERİN, SÖMÜRGECİLİK VASITASI HALİNE GETİRİLMESİ

 

İnsanlık hayat işlerinde kullandıkları eşyaları süratli bir şekilde geliştirip, mesafeleri kısaltıp zamanla yarışta büyük bir başarı kazanmıştır. Bu başarı yaşantılarında onlara büyük kolaylıklar getirmiş, işlerini daha az güç ve zaman harcayarak daha çok üretme ve imal etme imkânları sağlamıştır. Bu başarı süratli bir şekilde de devam etmektedir. Bundan dolayı dünyadaki toplumların birbirlerini tanımaları, iktisadi ve siyasi yönden alakalar kurup birbirlerinden faydalanma imkânları kolaylaşmıştır. Bu başarıya ulaşan yani teknolojik gelişmeyi gerçekleştiren devletler insanlık gereği bunları toplumların yararlanmasına sunacakları yerde, sadece kendi toplumunun menfaatlarını düşünerek elde ettiği bu başarıyı diğer toplumları sömürmek için bir araç olarak kullanıp bütün insanlığın yararlanmasına sunmamaktadırlar. Bu durum daha da kötüleşmekte, gelişmiş ülkeler diğerlerini insafsızca sömürmek ve onlara tahakküm etmek için birbirleri ile yarış yapmaktalar.

Bu gelişmeler insanlığa fayda yerine zarar getirmektedir. Çünkü her imkâna sahip mutlu tamahkâr azınlıkların yanında, milyonlarca insanı açlığa, sefalete sürüklemiştir. Aynı zamanda teknolojik gelişmeyi gerçekleştirmiş olan ülkeler kendi çıkarlarını devreye sokup o ülkelere temel gıda maddeleri dahil her türlü alış verişi engelleyip milyonlarca masum insanın ölümüne neden olmaktadırlar. Bugün dünya nüfusunun üçte ikisi açlıktan, gıdasızlıktan, her türlü temel ihtiyaçlardan yoksun bir halde sefalete terk edilmiş olması Batının dayandığı sistemde, onun maddeye önem verip insanî değerlerden yoksun olmasında aranmalıdır.

Yine bu ülkelerdeki insanların düşünmekten uzaklaştırılıp yaşamın tek gayesinin hayatta her türlü zevki tadarak yaşamaktan ibaret olduğu düşüncesiyle yetiştirilmeleridir. Buda insanlığı vahşileştirip, hayvanlardan daha aşağı duruma düşürmüş, maddeye tapar bir hale getirmiştir. Bundan dolayı maddeye karşı açlıkları azgınlaştı. Milletler, hatta aynı millete mensup olan kabileler (aileler) arasında savaşlar çıkartıp onlara silah satmaya başladılar. Ölen, katledilen, evleri işyerleri yıkılıp aç susuz çıplak ve öksüz kalan insanlar onları ilgilendirmez oldu. Çünkü, bütün bu olaylar onların çelik kasalarına taptıkları yeni tanrılarını toplamak için gerekli şeylerdi.

Teknolojik gelişme toplumları birbirine yaklaştıracak, birbirlerinden faydalanabilecekleri bir unsur olmaktan ziyade, birbirlerinden uzaklaştırıp bir sömürü ve zulüm aracı haline dönüştürüldü.

Toplumlar bu duruma nasıl düşürüldü?

Orta çağ döneminde hıristiyan inancına mensup olanların yaşadığı Avrupa ve Rusya’daki hükümdarlar ve krallar yönetimlerini dine dayandırdıklarını iddia edip, kendilerini Allah’ın yeryüzündeki varisleri (vekilleri) olarak tanıtıyorlardı. Yapmış oldukları her türlü icraatı din adamlarına ve kiliseye tasdik ettirerek bunları dinin emirleri olarak uyguluyorlardı.

Bu uygulamalar halkları bunaltıp onlara zulüm derecesine ulaştı. Tahrif edilmiş hıristiyanlık dininin hayatla alâkası olmayıp sadece ruhani bir din olmasına rağmen, din adamları ve zamanın yöneticileri kendi arzu ve isteklerini dinin emirleri olarak tatbik ediyorlardı. Dini inkâr eden veya dini kabul ettiği halde din adına halklara zulüm yapıldığını idrak eden bir takım mütefekkir (düşünür) ler bunun böyle olamayacağını böyle bir dinin devletten, hayattan kaldırılıp insanların kendi nizamlarını kendilerinin koymaları görüşünü ortaya attılar. İnandıkları dinle kendilerine zulüm yapılan insanlar bu görüşü benimseyip mütefekkirleri desteklediler. Bu durum karşısında otoritelerinin tamamen ellerinden gideceğini hisseden din adamları mütefekkirlerle anlaşmaya mecbur kaldılar. Uzlaşmada din inkâr edilmedi, fertler istedikleri gibi inanıp, ibadet edebilecek hiç kimse inancından dolayı kınanmayacak din sadece kiliseye mahkum olacak.

Öbür tarafta devletin hiçbir temeli dine dayandırılmayacak, din hayattan kaldırılacak, insanlara tatbik edilecek nizamları yine insanlar koyacak prensibinde uzlaşıldı. Orta çözümde birleşildi. Fakat bu gerçekleşmesi mümkün olmayan bir ütopya idi. Zamanla yönetime kapitalistler (servet sahipleri) hakim oldu din adamlarının yerini servet sahipleri doldurup halklara onların zulümleri başladı. Buna tepki olarak aslı maddeye dayanan, dini tamamen inkâr eden ve servetlerden eşit şekilde faydalanma esasını benimseyen komünist ideoloji ortaya atıldı.

Bu iki fikir arasında şiddetli mücadeleler başladı. Bu fikirlere dayalı sistemler değişik ülkelerde uygulanmaya başlandı. 20. yüzyılın başlarından itibaren bu iki ideoloji dünyaya hakim olmak için her yola başvurarak yayılma çalışmalarını sürdürdüler. Komünist ideoloji insanın fıtratında (yaratılışında) mevcut olan bir takım özelliklere aykırı olduğu için geniş halk kitleleri tarafından benimsenmedi. Hakim olduğu ülkelerde asker ve polis gücüyle zoraki olarak tatbik edilmeye çalışıldı. Fakat halkların desteklemediği hiçbir sistem varlığını sürdüremez. Bundan dolayı komünist devletler ideolojilerinden vazgeçmeye mecbur kaldılar. Şu anda komünist ideolojiyi uygulayan ve yaymaya çalışan devlet bulunmamaktadır.

Kapitalist ideoloji kendi bozukluğunu gizlemek ve varlığını sürdürebilmek için bir takım yamalarla halkların isteklerine cevap verir gibi gözükerek hayatta kalabilmektedir. Bu yüzden kapitalist ideoloji münafık bir ideoloji olup dünyaya münafıklığı yaymaya çalışmakta ve hâkimiyetini de münafıklığına borçludur.

İşte bu ideolojiyi benimseyen ve onun temel düşüncesinden kaynaklanan nizamlara uyan insanlar ve devletler, maddeyi ve sadece kendi menfaatlarının elde edilmesini asıl gaye ve bunun uğrunda vahşiliğinin ve zalimliğinin normal olduğunu düşündüler. Bu yüzden kapitalist, laik, demokratik ülkeler dünyada fesat ateşini devamlı yakmaktalar bu ateşin yakıtı olarak insanları ve özellikle müslümanları kullanmaktalar.

İnsanlık eşyayı geliştirip icatlar hususunda çok büyük başarılar elde ettiği halde doğru temel düşünce (ideoloji) ve uymaları gereken nizamlar hususunda bu başarıyı gösterememişlerdir. Orta çağda varlığı ihatadan aciz olan insanlar tarafından ve o günün şartlarında zulümlere karşı bir tepki halinde ortaya çıkan ideoloji ve ondan kaynaklanan nizamları hayatlarına uygulamaktadırlar. Batılı toplumlar icatlar hususunda ilerlemiş olmalarına rağmen düşünce hakkında gerici olmuşlardır.

Nakıs bir varlık olan insan tarafından ortaya konan bu ideoloji insanın fıtratına uymayışı ve akıl üzerine bina edilmeyip orta yolu bulma esasına dayanıp maddeyi ön plana çıkardığı için insanlığı felakete sürüklemiştir. Hakim olduğu toplumların refahını; sefalete, açlık ve perişanlık içine sürüklediği toplumlar sağlanmıştır. İnsanlık yaratılış gayesine uymayan bu düşünceleri terk edip, hayatta var oluşunun nedeni ve görevi üzerinde derin düşünceye dalıp buna köklü bir çözüm bulmadıkça bu zulümler, felaketler devam eder. Allahu Tealâ bu hususta;

“Bir kavim nefislerindekini değiştirmedikçe Allah o kavmin halini değiştirmez” (Ra’d: 11) buyurarak bizlere çözüm göstermiştir..

İnsanlığın bir parçası olan İslâm ümmeti de maddeyi ön plana çıkarıp, ruhu inkâr eden, yaşamın gayesini her türlü lezzeti sınırsız elde etmek olarak tarif eden batı mefhumlarını benimseyip her hususta taklitçi olduğu için gerilemekten ve batının sömürüsünden kurtulamamaktadır. İslâm dini insanlığa doğru çözüme ulaşmanın yolunu göstermiştir. Öyleyse müslümanlar olarak Allahu Tealâ’dan gelen bu çözüme yönelip maddi ve manevi alanda gerçek ilerleme ve kalkınmayı burada aramalıyız.

İslâm insanlığın bu büyük problemini hedef tutmuş, onu insan fıtratına uygun, akla dayalı, kalbe güven veren bir şekilde çözmüştür.

Bu çözüm: İnsanı, hayatı, kâinatı, bunların hepsini yoktan var eden bir yaratıcının varlığına insanın kendi aklı ile ulaşıp, hayat hakkındaki bütün fikirleri bu temel yani akide (iman) üzerine oturtmasıdır. Bu çözümle insan en büyük düğümü çözmüş olur. Çünkü diğer bütün düğümler bununla çözülecektir, gerçek kalkınma bununla gerçekleşecektir. İslâm dini bugünkü müslümanların anladığı gibi ne bir mistik inanç, nede bir felsefedir. O Allahu Tealâ’nın insanlar için koyduğu kanunlar düşünceler ve hayat tarzıdır. Onun en yüksek işi insan hayatının maddi ve manevi tarafları arasında tam bir uzlaşma meydana getirmektedir. Ne maddeye önem verip manayı terk etmekte, nede manayı yok sayıp maddeyi terk etmektedir. Bu iki taraf İslâmî esas ve vazifelerde, hiçbir çelişmeye yer vermeden çözüme bağlamıştır. İslâm bu iki yönü hayatın temeli olarak göstermiştir.

Müslümanların gerilemesine sebep olan bunca engellere rağmen, İslâm halâ beşerin tanıdığı en büyük uyarıcı ve kalkındırıcı kuvvet olarak devam etmekte ve kıyamete kadarda devam edecektir. Çünkü o bir yaratık eseri değil yaratıcının eseridir. Öyleyse müslümanlar olarak onu yeniden hayat sahasında diriltip, onun yönetim şekli olan Hilâfeti kurarak dünya ve ahiret hayatımızı saadete çevirebilelim. Bu saadet ancak İslâm’la gerçekleşir. Yoksa kapitalist zihniyete dayalı teknolojik ilerleme dünya insanlarını refaha kavuşturamaz, aksine insanları sömürmek için bir vasıta olmaya devam eder.

 

Sayı 92...1417-C.EVVEL...1996-Ekim...Yıl-08

Sayfayı Birine Gönder