İnsanlık hayat işlerinde kullandıkları eşyaları süratli
bir şekilde geliştirip, mesafeleri kısaltıp zamanla
yarışta büyük bir başarı kazanmıştır. Bu başarı
yaşantılarında onlara büyük kolaylıklar getirmiş,
işlerini daha az güç ve zaman harcayarak daha çok üretme ve
imal etme imkânları sağlamıştır. Bu başarı süratli bir
şekilde de devam etmektedir. Bundan dolayı dünyadaki
toplumların birbirlerini tanımaları, iktisadi ve siyasi yönden
alakalar kurup birbirlerinden faydalanma imkânları
kolaylaşmıştır. Bu başarıya ulaşan yani teknolojik
gelişmeyi gerçekleştiren devletler insanlık gereği bunları
toplumların yararlanmasına sunacakları yerde, sadece kendi
toplumunun menfaatlarını düşünerek elde ettiği bu
başarıyı diğer toplumları sömürmek için bir araç olarak
kullanıp bütün insanlığın yararlanmasına
sunmamaktadırlar. Bu durum daha da kötüleşmekte, gelişmiş
ülkeler diğerlerini insafsızca sömürmek ve onlara tahakküm
etmek için birbirleri ile yarış yapmaktalar.
Bu gelişmeler insanlığa fayda yerine zarar getirmektedir.
Çünkü her imkâna sahip mutlu tamahkâr azınlıkların
yanında, milyonlarca insanı açlığa, sefalete sürüklemiştir.
Aynı zamanda teknolojik gelişmeyi gerçekleştirmiş olan
ülkeler kendi çıkarlarını devreye sokup o ülkelere temel gıda
maddeleri dahil her türlü alış verişi engelleyip
milyonlarca masum insanın ölümüne neden olmaktadırlar. Bugün
dünya nüfusunun üçte ikisi açlıktan, gıdasızlıktan, her
türlü temel ihtiyaçlardan yoksun bir halde sefalete terk
edilmiş olması Batının dayandığı sistemde, onun maddeye
önem verip insanî değerlerden yoksun olmasında
aranmalıdır.
Yine bu ülkelerdeki insanların düşünmekten uzaklaştırılıp
yaşamın tek gayesinin hayatta her türlü zevki tadarak yaşamaktan
ibaret olduğu düşüncesiyle yetiştirilmeleridir. Buda
insanlığı vahşileştirip, hayvanlardan daha aşağı duruma
düşürmüş, maddeye tapar bir hale getirmiştir. Bundan
dolayı maddeye karşı açlıkları azgınlaştı. Milletler,
hatta aynı millete mensup olan kabileler (aileler) arasında
savaşlar çıkartıp onlara silah satmaya başladılar. Ölen,
katledilen, evleri işyerleri yıkılıp aç susuz çıplak ve
öksüz kalan insanlar onları ilgilendirmez oldu. Çünkü,
bütün bu olaylar onların çelik kasalarına taptıkları yeni
tanrılarını toplamak için gerekli şeylerdi.
Teknolojik gelişme toplumları birbirine yaklaştıracak,
birbirlerinden faydalanabilecekleri bir unsur olmaktan ziyade,
birbirlerinden uzaklaştırıp bir sömürü ve zulüm aracı
haline dönüştürüldü.
Toplumlar bu duruma nasıl düşürüldü?
Orta çağ döneminde hıristiyan inancına mensup olanların
yaşadığı Avrupa ve Rusya’daki hükümdarlar ve krallar
yönetimlerini dine dayandırdıklarını iddia edip,
kendilerini Allah’ın yeryüzündeki varisleri (vekilleri)
olarak tanıtıyorlardı. Yapmış oldukları her türlü icraatı
din adamlarına ve kiliseye tasdik ettirerek bunları dinin
emirleri olarak uyguluyorlardı.
Bu uygulamalar halkları bunaltıp onlara zulüm derecesine
ulaştı. Tahrif edilmiş hıristiyanlık dininin hayatla alâkası
olmayıp sadece ruhani bir din olmasına rağmen, din adamları
ve zamanın yöneticileri kendi arzu ve isteklerini dinin
emirleri olarak tatbik ediyorlardı. Dini inkâr eden veya dini
kabul ettiği halde din adına halklara zulüm yapıldığını
idrak eden bir takım mütefekkir (düşünür) ler bunun böyle
olamayacağını böyle bir dinin devletten, hayattan kaldırılıp
insanların kendi nizamlarını kendilerinin koymaları görüşünü
ortaya attılar. İnandıkları dinle kendilerine zulüm yapılan
insanlar bu görüşü benimseyip mütefekkirleri desteklediler.
Bu durum karşısında otoritelerinin tamamen ellerinden
gideceğini hisseden din adamları mütefekkirlerle anlaşmaya
mecbur kaldılar. Uzlaşmada din inkâr edilmedi, fertler
istedikleri gibi inanıp, ibadet edebilecek hiç kimse inancından
dolayı kınanmayacak din sadece kiliseye mahkum olacak.
Öbür tarafta devletin hiçbir temeli dine dayandırılmayacak,
din hayattan kaldırılacak, insanlara tatbik edilecek
nizamları yine insanlar koyacak prensibinde uzlaşıldı. Orta
çözümde birleşildi. Fakat bu gerçekleşmesi mümkün
olmayan bir ütopya idi. Zamanla yönetime kapitalistler (servet
sahipleri) hakim oldu din adamlarının yerini servet sahipleri
doldurup halklara onların zulümleri başladı. Buna tepki
olarak aslı maddeye dayanan, dini tamamen inkâr eden ve
servetlerden eşit şekilde faydalanma esasını benimseyen komünist
ideoloji ortaya atıldı.
Bu iki fikir arasında şiddetli mücadeleler başladı. Bu
fikirlere dayalı sistemler değişik ülkelerde uygulanmaya başlandı.
20. yüzyılın başlarından itibaren bu iki ideoloji dünyaya
hakim olmak için her yola başvurarak yayılma çalışmalarını
sürdürdüler. Komünist ideoloji insanın fıtratında
(yaratılışında) mevcut olan bir takım özelliklere aykırı
olduğu için geniş halk kitleleri tarafından benimsenmedi.
Hakim olduğu ülkelerde asker ve polis gücüyle zoraki olarak
tatbik edilmeye çalışıldı. Fakat halkların desteklemediği
hiçbir sistem varlığını sürdüremez. Bundan dolayı komünist
devletler ideolojilerinden vazgeçmeye mecbur kaldılar. Şu
anda komünist ideolojiyi uygulayan ve yaymaya çalışan devlet
bulunmamaktadır.
Kapitalist ideoloji kendi bozukluğunu gizlemek ve
varlığını sürdürebilmek için bir takım yamalarla
halkların isteklerine cevap verir gibi gözükerek hayatta
kalabilmektedir. Bu yüzden kapitalist ideoloji münafık bir
ideoloji olup dünyaya münafıklığı yaymaya çalışmakta ve
hâkimiyetini de münafıklığına borçludur.
İşte bu ideolojiyi benimseyen ve onun temel düşüncesinden
kaynaklanan nizamlara uyan insanlar ve devletler, maddeyi ve
sadece kendi menfaatlarının elde edilmesini asıl gaye ve
bunun uğrunda vahşiliğinin ve zalimliğinin normal olduğunu
düşündüler. Bu yüzden kapitalist, laik, demokratik ülkeler
dünyada fesat ateşini devamlı yakmaktalar bu ateşin yakıtı
olarak insanları ve özellikle müslümanları kullanmaktalar.
İnsanlık eşyayı geliştirip icatlar hususunda çok
büyük başarılar elde ettiği halde doğru temel düşünce
(ideoloji) ve uymaları gereken nizamlar hususunda bu
başarıyı gösterememişlerdir. Orta çağda varlığı
ihatadan aciz olan insanlar tarafından ve o günün
şartlarında zulümlere karşı bir tepki halinde ortaya çıkan
ideoloji ve ondan kaynaklanan nizamları hayatlarına
uygulamaktadırlar. Batılı toplumlar icatlar hususunda
ilerlemiş olmalarına rağmen düşünce hakkında gerici
olmuşlardır.
Nakıs bir varlık olan insan tarafından ortaya konan bu
ideoloji insanın fıtratına uymayışı ve akıl üzerine bina
edilmeyip orta yolu bulma esasına dayanıp maddeyi ön plana çıkardığı
için insanlığı felakete sürüklemiştir. Hakim olduğu
toplumların refahını; sefalete, açlık ve perişanlık içine
sürüklediği toplumlar sağlanmıştır. İnsanlık
yaratılış gayesine uymayan bu düşünceleri terk edip,
hayatta var oluşunun nedeni ve görevi üzerinde derin düşünceye
dalıp buna köklü bir çözüm bulmadıkça bu zulümler,
felaketler devam eder. Allahu Tealâ bu hususta;
“Bir kavim nefislerindekini değiştirmedikçe Allah o
kavmin halini değiştirmez” (Ra’d: 11)
buyurarak bizlere çözüm göstermiştir..
İnsanlığın bir parçası olan İslâm ümmeti de maddeyi
ön plana çıkarıp, ruhu inkâr eden, yaşamın gayesini her türlü
lezzeti sınırsız elde etmek olarak tarif eden batı
mefhumlarını benimseyip her hususta taklitçi olduğu için
gerilemekten ve batının sömürüsünden kurtulamamaktadır.
İslâm dini insanlığa doğru çözüme ulaşmanın yolunu göstermiştir.
Öyleyse müslümanlar olarak Allahu Tealâ’dan gelen bu
çözüme yönelip maddi ve manevi alanda gerçek ilerleme ve
kalkınmayı burada aramalıyız.
İslâm insanlığın bu büyük problemini hedef tutmuş,
onu insan fıtratına uygun, akla dayalı, kalbe güven veren
bir şekilde çözmüştür.
Bu çözüm: İnsanı, hayatı, kâinatı, bunların
hepsini yoktan var eden bir yaratıcının varlığına insanın
kendi aklı ile ulaşıp, hayat hakkındaki bütün fikirleri bu
temel yani akide (iman) üzerine oturtmasıdır. Bu çözümle
insan en büyük düğümü çözmüş olur. Çünkü diğer bütün
düğümler bununla çözülecektir, gerçek kalkınma bununla
gerçekleşecektir. İslâm dini bugünkü müslümanların
anladığı gibi ne bir mistik inanç, nede bir felsefedir. O
Allahu Tealâ’nın insanlar için koyduğu kanunlar düşünceler
ve hayat tarzıdır. Onun en yüksek işi insan hayatının
maddi ve manevi tarafları arasında tam bir uzlaşma meydana
getirmektedir. Ne maddeye önem verip manayı terk etmekte, nede
manayı yok sayıp maddeyi terk etmektedir. Bu iki taraf İslâmî
esas ve vazifelerde, hiçbir çelişmeye yer vermeden çözüme
bağlamıştır. İslâm bu iki yönü hayatın temeli olarak göstermiştir.
Müslümanların gerilemesine sebep olan bunca engellere
rağmen, İslâm halâ beşerin tanıdığı en büyük uyarıcı
ve kalkındırıcı kuvvet olarak devam etmekte ve kıyamete
kadarda devam edecektir. Çünkü o bir yaratık eseri değil
yaratıcının eseridir. Öyleyse müslümanlar olarak onu
yeniden hayat sahasında diriltip, onun yönetim şekli olan Hilâfeti
kurarak dünya ve ahiret hayatımızı saadete çevirebilelim.
Bu saadet ancak İslâm’la gerçekleşir. Yoksa kapitalist
zihniyete dayalı teknolojik ilerleme dünya insanlarını
refaha kavuşturamaz, aksine insanları sömürmek için bir vasıta
olmaya devam eder.
|