Çok kimse hayal kırıklığına uğradı. Çünkü bu
insanlar kendi fikirlerini temsil edeceğini zannettikleri
kişileri iktidara getirdiler, fakat umduklarını bulamadılar.
Ondan sonra bin pişman oldular, yakınmaya ve şöyle demeye başlarlar:
“Kime güveneceğiz?! Hepsi çürük çıktı. Son deneme
Erbakan ve kadrosu idi, bunlar da sahte çıktı. O zaman ne
yapalım? Bir başkasına nasıl güveneceğiz? Hele hiç
denenmemiş Hizb-üt Tahrir gibi teşkilatlara nasıl güveneceğiz?
Erbakan, Çekiç Güç’e karşıyım dedi, iktidara gelince hiç
bir partide görülmemiş ve hiç bir partinin liderinin yapmadığı
şeyi yapıp bu sömürgeci Güç’e fire vermeden partisinin
bütün milletvekillerinin onaylamasına baskı yaptı.
Meydanlarda horoz gibi kesilen, “Çekiç Güç’e evet diyen
haindir” diyen milletvekili hoca, kendi vurduğu damgayı
kendi başına vurmamak için eski mekânı Rize’ye kaçıyor,
fakat hocaların hocası onu telefonla arayarak bu sömürgeci
Güç’e kabul oyunu kullanmasını istiyor ve hemen gel emrini
verdi. Böylece o hoca, hocaların hocasına icabet ederek uçağa
binmeye çalışıyor, fakat meclise hocaların onayından 45
dakika geç geldi. “İsrail’le yapılan birinci anlaşmayı
ilga edeceğiz” diyordu. Fakat iktidara gelince ona karşı
sustu ve üzerine perde çekti. Böylece onu onaylamış oldu.
Bazıları da kandırmak için İran’a gidiyor ve döndükten
sonra da hemen alelacele ikinci askerî savunma anlaşmasını
gizlice onaylıyor. Kötülüğünü örtmek için basından
gizli tutulmaya çalışıldı, fakat nafile basın onu
bulabildi ve ortaya çıkarttı. Tamamen ilk anlaşmaya karşı
yapıldığı gibi.. Fakat o zaman İsrail basını onu ortaya
çıkartmıştı. İki üç hafta sonra da Türkiye Cumhuriyeti
itiraf etti. “Faizi kaldıracağız” dedi. İktidara gelince
faizi yükseltti. “Zam yapmayacağız” dedi. Sulta olunca,
zam arkasına zam yapmaya başladı. “Müslümanları orduya
sokacağız ve ordudan atılmalarını engelleyeceğiz” dedi.
Otorite sahibi olunca 18 subayın kovulmasını onayladı. “IMF’ye
karşıyız” diyordu. İktidara gelince (26-9-’96’da)
IMF’nin Stand-By anlaşmasını imzaladı. İşte kardeşim
kime güveneceğiz?!...”
Evet dert çeken müslümanlar bize böyle söylüyorlar...
Ve devamla şöyle diyorlar: “Artık kimseye güvenmeyeceğiz.!
Bütün bunların diğerlerinden hiç farkı yoktur. Hep
yaptıkları icraat arkasında “Biz milletin menfaati ve
yararını düşünüyoruz” diyorlar. Öyleyse DYP, ANAP, DSP
ve diğer partilerin icraatı doğrudur. Çünkü onlar da aynısını
yapıyorlar. Sadece kişilerde farklılık var, yoksa yapılan
icraat ve ihanet hep aynıdır.”
Erbakanistlere gelince; dokundurmadıkları masum (hatasız)
yüce önderlerini şöyle savunurlar: “Yalnız iktidarda
değil, hele tek başına gelsin göreceksiniz.!.” Onlara
diyoruz ki, yalnız iktidara gelirse o zaman sahtekârlığı
tam belli olur... Ama o zaman da şöyle diyecekler: “Ordu
engelliyor. Orduyu elimize geçirirsek göreceksiniz yapacağını.!.”
Yine onlara diyoruz ki, orduyu ele geçirirlerse yine de o sefer
“Amerika ve Avrupa’nın baskısı var, hele bunların
baskılarından kurtulursa göreceksiniz ne yapacağını”
diyeceksiniz. İşte böylelikle bahaneleriniz bitmiyor. Yapmak
istemeyen veya korkak ve ehil olmayan hep böyle bahane uydurur.
Bu bir kaidedir. Cesur ve yapmak isteyen ise, imkânsız olan
şeyi mümkün olan hale getirmeye çalışır. Rasulullah (SAV)
ve değerli sahabeleri, imkânsız olanı imkân dairesine sokup
imkânsız kelimesini sözlüklerinden kaldırdılar. Bahaneleri
tanımaz oldular. Ama münafıklar, kalpleri hasta olan kimseler
ve ürkek kişiler (bu üç sınıfı Kur’an açıklamıştır)
hep bahane uyduruyorlardı. Bu nedenle Kur’an onlara “El-muazzerun”
(Bahaneci) lakabını taktı. Cihada gitmemek için her sefer
bir bahane bulmaya çalışıyorlardı. Tebük Seferinde
bulunmamak için şöyle bahane buldular: “Ey Efendimiz
Rasulullah, ben Rumların sarışın kadınlarına karşı
dayanamam, bu sefere gitmemek için beni mazur gör, beni
fitneye sokma.” Bu adamın adı ise El-Ced b. Kays’tır. Kur’an
ona şöyle cevap verdi:
“Onlardan (bahanecilerden) biri sana şöyle diyor: Bana
cihada gitmemek için izin ver ve beni fitneye düşürme. Oysa
onlar fitneye çoktan düşmüşlerdi (yani cihada gitmemek büyük
fitnedir). Şüphesiz ki, cehennem kâfirleri kuşatacaktır.”
(Tevbe: 49)
Ey müslümanlar! Herkese olan güveninizi yitirmeyin.!.
Şunlara güvenebilirsiniz: İktidara geçmeden İslâm’ı
olduğu gibi hep açıklıyorsa, küfür yönetimine açık ve
seçik şekilde karşı çıkıyorsa, zalimlere karşı İslâm’la
dikiliyorsa, hiç onlarla işbirliği yapmıyorsa, onların
sistemlerini apaçık şekilde red ederse, İslâm Devleti
Hilâfet’in doğrudan doğruya kurulmasına çağırıyorsa ve
bunun uğrunda eziyet görüpte hiç taviz göstermiyorsa, buna
dayanıyor ve bu yol üzerinde faaliyetini sürdürüyorsa işte
ona güvenin. Çünkü Rasulullah (SAV) ve sahabeleri bu hal
üzerinde idiler. Yönetimi ellerine geçirince bu hallerini
devam ettirdiler. Hizb-üt Tahrir adlı teşkilat, kırk senedir
bu hal üzerindedir. Ona güvenebilirsiniz. Allah’ın izniyle
devlet kuruncaya kadar tutumunu sürdürür. Zannı galiple, Hilâfet
Devleti kurulduktan sonra aynı hal üzerinde devam edecektir.
Zira bugün cesur olan yarın da cesur olur. 40 sene cesaret gösteren,
o ömürden sonra hiç korkak olmaz. Demek ki o asildir. Asil
olan ne kadar darbe yerse ve ne kadar ezilirse ezilsin yine asil
kalır.
|