Oruç, Türk dilinde yerleşmiş
Farsça bir kelimedir. Sözlükte; “...Allah’a ibadet amacıyla
yeme, içme v.s. gibi bir çok şeylerden belli bir süre
kendini alıkoyma...” olarak tarif edilmiştir.
İlk insan Hz. Adem (a.s)’dan bugünkü insana gelinceye
kadar yüzlerce veya binlerce asır geçmiş, hayat
şekillerinde bir çok şeyler değişmiş olmasına rağmen,
bugünkü insan da aynen Hz. Adem (a.s)’ın fıtrî
özellikleriyle mücehhezdir. Kaşı, gözü, ağzı, burnu,
eli, ayağı kısacası her şeyiyle günümüz insanının ilk
insandan bir farkı yoktur. Yine ilk insandaki uzvî ihtiyaçlar
ile içgüdüler, günümüzde yaşayan insanlarda da aynen
vardır ve Kıyamet gününe kadar da bu böyle devam edecektir.
Bu, Allah’ın bir Sünnetidir, yani Sünnetullah’tır. Bu
bakış açısı, İslâm’ın bakış açısıdır. İslâm dışındaki
ideolojilerin veya şahısların bakış açıları bizi
bağlamaz. Darwin’e inananlar, onu sevenler, onun
dışkısını yemeğe devam etsinler. Kıyamet gününden sonra
herkes sevdiğiyle haşrolunacaktır.
Evet uzvî ihtiyaçlar ve içgüdüler, insanoğlunun iki
temel özelliğidir. Uzvî ihtiyaçlar tatmin edilmezse insan
ölür. İçgüdüler tatmin edilmezse, insan bunalımlı bir
hayat yaşar. Aralarındaki esasî fark budur. Meselâ; yemek,
içmek, nefes alıp vermek gibi şeyler birer uzvî ihtiyaçlardır
ve hayatın devamı, bunlarla vücudun tatmini ile mümkündür.
Meselâ; insandaki “bulunduğu halde kalma isteği, cinsel
istekleri, aczini hissetmesi...” birer içgüdülerdir.
Tarih boyunca görülmüştür ki, aczini hisseden insanoğlu,
kendinden üstün gördüğü varlıkları takdise yönelmiş,
putlar yapmış, aya-güneşe tapmış, bir ineği bile
kendisine rab edinmiş velhasılı bu içgüdüsünü doyurucu
tatmin yollarını aramış durmuştur. İşte bunun içindir ki
şan yüce Allah (c.c), aczini yakînen hisseden insanoğluna bu
içgüdüsünü ne şekilde tatmin edeceğini, nasıl
doyuracağını göstersin diye peygamberler göndermiş ve
insanoğlunu bunalımdan kurtarıp huzura kavuşturmuştur.
İşte bu aczini hissetme, kendisinden üstün olan varlığa
takdis etme içgüdüsüne “tedeyyün” (dindarlık) içgüdüsü
denir. İnsanı, hayatı ve kâinatı yaratan şanı yüce Allah
(c.c); bunlar için bir nizam indirmiş, bu nizama, hayat ve kâinat
harfiyyen uyarken, insanoğlu “kendi iradesi dahilinde”
yaptığı fiillerinde Allah’ın nizamına bazen uymuş bazen
de isyan etmiştir.
İnsanoğlu için Allah’ın (c.c) indirdiği nizam iki çeşittir:
1- Allah’ın iradesi dahilindeki Allah’ın nizamı,
2-
İnsanoğlunun iradesine bırakılan Allah’ın nizamı.
Ecel, rızık, Allah’tan gelen hayr ve şer v.s. Allah’ın
iradesi dahilindeki Allah’ın nizamlarındandır.
Allahu Tealâ’nın insanoğlunun iradesine bıraktığı
nizamda ise şu tanzimlerin, şu düzenlemelerin yapıldığını
Kur’an’ın ve Sünnet’in ise bunları ifade etmek
kastıyla gönderildiğini görüyoruz. Yani İslâm şu üç
şeyi düzenlemek için geldi:
1-) İnsanın kendi nefsi ile olan ilişkisini düzenledi.
Meselâ; nasıl giyinecek, neyi yiyecek v.s.
2-) İnsanın Rabbi ile olan ilişkisini düzenledi. Meselâ;
nasıl ibadet edecek, nasıl takdis edecek..
3-) İnsanın diğer insanlarla olan ilişkisini düzenledi.
Meselâ; müslim gayri müslim ilişkileri, erkek kadın
ilişkileri, ticarî ilişkiler v.s.
İşte ikinci şıkta ifade edilen “insanın Rabbı ile
olan ilişkisine İBADET denilir”. Ve yüce dinimiz, hayat
nizamımız olan İslâm’da; ibadet çeşitlerimiz başlı
başına bir bölüm teşkil etmiş ve bunlarla ilgili hükümler
Kur’an ve Sünnet’te ifade edilmiştir.
İslâm’da şu dört husus vardır:
1--- İtikatlar (akidei
konular),
2--- İbadetler,
3--- Muamelât (ilişkilerle ilgili
konular),
4--- Ukubat (cezalandırma ile ilgili konular)
Allah (c.c) Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:
“Cinleri ve insanları ancak bana ibadet etmeleri için
yarattım.” (Zariyat: 56)
“Andolsun ki, Biz her kavme Allah’a ibadet edin, tağuta
kulluk etmekten kaçının diye (tebliğ yapması için) bir
Rasul göndermişizdir.” (Nahl: 36)
Konunun başında “Allah’a ibadet etmek amacıyla yeme, içme
v.s. gibi bir çok şeylerden belli bir süre kendini alıkoyma..”
diye tarif ettiğimiz Oruç da; namaz, hacc, zekât gibi
ibadetlerimizden bir ibadettir. Burada müslümanların içine
düştükleri bir “kavram kargaşasını” konumuzla
bağlantısı olduğu için açıklamak istiyorum.
Her müslüman iradesi dahilinde yaptığı fiilleri
neticesinde ya “sevap” kazanıp Cennet’te, ya da “günah”
işleyip Cehennem’de cezalandırılmaya müstehak olacaktır.
Dolayısıyla müslüman, iradesi dahilinde yaptığı fiillerin
hesabını, kitabını çok iyi düşünmek, fiili yapmadan
evvel önce düşünmek sonra yapmak zorundadır. Çünkü
sonuçta varacağı yer ya Cennet ya da çok ateşin ve kızgın
alevlerin bol bulunduğu Cehennem’dir. İradesi ile yanmakta
olan sobanın içine elini hiç sokan görmedik ama, iradesi ile
ve de hakkıyla Allah’a kulluk edip Cehennem ateşinden kaçmaya
çalışanları da bu günlerde az görüyoruz. Aradaki fark, “yakinî”lik
anlayışındaki benimseyişindeki farktır. Bu konu da başlı
başına bir konudur ve asıl konumuzu dağıtmamak için buraya
girmeyeceğiz.
Şimdi şöyle bir soru soralım ve birlikte cevabını
arayalım: “Neticede bize sevap kazandıracak şey ya da
şeyler nelerdir?” Buna cevap olarak deriz ki: Allah’ın
rızasını, Allah’ın emir ve nehiylerine uygun bir şekilde
elde etmeyi gaye edinilerek işlenen her fiil, yapılan her şey
sevap kazandırır.
Bu soru-cevaptan sonra bir de şu noktayı açığa
kavuşturmak istiyoruz: Her insan için bir “gaye”
vardır, bir de “maksat” vardır. Bunlar ayrı ayrı
şeylerdir ve kesinlikle birbirlerine karıştırılmamalıdır.
Gaye: En son hedef demektir. Maksat: Kast olunan
ve gerçekleştirilmek istenilen şey demektir.
Muhakkak ki her mü’min, bütün amellerinde şanı yüce
Allah’ı razı ettirmek istiyorsa, fiillerini Allah’ın emir
ve nehiyleriyle sınırlandırmalıdır.
Burada maksadı; ister ibadete taalluk etsin, ister muamelât
ve cezalara taalluk etsin, muhakkak Allah’tan gelen emir ve
nehiylerine göre olmalıdır. Meselâ; ibadet maksadıyla
hareket geçen kişi, eğer Allahu Tealâ’nın ibadetiyle
ilgili olarak gönderdiği şeriata, emir ve nehiylerine
harfiyyen uymazsa, kesinlikle gayesine de ulaşamaz, hatta
maksadı da gerçekleşmedi demektir.
İnsanoğlunu yaratan Allah (c.c), onun hayatını ne
şekilde tanzim etmesi gerektiğini gösteren İslâm nizamını
da Rasulleri vasıtasıyla göndermiştir. İnsanlardan Allah’a,
Rasulullah’a ve Kitabullah’a “iman” hususunda “akıllarını”
kullanmayı farz kılarken; ibadet, muamelât ve ukubatlar (ceza
kanunları) hususunda ise “akılcılık” yapmayı
bırakmalarını ve tamamen “nakle” yani Kitabullah
ve Sünneti Rasulullah’a teslim olmayı farz kılmıştır.
Aklın, bu noktada sadece ve sadece bir görevi vardır, o da
“Allahu Tealâ’nın koyduğu hükümleri anlamaya çalışmak”tır.
Kesinlikle hüküm koymak değildir. Eğer akıl, hüküm koyan
olursa, “HAKİMİYET ALLAH’INDIR” demek artık mümkün
değildir.
Elbette ki Allah’tan gelen emir ve nehiyler içerisinde bir
çok hikmetler vardır. Belki bunlardan bir kısmını biz
anlayabiliriz ya da anlayamayabiliriz. Burada mü’minler için
önemli olan anlayarak ya da anlamayarak amel etmek veya anladıklarıyla
amel etmek, anlamadıklarını terk etmek değil, bilâkis gelen
emir ve nehiylere harfiyyen uymaktır. Sözün özü; ister
ibadette olsun, ister muamelât ve ukubatlarda olsun her mü’min
“akılcılık” denilen hastalığı terk etmeli ve
naklin kendisine gösterdiği keyfiyete aynen tabi olmalıdır.
Yoksa ne ibadeti ne muamelât ve ukubatları, şanı yüce Allah’ın
(c.c) razı olduğu ibadet, muamelât ve ukubat olur.
İşte bu şuur içinde oruç tutan her mü’min ve bütün
mü’minler, psikolojik yapıları itibariyle de diğerlerine
yani “akılcılık” yapanlara nisbetle çok farklı
bir durumda olacaklardır. Çeşitli zeminlerde yapılan oruç
hakkındaki tartışmalarda görüyoruz ki, oruç çok farklı
bir konumda değerlendiriliyor. Kimisi perhizden bahsediyor,
kimisi de bütçe tasarrufundan... Halbuki oruca sadece ve
sadece “bizi Allah’a yaklaştıran bir ibadet, O’nun
rızasını elde etme yollarından bir yol...” olarak bakılsa
ve mucibince amel edilse, asıl gayesine uygun düşen tavır böylece
sergilenmiş olacaktır.
Evet sonuçta muhakkak bir çok tezahürleri ile karşılaşacağızdır.
Bu zaten kaçınılmaz bir şeydir. Burada önemli olan, bizim
ister ibadete ister muamelât ve ukubatlara taalluk eden
hususlarda şanı yüce Allah’ın emir ve yasaklarına
yaklaşımımızdır. Bu konularda “niye veya niçin böyle
amel ediyoruz, ibadet ediyoruz?" sorularına dayalı bir
yaklaşım yerine, “Madem ki Rabbim böyle yapmamı istiyor,
bana aynen uymak düşer” yaklaşımını göstermeliyiz. Bu
yaklaşım, bütün fiillerimizin esasını oluşturmalıdır.
Bu temel fikir, şayet bizlere bir “fikrî kaide”
olarak yerleşir ve bizlerde bir mefhum haline gelirse, işte o
zaman ibadetlerimiz “İslâmî bir ibadet” muamelât
ve ukubatlarımızı ihtiva eden tüm ilişkilerimiz “İslâmî
ilişkiler” haline gelmiş olur. Yani her amelimizi “Allah
rızasını gaye edinen” bir esasa oturtmak ve amelimizde “Allah’ın
şeriatını esas alan” bir ölçülendirmeye yönelmek
amellerimizin mihengi olmalıdır.
Konumuzun başlığını oluşturan “oruç”
ibadetinde de durum böyle ele alınmalıdır. Ferdin veya
toplumun oruca yaklaşımı şayet şu açıdan olursa,
inanıyorum ki Ramazan ayının “tezahürü” çok çok farklı
olacaktır. Nitekim tarih bunun canlı şahididir. Ne zaman ki
İslâm ve ondan bir parça olan oruç ibadeti bu bakış açısı
kaybedilerek ele alındı, işte o zaman bizler Rabbimizin
rızasını kazanan kullar olmak şöyle dursun, hep Rabbisini kızdıran
kullar olduk çıktık. İslâm’ın o güzel lezzetine ulaşamadık.
Sanki oruç, sırtımızdaki kambur oldu. Sanki İslâm, nimet
olmaktan çıktı ve külfete döndü. Halbuki İslâm’la ilk
şereflenen sahabei kiram İslâm’a hiç de böyle bakmıyorlardı.
İstiyorlardı ki her ay Ramazan olsun, istiyorlardı ki her
iftar sofrasında bir garip bulunsun, istiyorlardı. Çünkü
onlar hayatı, hayatta var oluş gayelerini tek şeye
adamışlardı, o da “şanı yüce olan, Alemlerin Rabbi olan,
kendilerini rızıklandıran, küffara karşı kendilerini
muzaffer kılan, azametin sahibi, mü’minlerin dostu,
kâfirlerin amansız düşmanı, mazlumların ve mustazafların
hamisi, merhametlilerin en merhametlisi, kalplerden geçeni
bilen, görünmeyen ordularla kendilerine yardım eden ve düşmanlarını
kahreden Allahu Tealâ’nın rızasını elde edebilmek...”
Evet onların asıl gayeleri bu idi... İşte bunun içindir ki
Kur’an-ı Kerim’de de ifade edildiği gibi onlar Allah’tan
razı oldular, Allah da onlardan razı oldu.. İşte bunun içindir
ki Rabbımız şöyle buyurmaktadır:
“Bir kavim nefislerindekini değiştirmedikçe, Allah da
onların halini değiştirmez.” (Ra’d: 11)
Nedir nefislerimizde var olan şeyler hiç düşündük mü?
Allahu âlem fazla düşünmedik. Derin düşünce ile konuyu deşelediğimizde
şu iki şeyin varlığını görürüz:
1- Kast olunan niyet, 2- Şeriata uygun amel.
Burada bizim İslâm’a hangi niyetle yaklaştığımız ve
Allah’ın gönderdiği şeriata uyup uymadığımız
nefislerimizde var olanlarla ilgili temel şeylerdir.
Maalesef bugün bir çok müslümanın İslâm’a yaklaşımı
ve Allah’ın şeriatına uyumu, sahabelerle mukayes
edilemeyecek bir durumdadır. Haliyle de şanı yüce Allah
bizden razı olmaz. Ve bize yardım da etmez. Bizler Allah’ın
şeriatına uyacağımız yerde, Allah’ın şeriatını
kendimize uydurmaya çalışıyoruz. Bizler Kâbe’nin etrafında
döneceğimiz yerde, Kâbe’nin bizim etrafımızda dönmesini
istiyoruz. Maalesef durumumuz bu kadar acıdır. İşte bu,
insanın kendi nefsine yapabileceği en büyük zulümdür.
Altındaki ateş yanmıyorsa, elbette ki ocağın üzerine
konulan bir tencerede su kaynamaz. Çünkü suyu kaynatacak olan
ne ocaktır, ne de tencere. Kaynama, temelde ateşe
bağımlıdır. İster oruç ibadetinde olsun, ister Allah’ın
diğer emir ve nehiylerini ihtiva eden şeriatında olsun
bizler, Allah’ın rızasını, Allah’ın şeriatına uygun
şekilde elde etme yoluna yönelmezsek, hayvanların açlığı
ile bizim orucumuz arasında Allah korusun bir fark kalmaz.
Orucun insan üzerindeki etkilerini incelerken, buraya kadar
anlattığımız hususlar konunun birinci ve esasî yönüdür.
İkinci yönüne gelince: İtikatta ve fiiliyatta İslâm,
hiç bir zaman parçalanmadan, bir bütün olarak ele alınmalıdır.
Çünkü onu parçalara bölme, bir kısmını ele alma diğer
kısmını terk etme hakkını Allahu Tealâ hiç bir zaman bize
vermedi. Bilâkis Kur’an-ı Kerim’de meâlen; “Dinin bir kısmına
inanıyor, diğer kısmını inkâr mı ediyorsunuz?” diye
bizi ikâz etti. “Ben Elhamdulillah müslümanım” diyen
herkes Kur’an’ın ve Sünnet’in bütününe inanmak ve
mucibince amel etmek zorundadır. “Ben oruç tutarım, ama
namaz kılmam. Ben namaz kılarım ama tesettüre uymam. Ben
zekât veririm ama cihada katılmam” v.s. demeye hiç kimsenin
hakkı yoktur. Bilâkis bütün bunlar da kendilerine farzdır.
Yine İslâm’a bir bütün olarak baktığımızda görüyoruz
ki itikat, ibadet, muamelât ve ukubata taalluk eden her hususun
“tatbikini, korunmasını ve yayılmasını” ihtiva eden bir
usulü, bir metodu vardır. Bunlar da Şari‘ yani Allahu Tealâ
tarafından vazolunmuşlardır ve bunlara da harfiyyen tabi
olmak mü’minlere farz kılınmıştır. Mürtedlerle ilgili
hükümler, ibadetlerin keyfiyeti, cihadın mahiyeti hep bu cümledendir.
Sözün özü, “İslâmî metod, İslâm fikrinin cinsinden ve
ondan ayrılmaz bir parçadır.”
Bu şerî kaideyi idrak ettikten sonra yine idrak etmemiz
gereken bir husus daha vardır, o da şudur: Allah’ın Kitabı
ve Rasulü'nün Sünnetinde ifadesini bulan İslâm hükümleri
içinde ferdin, cemaatın ve devletin mükellef tutulduğu usule
yani metoda giren hükümler de vardır. Namazı bize farz
kılan Rabbimiz bunu nasıl kalacağımızı da bize göstermiş,
namazı farz kılarken onun tatbik keyfiyetini de yine bize farz
kılmıştır. Herkes kendi heva ve hevesine göre namaz kılamayacağı
gibi yine kendi heva ve hevesine göre oruç da tutamaz. İftar
etmeden arka arkaya oruç tutmak isteyenleri Rasulullah (SAV)
bundan nehyetmiştir. Çünkü şanı yüce Allah bunun zamanını
ve keyfiyetin Rasulü vasıtası ile bize öğretmiştir.
İbadetler konusunda böyleyken diğer bütün hususlarda da
durum bu şekildedir.
Biraz önce yukarıda dedik ki; “... devletin mükellef
tutulduğu usule yani metoda giren hükümler de vardır...”
Fertler, cemaatlar ve toplum ile ilgili tüm İslâmî
hükümlerin tatbiki, yayılması ve korunması muhakkak ki “yaptırım
gücüne” sahip bir devleti olmazsa olmaz cinsinden bir
zaruret haline getirmektedir. İşte bunun içindir ki İslâm
hükümlerini tatbik eden, onları koruyan ve cihad yoluyla onu
alemlere taşıyacak olan İslâm devleti kurmayı da diğer
farzlar gibi Allahu Tealâ farz kılmıştır. Nitekim şanlı
Rasulümüz Muhammed Mustafa (SAV) Efendimiz, siyasî
mücadelesinin çok önemli bir safhasında Medine-i Münevvere’de
devletini kurmuş, Allah’ın indirdikleri ile hükmettiği
gibi 10 senelik Medine hayatında 25 gazveye katılmış ve
cihad yoluyla Allah’ın dinini başta Mekke olmak üzere yaymıştır.
Onun vefatını mütakip Allah’ın Rasulünün halefleri olan
Halife Ebu Bekir, Ömer v.s. yöneticiler de onun yolunu izlemiş,
İslâm’ı tatbik ettikleri gibi zındık ve mürtedlere karşı
İslâm’ı ve İslâm ümmetini korumuşlar ve cihad yoluyla
Allah’ın nizamını alemlere yaymışlardır. Allah (c.c) cümlesinden
razı olsun. Onları bu titiz davranışa sevk eden saik elbette
ki Kur’an-ı Kerim’de geçen;
“Onlar arasında Allah’ın indirdikleriyle hükmet, onların
heva ve heveslerine uyma, onların seni haktan
saptırmalarından sakın...” (Maide: 49) hükmüdür.
Elbette ki Allah’ın indirdiği hükümleri tatbik edecek bir
yönetici ve bunların tatbik edileceği insanlar yani toplum
olacaktır. İşte İslâm’daki bu yöneticiler ve
yönetilenlerle ilgili hükümler de aynen namaz gibi oruç gibi
parçalanmaz bir bütün olarak ele alınmalı ve bunlara da
harfiyyen uyulmalıdır. Yöneticilerle ilgili bu nizama “İslâm’da
hükmetme nizamı” dinelir. Bu nizam içinde halifenin,
valilerin, v.s. yönetimde bulunan kişilerin salahiyetleri, seçimi,
uzaklaştırılması v.s. hususlar açık açık delilleriyle
ifade edilmiştir. Allahu Tealâ mü’minlerin 3 günden fazla HALİFESİZ
kalmalarını yasaklarken şanlı Rasul (SAV) “Kim boynunda
bir biat halkası olmadan ölürse cahiliyye ölümü üzere
ölmüş olur” (Müslim) buyurmuş ve bunun
ehemmiyetini bize göstermiştir.
İslâm’daki bütün bu hükümlerin tatbiki ve bu
tatbikattan meyvelerin toplanması ancak ve ancak devletin
mevcudiyeti ile mümkündür. Bu cümleden olmak üzere orucun
insan psikolojisi üzerindeki etkileri ve bunun meyvelerine
şahit olabilmek, ancak devletin mevcudiyeti ile mümkündür.
İster fert olarak ister toplum olarak bizler orucu ne kadar
huşu ile tutmaya çalışırsak çalışalım, yine gerçek
lezzetine vakıf olamayacağız. Nasıl vakıf olalım.. Sen oruç
iken etrafındakiler yiyor içiyorsa, sen oruçken onlar çırılçıplak
geziyorsa, sen oruçken onlar senin dinine imanına küfredip
“kahrolsun şeriat” diye bağırıyorsa, dininin hâkimiyeti
için çırpınırken seni en büyük terörist yasasıyla
yargılıyorsa, nasıl vakıf olacaksınız bu lezzete sorarım
size...?..
Şayet Allah’ın Kitabı, Rasulünün Sünnetini tatbik
eden, mürtedleri ezen, küfre laikliğe davet eden cemaatları
kahreden, cihad yoluyla, Moskova’ya, Paris’e, Londra’ya,
Washington’a, Allah’ın dinini hakim kılan, hâkimiyeti kayıtsız
şartsız Allah’a hasreden bir devlet, Hilâfet Devleti olsaydı
acaba oruçlarımız böyle mi olurdu.. İmame, tesbihin
tanelerini nasıl cem ediyorsa, İslâm ümmetinin imamı olan
halife de aynen mü’minleri cem eden bir varlıktır. Maalesef
bugün tesbih imamesizdir, garip İslâm ümmeti de imamsızdır.
Bundan dolayıdır ki ağlamakta olan Bosnalının yüzü henüz
gülmedi. Nasıl gülsün ki, gözlerinin önünde annesinin,
karısının, kızının ırzına 50 Sırp kâfiri tecavüz
ederken... Benim orucum nasıl oruç olsun, sahurda ve iftarda
lokmalar nasıl boğazımdan insin... Nasıl 5-6 çeşit
yemeğin yendiği tatlıların kırıla gittiği iftar
ziyafetlerine icabet edebilir ve gönül rahatlığıyla midemi
tıka basa doldurabilirim?.. Şayet Bosnalım, Filistinlim,
Karabağlım, açlıktan ölen Somalilim, Sudanlım ağlarken
ben kahkalarla gülüyorsam yazıklar olsun bana... Yer yarılsa
da içine girsem vallahi daha hayırlıdır. Son söz olarak
diyorum ki; Ey İslâm ümmetinin hayırlı evlâtları, ey
izzet ve şerefin sahipleri, ey mazlumların koruyucusu, mü’minler...
gelin Allah’ın dinini tekrar bu arz üzerine hakim kılalım..
Gelin mazlumlarla birlikte ağlayalım, birlikte gülelim...
Orucumuzla, namazımızla, dahilî ve haricî tüm siyasetimizle
İslâm hayatını bir bütün olarak yeniden başlatacak, cihad
yoluyla küfür ile İslâm arasındaki duvarları eskiden
olduğu gibi parçalayacak Hilâfet Devleti’ni tekrar kuralım...
İşte o zaman göreceğiz ki, inşaallah oruç eski kimliğine
kavuşacak, orucun sadece bir fert üzerindeki değil tüm
toplum üzerindeki psikolojik etkileri tezahür edecek.. İşte
o zaman inşaallah bizler de aynen sahabelerden Allahu Tealâ’nın
razı olduğu gibi razı olunmuş kullar zümresine dahil olacağız.
Ey izzetin ve keremin sahibi şanı yüce Rabbimiz, Sen bize
yardım etmezsen kim bizi zilletten kurtaracak. Sen bize sahip
çıkmazsan kim sahip çıkacak. Ey alemlerin Rabbi, şu andan
itibaren sana söz veriyor ve seni şahit tutarak diyoruz ki;
orucuyla, namazıyla, cihadıyla kısacası her şeyi ile Senin
dinini hayatımıza hakim kılacak, İslâm hayatını yeniden
başlatacak Hilâfet Devleti’nin tekrar kurulması için tüm
gücümüzle çalışacağız.. Ne olur bize katından yardım gönder..
Sen her şeye kadirsin..
“Ey iman edenler! Siz Allah’ın dinine yardım ederseniz,
Allah da size yardım eder ve ayaklarınızı sabitleştirir.”
(Muhammed: 7)
|