ORUCUN İNSAN ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ

 Huzeyfe Adıgüzel

 
Oruç, Türk dilinde yerleşmiş Farsça bir kelimedir. Sözlükte; “...Allah’a ibadet amacıyla yeme, içme v.s. gibi bir çok şeylerden belli bir süre kendini alıkoyma...” olarak tarif edilmiştir.

İlk insan Hz. Adem (a.s)’dan bugünkü insana gelinceye kadar yüzlerce veya binlerce asır geçmiş, hayat şekillerinde bir çok şeyler değişmiş olmasına rağmen, bugünkü insan da aynen Hz. Adem (a.s)’ın fıtrî özellikleriyle mücehhezdir. Kaşı, gözü, ağzı, burnu, eli, ayağı kısacası her şeyiyle günümüz insanının ilk insandan bir farkı yoktur. Yine ilk insandaki uzvî ihtiyaçlar ile içgüdüler, günümüzde yaşayan insanlarda da aynen vardır ve Kıyamet gününe kadar da bu böyle devam edecektir. Bu, Allah’ın bir Sünnetidir, yani Sünnetullah’tır. Bu bakış açısı, İslâm’ın bakış açısıdır. İslâm dışındaki ideolojilerin veya şahısların bakış açıları bizi bağlamaz. Darwin’e inananlar, onu sevenler, onun dışkısını yemeğe devam etsinler. Kıyamet gününden sonra herkes sevdiğiyle haşrolunacaktır.

Evet uzvî ihtiyaçlar ve içgüdüler, insanoğlunun iki temel özelliğidir. Uzvî ihtiyaçlar tatmin edilmezse insan ölür. İçgüdüler tatmin edilmezse, insan bunalımlı bir hayat yaşar. Aralarındaki esasî fark budur. Meselâ; yemek, içmek, nefes alıp vermek gibi şeyler birer uzvî ihtiyaçlardır ve hayatın devamı, bunlarla vücudun tatmini ile mümkündür. Meselâ; insandaki “bulunduğu halde kalma isteği, cinsel istekleri, aczini hissetmesi...” birer içgüdülerdir.

Tarih boyunca görülmüştür ki, aczini hisseden insanoğlu, kendinden üstün gördüğü varlıkları takdise yönelmiş, putlar yapmış, aya-güneşe tapmış, bir ineği bile kendisine rab edinmiş velhasılı bu içgüdüsünü doyurucu tatmin yollarını aramış durmuştur. İşte bunun içindir ki şan yüce Allah (c.c), aczini yakînen hisseden insanoğluna bu içgüdüsünü ne şekilde tatmin edeceğini, nasıl doyuracağını göstersin diye peygamberler göndermiş ve insanoğlunu bunalımdan kurtarıp huzura kavuşturmuştur. İşte bu aczini hissetme, kendisinden üstün olan varlığa takdis etme içgüdüsüne “tedeyyün” (dindarlık) içgüdüsü denir. İnsanı, hayatı ve kâinatı yaratan şanı yüce Allah (c.c); bunlar için bir nizam indirmiş, bu nizama, hayat ve kâinat harfiyyen uyarken, insanoğlu “kendi iradesi dahilinde” yaptığı fiillerinde Allah’ın nizamına bazen uymuş bazen de isyan etmiştir.

İnsanoğlu için Allah’ın (c.c) indirdiği nizam iki çeşittir: 

1- Allah’ın iradesi dahilindeki Allah’ın nizamı, 

2- İnsanoğlunun iradesine bırakılan Allah’ın nizamı.

Ecel, rızık, Allah’tan gelen hayr ve şer v.s. Allah’ın iradesi dahilindeki Allah’ın nizamlarındandır.

Allahu Tealâ’nın insanoğlunun iradesine bıraktığı nizamda ise şu tanzimlerin, şu düzenlemelerin yapıldığını Kur’an’ın ve Sünnet’in ise bunları ifade etmek kastıyla gönderildiğini görüyoruz. Yani İslâm şu üç şeyi düzenlemek için geldi:

1-) İnsanın kendi nefsi ile olan ilişkisini düzenledi. Meselâ; nasıl giyinecek, neyi yiyecek v.s.

2-) İnsanın Rabbi ile olan ilişkisini düzenledi. Meselâ; nasıl ibadet edecek, nasıl takdis edecek..

3-) İnsanın diğer insanlarla olan ilişkisini düzenledi. Meselâ; müslim gayri müslim ilişkileri, erkek kadın ilişkileri, ticarî ilişkiler v.s.

İşte ikinci şıkta ifade edilen “insanın Rabbı ile olan ilişkisine İBADET denilir”. Ve yüce dinimiz, hayat nizamımız olan İslâm’da; ibadet çeşitlerimiz başlı başına bir bölüm teşkil etmiş ve bunlarla ilgili hükümler Kur’an ve Sünnet’te ifade edilmiştir.

İslâm’da şu dört husus vardır: 

1--- İtikatlar (akidei konular), 

2--- İbadetler, 

3--- Muamelât (ilişkilerle ilgili konular), 

4--- Ukubat (cezalandırma ile ilgili konular)

Allah (c.c) Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:

“Cinleri ve insanları ancak bana ibadet etmeleri için yarattım.” (Zariyat: 56)

“Andolsun ki, Biz her kavme Allah’a ibadet edin, tağuta kulluk etmekten kaçının diye (tebliğ yapması için) bir Rasul göndermişizdir.” (Nahl: 36)

Konunun başında “Allah’a ibadet etmek amacıyla yeme, içme v.s. gibi bir çok şeylerden belli bir süre kendini alıkoyma..” diye tarif ettiğimiz Oruç da; namaz, hacc, zekât gibi ibadetlerimizden bir ibadettir. Burada müslümanların içine düştükleri bir “kavram kargaşasını” konumuzla bağlantısı olduğu için açıklamak istiyorum.

Her müslüman iradesi dahilinde yaptığı fiilleri neticesinde ya “sevap” kazanıp Cennet’te, ya da “günah” işleyip Cehennem’de cezalandırılmaya müstehak olacaktır. Dolayısıyla müslüman, iradesi dahilinde yaptığı fiillerin hesabını, kitabını çok iyi düşünmek, fiili yapmadan evvel önce düşünmek sonra yapmak zorundadır. Çünkü sonuçta varacağı yer ya Cennet ya da çok ateşin ve kızgın alevlerin bol bulunduğu Cehennem’dir. İradesi ile yanmakta olan sobanın içine elini hiç sokan görmedik ama, iradesi ile ve de hakkıyla Allah’a kulluk edip Cehennem ateşinden kaçmaya çalışanları da bu günlerde az görüyoruz. Aradaki fark, “yakinî”lik anlayışındaki benimseyişindeki farktır. Bu konu da başlı başına bir konudur ve asıl konumuzu dağıtmamak için buraya girmeyeceğiz.

Şimdi şöyle bir soru soralım ve birlikte cevabını arayalım: “Neticede bize sevap kazandıracak şey ya da şeyler nelerdir?” Buna cevap olarak deriz ki: Allah’ın rızasını, Allah’ın emir ve nehiylerine uygun bir şekilde elde etmeyi gaye edinilerek işlenen her fiil, yapılan her şey sevap kazandırır.

Bu soru-cevaptan sonra bir de şu noktayı açığa kavuşturmak istiyoruz: Her insan için bir “gaye” vardır, bir de “maksat” vardır. Bunlar ayrı ayrı şeylerdir ve kesinlikle birbirlerine karıştırılmamalıdır.

Gaye: En son hedef demektir. Maksat: Kast olunan ve gerçekleştirilmek istenilen şey demektir.

Muhakkak ki her mü’min, bütün amellerinde şanı yüce Allah’ı razı ettirmek istiyorsa, fiillerini Allah’ın emir ve nehiyleriyle sınırlandırmalıdır.

Burada maksadı; ister ibadete taalluk etsin, ister muamelât ve cezalara taalluk etsin, muhakkak Allah’tan gelen emir ve nehiylerine göre olmalıdır. Meselâ; ibadet maksadıyla hareket geçen kişi, eğer Allahu Tealâ’nın ibadetiyle ilgili olarak gönderdiği şeriata, emir ve nehiylerine harfiyyen uymazsa, kesinlikle gayesine de ulaşamaz, hatta maksadı da gerçekleşmedi demektir.

İnsanoğlunu yaratan Allah (c.c), onun hayatını ne şekilde tanzim etmesi gerektiğini gösteren İslâm nizamını da Rasulleri vasıtasıyla göndermiştir. İnsanlardan Allah’a, Rasulullah’a ve Kitabullah’a “iman” hususunda “akıllarını” kullanmayı farz kılarken; ibadet, muamelât ve ukubatlar (ceza kanunları) hususunda ise “akılcılık” yapmayı bırakmalarını ve tamamen “nakle” yani Kitabullah ve Sünneti Rasulullah’a teslim olmayı farz kılmıştır. Aklın, bu noktada sadece ve sadece bir görevi vardır, o da “Allahu Tealâ’nın koyduğu hükümleri anlamaya çalışmak”tır. Kesinlikle hüküm koymak değildir. Eğer akıl, hüküm koyan olursa, “HAKİMİYET ALLAH’INDIR” demek artık mümkün değildir.

Elbette ki Allah’tan gelen emir ve nehiyler içerisinde bir çok hikmetler vardır. Belki bunlardan bir kısmını biz anlayabiliriz ya da anlayamayabiliriz. Burada mü’minler için önemli olan anlayarak ya da anlamayarak amel etmek veya anladıklarıyla amel etmek, anlamadıklarını terk etmek değil, bilâkis gelen emir ve nehiylere harfiyyen uymaktır. Sözün özü; ister ibadette olsun, ister muamelât ve ukubatlarda olsun her mü’min “akılcılık” denilen hastalığı terk etmeli ve naklin kendisine gösterdiği keyfiyete aynen tabi olmalıdır. Yoksa ne ibadeti ne muamelât ve ukubatları, şanı yüce Allah’ın (c.c) razı olduğu ibadet, muamelât ve ukubat olur.

İşte bu şuur içinde oruç tutan her mü’min ve bütün mü’minler, psikolojik yapıları itibariyle de diğerlerine yani “akılcılık” yapanlara nisbetle çok farklı bir durumda olacaklardır. Çeşitli zeminlerde yapılan oruç hakkındaki tartışmalarda görüyoruz ki, oruç çok farklı bir konumda değerlendiriliyor. Kimisi perhizden bahsediyor, kimisi de bütçe tasarrufundan... Halbuki oruca sadece ve sadece “bizi Allah’a yaklaştıran bir ibadet, O’nun rızasını elde etme yollarından bir yol...” olarak bakılsa ve mucibince amel edilse, asıl gayesine uygun düşen tavır böylece sergilenmiş olacaktır.

Evet sonuçta muhakkak bir çok tezahürleri ile karşılaşacağızdır. Bu zaten kaçınılmaz bir şeydir. Burada önemli olan, bizim ister ibadete ister muamelât ve ukubatlara taalluk eden hususlarda şanı yüce Allah’ın emir ve yasaklarına yaklaşımımızdır. Bu konularda “niye veya niçin böyle amel ediyoruz, ibadet ediyoruz?" sorularına dayalı bir yaklaşım yerine, “Madem ki Rabbim böyle yapmamı istiyor, bana aynen uymak düşer” yaklaşımını göstermeliyiz. Bu yaklaşım, bütün fiillerimizin esasını oluşturmalıdır.

Bu temel fikir, şayet bizlere bir “fikrî kaide” olarak yerleşir ve bizlerde bir mefhum haline gelirse, işte o zaman ibadetlerimiz “İslâmî bir ibadet” muamelât ve ukubatlarımızı ihtiva eden tüm ilişkilerimiz “İslâmî ilişkiler” haline gelmiş olur. Yani her amelimizi “Allah rızasını gaye edinen” bir esasa oturtmak ve amelimizde “Allah’ın şeriatını esas alan” bir ölçülendirmeye yönelmek amellerimizin mihengi olmalıdır.

Konumuzun başlığını oluşturan “oruç” ibadetinde de durum böyle ele alınmalıdır. Ferdin veya toplumun oruca yaklaşımı şayet şu açıdan olursa, inanıyorum ki Ramazan ayının “tezahürü” çok çok farklı olacaktır. Nitekim tarih bunun canlı şahididir. Ne zaman ki İslâm ve ondan bir parça olan oruç ibadeti bu bakış açısı kaybedilerek ele alındı, işte o zaman bizler Rabbimizin rızasını kazanan kullar olmak şöyle dursun, hep Rabbisini kızdıran kullar olduk çıktık. İslâm’ın o güzel lezzetine ulaşamadık. Sanki oruç, sırtımızdaki kambur oldu. Sanki İslâm, nimet olmaktan çıktı ve külfete döndü. Halbuki İslâm’la ilk şereflenen sahabei kiram İslâm’a hiç de böyle bakmıyorlardı. İstiyorlardı ki her ay Ramazan olsun, istiyorlardı ki her iftar sofrasında bir garip bulunsun, istiyorlardı. Çünkü onlar hayatı, hayatta var oluş gayelerini tek şeye adamışlardı, o da “şanı yüce olan, Alemlerin Rabbi olan, kendilerini rızıklandıran, küffara karşı kendilerini muzaffer kılan, azametin sahibi, mü’minlerin dostu, kâfirlerin amansız düşmanı, mazlumların ve mustazafların hamisi, merhametlilerin en merhametlisi, kalplerden geçeni bilen, görünmeyen ordularla kendilerine yardım eden ve düşmanlarını kahreden Allahu Tealâ’nın rızasını elde edebilmek...” Evet onların asıl gayeleri bu idi... İşte bunun içindir ki Kur’an-ı Kerim’de de ifade edildiği gibi onlar Allah’tan razı oldular, Allah da onlardan razı oldu.. İşte bunun içindir ki Rabbımız şöyle buyurmaktadır:

“Bir kavim nefislerindekini değiştirmedikçe, Allah da onların halini değiştirmez.” (Ra’d: 11)

Nedir nefislerimizde var olan şeyler hiç düşündük mü? Allahu âlem fazla düşünmedik. Derin düşünce ile konuyu deşelediğimizde şu iki şeyin varlığını görürüz:

1- Kast olunan niyet, 2- Şeriata uygun amel.

Burada bizim İslâm’a hangi niyetle yaklaştığımız ve Allah’ın gönderdiği şeriata uyup uymadığımız nefislerimizde var olanlarla ilgili temel şeylerdir.

Maalesef bugün bir çok müslümanın İslâm’a yaklaşımı ve Allah’ın şeriatına uyumu, sahabelerle mukayes edilemeyecek bir durumdadır. Haliyle de şanı yüce Allah bizden razı olmaz. Ve bize yardım da etmez. Bizler Allah’ın şeriatına uyacağımız yerde, Allah’ın şeriatını kendimize uydurmaya çalışıyoruz. Bizler Kâbe’nin etrafında döneceğimiz yerde, Kâbe’nin bizim etrafımızda dönmesini istiyoruz. Maalesef durumumuz bu kadar acıdır. İşte bu, insanın kendi nefsine yapabileceği en büyük zulümdür.

Altındaki ateş yanmıyorsa, elbette ki ocağın üzerine konulan bir tencerede su kaynamaz. Çünkü suyu kaynatacak olan ne ocaktır, ne de tencere. Kaynama, temelde ateşe bağımlıdır. İster oruç ibadetinde olsun, ister Allah’ın diğer emir ve nehiylerini ihtiva eden şeriatında olsun bizler, Allah’ın rızasını, Allah’ın şeriatına uygun şekilde elde etme yoluna yönelmezsek, hayvanların açlığı ile bizim orucumuz arasında Allah korusun bir fark kalmaz.

Orucun insan üzerindeki etkilerini incelerken, buraya kadar anlattığımız hususlar konunun birinci ve esasî yönüdür.

İkinci yönüne gelince: İtikatta ve fiiliyatta İslâm, hiç bir zaman parçalanmadan, bir bütün olarak ele alınmalıdır. Çünkü onu parçalara bölme, bir kısmını ele alma diğer kısmını terk etme hakkını Allahu Tealâ hiç bir zaman bize vermedi. Bilâkis Kur’an-ı Kerim’de meâlen; “Dinin bir kısmına inanıyor, diğer kısmını inkâr mı ediyorsunuz?” diye bizi ikâz etti. “Ben Elhamdulillah müslümanım” diyen herkes Kur’an’ın ve Sünnet’in bütününe inanmak ve mucibince amel etmek zorundadır. “Ben oruç tutarım, ama namaz kılmam. Ben namaz kılarım ama tesettüre uymam. Ben zekât veririm ama cihada katılmam” v.s. demeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Bilâkis bütün bunlar da kendilerine farzdır.

Yine İslâm’a bir bütün olarak baktığımızda görüyoruz ki itikat, ibadet, muamelât ve ukubata taalluk eden her hususun “tatbikini, korunmasını ve yayılmasını” ihtiva eden bir usulü, bir metodu vardır. Bunlar da Şari‘ yani Allahu Tealâ tarafından vazolunmuşlardır ve bunlara da harfiyyen tabi olmak mü’minlere farz kılınmıştır. Mürtedlerle ilgili hükümler, ibadetlerin keyfiyeti, cihadın mahiyeti hep bu cümledendir. Sözün özü, “İslâmî metod, İslâm fikrinin cinsinden ve ondan ayrılmaz bir parçadır.”

Bu şerî kaideyi idrak ettikten sonra yine idrak etmemiz gereken bir husus daha vardır, o da şudur: Allah’ın Kitabı ve Rasulü'nün Sünnetinde ifadesini bulan İslâm hükümleri içinde ferdin, cemaatın ve devletin mükellef tutulduğu usule yani metoda giren hükümler de vardır. Namazı bize farz kılan Rabbimiz bunu nasıl kalacağımızı da bize göstermiş, namazı farz kılarken onun tatbik keyfiyetini de yine bize farz kılmıştır. Herkes kendi heva ve hevesine göre namaz kılamayacağı gibi yine kendi heva ve hevesine göre oruç da tutamaz. İftar etmeden arka arkaya oruç tutmak isteyenleri Rasulullah (SAV) bundan nehyetmiştir. Çünkü şanı yüce Allah bunun zamanını ve keyfiyetin Rasulü vasıtası ile bize öğretmiştir. İbadetler konusunda böyleyken diğer bütün hususlarda da durum bu şekildedir.

Biraz önce yukarıda dedik ki; “... devletin mükellef tutulduğu usule yani metoda giren hükümler de vardır...” Fertler, cemaatlar ve toplum ile ilgili tüm İslâmî hükümlerin tatbiki, yayılması ve korunması muhakkak ki “yaptırım gücüne” sahip bir devleti olmazsa olmaz cinsinden bir zaruret haline getirmektedir. İşte bunun içindir ki İslâm hükümlerini tatbik eden, onları koruyan ve cihad yoluyla onu alemlere taşıyacak olan İslâm devleti kurmayı da diğer farzlar gibi Allahu Tealâ farz kılmıştır. Nitekim şanlı Rasulümüz Muhammed Mustafa (SAV) Efendimiz, siyasî mücadelesinin çok önemli bir safhasında Medine-i Münevvere’de devletini kurmuş, Allah’ın indirdikleri ile hükmettiği gibi 10 senelik Medine hayatında 25 gazveye katılmış ve cihad yoluyla Allah’ın dinini başta Mekke olmak üzere yaymıştır. Onun vefatını mütakip Allah’ın Rasulünün halefleri olan Halife Ebu Bekir, Ömer v.s. yöneticiler de onun yolunu izlemiş, İslâm’ı tatbik ettikleri gibi zındık ve mürtedlere karşı İslâm’ı ve İslâm ümmetini korumuşlar ve cihad yoluyla Allah’ın nizamını alemlere yaymışlardır. Allah (c.c) cümlesinden razı olsun. Onları bu titiz davranışa sevk eden saik elbette ki Kur’an-ı Kerim’de geçen;

“Onlar arasında Allah’ın indirdikleriyle hükmet, onların heva ve heveslerine uyma, onların seni haktan saptırmalarından sakın...” (Maide: 49) hükmüdür. Elbette ki Allah’ın indirdiği hükümleri tatbik edecek bir yönetici ve bunların tatbik edileceği insanlar yani toplum olacaktır. İşte İslâm’daki bu yöneticiler ve yönetilenlerle ilgili hükümler de aynen namaz gibi oruç gibi parçalanmaz bir bütün olarak ele alınmalı ve bunlara da harfiyyen uyulmalıdır. Yöneticilerle ilgili bu nizama “İslâm’da hükmetme nizamı” dinelir. Bu nizam içinde halifenin, valilerin, v.s. yönetimde bulunan kişilerin salahiyetleri, seçimi, uzaklaştırılması v.s. hususlar açık açık delilleriyle ifade edilmiştir. Allahu Tealâ mü’minlerin 3 günden fazla HALİFESİZ kalmalarını yasaklarken şanlı Rasul (SAV) “Kim boynunda bir biat halkası olmadan ölürse cahiliyye ölümü üzere ölmüş olur” (Müslim) buyurmuş ve bunun ehemmiyetini bize göstermiştir.

İslâm’daki bütün bu hükümlerin tatbiki ve bu tatbikattan meyvelerin toplanması ancak ve ancak devletin mevcudiyeti ile mümkündür. Bu cümleden olmak üzere orucun insan psikolojisi üzerindeki etkileri ve bunun meyvelerine şahit olabilmek, ancak devletin mevcudiyeti ile mümkündür. İster fert olarak ister toplum olarak bizler orucu ne kadar huşu ile tutmaya çalışırsak çalışalım, yine gerçek lezzetine vakıf olamayacağız. Nasıl vakıf olalım.. Sen oruç iken etrafındakiler yiyor içiyorsa, sen oruçken onlar çırılçıplak geziyorsa, sen oruçken onlar senin dinine imanına küfredip “kahrolsun şeriat” diye bağırıyorsa, dininin hâkimiyeti için çırpınırken seni en büyük terörist yasasıyla yargılıyorsa, nasıl vakıf olacaksınız bu lezzete sorarım size...?..

Şayet Allah’ın Kitabı, Rasulünün Sünnetini tatbik eden, mürtedleri ezen, küfre laikliğe davet eden cemaatları kahreden, cihad yoluyla, Moskova’ya, Paris’e, Londra’ya, Washington’a, Allah’ın dinini hakim kılan, hâkimiyeti kayıtsız şartsız Allah’a hasreden bir devlet, Hilâfet Devleti olsaydı acaba oruçlarımız böyle mi olurdu.. İmame, tesbihin tanelerini nasıl cem ediyorsa, İslâm ümmetinin imamı olan halife de aynen mü’minleri cem eden bir varlıktır. Maalesef bugün tesbih imamesizdir, garip İslâm ümmeti de imamsızdır. Bundan dolayıdır ki ağlamakta olan Bosnalının yüzü henüz gülmedi. Nasıl gülsün ki, gözlerinin önünde annesinin, karısının, kızının ırzına 50 Sırp kâfiri tecavüz ederken... Benim orucum nasıl oruç olsun, sahurda ve iftarda lokmalar nasıl boğazımdan insin... Nasıl 5-6 çeşit yemeğin yendiği tatlıların kırıla gittiği iftar ziyafetlerine icabet edebilir ve gönül rahatlığıyla midemi tıka basa doldurabilirim?.. Şayet Bosnalım, Filistinlim, Karabağlım, açlıktan ölen Somalilim, Sudanlım ağlarken ben kahkalarla gülüyorsam yazıklar olsun bana... Yer yarılsa da içine girsem vallahi daha hayırlıdır. Son söz olarak diyorum ki; Ey İslâm ümmetinin hayırlı evlâtları, ey izzet ve şerefin sahipleri, ey mazlumların koruyucusu, mü’minler... gelin Allah’ın dinini tekrar bu arz üzerine hakim kılalım.. Gelin mazlumlarla birlikte ağlayalım, birlikte gülelim... Orucumuzla, namazımızla, dahilî ve haricî tüm siyasetimizle İslâm hayatını bir bütün olarak yeniden başlatacak, cihad yoluyla küfür ile İslâm arasındaki duvarları eskiden olduğu gibi parçalayacak Hilâfet Devleti’ni tekrar kuralım...

İşte o zaman göreceğiz ki, inşaallah oruç eski kimliğine kavuşacak, orucun sadece bir fert üzerindeki değil tüm toplum üzerindeki psikolojik etkileri tezahür edecek.. İşte o zaman inşaallah bizler de aynen sahabelerden Allahu Tealâ’nın razı olduğu gibi razı olunmuş kullar zümresine dahil olacağız.

Ey izzetin ve keremin sahibi şanı yüce Rabbimiz, Sen bize yardım etmezsen kim bizi zilletten kurtaracak. Sen bize sahip çıkmazsan kim sahip çıkacak. Ey alemlerin Rabbi, şu andan itibaren sana söz veriyor ve seni şahit tutarak diyoruz ki; orucuyla, namazıyla, cihadıyla kısacası her şeyi ile Senin dinini hayatımıza hakim kılacak, İslâm hayatını yeniden başlatacak Hilâfet Devleti’nin tekrar kurulması için tüm gücümüzle çalışacağız.. Ne olur bize katından yardım gönder.. Sen her şeye kadirsin..

“Ey iman edenler! Siz Allah’ın dinine yardım ederseniz, Allah da size yardım eder ve ayaklarınızı sabitleştirir.” (Muhammed: 7)

 

Sayı 94...1417-ŞABAN...1997-ARALIK...Yıl-08

Sayfayı Birine Gönder