DÜNYA VE TÜRKİYE'DE SİYASİ DURUM

 

A. Seyfulislâm / 10-1-'97

1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması ile dünya genelinde devletlerarası siyasî durumda bariz değişiklikler olmuştur. Hatta bu değişikliği zamanın ABD başkanı Bush, “Yeni Dünya Düzeni” olarak vasf etmiştir. Ancak yeni dünya düzeninde, düzen değil düzensizlik hakim olmuştur. Sular durulmamıştır. Daha önce var olan Doğu ve Batı bloku diye isimlendirilen kutupların oluşturduğu siyasî denge ve bu denge ile gelen soğuk savaş diye isimlendirilen temkinli gerilim, yerini baş döndürücü hızla değişen siyasî mücadele manevralarına ve karmaşaya terk etmiştir. İşte bu karmaşa ortamında dünyadaki askerî ve ekonomik güç olan devletler çeşitli bölgelerde ve dünya çapında menfaatları doğrultusunda çetin bir siyasî mücadeleye tutuşmuşlardır. Bu mücadeleyi dünya çapında yürüten devletler şu anda; ABD, İngiltere ve Fransa’dır. Bunların dışında, bulundukları bölgelerde aktif mücadele içinde olan ve ağırlıklarını hissettiren devletler ise; Rusya, Çin, Japonya, Almanya, İtalya ve İspanya’dır. Ayrıca bir de iki kutuplu dönemdeki zorunlu bağımlılık zincirinden kurtulmak için mücadele veren devletler vardır ki Türkiye bunlardan birisidir.

Dünya çapında siyasî üstünlük elde etme mücadelesi veren devletlerin yoğunlaştığı noktalar önem sırası ile şu bölgelerdir:

1- Orta Doğu Bölgesi, 2- Avrupa Bölgesi, 3- Uzak Doğu Bölgesi, 4- Orta Asya Bölgesi, 5- Afrika Bölgesi

Devletlerarası siyasî mücadelenin bu bölgelerde yoğunlaşmasının sebebi, taşımakta oldukları stratejik vasıflardır. Bu vasıfları ise; üzerinde bulundukları stratejik maddeler, stratejik noktalar, geçit yerleri, ham madde kaynakları demografik yapılarından kaynaklanır. Bu noktada o bölgelere bakıldığında şu görülür:

 

1-Orta Doğu Bölgesi

Bu bölge, bölge olarak stratejik bir bölgedir. Dünyanın sanki tam ortasındadır. Eski dünya diye adlandırılır. Çünkü çeşitli din ve medeniyetlerin çıktığı bir bölgedir.

Ayrıca bölgede çok önemli stratejik maddeler ve noktalar vardır. Bunların başında ise petrol gelmektedir. Dünya petrol ihtiyacının 2/3’lik kesimi bu bölgeden karşılanmaktadır. Dünya petrolünün en ucuza çıkartıldığı bölge de yine bu bölgedir. Petrolün stratejik önemi ise bir enerji kaynağı olması yanısıra kimya endüstrisinde takriben 6000 çeşit maddenin de üretim kaynağı olmasından gelmektedir. Bu kadar büyük stratejik öneme haiz olan bir madde elbette ki bulunduğu bölgeyi siyasî mücadelenin yoğunlaştığı bölge kılacaktır.

Bunun yanısıra bölgede bir de önemli geçit noktaları, tepeler, adaların olması da stratejik önemini artırmaktadır. Basra Körfezi, Süveyş Kanalı, Golan Tepeleri, Kıbrıs adası bölgedeki önemli noktalardandır.

Orta Doğudaki siyasî mücadele daha çok ABD ile İngiltere arasında olmaktadır. 1. Dünya Savaşından 2. Dünya savaşına kadar bölgede tek etkin devlet İngiltere idi. Lübnan ve Suriye üzerindeki Fransa’nın kısmî etkisi bölgedeki İngiliz hegemonyasına gölge düşürmüyordu. Hatta Orta Doğunun 1. Dünya Savaşından sonraki bugünkü şekillenişinin mimarı da İngiltere’dir. Bölgedeki bir çok devletin kurucusu, sınırlarının ve hatta yöneticilerinin belirleyicisi İngiltere idi. Onun için İngiltere’nin bölgedeki nüfuzu ABD’ne nispeten daha köklüdür. Ancak 2. Dünya Savaşında İngiltere’nin çok yıpranışı ekonomik ve askerî güç kaybına uğramasından sonra ABD dünya siyasetine girerek “Amerikan rüyası” diye adlandırılan dünyanın lideri olma idealini gerçekleştirme yolunda mücadeleye başlamış oldu. Bu mücadeleye önce Komünist Blok’a karşı Batı devletlerinin ya da onların deyimi ile Hür Dünyanın liderliğini ele geçirmek için uğraştı ve bunda da zorlanmadan muvaffak oldu. Ancak ABD, dünya liderliğini tek başına ele geçirme sevdasından da vazgeçmedi. Bu uğurda mesafe alabilmek için İngilizlerin elinde olan önemli stratejik nokta ve bölgeleri, üstleri teker teker eline geçirmeye başlayınca Batı Blok’u içinde İngiltere ile de amansız bir siyasî mücadeleye tutuşmuş oldu. Bu mücadelenin askerî çatışmaya dönüşmemiş olmasının sebebi, her ikisinin ortak düşmanı konumunda olan Doğu Blok’un varlığıydı.

Orta Doğu’da şu anda ABD’nin fiilen etki alanına girmiş olan devletler şunlardır: Mısır, Sudan, Suudi Arabistan, Suriye ve İran’dır. Buna rağmen ABD, Orta Doğu’da çok büyük stratejik öneme haiz olan Körfez petrolüne, Körfez bölgesine ve Basra Körfezine, Golan Tepelerine ve Kıbrıs adasına hakim olamadı. İşte bu hususlar, ABD’nin dünya liderliğini elde edebilmesi hatta devletlerarası siyasî ortamda bugünkü konumunu muhafaza etmesi bakımından hayatî öneme haizdir. Bu nedenle olsa gerek, geçen sene bu sıralarda ABD savunma bakanı, Suudi Arabistan’daki Amerikan askerlerine yönelik bomba saldırısı münasebeti ile vermiş olduğu bir demecinde şunu demişti: “Orta Doğu’da ABD’nin hayatî menfaatları vardır. Bu menfaatlarını gerçekleştirmek ve korumak için ABD gerekirse savaşmaktan geri durmaz.”

İşte Orta Doğu’daki siyasî mücadele, günümüzde bu noktaya yani savaş noktasına gelmiştir. Çünkü belirlenen stratejik hedeflere ulaşmak için çizilen siyasî planlar doğrultusunda tüm siyasî manevralar boşa çıkmıştır. Onun için gelinen nokta artık hesaplaşma noktası olmuştur. Şu anda İngilizler, hem Orta Doğu’daki mevcut konumlarını ve maslahatlarını korumak için hem de ABD’ni tamamen Orta Doğu’dan söküp atmak için çok kapsamlı bir manevra içine girmiş bulunmaktadır. Bu kapsamda şunları yapmaktadır:

1- Körfez ülkeleri işbirliği meclisini daha aktif ve etkin hale getirmeye ve bu teşkilata Yemen’in de katılımını sağlamaya çalışmaktadır.

2- Ürdün, İsrail, Türkiye ve Irak’tan oluşan bir blok meydana getirmek. Şu anda Irak henüz bu bloğa girmedi. Fakat Ürdün, İsrail ve Türkiye bu bloğa girdi. Üç ülke arasında askerî ve ekonomik anlaşmalar yaptılar.

3- Tüm Orta Doğu’yu kapsayan bir OGİT (Orta Doğu Güvenlik İşbirliği Teşkilatı) kurmaya çalışmaktadır. Tabii bu teşkilata körfez ülkeleri işbirliği meclisi ile Ürdün, İsrail, Türkiye bloğun temel stünları olacaktır.

Bu oluşumlar ile bölgedeki ABD yanlısı rejimlerin hareket alanları ve etkinliklerini daraltmak ve İngiltere yanlısı rejimlerin varlığını ise güvence altına almak maksatları güdülmektedir. Nitekim Ürdün, İsrail, Türkiye bloğu hem İsrail’i Golan Tepelerinden çekilmesi hususunda ABD güdümlü Suriye ve Mısır tehditlerine karşı daha cesur davranmaya sevk etmiştir, hem de Kuzey Irak politikasında ABD planlarını boşa çıkartmak hususunda Türkiye’yi ABD'ye karşı tavır almaya sevk etmiştir.

ABD’nin bu durum karşısında takındığı son tavır ise şöyle özetlenebilir:

1- İsrail’i Suriye ve Mısır tehdidi altında bırakarak kıskaca alıp Golan Tepelerinden çekilmeye zorlamak. Bunun için gerekirse Suriye vasıtası ile İsrail’e yönelik kısmî bir operasyon yapmak. Nitekim Suriye ordusu Güney Lübnan ve Golan Tepeleri etrafında yoğun bir hareketlilik içindedir.

2- İran’ı bir tehdit unsuru göstererek Körfez Bölgesinde gerilimi tırmandırmak ve hatta bu bölgede gerekirse bir ikinci körfez savaşını çıkartarak İngilizlerin bölgede gerçekleştirmek istediği oluşumları dağıtmak ve hatta körfez ülkelerinin İran’a karşı hamisi olma sıfatı ile kendisine zorunlu olarak bağlamak.

3- Kıbrıs’ta kargaşa çıkartmak, Kıbrıs’taki yabancı askerlerin ve İngiliz üslerinin meşrutiyetini tartışmak. Böylece Kıbrıs sorununu uluslararası platforma taşımak.

Buradan da anlaşılıyor ki, ABD’nin her üç noktada da elindeki kart savaş kartıdır. ABD bu kartı oynamaya başlarsa yakacağı savaş alevinin nerede söneceğini şimdiden kestirmek pek kolay değildir. Sanki bu sefer ABD ve İngiltere bölgede son hesaplaşmalarını yapacaklar. Ya taraflardan birisi bütün kartlarını bölgede kaybedecek ya da her ikisi bütün kartlarını kaybedecekler. Yakacakları savaş alevinde kendi evlerini de yakacaklar.

Evet Orta Doğu’daki siyasî seyir bu noktaya doğru gelmektedir. Şimdi bu noktada Türkiye’nin konumu nedir?

Yukarıda da belirttiğimiz gibi Türkiye; Ürdün, İsrail, Türkiye bloğunun içinde olmakla, çıkacak bir savaşta İsrail’in yanında yer almak durumundadır. T.C. Devleti yetkilileri, Türkiye’nin bu konumunu bu halka makul bir şekilde izah edemezler. İsrail’le böylesi rizikolu birlikteliği hangi ideolojik bakış, hangi maslahat anlayışı ile izah edecekler?

Türkiye Devleti’nin İsrail’le olan bu birlikteliğinin bir analizini yapalım:

Bilindiği gibi T.C. Devleti bir sene önce İsrail ile savunma sanayi işbirliği anlaşması yaptığını ilân etti. Bunun yanısıra çeşitli istihbarat ve ekonomik işbirliği anlaşmalarının yapıldığı da bilinmektedir. Hatta yaklaşık bir ay kadar önce bir savunma işbirliği anlaşması yaptığı söylendi.

Bu anlaşmaların yapılması ile ilgili olarak T.C. Devleti yetkililerinin Türk kamuoyuna gösterdikleri ya da ima ile işaret ettikleri maslahat şudur:

1-) Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu ve Doğu Anadolu’nun büyük bir kısmını Türkiye’den ayırarak Kürt Devleti kurmak için çalışan terörist örgüt PKK’ya lojistik destek veren, Türkiye’ye karşı düşmanca tavır sergileyen Suriye’yi kıskaca almak.

2-) Türkiye’nin yerli savunma sanayi projesini gerçekleştirmek için muhtaç olduğu fakat Avrupa ve Amerika devletlerinden alamadığı yüksek teknoloji transferini İsrail ile yaptığı bu anlaşmalar kapsamında gerçekleştirmek.

3-) Yahudilerin dünya ve Türkiye içindeki önemli finans sektörlerindeki etkinliklerinden bu anlaşmalar kapsamından yararlanarak ABD’den gelecek ekonomik baskılara karşı direnebilmek.

Bütün bunlar sathi bakıldığında birer maslahat olarak görülse bile gerçekte maslahat değildirler. T.C. yetkililerinin bu noktaya aydın bakmadıkları, hatta aydın bakıştan tamamen yoksun oldukları görülmektedir. Özellikle dış politikalarını sathi bakışlarla belirnemeyeceği, aydın bakışla belirlenmesi gerektiği aşikârdır. Aydın bakış ise kendilerine aydın denilen insanların bakışları değildir. Aydın bakış; olay ve olayla ilgili hususlara direnmelerine ve kapsamlı bir şekilde bakıştır. Ancak böylesi bir bakış ve neticede sağlıklı ve aydın bir fikre ulaşabilmek ise, kişinin hayat hakkındaki insan merkezli, kâinat kapsamlı hatta bunların öncesi ve sonrası ve hayatın onunla alâkasını da kapsayan bir sağlıklı bakışa sahip olmasını gerekli kılar. İşte T.C. yetkililerinin bu bakıştan yoksun bir şekilde iç ve dış politika benimsedikleri gözlemlenmektedir.

Türkiye’nin İsrail ile olan birlikteliğine bir de şu boyutlardan bakalım:

1- Türk halkının düşmanı Suriye halka mıdır yoksa Suriye rejimi midir? Suriye halkının, Türk halkının düşmanı olduğunu söylemek gerçekten aptallık olur. Asırlardır iç içe kardeşçe yaşayan iki halktır. İslâm ortak paydalardır. Ve halen de birbirlerini kardeş görmektedirler. Şu halde Türkiye’ye karşı düşmanca tavır sergileyen Suriye rejimini devirme yolu, dışarıdan ona karşı İsrail ile işbirliğine gitmek olmamalıdır. Türkiye’nin, Suriye halkının nefret ettiği ve düşman gördüğü İsrail ile işbirliğine gitmesi; hem Türkiye’nin düşmanı durumunda olan Suriye rejimi ile Suriye halkının bütünleşmesini sağlayacak, hem de Suriye halkında Türkiye’ye karşı husumet duyguları uyandıracaktır. Bir ülkedeki bir rejimi değiştirmek, o ülkedeki husumet duygularını değiştirmekten daha kolaydır. Bu dikkate alınmalıdır.

2- İsrail devleti ve yahudi halkı, Türkiye halkına dost gözüyle bakmadıkları kesindir. Çünkü Türkiye halkı Müslümandır. İsrail devleti ve yahudi halkı ise Müslümanları kendileri için daima potansiyel tehlike olarak görmekte bu duygu ve inanç içinde yaşamaktadırlar. Nitekim 1980’li yılların başlarında İsrail uçakları, Irak’taki bir nükleer santralı bombaladıklarında İsrail’li yetkililer gerekirse İslamabad ve Ankara’yı bombalayabileceklerini söylemişlerdi.

3- PKK’nın Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgesi ile ilgili emelleri olduğu gibi İsrail’in de o bölge ile ilgili emelleri vardır. Fırat ve Dicle nehri arasında Erzurum’a kadar yahudilerin kendilerine arzı muvud (vaad edilen) topraklar olduğuna dair inanç taşıdıkları ve İsrail devletinin dış politikasında bu idealin belirleyici bir rol aldığı aşikârdır. Nitekim İsrail’li yetkililerin GAP projesine devlet başkanları seviyesinde büyük ilgi göstermeleri, yahudilerin çeşitli taşeron firmalarla bölgedeki bir çok proje ve araziyi satın alma atağına geçişleri bilinen bir husustur. Dolayısı ile aynı noktada aynı ideallere sahip olan iki farklı düşmandan birisini tercih etmek neyin ifadesi olur? Ya cehalet ya gaflet ya da ihanet. Özellikle dış politika cehalet, gaflet ve ihanet üzerine tesis edilirse neticesi kesin felâket olur.!..

4- Ta İslamabad’daki nükleer santralı kendisi için potansiyel muhtemel tehlike görüp de onu bombalamayı planlayan İsrail’in, Türkiye’ye gereksinim duyduğu yüksek teknolojiyi vereceğine nasıl güven duyabilir? Hem de Türkiye halkını potansiyel düşman gören ve Türkiye toprakları üzerinde gözü olan bir ülke olduğu halde. T.C. Devleti yetkilileri İsrail’e nasıl güven duyabiliyorlar? Ekonomilerini ve yerli savunma sanayi projelerini bu sinsî düşmanın merhametine nasıl teslim edebiliyorlar?..

Bu noktada sözün özü; Orta Doğudaki siyasî çatışmanın seyri aralarında İsrail’in de olduğu bir savaşa doğru gitmektedir. T.C. Devleti yetkilileri bu savaşta asla İsrail’in yanında yer almamalıdır. Aksi halde hiç bir zaman affedilmeyecekleri bir cürüm işlemiş, dünya ve ahirette rezil rüsvay olmaya mahkum olurlar. T.C. Devleti yetkilileri şunu iyi bilmelidir ki düşmanımın düşmanı her zaman dost değildir. Denize düşenin yılana sarılması ise onun kurtuluşu değildir. Sorumluluk duygusu taşıyan herkesin Türkiye’nin, İsrail’in yanında herhangi bir savaşa girmesini önlemek için çalışması aynı zamanda kendisinin dünya ve ahiretteki yüksek menfaatları gereğidir.

 

2- Avrupa Bölgesi

Bu bölgenin önemi daha çok ekonomik, askerî ve yüksek teknoloji bakımından gelişmiş olan ülkelerin yoğunlukta olmasından kaynaklanmaktadır. ABD bu bölgede siyasî üstünlük sağlayamaz ise, bu bölgeden kendisine rakip üyelerin çıkabileceğini ve dünya liderliğini eline geçirebileceğini bildiği için oraya önem vermektedir. İki kutuplu siyasî ortamda iken Doğu Bloğuna karşı Avrupa devletlerini hamilik rolü üstlenip onları kontrolde tutuyordu. Fakat 1991’den sonra Avrupa devletleri ABD’nin hamiliğine artık ihtiyaç hissetmedikleri için ABD’nin bu bölgedeki siyasî nüfuzu giddikçe yok olmaktadır. Onun için Avrupa devletleri kendi aralarında ABD’den ayrı olarak askerî güvenlik teşkilatları, ekonomik işbirliği teşkilatları kurmaya çalışmaktadırlar. BAB, AET, AT gibi. Ancak Avrupa ülkeleri kendi aralarında da siyasî ve ekonomik rekabet içinde olduklarından bir birliktelik hemen sağlayamıyorlar. Ayrıca ABD, Avrupa devletlerini çeşitli ırkçı akımları destekleyerek ve tahrik ederek meşgul etmekte ve ayrıca bölgesel sorunları çıkartarak da meşgul etmektedir. Bosna meselesi gibi..

ABD’nin bölge ülkelerindeki ırkçı akımları desteklemesi, 1950’li yıllarda NATO kapsamında kurulup Gladyo ya da Kontro-Gerilla olarak bilinen gizli bir silahlı örgüt ile olmaktadır. ABD, bu örgütü daha sonraları sadece kendi maslahatları için kullanmaya başlayınca başta İngiltere olmak üzere bir çok Batı Avrupa devleti bu örgütü deşifre ettiler. Kamuoyuna bu örgüt hakkında bilgi vermeye başladılar. Ancak bu örgüt bütün NATO üyesi ülkelerde tasviye edilebilmiş değildir. Almanya, İspanya, İtalya gibi ülkelerde halen ırkçı ve terörist eylemler yapan çevreleri tahrik, teşvik ve takviye etmektedir. Bu örgüt, kurulduğu yıllarda ABD tarafından finansa edilerek daha sonraki dönemlerde finansını uyuşturucu kaçakçılığından sağlamaya başlamıştır. Onun için şu iyi bilinmelidir ki; dünyadaki uyuşturucu imalatı ve trafiğinin arkasında başta ABD olmak üzere bir çok devlet vardır. İran Gate diye bilinen skandaldan ABD istihbarat örgütü CIA’nın bizzat bu işi yaptığı bir nebze olsun dışa yansımıştı. Yani uyuşturucu kaçakçılığı öyle sathi bakışla görüldüğü gibi bazı fert ve mafya gruplarının işi değil, fakat onları bizzat kullanan devletlerin işidir. Bu işle uğraşan devletler, uyuşturucu kaçakçılığını bir finans kaynağı olarak görmektedirler. Buradan elde edilen gelirin bir kısmını da yukarıda izah ettiğimiz faaliyetlere harcamaktadırlar.

Velhasıl Avrupa’da artık ABD’nin sözü geçmez olmuştur. ABD’de onlara sözünü bu yöntemle dinletmeye çalışmaktadır. Avrupa devletleri de genelde bunun farkındalar.

 

3- Uzak Doğu Bölgesi

Bu bölgenin önemi gittikçe artmaktadır. Çünkü hammadde kaynağı, enerji kaynağı bakımından zengindir, hem de nüfus kaynağı bakımından zengindir. Bundan dolayı dünya çapında rekabet eden ülkelerin siyasî ve ekonomik faaliyetleri bu bölgede gittikçe yoğunlaşmaktadır. Çeşitli ekonomik ve siyasî bloklar oluşmaktadır.

 

4- Orta Asya Bölgesi

Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra diğer devletlerin ilgisi, bu bölgeye daha da artmıştır. Çünkü oraya ulaşmanın önündeki engel kalkmıştır. Zengin petrol, maden, doğal gaz, yataklarının olması ve ekonomik yönden geri kalmış tüketim toplumu olmaya hazır bir nüfus yoğunluğuna sahip oluşu, bölgeden pay kapma yarışını artırmaktır. Özellikle bölge petrolü üzerindeki çekişmeler, önümüzdeki dönemlerde daha da artacaktır.

 

5- Afrika Bölgesi

Bu bölgedeki siyasî kavga, daha çok orada mevcut olan önemli maden yatakları ve hammadde kaynakları etrafında olmaktadır. Halkın ekonomik gücünün çok az oluşundan dolayı pazar cazibesi pek yoktur.

 

TÜRKİYE’DEKİ‚ SİYASET 

Türkiye’deki siyasî durum, dünyadaki genel siyasî durumun etkisi altında seyretmektedir. Özellikle 1991’den sona dünyadaki değişen siyasî duruma paralel olarak Türkiye de dışa bağımlılıktan kurtulma ve kendi ayakları üzerinde durma yönünde bir siyasî irade oluştu. İşte bu irade ABD ve Avrupa ile ilişkilerde önemli bir değişim oluşturdu. Zira o siyasî irade, bu ülkelerden gelen çeşitli talepleri artık hemen uyulması gereken bir emir olarak görmüyor, itaat etmiyor. Kendi maslahatlarını ön plana çıkartıyor. Türkiye’nin bu tutumu, özellikle ABD ile çatışma noktasına getirdi. Buna karşın ABD, Türkiye’deki siyasî iradeyi kendisine boyun eğdirmek için dışarıdan ve içeriden çeşitli sıkıntılar oluşturarak baskı altında tutmak istiyor.

ABD’nin Türkiye’ye yönelik dış baskıları şunlardır:

1- IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlardan kredi almasını zorlaştırmak,

2- Türkiye’yi Yunanistan, İran ve Suriye ile savaşa sokmak için çeşitli entrikalar çevirmek,

3- Çeşitli yöntemler ile Türkiye’nin dış ticarî ilişkilerini baltalamaya çalışıp ekonomik ablukaya almak.

ABD’nin içeriden oluşturmaya çalıştığı sıkıntılar ise şunlardır:

1-) Toplum içindeki çeşitli etnik (Türk-Kürt) ya da mezhebî (Sünnî-Alevî) ya da ideolojik (laik-antilaik) gibi gruplar arasında çatışma ortamları oluşturarak toplumsal sıkıntı meydana getirmeye çalışmak,

2-) Ordu içindeki Kontro-Gerilla gibi ve emniyet teşkilatı içinde Özel Tim gibi devlet içinde oluşturduğu bazı birimler ile siyasî iradeyi ele geçirmeye çalışmak.

İşte son üç aydır Türkiye gündeminde önemli yer işgal eden Susurluk olayı, devlet içindeki bu oluşumlar ile Türkiye’deki siyasî irade arasında var olan çatışmanın ufak bir görüntüsüdür. Zinde güç ya da derin devlet de denilen hakim siyasî irade yapacağı bu temizlik operasyonundan önce kamuoyunun da desteğini almak için bu Susurluk olayını üç aydır gündemde canlı tuttu. Ancak çete olarak da vasıflandırılan o oluşumları öyle kolayca temizlenemeyeceği anlaşılınca, Susurluk olayını gündemden yavaş yavaş düşürmeye karar verilmiş olmalı ki son on gündür yapay gündemler oluşturulmaya başlandı. Tarikatlar ve Fadime’nin başına gelenler gibi, gündemin değiştirilmesinin bir başka nedeni de Orta Doğu’da ucu Türkiye’ye de dokunması muhtemel olan bir savaşın düğmesine basılmak üzere olduğunun anlaşılması da olabilir.

Susurluk olayında da görüldüğü gibi devletin zinde güçler ile devlet içindeki çeteler arasındaki çatışmanın bir boyutu da uyuşturucu kaçakçılığından elde edilen paranın paylaşımıdır. Zira Türkiye, eski ipek yolu ile gelen uyuşturucunun dünya pazarı olarak bilinen Avrupa ve Amerika’ya dağıtım merkezi durumundadır. Türkiye’deki uyuşturucu trafiğinde dönen paranın en az 150 milyar olduğu söylenmektedir. Tabii ki bu kadar büyük meblağ üzerinde kavga da çetin olacaktır. Bu kara paraya ve onun aklandığı kumarhanelere hakim olmak için devletin zinde güçleri hakim olursa, hem terörle mücadelenin finansı hem de yerli savunma sanayi projesinin finansmanı sağlanmış olacaktır. Çetelerin eline geçerse bu malî güçle devleti tamamen ele geçirme imkânları bulacaklardır. Onun için devletin zinde güçleri ile devlet içindeki Kontro-Gerilla, Özel Tim ve bunlara bağlı bazı vurucu timlerden oluşan çeteler arasındaki mücadele amansız olacaktır.

Devletin zinde güçleri, Susurluk olayının gündeminde sürekli canlı tutulmasının devletin ideolojisi ve hassas kurumu olan ordu hakkında halk nezdinde güven kaybetmesine sebep olacağı yani devletin yıpranacağını gördükleri için Çankaya’daki liderler zirvesinde parti liderlerinin dikkati buna çekildi ve zirveden sonra Susurluğun yavaş yavaş gündemden çekilmesinin sinyalleri verildi. Bunlardan birisi de zirveden bir kaç gün sonra bazı gazetelerde geçen şu haberdi: “MGK’nin İslâm projesi; Cumhurbaşkanlığının da isteği ile MGK, İslâmî hurafelerden temizleme kararı aldı.” Haberin içeriğinde MGK’nin bazı ilahiyatçı proflara hurafelerden arınmış Kur’an’a dayalı gerçek İslâm’ı anlatan (!) kitaplar yazdırmaları talep ettiği, aslında MGK’nin bu talebinin geçen sene olduğu ve bunun üzerinde durduğu bildiriliyordu. Bu projenin ürünü olarak geçen sene “İslâm Gerçeği” diye bir kitabın yayınlandığı, İslâm ve laiklik, İslâm ve demokrasi gibi kitapların da siparişlerinin verildiği bildirilmekteydi.

Bu haberden iki üç gün sonra da “Tarikatlar ve Fadime’nin başına gelenler” temalı bir yapay gündem oluşturuldu. Bu gündüm ile, hem gündem değiştirilmeye çalışılmakta hem de bazı tarikatlardaki bidat hurafe ve çirkeflikleri göz önüne sererek oradan hareketle İslâm’a ve İslâm’da var olan dörde kadar evlenme ruhsatına ve nikah müessesine hücumlar yapılmaktadır. Müslümanlar, dinlerinde fitneye düşürülmek istenmektedir. Bazı tarikat ve şahısların yaptıkları göz önüne serilerek “Görmüyor musunuz? Devletin resmî okulları dışında alınan dinî bilgiler, kişileri böyle hurafeler içine düşürüp malının ve namusunun kaybedilmesine sebep olur. Onun için dininizi de devletten öğrenin” mesajı verilmektedir. Böylece laik devletin imal edeceği hurafelerin İslâm’ın gerçeği olarak pazarlanması için uygun zemin hazırlanmış olacaktır. Geçen sene yayınlanan “İslâm Gerçeği” kitabında; “Sünnetin teşrî olmadığı”, “aklın teşrî kaynağı olduğu”, “hâkimiyetin millete ait olduğu”, “demokrasinin İslâm’ın özü olduğu”, “İslâm’da bir yönetim sisteminin olmadığı”, “İslâm’da tesettürün olmadığı” gibi hurafeler, İslâm gerçeği olarak insanlara pazarlanmıştı.

“Tarikatlar ve Fadime’nin başına gelenler” temalı yapay gündemde laik çevrelerin, laik sistemin ve tüm kurumlarının köhneleştiğini, toplumu nasıl kirlettiği gözden ırak tutma çabaları da gözlenmektedir.

- Laik karma eğitim sistemi ile okullar hatta ilk öğretim son sınıftan itibaren eğitim kurumları olmaktan çıkıp çocukların zihnen, kalben ve fiilen kirletildiği pislik yuvaları haline gelmiştir. Fuhuş merkezleri haline gelmiştir. Çocukların ilkokul 4-5 sınıflarında dahi öğretmenleri tarafından taciz ve tecavüze maruz kalmaları artık münferit olmaktan çıkmış adî olaylar haline gelmiştir. Bu kadar hırsız, namussuz, yalancı, dolandırıcı, sahtekâr insanları bu laik sistem yetiştirmedi de kim yetiştirdi?! İslâm mı yetiştirdi? Laikler bu sistemleri ile nasıl övünebilirler?

- Devlet hastaneleri şifa ve tedavi yeri değil de horlanma, soyulma, hatta katledilme, hasta ve ölülerin dahi ırzlarına geçilen yerler değil mi? Laik devletin sağlık kurumlarının manzarası bu değil de başka nedir?

- Adalet sistemi, suçsuzun suçlandığı, suçluların aklandığı bir zulüm kurumu değil mi?

- Laik devletin maliyesi, halkın kazancı ve lokmasından nasıl vergi alacağını düşünmekten başka becerisi olmayan bir zulüm kurumu değil mi?

- Emniyet teşkilatı ve ordu teşkilatı halkın mal, can namus güvenliğini sağlaması gerekirken, halkın bu noktalarda kendilerinden çekindiği kurumlar değil mi?

- Bu laik devlet fuhuş merkezlerini işletenlere, fazla vergi verdikleri için madalya takan devlet değil mi? Milyonlarca memleket evladını fuhuş ve uyuşturucu bataklığına iten devlet değil mi?

Evet bütün bu pislik, kirlilik ve çirkeflik, laik demokratik cumhuriyet sisteminin ürünüdür. Laikler iyi bilmeliler ki, bu kirli bezde İslâm’ın hiç tarafı yoktur.!. Boşuna yorulmasınlar, güneş balçıkla sıvanmaz. Lağım faresi tiniyetinde olan müşrikler laikler istemese de Allah’ın dini hakim olup insanlığı bu çağdaş tağutî zulümattan, çirkefliğinden, kirliliğinden kurtaracaktır.!. İnsanlığın muhtaç olduğu o gün uzak değildir.!.. O günün insanlara sunuluşu Raşidî Hilâfet Devleti’nin kurulması ile olacaktır. Evet bu uzak değildir.

Sayı 96...1417-ŞEVVAL...1997-ŞUBAT...Yıl-08

Sayfayı Birine Gönder