DOĞRU BİR İSLAMİ KİTLEDE BULUNMASI GEREKEN ÖZELLİKLER - 2

 Ahmed b. Emrullahoğulları

(Geçen sayının devamı....) 

Sahih bir kitlede bulunması gereken sahih bir uyanıklığı sağlamak için ise aşağıdaki hususlara dikkat etmek ve kitlede bu özelliklerin bulunmasına, bulundurulmasına çalışmak, aramak gereklidir. Bu özellikler şunlardır :

a-) Olayları derin bir şekilde düşünmek ve tahlil etmek. Olaylara aydın bir düşünce ile bakmak. Etraflıca bunların öncesi ve sonrası ile olan alakasını, nedenini araştırmak. Ortaya atılan fikirlerin içerisinde bulunduğumuz vakıaya uygun olup olmadığını düşünmek.

b-) İleri sürülen fikirlerin İslâm’a uygunluğunu araştırmak. Bunların şer’i delilini araştırmak yani her ne türlü konu olursa olsun her meseleye İslâmî bakış açısıyla, İslâmî düşünme metodu ile yaklaşmak. Eğer ileri sürülen veya ele alınması gereken konu doğrudan doğruya Şer’i Hükümleri ilgilendiren bir mesele ise konu hakkında herhangi bir yargıya, hükme varmadan, akli değerlendirmelere gitmeden önce Şer’i hükmü araştırmak, delilini öğrenmek ve ona göre hareket etmek.

 

3- İster devlet kurulmadan önce olsun ister kurulduktan sonra olsun hayatta karşılaşacağı her konu ile ilgili olarak elinde İslâmî çözümlerin bulunması gerekir. Bu hususlar akidesi ile ilgili olabileceği gibi devlet kurulmadan önce takip edeceği metotla alakalı veya devlet kurulduktan sonraki dönemlerde mutlaka ama mutlaka İslâm’a göre çözüme kavuşturması gereken, bir gün dahi olsa Allah’ın indirdiklerinin dışındakilerle hükmetmesine yer bırakmayacak şekilde ekonomi ile ilgili, iç ve dış siyasetle ilgili, eğitim ve sağlıkla ilgili, sanayi ve tarım politikaları ile ilgili, devletin gelir kaynaklarının neler olacağı ve elde edilen bu gelirlerin nasıl ve nerelerde harcanacağı ile ilgili v.b. konular hakkında kitlenin elinde açık ve net çözümler bulunmalıdır. Allah bizlere Hilafet Devletini nasip ettikten sonra elbetteki İslam düşmanı kafir devletler ve onların işbirlikçileri İslam’a ve Müslümanlara karşı ellerinden gelen her türlü güçlüğü çıkarmaya, İslâm’ı hayattan söküp atmaya bütün güçleri ile çalışacaklardır. Bu esnada ise Müslümanların yani Hilafet Devletinin o zaman karşılaşacağı problemleri çözebilmek için çoğu kere başını kaşıyacak vakti bile olmayacaktır. Dolayısıyla bu çözümlerin açık ve net bir şekilde şimdiden araştırılıp bulunması ve hazırlık yapılması gerekir. Örneğin işsizlik meselesinin nasıl çözüleceği, eğitim ve sağlık sorununun nasıl halledileceği ile ilgili olarak genel hatlar olsa bile elde çözümlerin bulunması lazımdır.

İslâmî bir kitlenin hedefi ümmeti fikren kalkındırmaktır. Çünkü doğru bir kalkınma ancak fikren gerçekleşir. Dolayısıyla karşılaşılan her konuda İslâmî fikri göstermek hem kitleyi hem de ümmeti kalkındırır. Böylece kitle İslâmî bakış açısıyla hedefini doğru bir şekilde tespit ettikten sonra kendisini bu hedefe ulaştırmaktan alıkoyacak milliyetçilik, vatancılık, mezhepçilik, tasavvuf, felsefe, mantık, menfaatcılık, liberalizm, sosyalizm, laiklik, v.b. düşüncelerin hepsinden soyutlanarak tamamıyla Şer’i Hükümlerden kaynaklanan Şer’i çözümlere bağlanmış olur. Bunun için ise ümmeti kalkındırmayı ve İslâm’ı yeniden hayata hakim kılmayı hedeflemiş olan kitlenin hareket halinde kullanacağı fikirleri, takip edeceği metodu, hedefini açık ve net bir şekilde tespit etmeli ve ümmeti bu hususlara çağırmalıdır. Hareket halinde takip edeceği metotta karanlık hiçbir nokta bulunmamalıdır. Başlangıçta halletmesi gereken bir meseleyi hiç bir zaman zamana terk etmemelidir. Düşüncelerinde kapalılık bulunmamalı, fikirleri güneşin aydınlığı kadar açık ve net olmalıdır. İnsanlar o kitlenin kendilerini neye ve niçin davet ettiğini açık ve net bir şekilde bilmelidir. Hedefini gerçekleştirdikten sonra yapacağı uygulamalar hakkında da ümmette net fikirler bulunmalıdır. Şu anda ümmeti çağırdığı fikirlerle hedefini gerçekleştirdikten sonra yapacağı uygulamalar arasında en ufak bir farklılık dahi bulunmamalıdır. Örneğin devlet kurulduktan sonra Müslüman olsun olmasın bütün kadınların genel hayatta tesettürlü gezmelerini emredeceğini, zina edenin, içki içenin, namaz kılmayanın, zekâtını vermeyenin kısacası Allah’ın emir ve yasaklarına karşı gelenin yine Şer’i ölçüler çerçevesinde cezalandırılacağının şimdiden ümmete açık ve net bir şekilde açıklanması gerekir. Yoksa insanların karşısına çıkıp biz hiç kimseyi zorlamayacağız, dinde zorlama yoktur, herkes dileği gibi yaşamakta serbesttir, başını örtmek istemeyen, tesettürlü gezmek istemeyen kadınlar zorlanmaz gibi İslâm’a uygun olmayan safsatalarla ümmet asla kandırılmamalıdır. Zira Allah’ın Rasulü SAV Mekke’de iken müşriklere neyi söylüyor idi ise vefat edinceye kadar geçen süre içerisinde devlet haline geldikten sonra Medine’de de onlara aynı şeyleri söylüyordu. Mekke’de iken onların taptıkları hakkında inen;

“Siz ve Allah’tan başka taptıklarınız, şüphesiz ki Cehennem odunusunuz. Oraya gireceksiniz.” (Enbiya-98) ayetini, Kâfirun suresini, müşrikler, Yahudi’ler ve Hıristiyanlar hakkında inen diğer ayetleri hiçbir değişiklik yapmadan aynen okuyordu. Rasulullah SAV’in hayatına baktığımız zaman onun düşüncelerinde kapalı kalan bir noktayı asla bulamayız. Onun ortaya koyduğu düşünceler ve hükümler davasını insanlara anlatmaya başladığı zamandan vefatına kadar geçen süre içerisinde daima açık ve netti. Hayatında iken hiçbir şekilde başkalarına şirin görünmek amacıyla yağcılık yapmadı, yalan söylemedi, dini ile ilgili olarak insanların arkasından neleri söylüyor idi ise onların yüzlerine karşı da aynı şeyleri söylüyordu. Hiçbir zaman için kâfirlere karşı hoşgörülü davranmadı. Müşriklere ve onların liderlerine karşı nasıl davranması gerektiğini Allah’u Tealâ’nın Kalem suresinde belirttiği şekilde aynen müşriklere okuyordu.

“Öyleyse sen yalanlayanlara uyma. Onlar isterler ki; sen yumuşak davranasın da, kendileri de yumuşaklık göstersinler. Sen; yemin edip duran, izzeti nefsi bulunmayana uyma. Daima ayıplayıp laf götürüp getirene, Durmadan hayra engel olana, haddi aşana, çok günahkâr, Kaba haşin ve bunlardan başka kulağı kesik (veledi zina) olana.” (Kalem: 8-13)

Ayetlerde de belirtildiği üzere kâfirler daima Müslümanların yumuşak, hoşgörülü, kendileri ile diyalog halinde bulunmalarını, atalarına, putlarına akidelerine, sistemlerine, liderlerine, yöneticilerine hakaret edilmemesini karşı gelinmemesini, onların istekleri doğrultusunda hareket edilmesini, onlara karşı daima hoşgörülü ve yumuşak davranılmasını isterler. Ayıplarının, ihanetlerinin, ümmete ve halklarına karşı işledikleri cinayetlerin yüzlerine vurulmasından asla hoşlanmazlar. Dolayısıyla da Müslümanların veya İslamî hareketlerin sözlerinde açık sözlü, hedeflerinin net olması onları kızdırır. Oysa Rasulullah (SAV)’in hareketlerine ve Allah’ın Kitabına baktığımız zaman fikirlerimizin kılıç kadar keskin, güneşin aydınlığı kadar berrak ve parlak olması gerektiğini görürüz.

Eğer İslamî hareketler; başlarındaki yöneticilerin ve İslam düşmanlarının istedikleri gibi onları incitmemek, kızdırmamak, saltanatlarını sarsacak söz ve davranışlarda bulunmazlarsa onların da müsamahalı davrandıkları görülmekte hatta ve hatta bu türden hareketlerin çalışmaları için imkanlar hazırladıkları, çalışmalarını engellemedikleri, çeşitli yollarla onlara destek verdikleri, onlar hakkında basın yayın organlarında övgü dolu sözler sarfettikleri dahi görülür. Örneğin Cezayir’de FİS çok partili sistemi kabul ettiğini ve parlamentoya girmeyi kabul ettiğini söyleyince ABD ve Fransa FIS’i siyasi bir parti olarak kabul ettiklerini açıkladılar. Türkiye’de çeşitli vesilelerle ve defalarca hem RP’liler hem de onların dışındaki diğer partililer, gazeteciler, akademisyenler RP’nin sistem partisi olduğunu sistemden ayrı düşünülemiyeceğini,her ne surette olursa olsun RP’yi dışlamanın yanlış olduğunu, tehlikeli sonuçlar doğuracağını, demokratik bir parti olarak RP’nin kabul edilmesi gerektiğini açıkladılar.

4- Sahih irade. Sahih iradeden kastedilen bu davanın ölüm kalım meselesi haline getirilmesi bu davanın bu dünyadaki bütün işlerden öne alınmasıdır. Ya zafer ya da bu dava uğrunda şahadet düşüncesi vazgeçilmez bir unsur olmalıdır. Zira bu dava öyle kolay kolay halledilebilecek bir iş değildir. Çünkü bu dinin hakim kılınmasının önünde dava adamı, birçok sıkıntılarla, ailesinden, çevresinden devletten gelen baskılarla karşılaşacaktır. Bu baskılara göğüs germesini, taşıdığı davanın hak dava olduğuna inanması, takip ettiği yolun doğru bir yol olduğuna inanması gerekir. Davetçinin davasını taşıma esnasında bir takım sıkıntılarla karşılaşacağını Allah’u Teala şöylece bildirmektedir:

“Andolsun ki; mallarınız ve canlarınız konusunda deneneceksiniz. Sizden önce kendilerine kitab verilenlerden ve Allah’a şirk koşanlardan birçok incitici şeyler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve sakınırsanız işte bu, azme değer işlerdendir.” (Ali İmran:186)

Çünkü bu davanın zafere ulaşması kısa sürede olmayabilir. Yıllarca zaman alabilir. Zamanın uzayıp gitmesi asla dava adamının azmini, kararlılığını kırmamalı bilakis onun doğru yolda olduğuna dair inancını pekiştirmelidir. Sahih bir iradeye, azme, kararlılığa sahip olmazsa karşılaşabileceği birtakım güçlükler veya zaferin gecikmesi nedeniyle ümitsizliğe düşebilir ve bu ümitsizlik onu davayı terk etmeye dolayısıyla da günah işlemesine yol açabilir. Gerçekten de şu anda günümüzdeki İslamî hareketlerin ve bu hareketler içerisinde faaliyet gösteren Müslümanların durumlarına baktığımız zaman genellikle onların büyük bir kısmının özellikle hayatlarının gençlik çağlarında bir takım hareketler içerisinde aktif rol aldıklarını fakat taşıdıkları fikirlerin doğruluğundan emin olmadıklarından veya doğru bir metot takip etmediklerinden veya açık ve net bir hedefe davette bulunmadıklarından zamanla ümitsizliğe düştüklerine Allah’ın üzerlerine farz kılmış olduğu davayı taşımaktan uzaklaşıp dünyaya dalıp gittiklerine çoğu kere şahit olunmaktadır. Hatta kendilerine hak bir davayı götüren kimselere de “Bir zamanlar biz de senin gibi idik. Zamanla sen de bu işlerden vazgeçersin” gibi İslâmla bağdaşmayan sözler sarfettikleri görülür.

Bu nedenle hem davetçi hem de davetçinin içerisinde bulunduğu kitle hak yol üzere olduğu sürece her ne surette olursa olsun asla davasını terk etmemelidir. Karşılaşabileceği güçlükler karşısında daima kendinden önce hak davayı taşıyan peygamberleri, onların çektikleri sıkıntıları yine de davalarını terk etmediklerini düşünmelidir. Örneğin Nuh (as) 950 sene yaşamış olmasına rağmen hiçbir zaman davasını terk etmemiştir. Derin bir şekilde düşünüldüğü zaman insan ömrü için 950 senenin hiç de küçümsenecek bir zaman olmadığı bilakis insan hayatı için çok uzun bir süre olduğu unutulmamalıdır.

Aynı konu ile bağlantılı olarak kitlenin elemanlarında dava ciddiyeti bulunmalıdır. Kendilerine verilen görevleri eksiksiz bir şekilde yerine getirme konusunda azami derecede hassasiyet göstermelidirler. Davalarını daima dünyevi işlerinin önüne almalıdırlar. Dava onların zihinlerinin ve rüyalarının meşguliyeti olmalıdır. Davası için gerektiğinde işini, gücünü terk edebilmeyi göze alabilmelidir. Davasını dünyalık işleri için bir basamak değil, dünyalık işlerini davası için bir basamak olarak kullanmalıdırlar. Bu davanın sanki yalnızca kendi eliyle zafere uluşacakmışcasına kendini davasına vermelidir. Ben çalışmasam dahi benden başka çalışanlar, bu davayı yüklenenler vardır gibi kişide tembelliği, davadan uzaklaşmayı doğuracak düşüncelerden tamamen uzak durmalıdır. Davasını kendinden, kendini de davasından ayrı görmemelidir.

 

5- Elemanlar arasında ideolojik bağ, akidevi bağ olmalıdır. Kitlenin bütün elemanlarını birbirine bağlayan bağ akrabalık, arkadaşlık, hemşehrilik, aynı dili konuşuyor olma menfaatçilik , mezhepçilik veya bunların dışında akidevi, ideolojik bağdan başka hiçbir bağ olmamalıdır. Kitlenin elemanları birbirlerine ancak Müslüman oldukları, aynı fikre inanan, aynı davayı taşıyan kimseler olduklarından dolayı bağlanmalıdırlar. Vatancılık, milliyetçilik, akrabalık, menfaatçilik bunlarda görülmemelidir. Dava asla bunların üzerine bina kılınmamalıdır. Zira bu dava ne belli bir kabileye veya ırka ne belli bir bölgede yaşayan insanlara ne de belli bir dili konuşan insanlara inmiş bir dava değildir. Bu dava insan ve Müslüman olmasından dolayı bütün Müslümanlara farz olan bir davadır. Tıpkı namaz ,oruç, hac, zekat ve diğer Şer’i Hükümler gibi bu da bir Şer’i Hükümdür. Dolayısıyla dünyanın hangi bölgesinde bulunursa bulunsun, hangi dili konuşursa konuşsun, derisinin rengi ne olursa olsun aynı fikri, aynı metodu, aynı inancı taşıdığı ve aynı kitle ile birlikte çalışmayı kabul ettiği sürece akidesinden ve akidesinden kaynaklanan Şer’i Hükümlerin dışında hiçbir şey o kimseyi etkilememelidir. Allah’u Teala’nın;

“Ancak müminler kardeştir.” (Hucurat-10) ayetinin ortaya koyduğu hüküm esas alınmalıdır. Yine Rasulullah (SAV)’in ve sahabenin hayatına baktığımız zaman onlar arasında İslam akidesinden başka bağlayıcı hiçbir bağın bulunmadığını görürüz. Nitekim sahabeden Bilal b. Rebah (Bilal-i Habeşi) Habeşistanlı, Selmanı Farisi İranlı, Süheyb Er Rumi de Bizanslı olmasına rağmen onların diğer sahabelerden hiçbir farkı yoktu. Hatta Rasulullah SAV çeşitli vesilelerle “Selman bendendir” şeklindeki ifadeleri ile onları diğer sahabelerden ayırmadığını açıkça ortaya koyuyordu. Dolayısıyla dünyanın hangi bölgesinde bulunurlarsa bulunsunlar sahih bir kitlenin elemanları her zaman aynı özellikleri bünyesinde taşımalı ve birbirlerine Şer’i Hükümler açısından bakmalıdırlar. Bir duvarın tuğlaları gibi birbirlerini kenetlemelidirler....

(Devamı gelecek sayıda....)

Sayı 96...1417-ŞEVVAL...1997-ŞUBAT...Yıl-08

Sayfayı Birine Gönder