|
|
TÜRKİYE'DE SİYASİ DURUM |
|
A. A. Seyfulislâm / 7-3-1997 |
|
28 Şubat 1997 tarihinde yapılan MGK (Millî Güvenlik Kurulu) toplantısı; şeriat, laiklik, muhtıra, darbe söylemleri ile oluşturulup tırmandırılan siyasî gerginlik havası içerisinde yapıldı. Aslında bu gerginlik yapaydı. Onu oluşturup tırmandıran ise, Türkiye’de ordunun idarî mekanizmasını da ellerinde bulunduran hakim siyasî otorite idi. Bu otorite, elbette ki TBMM ve ondan çıkan hükümet değildi. Bu otorite, son günlerde “Derin Devlet” ya da “Zinde Güçler” olarak da isimlendirilmektedir. Son günlerde Türkiye kamuoyunda şeriat tehlikesi, laiklik, muhtıra, darbe söylemleri ile oluşturulan yapay gerilim ile güdülen maksat ise şudur: I - “Devlette yeniden yapılanma” diye isimlendirilen bir projenin uygulanması için gerekli zihinsel, siyasal ve kamuoyu zeminini hazırlamak. Bu proje ile şunlar yapılmak istenmektedir: a-) Türkiye şartlarına uygun bir yarı başkanlık sistemini getirmek. Bundan maksat ise, bazı siyasî partilerin istenmeyen siyasî tasarruflarını ve rejimin işleyiş mekanizmasının tıkanmasını önlemek. b-) Yeni bir seçim yasası çıkarmak ve ufak tabanlı partilerin parlamentoya girmesini önleyerek istendiği zaman siyasî istikrarı sağlamak. c-) Emniyet teşkilatını tasfiye ederek ülkenin iç güvenliğini orduya bağlamak. Bu maksatla da ordu içinde son yıllarda oluşturulan “İç Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı”nın emniyet teşkilatının yerini almasını sağlamak. İşte bu noktalarda devlet bünyesinde yapılması planlanan yeniden yapılanma operasyonu için bir millî mutabakat hükümetinin oluşturulması ve aynı zamanda kamuoyunda da bu proje etrafında bir uzlaşmanın ya da konsensüsün sağlanması gerekmektedir. İşte son günlerde kamuoyunda şeriat tehlikesi, laikliğin korunması, muhtıra, darbe söylemleri ile oluşturulup tırmandırılan yapay gerilimin maksadı, bu proje doğrultusunda yapılacak operasyonlar için lazım olan millî mutabakat hükümeti ve ulusal uzlaşmayı gerçekleştirmeye yönelik olarak bazı siyasî çevrelere baskı unsuru olmak. Çünkü bu operasyonlar için anayasada değişiklik olması gerekmektedir. Anayasa ise, bu parlamenter sistemle değişmez, ancak bir mutabakat hükümeti ile değişir. Devlette siyasî iradeyi elinde tutan zinde güçlerin, bugün böyle bir operasyonu yapmaya gereksinim duymalarının sebebi ise, devlet içinde var olan siyasî çatışmanın geldiği noktadır. Zira Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bünyesinde “zinde güçlerin” dışında, onların elinden siyasî iradeyi ele geçirmek için uğraşan ve son günlerde kendilerine “çeteler” de denilen başka siyasî güçler de vardır. Bu güçler, emniyet teşkilatı gibi devletin bazı kurum ve birimlerinde etkin hale gelmişler ve o kurum ve birimlerdeki devlet imkânlarını da kullanarak siyasî iradeyi ele geçirmeye çalışmaktadırlar. Bu güçlerin etkinliği hakkında şu rakamlar belki bir fikir verebilir: Emniyet teşkilatı mensupları, polis ve istihbarat birimleri ile 200 bin kişi civarındadır. Ayrıca polis içerisinde 7000 kişilik çok iyi eğitilmiş ve etkin silahlarla donatılmış özel tim mensupları vardır. Bunların dışında doğuda teröre karşı oluşturulan korucular teşkilatı vardır, ki bunların sayısı da takriben 60 bin civarındadır. Ayrıca bunların dışında bunlardan bağımsız olarak çalışan belki de bunları koordine eden, ancak sayıları tam olarak bilinmemekle birlikte bin kişi civarında olduğu söylenen ve ordunun bazı imkânlarını da kullanabilen NATO kapsamında ABD tarafından kurulmuş olan “Gladyo” ya da “Kontragerilla” olarak da bilinen bir teşkilat vardır. Bütün bu güçler ABD güdümündedir. Zira ABD, bu güçler vasıtası ile devletteki siyasî iradeyi ele geçirmek istemektedir. Neden? Çünkü Türkiye; jeopolitik ve stratejik konumu itibarı ile ABD’nin Ortadoğu, Orta Asya, Balkanlar ve Kıbrıs politikalarının odak noktası haline gelmiştir. Öyle ki ABD, Türkiye’deki siyasî iradeye hakim olamadığı sürece, bu bölgelerdeki siyasî hedeflerine ulaşamayacağını görmektedir. Bunun için de Türkiye Cumhuriyeti Devleti içindeki siyasî çatışma ve siyasî iradeyi ele geçirme faaliyetleri son günlerde büyük bir ivme kazanmıştır. Bu çatışma şu noktalarda tezahür etmektedir: 1-) Emniyet teşkilatına bağlı istihbarat birimleri ve özel tim birimleri ile ordunun istihbarat birimleri arasındaki çatışmalar, faili meçhul cinayetler. Bu çatışma bazen söz düellosu şeklinde de görülmektedir. Meselâ; bir emniyet müdürü bir gazeteye şu açıklamayı yapabilmektedir: “Askerler, bizim onayımızı almadan bir darbe yaparlarsa, ülkede iç savaş çıkar. 167 bin polis, 7 bin de özel eğitilmiş gerilla savaşı yapabilecek özel tim mensubu vardır.” Bir özel tim mensubu ise, Susurluk Araştırma Komisyonuna verdiği ifadede şunları söylemektedir: “Eğer İbrahim Şahin (özel tim eski dair başkanı vekili) zorla tutuklanır ya da öldürülürse, ülkede yine çok kan akar. Zira 7 bin kişilik özel tim mensubunun bir biri, İbrahim Şahin’i çok sever ve onun için ölümü bile göze alabilirler.” Nitekim İbrahim Şahin hakkında yapılan bazı ithamlara binaen tutuklama kararı çıktı. Fakat bazı gazeteciler kendisi ile röportaj yapabildiği halde tutuklanamamıştır. Çünkü polisler, savcının emrini dinlemiyorlar. (Daha sonra İbrahim Şahin kendisi, İstanbul Devlet Mahkemesine teslim oldu.) Ayrıca emniyet eski genel müdürü ve içişleri eski bakanı Mehmet Ağar da, memleketi Elazığ’da bir gövde gösterisi yapmış ve konuşmasında “Bizim şeref ve haysiyetimize uzanan dilleri keseriz.” diyerek tehditler savurmuştur. 2-) Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, Doğru Yol Partisi genel başkanı Tansu Çiller ve ekibi, Anavatan Partisi içinde Turgut Özal’ın adamları ve Refah Partisi’nde bazı milletvekilleri de ABD güdümlü bazı manevralar yapmaktadırlar. 3-) Türkiye üzerindeki uyuşturucu kaçakçılığı trafiğine hakim olma mücadelesi.. Bu trafiğe ise daha önceleri ABD hakim idi. CIA bu işi yürütüyordu. 1980’li yıllardan itibaren bu trafik, ABD güdümlü güçlerin eline geçti. PKK ve Türkiye Devleti içerisindeki “çeteler” bu işte ağırlık koydular. 1995’lerden sonra ise Türkiye Devleti’nin zinde güçleri, bu işe el koydu. Şu anda bu trafiğin büyük bir kesimine onların hakim olduğu görülmektedir. Bunun alâmetleri ise şunlardır: a-) 1994’den bu yana Türkiye, dışarıdan hiç kredi almamaktadır. b-) Türkiye’nin öyle hatırı sayılır ihracatı da yok. Var olan ihracatlarına da ABD’nin gizli ablukası vardır. c-) Türkiye, dış borçlarını aksatmadan düzenli bir şekilde ödemektedir. Özellikle 1996’dan itibaren iç borçlanmaların da azaltılması yönünde gelişmeler var. Faizler düşüyor, ekonomideki kara delikler kapanmaya başlıyor. d-) Yerli Savunma Sanayi Projesi de aksamadan işliyor. Bu sahada yeni yeni yatırımlar yapılıyor. e-) Merkez Bankası’nın döviz rezervleri artıyor. İşte bu noktalara bakıldığı zaman, bu değirmenin suyunun nereden geldiğini sormamak mümkün değildir. İşte bu değirmenin suyu, uyuşturucu trafiğinden gelmektedir. Nitekim ABD ve Avrupa devletleri, Türkiye’ye kara para aklama cenneti, uyuşturucu kaçakçılığının merkezi olarak itham etmeye başladılar. İşte Susurluk olayı, Türkiye’de mevcut siyasî çatışmanın kısmen su yüzüne çıktığı bir çatışmadır. Türkiye’deki zinde güçler, iki ay gündemi bu olaya kilitlediler. Zira Susurluk’ta kazaya maruz kalan Mercedes içerisindeki adamlar, “çeteler”e mensup kişilerdi. Bu bahane edilerek iki ay çeteler, emniyet teşkilatı, polis, özel tim, Çiller ve ekibi aleyhine bir kamuoyu oluşturulmaya çalışıldı. Sonra da tahkikatlar başlatıldı. Ancak yapılan tahkikatlar ve soruşturmalar neticesinde işin ucu Susurluk olayının diğer tarafına yani zinde güçlere, ordu ve askerlere de varınca, hemen gündemi değiştirme ihtiyacı duydular. Ardından da malum yapay gündemleri oluşturdular. Tarikatlar, şeriat, laiklik, muhtıra, darbe söylentilerini ortaya atıp gündemi başka konularla kilitlemeye başladılar. Elbette ki gündemi saptırmada RP genel başkanı Erbakan ve ekibinin de rolü vardır. II - Son günlerdeki şeriat tehlikesi, laikliği korumak, rejim meselesi, darbe muhtıra söylentileri ile oluşturulan yapay gündem, gerginlik ve bu havada yapılan MGK toplantısı ve toplantı sonrasında deklare edilen tedbirler paketi gibi hususlar, hep gündem değiştirmek ve kamuoyunu yönlendirmek ve belli siyasî çevrelere baskı unsuru oluşturmak maksatlıdır. Ayrıca gündemin Susurluk olayına kilitlenmesini önlemek de vardır. Zira gündem Susurluk olayına kilitlenirse, zinde güçlerin bu olaydaki rolleri de deşifre olacaktır ki, bu da istenmemektedir. III - Bu son yapay gündem ve gerilim tırmandırmaktaki bir başka maksat da, dış politikaya yöneliktir. Susurluk olayı ile birlikte ABD ve Avrupa, Türkiye’yi uyuşturucu kaçakçılığı ve kara para aklama hususunda sıkıştırmaya başladılar. Zira yukarıda da denildiği gibi özellikle 1995’ten sonra Türkiye, dünyada uyuşturucu kaçakçılığı ve kara para aklama merkezi haline geldi. Bunun boyutu hakkında şu rakamlar bir fikir verebilir herhalde: Dünyadaki uyuşturucu kaçakçılığının %75’i Türkiye üzerinden olmaktadır. Dünyada yakalanan uyuşturucunun %60'ı Türkiye’de yakalanmıştır. Türkiye’de her ay 6-7 ton işlenmiş uyuşturucu Avrupa’ya çeşitli yollardan sevk edilmektedir. Ve bu sektörde dönen para da takriben 150-200 milyar Dolar civarındadır. Tabii ki bu kadar para üzerindeki mücadele de büyük olacaktır. Eğer bu sektöre Türkiye’deki zinde güçler hakim olursa, hem terörle mücadelenin hem de yerli savunma sanayi projesinin finansmanı için kaynak elde etmiş olurlar. Eğer “çeteler” hakim olursa, siyasî iradeyi ele geçirecek malî güç ve imkânlara ulaşmış olurlar. Tabii ki ABD ve bazı Avrupa devletleri, hem Türkiye’nin siyasî otoritesine hem de o sektörde dönen paraya kendileri sahip olmak istemektedirler. Bu nedenle bazı Avrupa ülkelerindeki basın ve bazı kurumlar bu konuda Türkiye aleyhine bir kampanya başlatmışlardı. Türkiye devletinin uyuşturucu kaçakçılığını ve kara para aklama işlerini koruduğu ithamında bulunup bazı müeyyidelere başvurmaya başlamışlardı. Meselâ; bazı Avrupa ülkeleri Türk bankalarının hesaplarına ve para trafiklerine denetleme getirmeye başlamışlardı. İşte Türkiye, Avrupa ve ABD’de aleyhine oluşan bu gündemi değiştirmek için NATO’nun genişlemesiyle ilgili olarak AB’ne (Avrupa Birliği’ne) kabul edilmezse veto hakkını kullanabileceğini gündeme getirdi. Böylelikle Avrupa ve ABD’de Türkiye ile ilgili gündem, Türkiye’nin NATO’daki veto tehdidi oldu, uyuşturucu ve kara para aklama meselesi ikinci plana itildi. Türkiye’nin bu manevrası karşısında Avrupa ülkeleri ve ABD bu sefer Türkiye’yi azarlamaya ve hatta NATO’dan ihraç etmekle tehdit etmeye başlayınca, Türkiye de oluşturduğu yapay gündem ve gerilim ile Avrupa ve ABD’ne şu mesajı vermektedir: “Bizi öyle yıpratır ve dışlarsanız, Türkiye’de bir de şeriat tehlikesi vardır. Neticesini siz düşünün.” Aynı mesajı, Türkiye İsrail’e de kullandı. Zira İsrail, Türkiye ile yapmış olduğu “Askerî ve Savunma Sanayi İşbirliği” anlaşmasının kapsamına Suriye’ye karşı fiilî askerî işbirliğini de almak istedi. Ancak görüldüğü kadarı ile Türkiye buna sıcak bakmadı. Zira Suriye’ye karşı İsrail’in yanında gireceği bir savaşta boğulabileceğini gördü. Türkiye, İsrail ile olan işbirliğini sadece istihbarat, yüksek teknoloji transferi maksadı ile savunma sanayi işbirliği ve ekonomik işbirliği kapsamında kalmasını istemektedir. İsrail ise, Türkiye’den beklentisine müsbet cevap alamayınca, rahatsızlığını, Türkiye ile yaptığı anlaşmanın benzerini Yunanistan ile yaparak ve Kıbrıs Rum kesimi ile çeşitli ilişkiler kurarak yansıtmaya çalıştı. Bunun üzerine Türkiye Genel Kurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, İsrail’e giderek Türkiye’nin İsrail ile yapmış olduğu anlaşmaya verdiği önemi, İsrail’in Yunanistan ve Kıbrıs Rum kesimi ile yapmış olduğu anlaşmalardan duyduğu rahatsızlığı yansıtmaya çalışarak şöyle dedi: “Biz, hiç bir Arap ülkesine İsrail’in askerî sırlarını vermeyeceğiz.” Böyle diyerek İsrail’i, Türkiye’nin askerî sırlarını Yunanistan ve Kıbrıs Rum kesimine vermemesi gerektiği mesajını verdi. Aynı zamanda Türkiye’de bir şeriat tehlikesi olabileceği, onun için mevcut rejimi yıpratmaya yönelik tutum içinde olmaması gerektiği mesajını da vermiş oldu. Evet, son günlerde Türkiye’de oluşturulan şeriat tehlikesi, laikliği, demokrasiyi koruma, muhtıra ve darbe söylemleri ile oluşturulan yapay gündem ve gerilim ile güdülen maksatlar bunlardır. Şunu burada belirtelim ki, bu senaryoda Erbakan ve ekibi kendisine biçilen rolü çok iyi oynayan bir aktör konumundadırlar.
|
|