Türkiye’deki rejim, iddia edildiği gibi halka değil
askerlere dayalıdır. Böylelikle otoritenin sahibi halk değil
ordudur. M. Kemal, laik cumhuriyeti tesis ederken, bunun halka
değil özel olarak tesis ettiği orduya dayandırdı. Nedeni
ise bilinmektedir, ki bu ise Türk halkının Müslüman olması,
Hilâfet’in ilgası ve cumhuriyetin tesis edilmesi, şeriatın
yönetimden uzaklaştırılması, İslâm’ın hayattan
ayrılması ve yerine laikliğin gelmesi ile ilgilidir. Halkın
iradesi olmamasına rağmen bu rejim kuruldu. Bu nedenle hem
otorite halka dayalı olmadı ve hem de halka güvenilmedi. Aynı
anda cumhuriyeti ve ilkelerini halktan korumak için bu ordu
tayin edildi. Ve 74 senedir bu durum böyle devam etmektedir.
Cumhuriyetin doğuşu, anormal olduğu için bunun yetiştirilip
olgunlaşması için yapılan bütün çabalar da boşa çıktı.
Bundan dolayıdır ki ordu, hep tehdit etti ve hep müdahale
etti. Ve böylelikle yaptıkları darbeler ve uyarıları
ortalıktadır, bilinmektedir. Asılda ise, meşru ve tabii olan
devlet, halkın otoritesine dayalı olan devlettir. Bundan
dolayı Atatürk’ün ve onun tesis ettiği ordunun devleti
değil, bu devlet halkın devleti olur. O zaman halk hem onu
korur ve hem onu savunur. Ordu ise bu işe karışmaz. Böylelikle
ordu müessesi, halk ve partiler üstü olmaz. Halbuki ordu
kuruluşu, devletin diğer kuruluşları gibi olmalıdır. Su
işleri müdürlüğü, ziraat veya sanayi müdürlükleri gibi
olmalıdır. Ordu, yönetimde hiç kimseye emir vermez, karar
almaz ve siyasîleri bir şeye zorlayamaz. Oysa halk, siyasîleri
zorlar.
Bundan dolayı ordu, devlet reisinin emri altında olur. İslâm’da
halife, ordu genel komutanıdır ve bilfiil onu yönetir. Halk
halifeyi muhasebe eder ve onu İslâm’ı uygulamadan
ayrılmaması için zorlar. Ordunun işi ise, cihad yapmaktır.
Halife, dârül küfrün bir memleketini fethetmeye karar alırsa,
bu hususla ilgili orduya emir verir. Kurmay subaylara planlar
çizdirir, askerlerle bu hususla ilgili olarak danışır ki bu
tamamen her konuda olduğu gibi diğer memurlarla danıştığı
gibidir. Fakat yine de onların görüşleri bağlayıcı
değildir. Son karar yine, halifenindir. Çünkü İslâm’daki
yönetimin temel kaidelerinden biri, otoritenin ümmetin olmasıdır.
Rasulullah (SAV)’in kendisi devlet başkanı olduğu gibi
ordunun da asıl komutanı idi. Kendisi çok zaman fetih yapmak
için hazırladığı ordunun başında idi. Bedir, Uhud,
Hendek, Beni Mustalak, Huneyn, Taif, Hayber, Kureyze oğulları,
Nadir oğulları, Tebük ve diğer savaşlara katılıp
komutanlık yaptı. Gitmediği savaşlar da vardı, fakat
kendisi komutanları tayin ediyor ve azlediyordu. Meselâ; Mute
Savaşına katılmadı, fakat o savaşın komutanlarını
kendisi tayin etti. Raşidî halifeler, Ebu Bekir, Ömer, Osman
ve Ali de aynı şekilde hareket ettiler.
Bu nedenle ordu, devletin bir müessesi olup, halifenin emri
altında bulunur, halife ordunun emri altında bulunmaz.!. Yoksa
o zaman halife olamaz ve onun azli gerekli olur. Çünkü halife
devletin bütün işlerini şeriata göre kendi iradesiyle
yürütemez ise aciz sayılır. O zaman onun azli iktiza eder.
Mezalim Mahkemesi, önce halifeyi uyarır, acizliğinden
kurtulması için ikaz gönderir ve bunun için kısa bir müddet
tayin eder. Bu müddet içerisinde, ordu gibi kendisine musallat
olanlardan kurtulamaz ise onun azline karar verir. Bir kaç
polisi ona gönderir, onu dârül halife’den (halifenin
karargâhı) alır evine gönderir. Eğer direnirse, zorla
oradan alınır ve belli bir zaman için hapiste tutulur. Ondan
sonra Ümmet Meclisi’ne yeni halifeyi tesbit etmesi ve sınırlandırması
için talimat verir. Çünkü İslâm’da, halife adaylarını
tesbit etme ve sınırlandırma yetkisi Ümmet Meclisi’ne
aittir. Bu meclis, Müslümanlardan seçilmiş olmalıdır.
Bunun üyeleri Müslümanları temsil ediyor olmalıdır. Bu
meclis, halife adaylarını tesbit edip sınırlandırdıktan
sonra halkı bu adaylardan birisini halife seçmek için seçime
davet eder. Seçim kurulu, sandıkları yerleştirip düzenler.
(Ya da buna benzer halkın seçme imkânını sağlayacak bir
üslup benimser.) Neticede en çok oy alan aday halife olur.
Ondan sonra da Allah’ın Kitabı, Rasulullah’ın Sünneti
üzerine, seçimi kazanıp da halife olana biat verilir.
Çünkü İslâm’da egemenlik ve hâkimiyet şeriatındır. Bu
da, devletin temel kaidelerinden birisidir. Böylelikle halk,
halife ve herkes şeriata uymalıdır ve ona mahkumdur. Böylelikle
şeriat hakimdir, egemendir. Anayasa ve kanunlar ise oradan
alınır. Meclis ise bunları çıkartmaz.!. Sadece halife, Kur’an
ve Sünnet’ten anayasa ve kanunları çıkartır. Bu da İslâm’daki
yönetimin temel kaidelerindendir. Bundan dolayı halk, ordu
veya meclisin bunda hakkı yoktur.
Bu nedenle ordu yönetime karışamaz ve müdahale edemez.
Ancak diğer Müslümanlar gibi halifeyi muhasebe eder ve onu
Mezalim Mahkemesi’ne şikâyet eder. Mezalim Mahkemesi ise,
müçtehitlerden oluşur. Onun yetkisi ise, halife ve diğer yöneticileri
kontrol etmek, benimsedikleri kanunların şeriata uygun olup
olmadığını incelemek, onların azline karar almak ve yeni
halifeyi seçmek için karar almaktır. Nitekim halife ve diğer
yöneticilerin dokunulmazlıkları yoktur ve böylelikle hemen
yargılanabilirler. İcap ederse cezalandırılır ve
azledilirler.
İslâm’a dayalı hiziplerin işi ise, İslâm davetini
yüklenmek, devlet adamını yetiştirmek, halifeyi ve diğer yöneticileri
hesaba çekmek, onlara fikir ve nasihat vermek ve halife adayını
sunmaktır. İşte bunlar büyük rol oynamaktadır. Ki bunlarla
devlet rayında durdurulur, ümmet bilinçlendirilir ve diğer
insanlar İslâm’a davet edilir.
Ayrıca her Müslümanın halifeyi ve diğer yöneticileri
muhasebe etme hakkı vardır. Herkes; neşriyat, basın, radyo,
televizyon, faks ve diğer araçları kullanarak bu muhasebe
işini yapar ve İslâm açısından fikrini sunar. Böylece
halife ve diğer yöneticiler, Müslümanların değişik güçlerinden
korkmaya başlarlar. Bunlar ise Ümmet Meclisi, siyasî
hizipler, Mezalim Mahkemesi ve sair ümmetin fertleri, kuruluşları
ve seslerini duyurmak için kullandıkları araçlarıdır ki bütün
bunlar olunca, halife ve yöneticiler Allah’tan korkmazlarsa
böylelikle bunlardan korkacaklardır. Halbuki halife ve diğer
yöneticiler aslında her şeyden önce Allah’tan korkmalıdırlar.
Türkiye’ye bakacak olursak; durum tamamen bundan farklıdır.
Millî Güvenlik Kurulu kurulmuştur. Bu ise, ara sıra yöneticileri
çağırır ve uyarır ve kulaklarını çeker, onlara karar aldırır.
Bu kurul ise askerlerden müteşekkildir. Peki niçin bu kurul
mevcuttur?! Niye askerler yöneticilerden üstündür?! Niye
kimse bunu sormaz ve itiraz etmez?! Niçin hiç bir yönetim onu
ilga etmek için bir adım dahi atmaya cesaret etmez?! Türkiye’yi
kim bu hale getirdi?! Mustafa Kemal.. Peki neden?! Buna cevap
ise; çünkü bu adam, Müslüman halk üzerine kurduğu bu
cumhuriyet için korkuyor, halka güvenmiyor. Daha doğrusu
halktan korkuyor. Çünkü kendisi de bir asker idi. Bu sebeple
bu orduyu tesis edip cumhuriyetin koruyucusu olarak tayin etti.
Her ne kadar bu cumhuriyeti gençlere emanet ettik deseler de bu
bir kuruntudur. Çünkü gençler, kendi dinlerine dayalı
sistemi savunup korumakta, batıdan ithal edilip İslâm’a aykırı
olan rejimi ve ilkelerini savunmamaktadırlar. Bu nedenle Türkiye’de
otorite halkın elinde değil ordunun elindedir. Siyasetçiler
ve yöneticiler askerlerin kuklası ve hizmetçisidir.
Egemenlik veya hâkimiyet de milletin değildir, ordunundur.
Oysa egemenlik şeriatın olmalıdır. Fakat Türkiye’de
egemenliğin milletin olduğu söylenmektedir.(!) Bu ise bir
laftır. Aslında egemenlik ordunundur.
Türkiye tarihi boyunca bütün anayasalar hep askerler tarafından
konuldu. Asker Mustafa Kemal Paşa tarafından iki anayasa
konuldu. 1960’da darbe yapan askerler yeni anayasa koydular.
’71 darbeci askerleri ise bunlar üzerinde bazı reformlar
yaptılar. 1980’de darbe yapan askerler, yeni anayasa
koydular. Şu anda yürürlükte olan anayasa ise 1982’de
askerlerin çıkarttığı anayasadır. Meclis ise, ancak bu
anayasaya göre kanun çıkartır. Halkın %92 buna evet dedi,
denilse de bu bir aldatmacadır. Halk, askerlerin otoritesinden
kurtulmak için buna evet dedi. Oysa halk bunu incelemiş ve düşünmüş
değildir. Çünkü halk biliyor ki, bu anayasaya evet
demezlerse askerlerin yönetimi kalkmaz. Fakat burada halk
suçlu değil demek doğru olmaz. Bilâkis, halk buna hayır
demeli ve askerlerin yönetimine karşı çıkmalıdır. Asker
Mustafa Kemal Paşa veya asker İsmet Paşanın askerî
yönetimlerine karşı çıkılsaydı bu duruma gelinmezdi. Yine
askerler üç defa ezici çoğunlukla seçtikleri ve sevdikleri
Adnan Menderes’i devirince ona karşı çıkılmalıydı ve
onun idamı da engellenmeliydi. 1971’de askerlerin darbesine
karşı çıkılmalıydı. 1980’de askerler, halkın
partilerini kapatınca ve liderlerini tutuklayınca, halk bu
darbecilere karşı çıkmalıydı. Ama halk suskun kaldı ve
halen suskun, sesini hiç çıkartmaz ve askerlerin arzularına
uyar. Bu yönden siyasîler de suçludurlar ve hem de korkaktırlar.
Herhangi bir şeyde hemen askerlere boyunlarını büküp
uyarlar. Ve son örnek de 28-2-’97’de askerlerin yaptıkları
Millî Güvenlik Kurulu’nun toplantısıdır ki;
cumhurbaşkanı, başbakan, yardımcısı ve başka bakanların
buna çağrılmasıdır. Eğer bunlar gerçekten devlet adamı
olsalardı, cesur bir hareketle bu toplantıya katılmayı red
ederlerdi. Ve askerlere şöyle derlerdi: “Ey asker, bu işe
karışmayın. Yönetici biziz, siz değilsiniz. Halk sizi seçmedi,
bizi seçti. Bu devlet bize emanettir, size değil. Sizin
işiniz, bizim emrimize göre hareket ederek bizleri kâfir düşmanlardan
korumaktır. Sizden kim bizim işimize karışırsa, ordudan
alınır ve hapse atılır.”
Ey yöneticiler! İkinci Halife Ömer’i
örnek edinin. Ki şöyle: Rumların başkenti olan Şam’ı,
komutan Halid b. Velid liderliğinde Müslümanlar kuşatıp
fethetmek üzereyken, Halife Ömer, Halid b. Velid’i
görevinden azleder ve yerine başka komutanı tayin eder. Halid
ise, hemen komutanlığını yeni komutana teslim ederek şöyle
dedi: “Er olsun, komutan olsun savaşırım. Ben Ömer için
savaşmıyor, Allah için savaşıyorum.” Oysa Halid,
Rumları, Şam’a yakın bir yerde büyük bir savaşta yendi
ve her savaşta da muzaffer olmuştu. Hatta Rasulullah (SAV) ona
“Seyfullah’il Meslul” “Allah’ın (kâfirleri karşı)
çekilen kılıcı” lakabını taktı. Halid, Medine’ye dönünce,
Ömer yanına gitti ve halifeye sordu. “Niye beni azlettin?”
Ömer ise, “Fitneden korktum. Herkes Halid’den bahsedince,
insanlar aldanırlar ve sen de aldanırsın.” dedi. Halid,
kendini savunduysa da, Ömer “Ben halifeyim, kararım
karardır, bitti” manasında sözlerine son verdi.
İşte Hilâfet Devleti’nde durum böyle olur. Otorite
ümmetindir. Ümmet, otoritesini bir halifeye vekâlet eder ve
ona itaat eder. Halife şeriata aykırı gelirse, ona karşı çıkar
ve Mezalim Mahkemesi yoluyla vekâletini geri çeker ve başka
daha takvalı olan birini seçer. Çünkü Allah’u Tealâ,
ulul-emire (halife ve diğer yöneticilere) itaati
Müslümanlara farz kılarken, onlarla Müslümanlar eğer çekişecek
olurlarsa, Allah’ın Kitabı ve Rasulullah’ın Sünneti’ne
müracaat etmeyi farz kıldı. (Nisa Suresi’nin 99. ayetine
bakın.) Bu iki taraf arasında hakemlik yapacak kimsenin
mevcudiyeti de vacib oldu. Bu ise hakimdir. Ayrıca Rasulullah
(SAV) böyle bir hakimi tayin etti ve buna Mezalim Hakimi
denilir.
Fakat bu, Türkiye için şu haliyle hayaldir. Çünkü
siyasîler, yöneticiler ve partiler askerlere boyun eğmektedirler.
Hatta bir çok siyasî veya yazar ve sivil kimse, askerlerin
müdahalesini istemektedirler. Bozuk olan demokrasiyi bile
Müslümanlara karşı savunurlar ve çürük olan laikliği
korumak için orduyu çağırırlar. Laiklik ve Atatürk inkılapları,
fıtrata ve akla aykırı olduğu için halk onları red ediyor.
Ve böylelikle halk İslâm’a inandığı için laikliği ve
Atatürk inkılaplarını red eder. Çünkü laiklik, dini
devletten ve siyasetten uzaklaştırır. Laiklik, beşerin
egemenliğidir. Türkiye’de ise beşerin bir kısmı olan
ordunun hâkimiyeti söz konusudur. Beşerin ezici çoğunluğu
olan Müslümanlar ise mahkumdurlar. Bu nedenle askerler kendi
hâkimiyetlerini ve otoritelerini korumak için müdahale
ederler. Hem de sürekli müdahale etmeyi düşünürler. Ve
uyarırlar eğer yararlı olmazsa.!.
Erbakanistler, size nasihatimiz şöyledir: Biraz düşünün.
“İktidara geldiğimizde şöyle yapacağız, böyle yapacağız”
diyordunuz. Oysa hiç bir şey yapamadığınız halde ve hep
“liderimiz askere boyun eğdiği halde bunları yaptık, ettik”
diyorsunuz. Böylelikle gözlerinizi kapatıyorsunuz ve büyük
konuşuyorsunuz. Aklınızı başınıza alın, insaflı olun,
olaya objektif ve tarafsız şekilde bakın ki göreceksiniz onu
yapamazsınız.! Bir adamı sevmek, insanı kör eder ve sağır
da yapar. Fakat Allah (c.c); Müslümanların insaflı
olmalarını, durum kendi aleyhlerine olsa bile gerçeği söyleyip
kabul ettiklerini, doğru şahitlik yaptıklarını ve doğru
şekilde hareket etmeye çalıştıklarını belirtmektedir. Ve
Allah’u Tealâ bunu şöyle belirtiyor:
“Ey iman ederler! Adaleti tam yerine getirerek Allah
için şahitlik eden olun. Kendinizin, ana ve babanızın ve
yakınlarınızın aleyhine bile olsa (şahitlik ettiğiniz
kimseler) zengin veya fakir olsalar (adaletten ve hakkı söylemekten
ayrılmayın). Nitekim Allah sizden onlara daha yakındır.
Öyleyse heva ve heveslerinize uyarak doğruluktan sapmayın.
Eğer (doğruyu söylerken) dilinizi eğip bükerseniz veya doğruyu
hiç söylemezsiniz, şüphesiz ki Allah yaptıklarınızı
haber almaktadır.” (Nisa: 135)
Öyleyse bir kişiye veya bir partiye taassubu bırakın ve
gerçeği görün. Heva hevesi bırakın, hakkı ve doğruyu söyleyin.
Allah’ın; Rasulü’ne sahabelere ve Kıyamet Gününe kadar
bütün Müslümanlara farz kıldığı metoda tabi olun. Bu ise
İslâm’a dayalı bir parti kurmak, demokrasiye, laikliğe,
Atatürk ilkelerine ve sair küfür ilkelerine dayalı partiden
vazgeçmek demektir. Halkı bilinçlendirmek için açıkça
İslâm ahkâmını anlatın, küfür rejimi, ilkeleri ve
siyasetini açıkça çürütün. Ki millet, hakkı batıldan
ayırsın ve hakka tabi olsun. Bu millet bunu fark ederse, İslâm’a
bağlanır ve rejimi değiştirir. Zira otoriteyi kendi eline geçirir
ve askerleri de kendine uydurur. Halk direnirse, askerler ne
kadar ezseler bile bir şey yapamazlar ve nihayet halka mağlup
olurlar. Nitekim ordu, halktan bir parça olduğu için davayı
kabul eder veya önemli kesimini kabul eder. Aynen Medine’de
halkın çoğunun değişmesiyle beraber kuvvet sahiplerinin
önemli bir kısmı da değişti, Müslüman oldu, Rasulullah’a
biat edip yardım etti. Onu iktidara getirip devleti teslim etti
ve onun emri altına girdi. Zira Allah’u Tealâ şöyle
buyurmaktadır:
“Şüphesiz ki bir halk, kendi içindekini (fikir, ölçü,
kanaat ve mefhumlarını) değiştirmedikçe, Allah o kavmin
halini değiştirmez.” (Ra’d: 11)
Öyleyse küfür rejimi içerisinde iktidar olmak
için çalışmayın. Onu vesile olarak da düşünmeyin. Halkı
salih ve net şekilde İslâm’la değiştirme yolunu izleyin.
Ki otorite halkta olsun ve egemenlik şeriata ait olsun. “Rasulullah
ve sahabeler gibi yapamayız” demeyin. Onların metodu her
zaman ve mekânda geçerli ve farzdır. Fakat yalnızca Allah’tan
korkun, O’nun hâkimiyetini red eden şeytanın dostlarından
korkmayın. Nitekim Allah’u Tealâ şöyle buyurdu:
“İşte şeytan kendi dostlarını korkutur. Öyleyse
onlardan korkmayın. Eğer mü’min iseniz yalnız Allah’tan
korkun.” (Ali İmran: 175)
|