Müslümanların bugünkü vakıası, her Müslüman’ın
hissettiği gibi hiç bir beyan ve izaha muhtaç değildir.
Memleketlerinde küfür nizamları ile hüküm edilmekle, bu
yerler kesinlikle ve tartışmasız darül küfürdür. Şöyle
ki: İslâm memleketleri bugünkü durumda kırktan fazla
devlete, emirliğe, şeyhliğe ve sultanlığa ayrılmış
olduğundan kâfirlere karşı duracak bir vaziyette değiller.
Binaenaleyh Müslüman memleketlerinden her birinin davası,
varlığını Darül İslâm’a çevirerek, diğer İslâm
memleketleriyle birleşmeye çalışmaktır. Bu dava, hayatî
bir davadır. Hatta bütün hayatî davaları içine alan ana
davadır. Bu mesele ile ilgili icraatlar ölüm kalım icraatı
olarak telakki edilmelidir. Yalnız bu hayatî dava, yani İslâm
memleketlerini Darül İslâm’a çevirmek ve diğer İslâm
memleketleriyle birleştirmek meselesi, tahakkuku için çalışılan
bir hedeftir. Bunun tahakkuku için takip edilecek yol,
Hilâfeti tekrar kurmaktır. Bugün Müslümanların üzerine
borç olan en mühim mesele, İslâm memleketlerini Dârül İslâm’a
çevirebilmek için Hilâfeti hükmetme nizamı olarak iş
başına getirmektir. Sonra bu memleketleri İslâm diyarına
çevirerek diğer İslâm memleketleriyle birleştirmektir.
Yalnız bugün Müslümanların karşılaştıkları vakıalar
iyi anlaşılmalıdır. İbni Ömer’in Nebî (SAV)’den
rivayet ettiği; “Kim başında cemaatı birleştiren bir imam
yok iken ölürse o, cahiliyye devrinde ölmüş sayılır.”
hadisine binaen hayatî bir hüküm taşımayan farzı kifaye
üzerine bir halife seçimi değil, aksine Hilâfeti yeniden
kurmak olmalıdır. Yani Hilâfet nizamını bir hükmetmek
nizamı olarak getirmektir. Bu halife seçimini icaba ettirmekle
beraber halife nasbından ayrı bir meseledir. Hilâfeti ikâme
etmek katî olarak hayatî bir davadır. Bu, memleketlerimizi Dârül
küfürden Dârül İslâm’a çevirerek küfür nizamlarını
yıkmak suretiyle açık küfrü ortadan kaldırmak demektir.
İşte bu hayatî bir meseledir. Çünkü Rasulullah (SAV) şöyle
demiştir: “Ancak açık küfür görürseniz” ve aynı
hadiste “Ey Allah’ın Resulü, onlara karşı gelmeyelim mi?”
denilince, dedi ki: “Sizlere namazı ikâme ettikleri
müddetçe hayır.” Bundan dolayı Müslümanları, hayatî
davalarının tahakkukuna götüren yol yine hayatî bir davadır.
Çünkü Sünnet’ten alınan şerî delil, bunun hayatî dava
olduğuna delâlet ediyor. Bundan dolayı bu mevzu ile ilgili
davranışların ölüm kalım davranışları olması
zaruridir. Yalnız küfrün hükümlerinin kâbus gibi
çökmesinden ve Müslümanların idarelerini, kâfirlerin,
münafıkların ve mürtetlerin ele almalarından itibaren
onlar, daimî olarak küfür sultasından ve onun sahiplerinin
ve yardımcılarının tahakkümünden kurtulmaya gayret sarf
ediyorlar. Yalnız onlar mücadele ettikleri bu meselenin
hayatî bir dava olduğunu, uğrunda ölüm kalım mücadelesi
lazım geldiğini idrak edemediler. Müslüman topluluğundan bu
idrakin kalkması, ümmet olmaları itibariyle hayatî davalarla
mütenasip mücadelede, normal telakkî edilecek; fakirler, yıkım
ve ölüm dışında işkencelere, zindanlara ve eziyetlere
katlanmak için gereken istidadı bile kaldırdı. Bunun için
bu teşebbüsler, katî muvaffakiyetsizliklere uğradılar.
Uğrunda mücadele edilen davaya, doğru bir adım dahi
atamadılar.
Müslümanlar bu davranışlarının hayatî bir dava olduğunda,
uzun uzadığa tefekkür ve teemmüle muhtaç değildirler. Bu
dava, gözleri görenlere ilk andan beri vazıh olduğu gibi
şimdi de vazıhtır. Kâfirler, aklen ve adeten, İslâm’ın
siyasî hayata iktidara dönmesine asla müsaade etmezler. Ve bu
davayı tahakkuk ettirmek isteyenlere karşı koymak için
ellerinde zerre kadar imkân varsa bunu kullanmaktan asla geri
durmazlar. Bu mevzuda mürted ve münafıklar da kâfirlerden
geri kalmazlar. Onlar, Allah’ın haramlarını hadleriyle
korumak ve O’nun hükümlerini yürürlüğe koymak için
idareyi ellerinden almak isteyen mü’minlere karşı,
ellerinden gelen kuvveti kullanmaktan geri kalmayacaklardır.
Buna binaen meseleyi, uğrunda ölünmesi icab eden bir
mesele olarak görmedikçe Müslümanlar bu davanın tahakkuku için
ne kadar gayret sarf etseler de semere vermeyeceği
muhakkaktır. Müslümanlar, mücadelenin tabiatını
kavrayamadıkları ve bu husustaki Allah’ın hükmünün
hakikatını idrak edemedikleri için hayatî meseleler
seviyesine çıkmayan basit davalar seviyesinde kaldılar. Ve bu
uğurdaki gayretleri ölüm kalım seviyesinde olmadığından
kendilerini kurtarmak için boşuna çalışıp durdular.
Hakikatte ise küfür nizamını kaldırıp yerine İslâmî
nizamı yerleştirmek gibi varlığı hayatî olan davalar bu
seviyeye ulaşsın veya ulaşmasın onun hayatiyetini nazarı
itibara alarak ölüm kalım mücadelesi yapmadıkça,
kuvvetleri ne kadar olursa olsun ve ne kadar gayret sarf
ederlerse sarf etsinler, hiç bir kimse bu gayeyi tahakkuk
ettiremeyecektir. Bunun için Müslümanlar fert ve toplum
olarak küfürle aralarındaki mücadelede mutlaka ölüm kalım
seviyesinde mücadele etmelerinin gerekli olduğunu açık bir
şekilde bilmelidirler. Zira onların ana meseleleri, bu çeşit
icraatı gerektiriyor. Şeriat, Kitap ve Sünnet’te böyle
emretmektedir.
Rasul (SAV), davalarımızı sınırlandırmamızı ve hayatî
davalar uğrunda ölüme kadar mücadele etmemizi öğretti.
Sallallahu Aleyhi Vesellem, Allah’tan kendisine İslâm
elçiliği gelmesine müteakip, davayı fikrî mücadele ile
tebliğ etmeye başlayınca davasını, İslâm’ın izharıyla
sınırlandırdı ve bunun için ölüm kalım mücadelesi
verdi. Aleyhisselâm’dan rivayet edildiğine göre amcası Ebu
Talib, Kureyş’in isteğini kendisine anlattığı sırada
ona, yani Muhammed’e (SAV)’e şöyle dedi: “Sen kendine ve
bana bak. Ve bana kalkamayacağım bir yük yükleme.” Rasul
buna cevaben; “Ey amcam, onlar bu davadan vazgeçmem için sağıma
güneşi, soluma da ayı koysalar, yine vallahi vazgeçmem.
Allah ya bu dini muzaffer kılacak yahutta ben bu uğurda öleceğim.”
Yine devleti kurup kılıçla cihad etmeye başlayınca,
davasının, İslâm’ı üstün çıkarmak olduğunu açıkça
beyan etti. Bu gayeyi tahakkuk ettirmek için ölüm kalım mücadelesi
yaptı. Aleyhisselâm’dan rivayet edildiğine göre; Hudeybiye
vakıasının cereyan ettiği Umra’ya giderken Mekke’ye iki
konaklı bir mesafede olan Afsan denilen yere varınca, Beni Ka‘ab’tan
bir adamla karşılaştı. Ondan Kureyş hakkında malumat
istedi. O adam cevaben; “Kureyş, senin hareketini duydu.
Kaplan derileri giyerek Zi Tâvâ denilen yerde karargâh
kurdular. Seni, Mekke’ye sokmamak için Allah’a and
içiyorlar. Halid b. Velid’i ise, süvarilerinin başında
Kura ElGamim denilen yere gönderdiler.” dedi. Rasul (SAV);
“Yazık Kureyş’e... Harp onları mahvetti. Ne olur benimle
diğer Arapları baş başa bıraksalar. Eğer Araplar bana
galip gelirse istedikleri olur. Eğer ben galip gelirsem rahatça
İslâm’a girerler ve girmezlerse kuvvetli oldukları müddetçe
savaşırlar. Kureyş, ne zannediyor?.. Allah’a and olsun ki,
Allah İslâmiyet’i muzaffer kılıncaya veya şu baş bu vücuttan
ayrılıncaya kadar gönderildiğim uğrunda cihad edeceğim.”
dedi. Ve bundan sonra yoluna devam ederek Hudeybiye’ye kadar
vardı.
Bu her iki halde de İslâm’a davet vazifesini, fikrî
mücadele ve kılıç ile cihad yaparak; Rasul, davasının İslâmiyet’i
zafere ulaştırmak olduğunu ve bu davanın hayatî bir dava
olduğunu sınırlandırdı. Her iki halde de ölüm kalım
seviyesinde mücadele etti. Birinci halde
“Allah, İslâmiyet’i muzaffer edinceye ve bu uğurda
ölünceye kadar bu davayı bırakmam” dedi. İkincisinde
ise; “Allah, İslâmiyet’i muzaffer kılıncaya veya bu baş
bu vücuttan ayrılıncaya kadar mücadeleyi bırakmayacağım”
dedi. Eğer Rasul, bu davayı hayatî bir dava telakkî etmezse
ve davranışlarını ölüm kalım seviyesinde yapmazsa idi,
gerek fikrî mücadele safhasında gerekse kılıçla mücadele
safhasında, İslâm muzaffer olmazdı. Müslümanların bugün
içinde bulundukları vakıa da aynıdır. Küfür nizamları
onların üzerine tahakküm etmiş durumdadır. Yine
üzerlerinde kâfirlerin ve münafıkların baskısı hakimdir.
Eğer bu davalarının hayatiyetini düşünmezler ve bu uğurda
ölüm kalım mücadelesi yapmazlarsa, çalışmalarından hiç
bir semere de elde edemezler. Ve bir adım dahi ilerleyemezler.
Bundan dolayı İslâm memleketlerine tahakküm eden bu
küfür içinde her Müslüman, memleketlerini Dârül İslâm’a
çevirmek ve diğer İslâm memleketleriyle birleştirmek
maksadıyla Hilâfet’i kurmak için çalışmaya, İslâm’ı
muzaffer kılmak için bütün dünyaya İslâm davasını
taşımaya ve sadık bir iman, aydın ve hakiki bir anlayışla
Rasul (SAV)’in; “Onlar, bu davamdan vazgeçmem için sağıma
güneşi, soluma da ayı koysalar, vallahi yine vazgeçmem.
Allah ya bu dini muzaffer kılacak, yahutta ben bu uğurda
öleceğim.” ve Aleyhisselâm’ın; “Allah’a hamd olsun
ki; Allah, İslâmiyet’i muzaffer kılıncaya veya bu baş bu
vücuttan ayrılıncaya kadar gönderildiğim uğrunda cihad
edeceğim” sözlerini hatırlamaya ve tekrarlamaya davet
ediyoruz.
|