SİYASİ SORULARIN CEVAPLARI

 

19 Ramazan 1417 / 26-1-1997

 

1- SUDAN :

Bugünlerde Sudan’da yaşanan iç savaş, Güney Sudan’ın ayrılması için yapılan bir savaştır. Bu sadece bir iç savaş değil, aynı zamanda devletlerarası boyutları olan bir savaştır. Güney Sudan’ın ayrılması meselesi eski bir meseledir. Zira İngiltere, Sudan’ın sömürgecisiydi, Güney Sudan’ın ayrılmasını benimsemiş ve oradan çekilişinden önce 1955 yılında Sudan’ın güneyinde bir ayrılıkçı hareket başlatmıştı.

Bugün ise Amerika, Güney Sudan’ın ayrılması için çalışmaktadır. Sudan sınırlarındaki iç savaşın ardında da Amerika vardır. Amerika, isyan hareketinden ayrılıp “Sudan Halk Kurtuluş Ordusu” isimli bir örgüt kuran John Grang’ı yanına aldı ve Etiyopyalı uşağı Haile Mariam vasıtası ile “Sudan Halk Kurtuluş Ordusu”nu ayrılıkçı isyancıların en büyüğü ve en önemlisi olasıya kadar desteklemeye başladı.

Sudan’daki yönetim sistemindeki farklılıklara rağmen, ayrılıkçı direnişine siyasî velayetlerini (himayelerini) göstermiştir. Devlet başkanı Cafer Numeyri, yönetimdeyken 1972’de Güney Sudan’a özerklik verdi. Fakat çok geçmeden bundan vazgeçti. Aynı şekilde Sudan hükümetinin başkanlığının ilk günlerinde Sadık el-Mehdi de aynı tavrı aldı. Devlet başkanı Ömer Ahmed Beşir liderliğindeki “Kurtuluş Hükümeti” olarak isimlendirilen hükümet, yönetime geldiğinde yönetim, şeklen İslâmî bir görünüş aldı. Bu hükümet de ilk günlerinde isyan hareketi ile mücadelede ve onu sığınaklarından söküp atmakta ekstra bir gayret gösterdi ve bunda da başarılı oldu. Kuraklık döneminin başlamasını da ganimet bilip askerî operasyonlar yaptı. Öyle ki hükümet, isyancıları mevziilerinin büyük bir kesiminden dışarı çıkartabildi. Fakat isyancı hareketi kontrol altına alıp isyanı sona erdiremedi. Çünkü isyancılar, hepsi de Amerikan uşağı olan, Etiyopya, Eritre, Uganda gibi komşu devletlerin topraklarını kendileri için güvenli sığınak yerleri olarak benimsediler. Sudan topraklarına düşmanca saldırılar için oralarda toplanıyorlar, planlar yapıyorlar ve oralardan intikal ediyorlardı.

Bugünlerde daha da şiddetlenen son uyarı saldırıları son üç ayda yoğunlaşmaya başlamıştı. Zira Amerika, Etiyopya, Eritre ve Uganda yoluyla isyancılara askerî destek vermeye başladı. Aynı zamanda Sudanlı muhalif gruplar -ki onların başında Osman el-Mirgani liderliğindeki “Demokratik İttifak Çatısı Partisi”, Sadık al-Mehdi liderliğindeki “Ümmet Partisi” ve “Mehdi Yardımcıları Partisi” var- John Grang’ın saflarında yer almaya başladılar. İsyancıları ve Sudanlı dış muhalif grupları barındıran komşu devletler; Etiyopya, Eritre ve Uganda da isyancılara askerî ve lojistik desteklerini daha da artırdılar. Sudan’ın dediğine göre komşu devletler isyancılara askerî kuvvetleri ile destek vermektedirler. Hartum ve Eritre’deki Amerikan büyükelçisi, isyancılarla koordineli olarak çalışmaları için Esima’da Sudanlı muhalif gruplarla görüşme yapmıştır.

Bu organizasyondan ve yardımdan dolayı isyancılar, Etiyopya, Eritre ve Uganda’dan geçerek Sudan’ın doğu ve güneydoğu sınırlarında düşmanca saldırılar başlattılar ve bazı şehirleri işgal ettiler.

Ancak isyancıların kuvveti ne seviyede olursa olsun, giriştikleri askerî operasyonlar aracılığıyla Sudan’ın güneyine hakim olup orada Sudan’dan ayrılmış bağımsız bir devlet ilân etmekten aciz kalacaklardır. Sudan, Güney Sudan’ın ayrılmasını kabullenesiye kadar bu grup direnmeye, Sudan’ı yorup yıpratmaya devam edeceklerdir. Aynı şeyi Amerika, Etiyopya’da da yapmıştı. Onu isyanlarla sonuna kadar yorup Eritre’nin ayrılması ve bağımsızlığı için görüşmelere zorlamıştı. Bugün olan da Sudanlı yöneticilerin güneyin ayrılmasını kabullenmelerini hızlandırmak maksadı ile yorup yıpratma operasyonu için gerilimlerini tırmandırmaktır.

Burada bizim dikkatimizi çeken işaret, Sadık el-Mehdi ve Osman el-Mirgani’nin John Grang ile beraber olmalarıdır. Her ne kadar onların bu tutumlarındaki maksatları el-Beşir yönetimini düşürmek olup güneyin ayrılması olmasa da bu tutumları ayıp bir tutum sayılır. Bu tutum, Sudan ve Sudan halkına işlenmiş bir cürüm ve ümmete bir ihanettir. Eğer bu tutum bir şeye delâlet ediyorsa o da ancak bu iki şahsın siyasî ahmaklıklarının boyutunu ve yerini almak için el-Beşir yönetimini devirmekteki hırslarının ve bitkinliklerinin boyutunu gösterir.

 

2- ARAPLAR VE YAHUDİLER ARASINDAKİ GÖRÜŞMELER MESELESİ :

 Devletlerarası, bölgesel ve mahallî taraflar “Orta Doğu Meselesi” olarak isimlendirilen hususta serbest tasarrufta bulundular. Sanki e-Halil, meselelerin mihveri oldu. Hatta sanki Orta Doğu meselesi, el-Halil meselesinde temsil edilmiştir. İlişkilerin normalleştirilmesi ve Yahudi sorumluları ile görüşmelerde açık seyrin el-Halil meselesinin çözümüne bağlı olduğu ilân edildi. Fakat bazı ihtilaflı meselelerin çözümü, diğerlerinin ise ertelenmesi ile ilgili el-Halil anlaşması imzalandı. Nitekim gelişmeler nihai merhaleye doğru yönelmeye başlamıştır.

Bu anlaşmanın neticesinde, Arap ve Yahudi sorumluların görüşmeleri önündeki ve ilişkilerin normalleştirilmesi çalışmalarındaki açık seyrin önündeki engel kaldırıldı. Yahudiler açısından ise, iki büyük parti arasında “nihai durum hakkında millî mutabakat” ismi altında yapılan anlaşma metninin uygulanması için bu iki parti arasındaki görüşmeler hızlanmıştır. Bu belge Yahudi halkı adına iki partinin de red ettiği hususları gösteren kırmızı şeritleri ortaya koymaktadır. Bu belge mahallî, bölgesel ve devletlerarası taraflara özellikle de Amerika’ya bir mesaj teşkil etmektedir. Belge göstermektedir ki, onda geçen hususlar hakkında siyasî ve halk birliği gerçekleşmiştir. Belge, Filistin meselesini İsrail’in iç meselesi olarak görmektedir. Şu halde çözümün gidişatı ve şeklini tayin edenin Yahudiler olduğu görülmektedir. Beklenen Filistin varlığının şeklini ve yetkilerini tayin eden Yahudilerdir. Zira o belgede Filistin varlığının, Yahudi devleti sınırları içerisinde Kudüs şehrinin dışında olacağı belirtilmektedir. İki tarafın anlaşmasına göre o belgede, Ürdün nehri ve onun etrafındaki tepeler coğrafî sınırlar ya da güvenlik sınırları olacaktır. Fakat bu tepeler, ya Yahudi varlığına ait olacak ya da Yahudi varlığı, kuvvetlerinin yerleşimi için üs olarak kullanılacaktır. Yine yapılan anlaşmaya göre, Yahudi yerleşimciler hakkında bir şey değişmeyecek, onların çoğu Yahudi varlığına ait kalacaklar. Onlardan Yahudi varlığına ait olmayanlar hakkında ise özel düzenlemeler hakkında görüşmeler yapılacaktır. Her iki taraf da Kudüs’ü Yahudi varlığının başkenti olarak tanımaktadır. Kudüs, parçalanmaksızın bir bütün halinde tamamen İsrail hegemonyası altında kalacaktır. Belge aynı zamanda göçmenler ve su paylaşıcı sorununu da içermektedir.

Filistin varlığı hakkındaki ihtilaf şekil olarak kalmaktadır. Bu hususta İşçi Partisi, Filistin devletinin silahtan arındırılmış olmasına yani egemenliğin sınırlı olmasına ya da Rabin’in isimlendirdiği gibi “devletten bir parçacık” olmasını istemektedir. Bu hususta Likod Partisi ise genişletilmiş bir özerklik istemektedir.

Golan Tepeleri hakkındaki ihtilaflar ise daha açık bir şekilde kalmaktadır. İşçi Partisi sorumlularının açıklanmasına göre zor şartlar karşılığında Golan’dan tamamen çekilmeyi kabul edip, bu çekilmeyi “Keniset”in (İsrail Parlamentosunun) ve referandum ile halkın onaylamasına bağlı kılıyor. Bu hususlarda İşçi Partisi kendisi hüküm vermez. Zira onun kabullenmesi başkanın yürümesine bağlıdır.

Likod Partisi ise, Golan’dan ayrılmamayı ya da onun büyük bir bölümünün İsrail’in elinde kalmasını istemektedir.

Golan Tepeleri ve Suriye ile alâka en azından Yahudi yönetiminde büyük bir düğüm olarak kalacaktır. Çünkü Suriye İsrail’in Golan’dan tamamen çıkarılması dışında bir çözümü kabul etmeyecektir. Bu hususta Suriye’yi ABD desteklemektedir. İsrail ordusunun Lübnan sınırındaki güvenlik şeritinden çıkması hususunda maruz kaldığı durum, sorunun daha da kompleksleşmesini sağlamaktadır. Hatta Yahudiler için bir kriz teşkil etmektedir. Yahudiler onun için hızlı bir çözüm aramaktadırlar. Lübnan’ın Suriye’ye bağımlı olduğu bilinen bir husustur. Lübnan, Suriye’den kopuk tek başına bir çözümü kabul etmez. Zira bir çözüm hasıl olursa, Suriye çözümün dışında kalır, Yahudiler bunun için ne kadar çok özen gösterseler de. Nitekim İngiltere, “önce Lübnan” söylemi üzerine kurulu bir çözümde aracılık yapmaya çalışmıştır. Hatta her ne kadar Yahudi varlığı ile Lübnan arasında sürekli bir sulh hususunda bir çözüme varılmasa da. Zira uygun bir vakte kadar sürekli sulhu erteleyerek güvenlik düzenlemelerinin icat edilmesi hususunda araştırma yapmıştır. Fakat Amerika ve Suriye, İngiltere ve İsrail’in bu çabasını boşa çıkartmışlardır.

Yahudiler, Golan’dan çekilmeyi red ettikleri müddetçe Lübnan sınırındaki şeritte kan kaybını durdurmaya ya da onu sukut etmeye ve kabullenmeye muktedir olmayacaklardır. Onlar şu iki husustan birisini düşünmektedirler:

1- Lübnan ile bir sulh ya da bazı güvenlik tertiplerine muvafakat göstermesine mecbur kılan bir savaş başlatmak veya Suriye ile geniş bir savaşa başlamak. Her ne kadar bu ihtimal var ise de uygulanması kolay değildir. Böylesi bir macera için devletlerarası şartların uygun olması ve büyük bir devletin şemsiyesi gerekir. Yahudiler daha önce de 1978, 1982 ve 1996 yıllarında Lübnan’a saldırılarda bulunmuştu. Fakat Yahudiler, Suriye’nin kapsamlı bir savaşa sürüklenmekten kaçınması ve Amerika’nın Yahudiler için bir tuzak kurmasından dolayı Suriye’yi bir savaşa mecbur kılmakta başarılı olamadılar. 1982 senesinde Yahudiler Lübnan’a düşmanca saldırıda bulundular ve askerî üstünlük elde ettiler. Fakat Suriye’yi bir savaşa sürüklemekte ve gayelerinden herhangi bir şeyi gerçekleştirmekte başarısız oldular. Nitekim bundan dolayı da başkan Menahem Begin’in morali bozuldu. Siyasî hatta sosyal yalnızlığa itildi. Ancak bütün bunlara rağmen, her ihtimal devam etmektedir.

2- Yahudi ordusunun Güney Lübnan sınırındaki güvenlik şeritinden tek taraflı olarak, yani Lübnan ile görüşmeler yapmaksızın çekilmesi. Bunu da Lübnan ordusunun sınır şeritinde Yahudi ordusunun başlattığı yeri doldurup sınır güvenliğini sağlayacağı yaklaşımı ile düşünmektedirler.

Böylece Yahudi ordusunun saldırganlığı hususundaki Lübnan’ın itirazları ve direnişi de yok olacak diye düşünmektedirler. Çünkü Lübnan sadece Lübnan topraklarını kurtarmak için çalışıyor. Fakat tek taraflı çekilmekte düşüklük vardır. Askeriyenin onun ve devletin prestijine ters düşer. Çünkü bu hezimetle aynı seviyede bir iştir. Aynı şekilde Natenyahu’nun göstermiş olduğu prestiji ve kibirliliğe de ters düşer. Bütün bunlara rağmen özellikle Güney Lübnan’dan çekilmeye çağıranların sayısının artmaya başlamasından sonra bu tek taraflı çekilme ihtimali de devam etmektedir.

Bu gerilimi yumuşatıp görüşmelerin devamını sağlamak için Amerika, Suriye ve Yahudileri görüşme masasına tekrar dönme sürecini hızlandırmaya çalışmaktadır. Her ne kadar bu görüşmeler bu zamanda netice doğurmasalar da.. Önemli olan görüşmeler silsilesinin hareket ettirici olarak kalmasını sağlamaktır ki bu süreç devam etsin, hareket etmese de.

Sayı 97...1417-ZİLKADE...1997-MART...Yıl-9

Sayfayı Birine Gönder