(Geçen sayının devamı)....
6- Davayı yüklenme esnasında gücün ve
kuvvetin yalnızca Allah-u Teâla’da olduğuna inanmak. Gücün
sayıca çoklukta olduğuna veya parasal zenginlikte olduğuna güvenmeden
yalnızca Allahu Teâla’ya dayanmak. Yalnız başına olsa
bile Allah’ın kendisi ile beraber olduğuna, en sıkıntılı
anlarda kendisine ancak Allah-u Teala’nın yardım edeceğine
kesin olarak iman etmek. Zira İslam’ın hayata hakim
kılınması emri Allah’tan gelmiştir. İnsanlar, gücün sayıca
çoklukta veya parasal güçte olduğuna kanaat getirdikleri
zaman yani bizler sayı bakımından çok ve parasal zenginlik
bakımından kuvvetli olduğumuz zaman ancak düşmanlarımıza
karşı üstünlük sağlayabiliriz inancına sahip olurlarsa
Allah-u Teala’nın gücünü ve kudretini bir kenara itmiş
sayılırlar. İşte o zaman Allah’ın yardımı onlardan uzak
olur da onlar kendi hallerine kalırlar. Zafere ulaşmaları da
kesinlikle söz konusu olmaz. Bu hususu teyit eden birçok ayet
ve hadisi şerif mevcuttur. Bunlardan bazıları ise şunlardır
:
“Ey iman edenler eğer siz Allah’a
(dinine) yardım ederseniz Allah da size yardım eder ve
ayaklarınızı sabitleştirir. (Muhammed: 7)
Allah’ü Teâla sayıca az olmalarına ve
zor durumda bulunmalarına rağmen Bedir savaşında Müslümanlara
nasıl yardım ettiğini Ali İmran suresi 123-126 ayetlerde şöylece
belirtiyor :
“Andolsun ki siz düşkün bir
durumda iken Bedir’de Allah size kati bir zafer vermişti.
Allah’tan korkun ki şükretmiş olasınız. Hani sen mü’minlere:
İndirilmiş üç bin melekle Rabbınızın size yardım etmesi
yetmez mi? diyordun. Evet. Sabreder, sakınırsanız ve onlar da
hemen üzerinize gelirlerse, Rabbınız size nişanlı beş bin
melekle yardım edecektir. Bu yardımı Allah; size sırf bir müjde
olsun ve kalpleriniz bununla yatışsın diye yaptı. Yoksa
zafer, ancak aziz ve hakim olan Allah’tandır.” (Ali İmran:
123-126)
Dolayısıyla davayı taşımada zaferin
ancak Allah’ın yardımı ile gerçekleşeceğine kesin bir
şekilde kanaat getirmek ve ihlasla amel etmek gerekir. Sayıca
çokluk zaferin kazanılması için sebep değildir. Kitlenin
çalışıp bu davayı taşıyacak yeni kimseler kazanmaları
ancak bir şer’i hükmün yerine getirilmesi içindir.
Samimiyet ve ihlas olmadığı müddetçe, yapılan çalışmalar
sırf Allah’ın rızasını kazanmaya yönelik olmadıkça,
gerçek güç ve kudretin yalnızca Allah’ın elinde olduğuna
kesin bir şekilde kanaat getirilmedikçe sayı ve para
bakımından ne kadar büyük miktarlara sahip olunursa olunsun
zafer elde edilemez. İslam tarihinde bunun bir çok örneği
vardır. Sayıca çokluğun zaferi kazanmak için yeterli bir
sebep olmadığının en büyük göstergelerinden birisi
Rasulullah (SAV) zamanındaki Huneyn Gazvesidir. Huneyn’de Müslümanlar
sayıca çoklukları ile övünüyorlar ve Huneyn’e yönelmiş
olan İslam ordusunun asla mağlup olmayacağını
konuşuyorlardı. Sayıca çoklukları onların çok fazlası
ile hoşlarına gitmişti. Ancak İslam Ordusu henüz Huneyn
vadisine girer girmez tepelerine yağmur gibi yağmakta olan
oklar karşısında çil yavrusu gibi dağılmaya
başlamıştı. Böylece sayıca çokluklarının zafer
kazanmaları için yeterli olmadığını Allah’ü Teâla
hemen orada onlara gösteriyor ve bu hususu Ayet-i Kerimede şöylece
açıklıyordu:
“Andolsun ki Allah,size birçok yerde ve
Huneyn gününde yardım etmiştir. Hani, çokluğunuz sizi böbürlendirmişti
de size bir faydası olmamıştı. Yeryüzü genişliğine
rağmen size dar gelmişti. Sonra gerisin geri dönüp gitmiştiniz.”
(Tevbe: 25)
Öte yandan az sayıda ancak daha samimi ve
ihlaslı bir kitlenin zaferin kazanılmasında daha etken
olduğunu gösteren olaylar vardır. Yalancı peygamber Müseyleme
ve beraberindeki orduya karşı Yemame’de Halid b. Velid
komutasındaki İslam ordusu ile kırk bin kişilik Müseyleme’nin
ordusu arasında şiddetli bir çarpışma olmuştu. Halid b.
Velid Müseyleme’nin ordusuna karşı yaptığı ilk hamlede
başarı elde edemeyince ordusunu geri çekti ve ardından
ikinci bir hamle yaptı. İkinci hamlede de başarı elde
edemeyince ordu içerisindeki askerler arasında ayırım
yaparak onların bir kısmını geri gönderdi. Orduda İslâm’a
ilk girenleri, Ensar’dan ve Muhacirlerden olanları bıraktı.
Daha az sayıda ancak daha samimi,ihlaslı bir kitle ile Müseyleme’inin
ordusuna karşı yaptığı üçüncü hamlede zafer elde etti.
Bu nedenle samimiyet ve ihlas kitlede bulunması gereken en
önemli özelliklerden birisidir.
Daima Allah’a tevekkül halinde bulunmak,
Allah dilemedikçe hiçbir şeyin gerçekleşmeyeceğine veya
hoşumuza gitmeyen hiçbir sıkıntının bize isabet
etmeyeceğine kesinlikle iman etmek:
“De ki : Allah’ın bizim için
yazdığından başkası bizim için erişmez. O bizim
mevlamızdır. Onun için mü’minler Allah’a tevekkül
etsinler.” (Tevbe-51)
7- Taşıdığı fikirler dava adamında açık
ve net bir şekilde yerleşmiş olmalı. Belli bir kitle ile
çalışan kişilerde insanları neye ve niçin çağırdığına
dair fikirler tamamen yerleşmelidir. Sırf birileri söylediği
için veya kendisine birtakım fikirleri anlatan kişiyi
sevdiği için veya insanları birtakım fikirlere davet
edenlerin toplum içinde çokça meşhur olmuş kişiler
olmasından dolayı körü körüne taklitçilik yaparak değil
bilinçli bir şekilde davasına inanmalı ve taşıdığı
fikirler kendisinde mefhum haline gelmelidir. Nerede bulunursa
bulunsun yalnız da olsa fikirlerini topluma rahat bir şekilde
aktarabilmeli. Anlattığı, insanları çağırdığı fikrin
delillerini karşısındaki insana aktarabilmelidir. Zira Allah’ın
Rasülü (SAV) sahabesini böyle yetiştiriyordu. Habeşistan’a
hicret eden Müslümanlar Necaşi’nin kendilerine İsa ve
Meryem (as) hakkında sorularına şöyle cevap veriyorlardı.
Bu konuda bize Rasulullah (SAV)’in bildirdiklerinin dışında
bir şey bilmiyoruz diyerek konu ile ilgili Meryem suresindeki
ayetleri okuyorlardı. Gerek Rasulullah (SAV)’in hayatında
olsun gerekse Rasulullah (SAV)’in vefatından sonra olsun
sahabeler taşıdıkları fikirleri hiçbir zaman körü
körüne taşımadılar. İnsanları neye davet ettiklerinin her
zaman bilincinde idiler. Anlattıkları konunun delilini
biliyorlar ve delilini bilmedikleri bir konu hakkında
konuşmaktan çekiniyorlardı. Günümüzde de doğru bir
kitlede ve kitlenin elemanlarında aynı özelliklerin bulunması
gerekir. Bilinmesi gereken temel konular hakkında ben bilmem, abim
bilir, hocam bilir vb. sözler hiçbir şekilde geçerli
mazeretler değildir ve doğru da değildir. Dava adamının,
hem insanlara neleri götürmesi gerektiğini yani o anda
üzerine farz olan hususun ne olduğunu bilmesi hem de götüreceği
fikirler hakkında yeterli bilgiye sahip olması mutlaka
şarttır.
Buna göre bugün İslam davasını taşıma
görevini ifa ettiğini iddia eden Müslümanların şu hususu
çok iyi bilmelidirler. Şu anda Müslümanların üzerine düşen
farz ne Müslüman olmayanların Müslüman olmalarını
sağlamak, ne fakir öğrencilere yardım toplayıp onlara
yurtlar, dershaneler açmak veya Kur’an Kursları açıp
oralarda hafız öğrenciler yetiştirmek, ne de özel okullar
veya üniversiteler açmaktır. Bugün Müslümanlar arasında
cari olan bu ve benzeri faaliyetlerin hiçbiri Müslümanların
üzerlerine düşen farzlardan değildir. Herhangi bir Müslüman
veya cemaat bunlardan herhangi birisini yaparsa Allah katında
sevap kazanır. Ancak kesinlikle Allah’ın üzerine farz kılmış
olduğu İslami Hayatı yeniden başlatma farziyetini yani
Hilafet Devletini kurma farzını eda etmiş sayılmayacağı için
Allah’ın huzuruna günahkar olarak çıkacaktır. Çünkü bu
türden çalışmaların hiçbiri Hilafet Devletini kurma
farziyetini yerine getirme çalışmasından sayılmaz. Nasıl
Ramazan ayının dışında nafile bir oruç tutan kimse farz
olan Ramazan orucunu tutmuş sayılmıyorsa, geceleyin teheccüd
namazı kılan veya kuşluk namazını kılan bir kimse
kıldığı bu namazlardan veya oruçlardan sevap kazanmış
olsa bile üzerine farz olan Ramazan orucunu veya beş vakit
farz namazları kılmadığı sürece bunların sorumluluğundan
kurtulamıyorsa, yukarıda saydığımız birtakım hayır
amellerini yapan bir kimse de Hilafet Devletini kurma farzını
yerine getirmiş sayılmaz. Çünkü bunların her biri
hakkında İslam'ın hükmü ve edasında islam'ın ortaya
koyduğu metod farklıdır. Namaz kılmanın şekli farklı
olduğu gibi oruç tutmanın veya haccetmenin şekli de
birbirinden farklıdır. Aynı şekilde Hilafet Devletini
kurmanın metodu da bunların hepsinden farklıdır.
Üstelik bunların tamamı bu işlerle
uğraşan Müslümanların veya bu hareketlerin başında
bulunan şahsiyetlerin yukarıda da belirttiğimiz gibi
hedeflerinin ne olduğunu, nerede neyi, ne zaman ve nasıl
yapmaları gerektiğini de bilmediklerinin göstergesidir. Zira
bu türden faaliyetlerin tamamı islama uygun oldukları sürece
kişiye Allah katında sevap kazandırsa bile Hilafet Devletini
kurma farziyetini yerine getirmediği için de Müslümanların
enerjilerinin başka alanlarda harcanmasına, hedefin
saptırılmasına, Müslümanların kafalarının
bulandırılmasına neden olmaktadır.
Genel bir çerçeve içerisinde sahih bir
islami kitlede bulunması gereken özellikler bunlardır.
Herhangi bir Müslüman Allah’ın üzerine farz kıldığı
İslami hayatı yeniden başlatma farziyetini yani Hilafet
Devletini kurma farziyetini yerine getirmek istediği zaman
beraber çalışacağı kitlede bu özelliklerin bulunmasına
dikkat etmelidir ki çalışması boşa gitmesin. Yaptığı
çalışma hem Allah katında hem de bu dünyada zikre değer
bir çalışma olsun.
“Ey Rabbimiz; bizi, hidayetine
erdikten sonra kalplerimizi eğriltme. Katından bize rahmet lütfet.
Şüphesiz en çok lütfeden Sensin. Ey Rabbimiz; muhakkak ki
geleceğinden şüphe olmayan bir günde insanları toplayacak
Sensin. Şüphesiz ki Allah vaadinden dönmez.” (Ali İmran;
8-9)
|