Müslümanlar her tarafta yeni Hicri yılın
başlangıcını andılar. Hicretin manası üzerinde durdular.
Bu Hicretin manası büyüktür. Onun manası, İslam Devletinin
kuruluşudur. İkinci Halife Ömer (r.a) zamanında sahabelerin
icmasıyla, İslam tarihini bununla başlatması gerçek
isabetin ta kendisidir ki Müslümanlar hep bu devletin kuruluşunu
hatırlasınlar. İslam’da en büyük olay bu devletin kuruluşudur.
Bu devletin kuruluşu gerçekleşince kurtuluş başladı. Daha
önce, Müslü-manlar eziliyordu ve hiç itibarları yoktu. Yeryüzünde
dağıldılar. Hiç emniyetleri yoktu. İslam’a düşünerek
girenler gizleniyordu. Çok insan İslam’ın hakikatını göremiyordu.
Çünkü Mekke rejimi ve yöneticileri Resulullah (s.a.s)’in
hizbiyle savaşıyorlardı. Ona karşı menfi propaganda
yapıyorlardı. İslam’a girmek isteyenleri korkutuyor ve
tehdit ediyorlardı. Bazı Müslümanları öldürdüler, bazılarına
ağır işkence yaptılar. Resululah (s.a.s) ve cemaatını Abu
Talib’in dağlık eteğinde mahsur bırakıp üç sene hapis
ettiler. Böylece her türlü eziyet ve işkenceyi
tattırdılar. Bu nedenle Allahu Tealâ onlara bunu şu ayetle
hatırlattı:
“Hatırlayın ki nasıl yeryüzünde
zaafa uğratılmış ve az bir grup idiniz, o kadar az idiniz ki
insanların kendilerinizi aralarından kaçırıp götüreceklerinden
korkuyor-dunuz. Fakat Allah sizi korudu, nusret ve zaferiyle
sizi güçlendirdi ve size temiz rızık verdi. Umu-lur ki
kendisine şükranları tak-dim edersiniz” (Enfal: 26)
Bu devlet kurulunca insanlar fert, fert
değil, gizli, gizli de değil gruplar halinde ve açıkça İslâm’a
girmeye başladılar. Allahü Tealâ, Resulüne ve
Müslümanlara bunu hatırlattı; kendisini övmeleriyle, tenzih
et-meleriyle, kendisine istiğfar ve tövbeyle teşekkür
etmelerini istedi.
“Allah’ın zaferi, yardımı gelip
fetihler gerçekleşince insanların fevc, fevc Allah’ın
dinine girdiklerini görünce Allah’a hamd ve tespih et ve
ondan mağfiret dile. Tövbeyi kabul eden odur” (Nasr
süresi)
Öyleyse, Hicret bir kaçış değildir. Bir
zafer idi. Buna göre, Müslümanlar toprağa değil bu toprak
üzerindeki hakimiyetin mahiyetine önem verirler. Mekke asıl
memleketleri olmasına rağmen orada İslam’ın hakimiyetini
tesis edemeyince başka toprağa geçtiler. Çünkü, bütün
topraklar Allah’ındır.
“Ey mümin kullarım şüphesiz ki benim
arzım geniştir. Ancak bana kulluk edin.”(Ankebut: 56)
Önemli olan, İslam Devleti’nin ve
hakimiyetinin ve Darül İslam’ın bulunmasıdır. Buna göre;
İslam daveti, milli veya bölgesel veya milliyetçi olamaz o
evrenseldir. Her yere intikal etmeli ve her halk arasında
yayılmalıdır. Çok zaman, dava asıl memleketinde başarılı
olamaz, başka yerde başarılı olur. Bunun en açık delili
Resulullah (s.a.s)’in daveti asıl memleketi olan Mekke de
değilde, başka yer olan Medine’de başarılı olmasıdır.
Allahu Tealâ; Mümin olup, salih amel işleyenlere otoriteyi
(zaferi) vaad ederken, bu vaadinin yeryüzünde gerçekleşeceğini
gösterdi.Fakat belli bir yer göstermedi. Şöyle buyurdu:
“Mümin olup salih amel yapanlara Allah
şu sözü verdi; Onları yeryüzünde halife kılacaktır,
tamamen kendilerinden öncekileri, halife kıldığı gibi.
Kendilerini razı ettiği dini egemen kılacaktır. Korkuları
kaldırıp yerine emniyet ve huzur getirecektir. O zaman bana
şirk koşmadan kulluk edecekler.” (Nur: 55)
Bu ayette, zaferin belli bir yerde değil,
yeryüzünün herhangi bir yerinde olacağını göstermiştir.
Ayrıca, Resulullah (s.a.s) de zaferin yerini bilmiyordu.
Bilseydi ilk günden itibaren Medine’ye hicret ederdi, ve
eziyetten kurtulurdu. Cemaatının Habeşiştan’a değil
Medine ye hicret etmelerini isterdi.
Bu ayet bize şu hakikatları öğretiyor:
1. Halife ve otorite sahibi olacak
kimseler mümin olup, salih amel işleyenler olacaklartır.
Haram işleyenler kesinlikle Allah’ın vaadine nail olamazlar.
Küfür sistemlerine uyanlar veya küfür ilkelerine dayananlar,
küfür kanunlarını uygulayanlar ise salih amel değil en kötü
ve çirkin amel işleyenlerdir. Bunlar Allah’ın dinine
dayalı otorite sahibi olamazlar. Olsa olsa küfür otoritesine
dayalı iktidara geçerler.
2. Allah kendi dinini ancak
mümin olup salih amel işleyenlerin eliyle egemen ve hakim
kılar. Çünkü Allah onlar için bu dinden razı oldu, onlarda
bundan razı oldular.
3. Mümin olup, salih amel işleyenler küfür
sistemiyle, fikirleriyle ve adamlarıyla mücadele ettikleri
için küfür rejimleri onlarla savaşıyordu. Otorite sahibi
olmadıkları için eziliyorlardı. Bu nedenle, emniyetleri
yoktu. Allahu Tealâ onları halife yapıp, dinlerini hakîm kılınca
korkuları gitti, emniyetleri sağlandı. İşte Resulullah
(s.a.s) ve onun hizbi olan sahabeler (r.a) böyle idi. Bu vaat
sadece onlara mahsus değil, her salih amel işleyen mümin
grubu kapsıyor. Onlar eziyetlere karşı dayandılar taviz göstermediler
ve durmadan küfür rejimlerine karşı mücadele ettiler.
Bundan sonra, Allah’ın zaferi ve vaadı gerçekleşti.
Bu münasebetle, hicretin hükümlerine değinelim:
Hicret Darül küfürden Darül İslam’a olur. Ancak, Darül
İslam yoksa daha emniyetli yere olur. Medine Darül İslam
olmadan önce Mekke’de ezilen ve emniyet bulamayan
müslümanların, daha emniyetli yer olan Habeşiştana hicret
etmelerine Resulullah (s.a.s) müsaade etti. Buna göre
Müslüman bir yerde davayı yüklenemezse ve ezilirse başka
yere hicret etmelidir.
Müslümanlar kaldıkları yeri
değiştirmeye kadir iseler onu Darül İslam’a çevirmeye
çalışmalıdırlar. Çalışmaları farzdır. Çünkü Allahu
Tealâ şöyle buyurdu:
“Ey iman edenler size en yakın
kafirlerle savaşın.” (Tevbe: 123)
Resulullah (s.a.s) Mekke’deyken kendisine
en yakın kafirler Kureyşliler idi. Onlarla uğraştı.
Yapamayınca Mekke etrafındaki şehirler ve kabilelerle temas
etmeye başladı. Bu nedenle, Müslüman kaldığı memleketi ve
aralarında bulunduğu halkı değiştiremezse başka memlekete
ve halka gider.
Bir yerde, Müslüman davayı yüklenirken
korunuyorsa, orada kalması daha uygun ve daha faydalı ise,
fakat o memleketi değiştiremiyorsa onun hicret etmesi
mekruhtur.
Bunun delili ise, Nuayn Ennaham adlı Müslüman,
hicret etmek isteyince onun kabilesi olan Udeyoğulları ona
gelip şöyle dediler: “Dinine bağlı kalarak bizde kal,
sana eziyet vermek isteyenlerden seni koruruz ve bize
yaptığın işi yapmaya devam et.” Bu kişi
Udeyoğullarının yetimlerine ve dullarına bakıyordu. Bir müddet
kaldı sonra hicret etti. Resullullah onu görünce şu şekilde
azarladı: “Senin kavmin kendin için benim kavmimden
daha hayırlı idi. Benim kavmim beni çıkarttı ve beni
öldürmek istedi. Senin kavmin ise seni korudu ve her eziyetten
seni himaye etti.” Bu Müslüman Resululluh (s.a.s)’e
şöyle cevap verdi: “Ey Resulullah; Senin kavmin Allah’a
itaat etmeye ve onun düşmanıyla savaşmaya seni çıkarttılar.
Benim kavmim ise hicret etmeye ve Allah’a itaat etmeye
gitmekten beni geri bıraktılar.”
Misal olarak, Avrupa’daki Müslümanlar.
“Muhakkak ki iman edip hicret edenler ve
cihad edenler Allah’ın rahmetini umuyorlar. Allah mağfiret
ve rahmet sahibidir.” (Bakara: 218)
Ayrıca Resulullah (s.a.s) bu durumda
bulunanları hicret etmeye teşvik ediyordu.
Resulullah (s.a.s)’in amcası Abbas hicret etmek isteyince
Resulullah (s.a.s) onu engelleyip şöyle dedi: Bizim için
orada kalman daha hayırlıdır. Abbas (r.a) Mekke’deyken
İslam Devleti hesabına çalışıyordu ve bilgi yolluyordu.
Diğer İslam memleketlerindeki Müslümanlar
ise, o memleketlerin ahalisi oldukları için oraları
değiştirebilirler. Orada kalmaları farzdır. Ancak bir Müslüman
ezilirse, emniyeti kalmazsa hicret etmelidir. Hiç taviz
göstermeyecektir. Faaliyetini gizleyebilir ve davayı yüklenirse
orada kalmalıdır. Eğer bu kişi dinini uygulayamıyor,
davayı yüklenemiyor ve öylece oturuyorsa günahkar olur.
Ancak hicret etmeye gücü yoksa müstesnadır.
“Kendi kendilerine zulmeden kimseleri
Melekler vefat ettirince onlara sorarlar! Hangi hal üzerinde
idiniz? Dediler ki; Yeryüzünde zaafa uğratılmış kimseler
idik. Melekler onlara şöyle sorarlar! Allah’ın yeri geniş
değil midir? O zaman hicret ederdiniz. Bunlar için cehennem
barınak olarak hazırlandı ve onların geleceği ne kadar kötüdür.
Ancak hicret etmek için güç ve çare bulamayıp zaafa
uğratılan erkek, kadın ve çocuklar müstesnadır. Umulur ki
Allah bunları affeder. Nitekim Allah affedici ve mağfiret
sahibidir.” (Nisa: 97-98)
Burada Darül küfür ve Darül İslam ile
ilgili hükümlere değinelim:
Darül küfürün sözlük manası küfür
evi veya yeridir. İstilahta manası; küfür ahkamı uygulayan
veya küfür emniyeti altında bulunan ev, yer veya memlekettir.
Buna göre bir memlekette küfür ahkamı icra ediliyorsa veya
emniyeti kafir gücün elinde ise Darül küfür olur. Velev ki
ahalisi Müslüman da olsa.
Darül İslam ise, İslam evi veya yeridir.
Istılahtaki manası ise, İslam hükümlerini uygulayan ve
İslam emniyeti altında bulunan ev, mekan ve yerdir. Buna
binaen, bir memleketin ahalisinin tümü kafir ise fakat İslam
hükümleri ve emniyeti altında yaşıyorsa orası Darül
İslam olur. Nitekim Müslümanlar Irak’ı İran’ı Mısır’ı
ve sair memleketleri fethettiklerinde oraların ahalisinin tümü
kafir idi. Fakat İslam ahkamı ve emniyeti altında bulununca
Darül İslam oldu. Bunlar İslam hükümlerinin getirdiği
emniyeti ve adaleti görünce, İslam’a grup grup girmeye
başladılar. Çünkü Müslümanlar Resulullah (s.a.s)’in El
Berra bin Azib adlı emirine dediği gibi hareket ediyorlardı.
“Önce onları İslam’a davet et, eğer buna icabet
ederlerse elini onların üzerinden kaldır (savaşma). Kabul
etmezlerse onların darlarını darül Muhacirine dönüştürsünler.
Onlar bunu yaparlarsa muhacirlerin lehine ne varsa onların
lehine de o vardır. Muhacirler üzerine ne (vecibe) varsa onların
üzerine de olur. (kabul etmezlerse) Allah’ın adıyla onlara
saldır.”
Buna göre, Müslüman Darül küfürde
bulunursa İslam’ı kendi üzerine uygulayacak ve davayı yüklenecektir.
Yapmazsa kendi kendine zülüm eden kimse olur. Yukarıdaki
ayette geçtiği gibi melekler onları vefat ettirince onları
sorguya çekecekler ve onları cehenneme atacaklar. Bu nedenle Müslüman’ın,
“Darül küfürde yaşıyorum, o zaman faiz yesem ve diğer günahları
işlesem bir sakınca yoktur” demesi hiç doğru
değildir. Çünkü insan herhangi bir günah işlerse kendi
kendine zülüm etmiş olur. Bu nedenle Müslüman ya İslam’ı
yaşayacak ve davayı yüklenecek, yada başka yerde İslam’ı
yaşayabilmek ve davayı yüklenebilmek için hicret edecektir.
Günah işlememeye gücü yettiği kadar çalışacaktır,yoksa
kendisine zulüm edenlerden olur.
“Gücünüz yettiği kadar Allah’tan
korkun (veya takvalı olun).” (Teğabun: 16)
Buna göre Darül Küfrü bahane ederek,
maslahatı bahane ederek müslümanın günah işlemesi
kesinlikle caiz değildir.
İslam memleketlerinde İslam hükümleri uygulanmadığı için
Darül küfür halleri vardır. Bu memleketleri Darül İslam’a
çevirmek için çalışmak bütün Müslümanlara farzdır. Türkiye
(Müslüman memleketi)’nin durumu aynıdır. Orada İslam
devleti kurmak için çalışmak Müslümanlara farzdır. Küfür
ahkamını uygulayarak veya küfür rejimine katılarak
yaşamaları haramdır. Resulullah (s.a.s) ve sahabelerin (r.a)
mücadelesini ve hicretlerini hatırlasınlar, mücadele
versinler ve hiç bahane aramasınlar. Nitekim samimi olanlar
bahane aramazlar, her zorluğa katlanmak ve aşmak için çalışırlar.
Cennet ve nimetlerini düşünüp coşsunlar, cehennemi ve
azabı tasavvur edip korksunlar.
|