AMERİKA’NIN ORTADOĞU PLANI VE TÜRKİYE İSRAİL ANLAŞMASI ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME 

 Bilal Emrullahoğlu 31.05.1997

 Birinci Dünya Savaşına kadar dünya siyasetinde egemen olan devletlerini; Osmanlı Devleti, İngiltere, Fransa, Almanya ve Rusya oluşturuyordu. Avrupa ülkelerinin Osmanlı Devleti’ni parçalamak için çevirdikleri entrikalar sonucunda Osmanlı Devleti yıkılınca dünya siyasetinde başta İngiltere olmak üzere yukarıda saydığımız diğer ülkeler yer aldı. 1917 yılında Rusya’da Çarlık dönemi kapanıp Lenin liderliğinde Komünist sistem kurulunca, Rusya dış politikası Çarlık dönemindeki sömürgeci zihniyetten, komünizmin dünyaya taşınması, egemen kılınması çerçevesinde odaklaştı. Komünist Rusya’nın dışındaki diğer devletlerin dış politikaları ise, inandıkları ve ülkelerinde uyguladıkları kapitalist ideolojinin gereği olarak sömürgeciliğin yeni şekli ile geliştirilmesi çerçevesinde devam etti. Bu amaçla başta İngiltere olmak üzere Batılı ülkeler, Osmanlı Devleti’nin enkazı üzerinde kurulan devletlerde siyasî egemenlikler kurdular ve bu ülkelerin servetlerini kendi ülkelerine akıtmaya başladılar. Bu çerçevede İngiltere; Suud’da, Ürdün’de, Irak’ta daha doğrusu şu anda Arap Yarımadası’ndaki ülkelerin tamamında, Şerif Hüseyin ve Suud ailesi gibi, İngiliz politikalarını her yönüyle benimsemiş yöneticiler aracılığı ile sömürgeciliğini devam ettirdi. Libya’da İtalya, Cezayir’de ise Fransız sömürgeciliği egemen oldu. Öte yandan Almanya Hitler döneminde Büyük Almanya hayalleri ile Avrupa ülkelerini tehdit etmeye ve özellikle Avrupa siyasetine egemen olma yolunda hızla ilerleme katetmeye başlamıştı. Özellikle İkinci Dünya Savaşına gelinceye kadar geçen süre içerisinde ise Amerika, dünya siyasetinde İngiltere gibi hakim bir role sahip değildi. Birinci Dünya Savaşına kadar kendi kabuğu içerisinde yaşayan, Amerika Kıtasının dışına çıkma yönünde ciddî atılımları olmayan Amerika, Birinci Dünya Savaşında sonra kendi kabuğundan çıkıp Avrupa ve Asya Kıtasında at koşturma düşüncelerine oluşturmaya başladı. Ancak Amerika bu düşüncelerini uygulamada ve dünya siyasetine egemen olma konusunda İkinci Dünya Savaşına kadar aktif ve egemen bir rol oynamaya muvaffak olamadı. Dünya politikasında egemen olmak, İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda ve Portekiz gibi ülkelerin elinden sömürgelerine almak için çalışmalarını da devam ettiriyordu. İkinci Dünya Savaşı, Almanya ve Japonya gibi ülkelerine yenilgisi ile sonuçlanınca artık dünya politikasında at koşturmada Amerika daha hızlı bir rol oynamaya başladı. Bu amaçla BM’lerde karar çıkartmada bir takım yöntemler benimsedi. Ve BM’nin 5 daimi üyesinden birisini Amerika oluşturdu. Ardından sömürgeciliğin yeni şeklini uygulamak ve özellikle de İngiltere, Fransa, Belçika ve Hollanda gibi ülkelerine ellerindeki sömürgeleri geri almak için bu ülkeleri önceleri karşılıksız yardımlar almaya, daha sonra da kısa, orta ve uzun vadeli borçlanmalara zorlamak suretiyle kendisine bağlamaya çalıştı. Borç almamakta direnen ülkelerde ise iç kargaşalıklar çıkarttı. Yine bu çerçevede Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası gibi kurumları kurarak bu kuruluşlar aracılığı ile ülkeleri kendisine bağlamaya çalıştı. Gelişmekte olan ülkeler ve az gelişmiş ülkeler diye isimlendirdikleri ülkelerin ekonomik yönden kalkınmalarını sağlamak (!) amacıyla “Ekonomik Planlama” ve “Ekonomik Kalkınma” propagandaları çerçevesinde bazı ülkeleri IMF ve Dünya Bankası’ndan borç almaya ve böylece de kendisine bağlamaya çalıştı. Özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra Ortadoğu’daki ülkeler (Irak, Suriye, Mısır) sık sık askerî darbelerle karşı karşıya kaldı. Hatta “Ortadoğu’da kim erken kalkarsa o, darbe yapar” şeklindeki tekerlemeler siyasîlerin dilinde dolaşmaya başladı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Mısır, Suriye, Irak gibi ülkelerde karşılaşılan askerî darbelerin arkasında Amerika-İngiltere çatışması yer almakta idi. Zira bu bölge dünyanın en zengin petrol yataklarına sahip bir bölgedir. 1992 tarihi itibarı ile dünyada kesin olarak bilinen petrol rezervlerinin miktarı 136 milyar tondur. Bu rezerv içerisinden Arap ülkeleri ile İran’ın payı ise 95 milyar tondur. Bu miktar ise dünya petrol rezervlerinin yaklaşık %70’ini oluşturmaktadır. Üstelik bu miktar 1992 yılına kadar tespit edilebilen petrol rezerv miktarıdır. 1961 yılında Berlin’de yapılan bir konferansta Prof. Rool şöyle demektedir: “Kuveyt Devleti’nin büyüklüğü Berlin kadardır. Ancak sahip olduğu petrol rezervi Amerika ve Rusya’nın sahip olduğu rezervden daha fazladır.” Bugüne kadar Rusya’nın 7,9 + Amerika’nın da 3,4 = 11,3 milyar ton petrol rezervi olduğu bilinmektedir. Yalnızca Kuveyt Devleti’nin sahip olduğu petrol rezervi ise 13 milyar tondur. Petrolün, içerisinde yaşadığımız teknoloji çağında ne denli önemli bin madde olduğu ise herkesçe malumdur. Dolayısıyla petrole hakim olmak da o kadar önemli bir şeydir. Bu amaçla Amerika yıllarca İran petrollerinden pay alabilmek için uğraşı verdi ve Amerikan şirketleri 1960 yılların başlarında ancak İran’a girebildi. Oysa 1960’lı yıllar gelinceye kadar İran petrollerinin nerede ise tamamı İngiliz petrol şirketleri tarafından işletilmekte, dolayısıyla İran petrolünün kaymağını da İngiltere yemekte idi. Amerika, petrolün ne denli önemli bir madde olduğunu bildiği için önemli ölçüde petrol rezervlerine sahip ülkeleri ele geçirmede yoğun bir faaliyet gösterdi. Ancak yıllar sonra 1970’lerde Suudi Arabistan’a hakim olabildi. Fakat bu, Amerika’nın hırsını durdurmadı. Ortadoğu’nun tamamına hakim olabilmek ve İngiltere’nin nüfuzu altında bulunan ülkeleri kendi nüfuzu altına alabilmek için yoğun uğraşılar verdi ve bu uğraşılarını halen daha sürdürmektedir. 1990 yılında yaşanan İkinci Körfez Savaşı’nın ardından da İngiltere-Amerika çatışması yer almaktadır. Yani Kuveyt petrollerine kimin hakim olacağı savaşı yer almaktaydı.

Ortadoğu bölgesinin Amerika açısından önemi, hem önemli petrol rezervlerine sahip olmasına hem de bu bölgenin dünyanın en fazla stratejik önemi sahip bölgelerinden birisini oluşturmasından kaynaklanmaktadır. Zira dünya tarihine baktığımız zaman dünyada kurulan medeniyetlerin ağırlık noktasını Ortadoğu’nun oluşturduğunu görürüz. Ortadoğu bu özelliğini geçmişte olduğu gibi bugün de korumaktadır. Şu anda Ortadoğu’daki ülkelere baktığımız zaman; Mısır, Suriye ve Suudi Arabistan gibi ülkelerin tamamen Amerikan politikalarına uygun olarak hareket ettiklerini, bunun yanında Ürdün ve Irak gibi ülkelerin ise Amerikan politikalarına karşı olduklarını görürüz. 1990’lı yılların Ortadoğu’sundaki ülkelerin Amerika ile olan bağlantılarını ana hatları bu şekilde özetlemek mümkündür.

Türkiye-Amerika ilişkileri :

Cumhuriyet dönemi Türkiye Amerika ilişkileri ya da Türkiye Avrupa ilişkileri (özellikle Türkiye-İngiltere) hiç bir surette yukarıda isimlerini verdiğimiz Ortadoğu ülkelerinin Amerika ile ya da İngiltere ile olan ilişkileri gibi olmamıştır. Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinin dış politikası “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesi çerçevesinde gerçekleşmiştir. Bu nedenle Türkiye her ne kadar ideoloji olarak batılı ülkelerin ideolojisini benimsemiş ise de dış politikada doğrudan doğruya her konuda ordusunun tüm benliği ile kabul ettiği “Yurtta sulh, cihanda sulh”, “Vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü” ya da “Misak-ı Millî” ilkelerine sıkı sıkıya bağlı olması, Türk dış politikasında her zaman etkili olmuştur. Bu nedenle Türkiye, İkinci Dünya Savaşında taraf olmaktan ziyade tarafsız olmayı benimsemiş ve savaşan taraflardan herhangi birinden yana tavır koymaktan uzak durmuştur. Ancak bununla beraber Türk dış politikasının dünya politikasından bağımsız bir politika olduğunu söylemek çok zordur ve mümkün de değildir. Zira Türkiye, hem BM, NATO, IMF ve Dünya Bankası gibi bir çok uluslararası kuruluşlara üyedir, hem de dünya coğrafyası açısından aşırı derecede stratejik öneme sahip bir bölgede bulunmaktadır. İçerisinden bulunduğu coğrafî konum itibarı ile dünyada meydana gelen bir çok siyasî olayın bir parçası olmakla karşı karşıyadır. Bu nedenle Türkiye’de egemen olan siyasî otorite, benimseyeceği politikalarla dünya siyasetinde gerçekten etkin rol oynayabilecek bir güce sahiptir. Türkiye’nin böylesi bir rolü üstlenebilmesi ise her şeyden önce Türkiye’nin “ideolojik bir ülke” olması koşuluna sıkı sıkıya bağlıdır. Ancak ideolojik düşünebilen ülkeler dünya siyasetinde etkili olabilirler. İdeolojik düşünülmediği zaman, ülkenin içerisinde bulunduğu coğrafya veya sahip olduğu maddî servet ne kadar stratejik öneme sahip olursa olsun, dünya siyasetinde egemen olması veya etkin bir rol oynaması mümkün değildir. 1990 sonrası Rusya’nın konumu bunun için en belirgin bir örnektir.

Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti, kuruluş yıllarında dünya siyasetinde egemen olan İngiliz siyasetinden uzak değildir. Zira Birinci Dünya Savaşına kadar geçen süre içerisinde hemen hemen Ortadoğu ülkelerinin tamamında İngiliz politikası egemendir ve bu ülkeler üzerinde Amerika’nın egemenliğinden bahsetmek mümkün değildir. Cumhuriyetin kurulması ile Batı ideolojisini, yani demokrasiyi, kapitalizmi benimseyen Türkiye’nin ekonomik ve siyasî alanda Batı’dan kopuk politikalar benimsemesi mümkün değildir. 1930 yılların Avrupa’sında uygulanan “Karma Ekonomi” politikaları çerçevesinde Türkiye’de devletin ekonomi üzerinde önemli bir ağırlığı olmuştur. Bugün özelleştirilmeye çalışılan KİT’lerin büyük bir kısmı Cumhuriyetin kuruluş yıllarında devlet tarafından kurulan kurumlardır. Aynı yıllarda Avrupa’ya baktığımızda benzeri kurumların da var olduğu görülür. Cumhuriyetin kuruluşunda etkin olmasının doğal bir sonucu olarak Cumhuriyet dönemi Türk dış politikası genelde Amerikan dış politikasına dayalı politikalar olmaktan ziyade Avrupa kaynaklı dış politikalara daha uygun bir seyir takip etmiştir.

Ancak 1983’li yıllardan sonra Türkiye’nin yaşadığı Turgut Özal’lı yıllar açıkça Amerikan politikalarına uygun bir seyir takip etme şeklinde tezahür etmiştir. Nitekim Turgut Özal birçok kereler dış politikada Amerika ile hareket etmenin gereğini vurgulamış ve bu yönde de hareket etmiştir. Bu çerçevede “bir koyup yirmi misli ile alacağız” gerekçesi ile ikinci Körfez savaşında Amerika’nın yanında yer alınmış, İncirlik Üssünden kalkan uçakların Irak’ı bombalamasına izin verilmiştir. Dolayısıyla Cumhuriyet döneminde Amerika-Türkiye ilişkilerinin en iyi olduğu dönem Özal’lı yıllarda yaşanmıştır. Ancak İkinci Körfez savaşı sonrası gelişen olaylar hiç de Özal’ın düşüncesini doğrulamamıştır. İkinci Körfez savaşında Amerika ile işbirliği yapan ülkelere yaptığı muameleyi Amerika Türkiye’ye yapmamıştır. Çünkü Amerika için asıl önemli olan kendi çıkarlarının gerçekleşmesidir. Yanında yer alan ülkelerin zarara uğrayıp uğramaması Amerika için hiç de önemli değildir. Amerika’nın yanında her yönüyle yer aldığı için Mısır’ın 10 milyar Dolarlık borcunu bir kalemde silip atan Amerika, Irak’la ticaretinin kesilmesi ve Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattının kapatılmasından dolayı Amerika’yı destekleyen ülkeler arasında en fazla zarara uğrayan ülke olmasına ve bu zararın bugünkü rakamlarla 30 milyar Doları aşmış olmasına rağmen Amerika’nın Türkiye’ye hiç bir katkısı olmamıştır. Üstelik Amerika baskısı ile, BM’de alınan kararların uygulanması sonucu olarak Irak uçaklarının 36. Paralelin üstünde uçuşlarının yasaklanması ve Kuzey Irak’ta otorite boşluğunun doğması nedeni ile PKK Kuzey Irak’ta yerleşmiş ve Körfez savaşından sonra kurulan “Çekiç Güç” aracılığı ile her türlü lojistik desteğe sahip olmuştur. Yani Türkiye körfez savaşında Amerika’nın yanında yer almasının mükafatını, Amerika’nın Kuzey Irak politikasının bir parçası olan Güneydoğu Anadolu’yu da içine alan bir bölgede PKK destekli bir Kürt Devleti’nin kurulması sıkıntısı ile görmüştür. Özellikle Kuzey Irak’ta Amerikan planının uygulanmasının bir gereği olarak, kurulması planlanan Kürt Devleti’nin kurulmasının engellemek için Türkiye’nin (ordunun) gösterdiği kararlılık, dış politikada bir çok alanda Türkiye ile Amerika’yı karşı karşıya getirmiştir. Amerika, Kuzey Irak’ta Kürt Devleti kurulmasının önünde en büyük engel olarak gördüğü Türkiye’yi bertaraf edebilmek için bir çok açıdan Türkiye’ye baskılar uygulamış ancak bu amacında başarıya ulaşamamıştır. Bu çerçevede uluslararası alanda Türkiye’nin ekonomi notunun düşürüldüğünü açıklayarak borç musluklarını tıkamış, parasını ödediği halde 10 adet Kobra helikopteri ve 3 adet Fırkateyni Türkiye’ye vermemiş, PKK’ya karşı sürdürdüğü mücadele nedeni ile Türkiye’yi insan haklarını çiğnemekle suçlamıştır. Özetle Kuzey Irak için düşündüğü politikayı uygulayabilmek için bir çok yönden Türkiye’ye baskı yapmıştır.

Amerika’nın Ortadoğu’ya yönelik dış politikalarının iki noktada yoğunlaştığını söylemek mümkündür. bunlardan birini Kuzey Irak’ta kurulması planlanan Kürt Devleti oluştururken, diğerini ise “Golan Tepeleri” sorunu oluşturmaktadır. Dolayısıyla 1990’lı yıllardan sonra Ortadoğu’ya yönelik Amerikan dış politikasının Türkiye bağlantılı iki ayağı bunlardan oluşmaktadır.

Golan Tepeleri sorunu :

“Golan Tepeleri” gerçekte Suriye’ye ait bir toprak olmasına rağmen İsrail tarafından işgal edilmiş, ancak coğrafî konumu itibarı ile aşırı stratejik öneme sahip bir yerdir. Yıllardan beri Amerika bu bölgeyi İsrail’den istemekte, bütün baskılara İsrail Golan Tepelerini Suriye’ye (Amerika’ya) vermemekte direnmektedir. Amerika Golan Tepelerinin iadesi konusunda İsrail’e bir yandan Suriye ve Lübnan, bir yandan Mısır, diğer yandan da bölgede kendisine tabi ülkeler aracılığı ile baskı uygulamaktadır. Bu amaçla zaman zaman Arap zirvesi toplanmakta, zirvede İsrail ile her türlü ekonomik ve diplomatik ilişkilerin kesilmesi kararı alınmakta, ancak Ürdün gibi bölgede Amerikan politikaların uygulanmasına karşı olan ülkelerin, kararı uygulamamaları ile kararlar kağıt üzerinde kalmaktadır. Ancak Amerika’nın Golan tepeleri konusunda İsrail’e yaptığı baskıların en etkilisini Suriye ve Lübnan ayağı oluşturmaktadır. İsrail ise her ne kadar önemli silahlara ve silah teknolojisine sahip ise de Suriye ile bir savaşa girmekten aşırı derecede korkmaktadır. Zira insanın elindeki silahlar ne kadar modern olursa olsun sonunda silahları kullanacak olan insandır. Yahudiler ise korkaklıkları ile meşhurdurlar. Ellerinde modern silahlar olsa da bunları gereğince kullanma cesaretine sahip ordudan yoksundurlar.

Amerika’nın bir yandın Kuzey Irak politikasını uygulama konusunda çeşitli yönlerden Türkiye’ye baskı yapması, diğer taraftan da Golan’dan çekilmesi konusunda İsrail’e baskı yapması Türkiye ile İsrail’i Ortadoğu politikasında birlikte hareket etmeye yöneltmiştir. 1994 yılında Türkiye’nin yaşadığı ekonomik krizin ardından dönemin Türkiye Başbakanı Çiller, Cumhurbaşkanı Demirel ve dönemin dışişleri bakanı Hikmet Çetin İsrail’i ziyaret etmişlerdir. Türkiye-İsrail “Savunma İşbirliği” anlaşmasının temellerinin atıldığı bu ziyaretlerden sonra Türkiye-İsrail ilişkileri daha da gelişmiş ve bir çok alanda işbirliğine gidilmesi kararlaştırılmıştır. Özellikle Amerika’nın parasını aldığı halde Kobra helikopterlerini ve üç adet Fırkateyni Türkiye’ye vermemesi ve Türkiye’ye adeta açıkça silah ambargosu uygulamasının acısını Türkiye, daha doğrusu Türk Ordusu İsrail ile F-4 uçaklarının ve daha bir çok silahın modernizasyonun, İsrail ile ortak üretim yapılması gibi anlaşmalarla çıkarılmak istenmiştir.

Ancak Amerika’nın Ortadoğu politikasının can alıcı iki ayağını oluşturan “Golan Tepeleri”nin Suriye’ye iadesi ve Kuzey Irak’ta Amerika güdümlü bir Kürt Devleti’nin kurulması politikalarının Türkiye-İsrail ve Ürdün üçlüsü ve bölgede Amerika politikalarına karşı olan bazı devletlerin girişimleri ile şu an için suya düşürülmesi karşısında Amerika pes mi etmiştir? Bu planlarını uygulamaktan vaz mı geçecektir? Dünyanın süper gücü olduğunu iddia eden ve dünyanın jandarmalığını yapan Amerika, Türkiye ve İsrail gibi iki ülke karşısındaki hezimeti içine sindirecek midir? Yoksa Amerika, başarısızlığın hıncını alabilmek için özellikle Türkiye üzerinde başka cehennemî planları mı uygulayacaktır.

Bölgede Türkiye ile İsrail’in durumuna baktığımız zaman, kuruluşundan bu güne kadar birçok konuda Amerika’nın desteğini gören İsrail, her zaman için Amerika’nın yumuşak karnını oluşturmuş ve şımarık çocuğu olmuştur. Her ne kadar yaptığı planların boşa çıkarılmasında en az Türkiye kadar İsrail’in payı olsa da Amerika asla İsrail’e Türkiye’ye davrandığı gibi davranmayacaktır. görünen o ki Amerika, Ortadoğu politikasının belkemiğini oluşturan iki noktadaki hezimetinin acısını çıkarmak için Türkiye’ye askerî ve ekonomik birçok açıdan baskılar uygulamış, ancak bunlarda tam anlamıyla muvaffak olamamıştır. Dolayısıyla şu anda Türkiye’nin içerisinde bulunduğu coğrafi konum ve sosyopolitik yapısı itibariyle Amerika’nın Türkiye üzerinde yapacağı baskıların iki noktada odaklanması beklenebilir. Bunlar:

1-Türkiye’yi içeride kargaşalıklara boğarak hem halk arasında hem de halkla ordu arasında bir çatışma ortamı oluşturmak. İçerisinde yaşadığımız günlerde ve çok yakın geçmişte dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşanan olaylar bu türden planların yansımalarıdır. Örneğin Amerika, Fransız uşağı Mobutu’ya karşı kendi uşağı Kabila’yı desteklemiş ve Zaire’yi kan gölüne çevirmiştir. Aynı olay geçtiğimiz aylarda Ruanda’da geçtiğimiz yıllarda Somali’de, Güney Afrika’da, Güney ve Kuzey Kore’de, halen de Cezayir’de ve daha dünyanın birçok bölgesinde yaşanmış ve yaşanmaktadır. Gerçek problem, menfaat çatışması sömürgeci kâfir devletler arasında olduğu halde yangın, sömürgeci ülkelerin topraklarından binlerce kilometre uzaklarda yaşanmakta, faturayı başka halk ve milletler ödemektedirler.

2- Dış faktörlerin kullanılması, başta Suriye olmak üzere, Yunanistan ve İran’la Türkiye’yi muhtemel bir savaş ortamına çekerek bütün gücü ile Türkiye’yi adeta Amerika’nın ayaklarına kapanır hale getirmek. Diğer taraftan da Kıbrıs kartını kullanmak. Özetle fiili bir savaş ortamında her yönüyle Türkiye’yi çökertmeye çalışmak. Amerika’nın üçüncü dünya ülkelerini kendisine bağlamak için kullandığı yolların en önemlilerinden birisi de borçlandırma yoluna gitmektir. Özellikle ikinci Dünya Savaşından sonra “Marshall Yardımları” adı altında Amerika, ilk etapta hibe şeklinde, daha sonraları ise orta, kısa ve uzun vadeli borçlar vermek suretiyle üçüncü dünya ülkelerini ekonomik ve siyasî açıdan kendisine bağlamak istemiştir. 1950’li yılların Endenozya’sı örneğinde olduğu gibi borç almamakta direnen ülkelerde ise kargaşalıklar çıkartmıştır. IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar aracılığı ile kredi verme ve kredi verdiği ülkelerin ekonomilerini denetleme yöntemini kullanmış ve bunda da başarılı olmuştur. Yine “Ekonomik Kalkınma” ve “Ekonomik Planlama” propagandaları altında üçüncü dünya ülkelerinde Amerika’lı uzmanlar gözetiminde kalkınma programları hazırlamış ve hazırlanan programlar çerçevesinde de ülkeleri, Amerika’dan veya Amerika güdümündeki uluslararası kuruluşlardan kredi almaya zorlamıştır. Ancak Amerika son yıllarda Türkiye’ye karşı bu yöntemi kullanmada pek başarılı olamadığı için yukarıda saydığımız iki şıkkı uygulamaktan başka bir çıkar yolu kalmamıştır. 1996 ve 1997 yılları içerisinde “Türk Ekonomisini” denetlemek amacıyla Türkiye’ye gelen IMF ve Dünya Bankası heyetleri uzunca bir süre karşılarında muhatap bulamamış ve elleri boş olarak geri dönmüştür. Uzunca bir süreden beri dışarıdan borç almamasına ve dış ticaret makasının da her geçen gün açılmasına rağmen Türkiye’nin dış borçlarının nasıl ödediğinin araştırmasını yapan ve konuda elle tutulur gözle görülür bir şey bulamayan IMF, geçtiğimiz günlerde yaptığı bir açıklama ile, “Dış Borçların” İstanbul Laleli’den Rusya’ya yapılan bavul ticaretinden elde edilen gelirlerle kapatıldığı gibi kendilerinin de inanmadıkları saçma bir gerekçe ile açıklayabilmişlerdir. Kısacası şu anda içerisinde bulunduğumuz günlerde, Türkiye-İsrail ilişkilerinin iyi düzeyde olması nedeniyle Amerika, Türkiye’ye karşı para-kredi kartını kullanmakta olamamıştır.

Dış tehdidin yanı sıra belki de Amerika’nın Türkiye üzerinde kurduğu cehennemi planların ağırlık noktasını birinci şık oluşturmaktadır. Özellikle Genelkurmay’ın geçtiğimiz günlerde açıkladığı (MASK) “Mili Askeri Stratejik Konsept”. Amerika’nın bu planının daha fazla uygulanabilir olma ihtimaline karşı alınmış bir ön tedbiri ortaya koymaktadır. Peki Amerika’nın içeriye yönelik olarak hazırladığı planın muhtemel çerçevesi neler olabilir? Bu soruyu cevaplayabilmek için önce Türkiye’nin şu anda içerisinde bulunduğu iç yapıya ve son günlerde medyanın ağırlıklı olarak işlediği bakmak gereklidir.

28 Şubatta yapılan MGK toplantısından sonra Türkiye hızla lâiklik-demokrasi-irtica tartışmalarının yaşandığı son derece gerilimli bir ortam içerisine girdi. Bu noktada bilinçli ya da bilinçsiz olarak özellikle basının belli bir kesimi temcit pilavı gibi konuyu her gün ısıtarak, pireyi deve yaparak, RP ile ordu arasında, ordu ile İslâm ve Müslümanlar arasında ciddi çatışmaların var olduğunu işledi. Diğer taraftan Ortadoğu’da Amerikan yanlısı politikalar izleyen Suriye , Mısır ve Suudi Arabistan basını, İran medyası ve özellikle de Amerikan medyası sürekli olarak; Türkiye’de ordunun İslamcılara baskı yaptığını, İmam-Hatip okullarının ve Kur’an Kurslarının ordunun talimatı ile kapatıldığı, sokakta gezen insanların başlarından sarıklarının alındığı gibi konular üzerinde durdu. Yapılan bütün bu propagandaların belki çok az bir kısmının farkında olmadan yapılan yayınlar olduğunu söyleyebilsek de ki bunu söyleyebilmek çok zordur. Bunlar toplumda oluşturulmaya çalışılan gerginliğin alt zeminini oluşturmaktadır. Zira yapılan tüm propagandalar ve yapılan bir takım uygulamalar ile halkta sinirler gerilmekte, çoğu yerde insanlar adeta bir volkan gibi patlama noktasına gelmektedir.

İşte tıpkı 80’li yıllardan önce sağcı-solcu çatışmalarının yaşandığı, komünistliğin bahane edilerek Türkiye’nin bir kan gölüne çevrildiği ortamın benzeri bugün, Amerika tarafından İslâm kartı kullanılarak oluşturulmak istenmektedir. Zira Amerika bu oyunu Cezayir’de başarı ile oynamakta ve adeta mezbahaya çevrilen Cezayir olaylarının faturasını medya aracılığı ile Müslümanlara çıkartmaktadır. Genelkurmay ikinci başkanı Orgeneral Çevik Bir’in: “Türkiye, Cezayir gibi kan gölüne çevrilmek istenmektedir. Türk Ordusu, Türkiye’nin bir Cezayir olmasına asla fırsat vermeyecektir.” Şeklindeki sözleri de bu gerçeğin bir başka ifadesidir. Amerika’nın bu plan ile yapmak istediği şey, Türkiye’nin engellemesi ile Kuzey Irak’ta kurmayı başaramadığı Kürt Devleti’nin acısını çok daha fazlası ile çıkarmaktır. Çünkü içerisinde bulunduğu stratejik ve sosyopolitik konum itibarı ile Türkiye, Amerika için ölüm-kalım meselesi kadar ciddi bir öneme sahip bir ülkedir. Bizim temennimiz Amerika’nın ve diğer kâfir devletlerin, Türkiye ve diğer Müslüman ülkeler üzerinde oynadıkları oyunlarda tamamen hezimete uğramalarıdır.

Ancak burada Müslümanlara önemli bir görev düşmektedir. Her ne kadar bugünün Türkiye’sinde Müslüman’lar, İmam-Hatip Okullarının ve Kur’an Kurslarının kapatılması gibi bir takım can sıkıcı olaylarla karşı karşıya iseler de, yapılan bir hatanın bir başka hata ile giderilmesi gafletine asla düşmemelidirler. Şu anda Türkiye açıkça fitne ortamına doğru sürüklenmektedir. Yine temenni etmiyoruz ama Türkiye’nin geleceğinde kapkara fitne bulutları dolaşmaktadır. Fitnenin kol gezdiği bir ortamda ise İslâm bizden fitneden tamamen uzak durmamızı istemektedir. Amerika, İngiltere ve Fransa gibi ülkelerin Müslümanlar aleyhine hazırladıkları tuzaklara düşmemek için, Allah ve Resulünün çağrısına kulak vermelidirler. Fitne ortamı hakkında Resulüllah (S.A:V.) şöyle buyurmaktadır: Kıyametten önce herc vardır.” Buyurması üzerine “Ey Allah’ın Resulü herc nedir?” diye sordum. “Katl’dir cevabını verdi. Bunun üzerine orada bulunan Müslümanlardan bazıları: Ey Allah’ın Resulü! (Bunu söylemenize ne gerek vardı?) biz şimdiden bir yılda şu kadar, bu kadar müşrik öldürürüz dediler.” Dediler. Hz Peygamber (S.A.V.) muhataplarının yanlış anladıklarını görerek şu açıklamayı yaptı: “Benim kastım, müşriklerin öldürülmesi değildir. O gün gelince birbirinizi öldüreceksiniz. O kadar ki kişi komşusunu, amca oğlunu ve akrabalarını öldürecek”. Bir başka hadiste ise Resulüllah (S.A.V.)şöyle buyurmaktadır: “Kıyametten hemen önce karanlık gecelerin parçaları gibi fitneler vardır. Kişi o fitnelerde mü’min olarak sabahlar, akşama kâfir olur. Mü’min olarak akşama erer, sabaha kâfir olur. O fitnede oturan ayakta durandan daha hayırlıdır. Öyleyse yaylarınızı kırın, kirişlerinizi parçalayın, kılıçlarınızı da taşa vurun. Sizden birinin evine girerlerse, Hz. Adem’in iki oğlundan hayırlısı (ölen) olsun, öldüren olmasın.” (Ebu Davud: Fiten2, 4259, 4262)

Fitne konusunda Resulüllah (S.A.V.)’den rivayet edilen daha birçok hadis mevcuttur. Buraya naklettiğimiz iki hadise baktığımız zaman, Resulüllah (S.A.V.) fitne zamanında Müslüman’ların ellerine asla silah almamalarını, silahlarını bırakmalarını, ölüm ile karşı karşıya kalsalar dahi silaha sarılmamalarını tavsiye etmektedir. Hele bu fitnenin arkasında Amerika, İngiltere, Fransa ve İsrail gibi sömürgeci kâfir devletler var ise her ne bahane olursa olsun bir Müslüman’ın silaha sarılması ancak kâfir devletlerin hesabına çalışması anlamına gelir. Koministlerin Afganistan’ı terk etmelerine rağmen yıllardan beri Afganlı gurupların, aynı ülkenin evlatlarının birbirlerini acımadan öldürmeleri, Cezayir’de yaşanan iç savaş ve daha dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşanan olaylar bunun en canlı örneklerini oluşturmaktadır. Hadiste belirtilen bugün aynen Cezayir’de ve Afganistan’da yaşanmıyor mu? Bu ülkelerde yaşayan insanlar, komşular, amcalar, dayılar, yeğenler, hatta ve hatta babalar ve kardeşler birbirlerini öldürmüyor mu? Gerçekleri görebilmek için aynı olayları bizlerin de yaşamasına ne gerek var? Asırlar öncesinde Allah’ın Resulü (S.A.V.) bizlere gerçeği açıkça gösteriyor ve bizleri ikaz ediyor. Öyleyse tek kelime ile Müslümanların Allah ve Resulünün sözünü dinlemekten başka çıkar yol yoktur, tek kurtuluş yolu da Allah ve Resulündedir. Özetle Amerika ve diğer kâfir devletlerin hazırladıkları oyunlara düşerek birbirlerine karşı (Allah korusun) silah çekmeleri kesinlikle caiz değildir ve haramdır.

Ancak biz bu ifademizle kesinlikle her türlü münkere karşı susmak, kimsenin etlisine, sütlüsüne dokunmamak ve suya sabuna dokunulmaması gerektiğini söylemiyoruz. Bizim burada söylemek istediğimiz husus yaklaşan fitne durumunda bir Müslümanın nasıl bir tavır takınması gerektiğini ortaya koymaktır. Elbette ki Müslüman her münkere karşı koyacak, marufu emredecektir. Fakat marufu emretmenin ve münkerden alıkoymanın yolu, ancak ve ancak Allah ve Resulünün gösterdiği yoldur, Allah ve Resulünün emir ve yasaklarına kulak vermektir. Zira böyle yapıldığı zaman Müslümanlar ferasetle hareket etmiş olacakları için hiç bir surette Allah’a Resulüne ve Müslümanlara kin besleyen düşmanların tuzaklarına düşmeyeceklerdir.

Amerika’nın Türkiye üzerinde hazırladığı tuzağın ikinci kısmına gelince: Türkiye, hem bu kapandan hem de Amerika’nın uyguladığı silah ambargosu kıskacından kurtulabilmek için İsrail ile ikili anlaşmalar yapma yolunu seçmiştir. Türkiye’yi komşuları ile savaşa sokmak için Amerika’nın hazırladığı plan, Türkiye için ne kadar tehlikeli ise, İsrail ile ikili anlaşmalar yapmak da o kadar tehlikelidir. Bunun nedenini anlayabilmek için Yahudi varlığının tarihi gecmişine bakmak yeterlidir.

Konuya girmeden öncelikle şu hususu belirtmekte fayda vardır. Burada, Türkiye-İsrail ilişkilerini eleştirirken hiçbir surette bazı basın-yayın organlarında yer alan ”Arap ülkelerinin kızdırılmaması” gibi yaklaşımlarla meseleyi ele almıyoruz. Zira biliyoruz ki şu anda Ortadoğu’da bulunan Arap ülkelerinin istisnasız tamamı doğrudan doğruya, ya Amerikan çizgisinde ya da Avrupa (İngiltere) çizgisinde hareket etmektedirler. Üstelik onlar, Avrupa veya Amerika’ya yönelirken Türkiye gibi zaman zaman pragmatist bir çizgi de takip etmemektedirler. Havuç politikasından anlamayan İsrail’i sopa politikası ile Golan’dan çekilmeye ikna etmek için Amerika tarafından; Suriye, Mısır ve Suudi Arabistan’ın kullanılması, Suriye-İran veya İran-Suudi Arabistan yakınlaşması ve belki de önümüzdeki günlerde OGİT’e alternatif olarak kurulması planlanan içerisinde, S.Arabistan, Mısır, Suriye ve İran gibi ülkelerin yer alacağı yeni bir örgütün kurulması, ya da Amerikan planının baltalanması için başta Ürdün olmak üzere bir takım Körfez ülkelerinin İngiliz çizgisinde hareket etmeleri bunun en bariz örneklerini oluşturmaktadır.

Tarihi Süreç içerisinde Yahudiler :

Aynı yeryüzünü paylaşmalarının doğal bir sonucu olarak insanlar ve devletler zaman zaman birbirleri ile çeşitli anlaşmalar yaparlar. Bazen kavga ederler bazen de barışırlar. Ancak tarihi süreç içerisinde her millet bir takım özellikleri ile meşhur olmuşlardır. Örneğin Türkler cesaretleri anlaşmalarına sadık kalmaları ile tanınmışlardır. Alman halkı kendilerine aşırı güven duymaları dolaysı ile komşuları için her zaman tehlike oluşturmaları ile, Arap halkı sürekli saldırganlık esası üzere yaşamaları ile, Japon halkı işlerini en doğru bir şekilde yapmaları ile, İngiliz halkı fırsatçılıkları ile, istismarcılık, sinsice hareket etmek ve başkaları hakkında tuzak kurmaları ile tanınırlar. dolaysı ile bir ülke, bu ülkelerden birisi ile anlaşma yapacağı veya işbirliğine girişeceği veya savaşa kalkışacağı zaman karşısındaki halklarda tarihi süreç içerisinde bulunan meziyetleri de göz önünde bulundurması gerekir. Yine tarihe baktığımız zaman bu halkların tamamının tarihte önemli devletler kurdukları, dünya siyasetinde rol oynadıklarını görürüz.

Yahudi halkının tarihi geçmişine baktığımız zaman, diğer halklarda bulunan özelliklerden tamamen farklı bir özelliğe sahip olduklarını görürüz. Her şeyden önce Yahudiler binlerce yıldan beri hiç bir surette varlık oluşturamamışlardır.

Başta Amerika ve İngiltere olmak üzere kafir devletlerin desteği ile 1948 yılında kurdukları İsrail devletinin dışında binlerce yıldan beri bağımsız bir devlet kuramamışlar, sürekli olarak başka devletlerin ve halkların himayeleri altında yaşamışlardır. Aşırı derecede korkak olmaları, sürekli olarak yaptıkları anlaşmaları bozmaları, beraber yaşadıkları veya ittifak içerisinde oldukları halkları veya toplumları daima arkadan vurmaları ve ihanet etmeleri, hiçbir surette güvenilir bir yapıya sahip olmamaları, dünyaya aşırı düşkünlükleri nedeniyle hayatı çok sevmeleri dolayısıyla da ölümden aşırı bir şekilde korkmaları en belirgin özellikleridir.

Ana hatları ile belirgin özelliklerini sıraladığımız Yahudiler hakkında, insanı yaratan Alemlerin Rabbi olan Allahu Teala bizlere şunları bildirmekte ve onlara karşı bizleri uyarmaktadır.

“İnsanların iman edenlere düşmanlık bakımından en şiddetlisinin Yahudileri ve şirk koşanları bulacaksın.” (Maide-82)

Bu ayette Allahu Teala Müslümanlara düşman olanların en şiddetlisinin Yahudiler olduğunu bildirmektedir.

“Ne zaman ki onlar bir anlaşma yaptılarsa yine kendi kavimlerinden bir grup onu bozmadı mı?” (Bakara-100)

“Onlar kendileriyle anlaşma yap-tığında hiç çekinmeden her defasında yaptıkları anlaşmayı bozan kimselerdir.” (En fal-56)

“Allah’tan gelmiş bir ipe ve insanlar tarafından ortaya konulan bir ipe (yardıma) sığınmaları müstesna onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar kendilerine zillet damgası vurulmuştur. Allah’ın hışmına uğramışlar, miskinliğe mahkum edilmişlerdir.” (Al-i İmran-112)

“Demişlerdi ki: Ey Musa, onlar orada oldukça ebediyen oraya girmeyiz. Git sen ve Rab bin savaşın, Biz, burada oturanlardanız .” (Maide-24)

“Savaş için ne zaman ateş yaksalar; Allah (onların yaktığı savaş ateşini) söndürür. Ve yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar. Allah ise bozguncuları sevmez.” (Maide-64)

Her sözün şüphesiz en doğrusunu söyleyen, kalplerde olanları kesinlikle bilen Allahu Tealâ'nın Kuran’ı Kerimde Yahudiler hakkında bize bildirdiği haberlerin bunlar yalnızca çok az bir kısmını oluşturmaktadır. Hatta Kuran’da haklarında en fazla söz edilen kavim Yahudilerdir.

Onların iç yüzlerini bilen Allahu Teala onlara karşı bizleri defalarca uyarmakta, dikkatli olmaya çağırmaktadır. şimdi yukarıdaki ayetler ve tarihi olaylar çerçevesinde Türkiye ile İsrail arasında yapılan ikili anlaşmaların bir değerlendirmesini yapalım:

Yahudiler Musa (as) zamanında Firavunun zulmü ile karşı karşıya kalmışlar, Allahu Teala’nın Musa (as)’a verdiği mucize sayesinde kızıl denizden sağ salim olarak geçmişler, Firavun ve ordusu ise Kızıl denizde boğulmuşlar ve böylece Yahudiler Firavunun zulmünden kurtulmuşlardı. Ancak Musa (as) onların buzağıya tapmamaları, Allah’a şirk koşmamaları konusunda söz almış olmasına rağmen Turdan dönüşünde Yahudilerin buzağıya tapmakta olduklarını görmüştür. Peygamberleri Zekeri ya (as)’ı öldürdüler. Yaptıkları bütün anlaşmaları bozdular. Bulundukları toplumda bozgunculuk çıkardılar. Medine’de ve bütün Arap yarımadasında İslam’a karşı ilk defa savaş açan, düşmanlık gösteren, hile ve tuzaklar hazırlayan onlardır.

İlk günden itibaren Müslümanların aleyhinde olarak savaş ateşini körüklediler. Medine’de nifak çıkardılar ve oradaki münafıkları tahrik ve teşvik ettiler. Müslümanlar aleyhine müşriklerle gizli toplantılar anlaşmalar yaptılar. Müslümanlara karşı müşrikleri kışkırttılar. Zekeri ya (as)’ı öldürdükleri gibi Resulullah (s.a.s)’i de öldürmek için tuzak kurdular. Allah’ın Rasülü (s.a.s)’in Mekke’den Medine’ye hicret etmesi ile Medine de kurulan İslam Devletinin başına geçen Allah’ın Rasulu, Medine’de yaşayan toplumların uyacakları kuralları belirlemiş ve Medine’de çevresinde yaşayan üç gruptan birisi olan Yahudilerin de belirlenen şartlara uymalarını emretmişti. Ancak çok geçmeden Medine civarında yaşayan Yahudi kabileleri anlaşmaya ihanet etmişler ve gerçek yüzlerini ortaya koymuşlardır. İspanyolların zulmünden kaçtıklarında, Osmanlı Devleti himayesi altına aldığı Yahudiler de çok geçmeden Osmanlı aleyhine bir takım entrikalar kurmaya, planlar yapmaya başlamışlardır. Ancak Osmanlı Devletinin güçlü olması ve yöneticilerin Yahudilerin hainliklerinden kısa sürede haberdar olmaları ile bu planları suya düşmüş, fakat ihanet etme düşüncelerinden yine de vazgeçmeyerek yaptıkları gizli bir toplantıda: Müslümanlara karşı Müslüman gibi görünme, kendi içlerinde ise Yahudiliklerini sürdürme kararı almışlardır.

Dolayısıyla bu grup Yahudiler İslam dünyasında “Dönmeler” olarak isimlendirilmişlerdir. Böylece ikiyüzlülüklerinden asla vazgeçmemişlerdir. Yahudi topluluğun geçmişleri hakkında söylenebileceklerin belki binde biri bile değildir. Yahudilerin dışında yeryüzüne gelen bütün toplulukların kötü yanları yanında kayda değer iyi yanları da olmuştur. Yeryüzünde bundan istisna edilecek tek bir kavim varsa şüphesiz ki onlar da Yahudilerdir. Tarih boyunca hiç bir tarih kitabı Yahudiler hakkında övünülecek tek bir cümle bile yazmamıştır. Onlar daima kötü yönleri ile insanlar arasında tanınmışlardır. Kıyamete kadar da bu özellikleri değişmeden devam edecektir. Zira alemlerin Rabbi olan Allahu Teâla onların boynuna zillet ve alçaklık damgasını vurmuştur.

Madem ki Yahudiler tarih boyunca hiçbir surette anlaşmalarına sadık kalmamışlar. Zorluklardan her zaman kaçmışlar. Peygamberlerine karşı:

“Ey Musa, orada zorlu bir millet var, onlar oradan çıkmadıkça biz oraya girmeyeceğiz, eğer çıkarlarsa biz de gireriz” (Maide-22) dedikleri halde, savaş gerçeği ile karşı karşıya kaldıklarında: Musa (as)’a “Sen ve Rabbin gidin savaşın, biz işte burada oturacağız” (Maide-24) demişlerdir. Savaş gerçeği ile karşı karşıya kaldıkları zaman, kendilerini birçok sıkıntıdan kurtaran peygamberlerine karşı: “Sen ve Rabbin gidin savaşın, biz işte burada oturacağız” diyerek peygamberlerini yalnız bırakanlar, bugün bizimi yalnız bırakmayacaklar?.

Peygamberleri Zekeri ya (as)’ı öldüren, Muhammed (s.a.s)’i öldürmek için de tuzak kuracak kadar alçaklıkta ilerleyen bir kavme nasıl olurda savaş ekip adamlarımızı teslim edebiliriz? Teknolojinin gün be gün hızla ilerlediği, neredeyse her gün casusluk haberlerinin yer aldığı, skandalların patlak verdiği, küçücük bir cep telefonunun içerisine konulan bir patlayıcı ile istenmeyen kişilerin öldürülebildiği günümüzde, hainlikleri ve ikiyüzlülükleri ile meşhur olmuş Yahudiler tarafından kendi elimizle teslim ettiğimiz uçaklarımıza benzeri bombaların konulmayacağından nasıl emin olabiliriz?

Çıkarlarına karşı çıktığımız için parası ödenmiş bulunan Kobra helikopterlerini ve firkateynleri vermeyen Amerika’nın bizlere uyguladığı silah ambargosundan kaçarken bir başka ambargo içerisine düşmekteyiz. Bugün Amerika’nın uyguladığı silah Ambargosunun aynısını yarın Yahudilerin yapmayacağından nasıl emin olabiliriz?.

Tarihin hiç bir döneminde savaş ateşini tutuşturmaktan başka bir meziyetleri olmayan, hiç bir savaşa iştirak etmeyenler bugün bizimle birlikte mi omuz omuza savaşacaklar? Hendek savaşında Müşriklerle gizlice anlaşarak Müslümanları arkadan hançerlemek isteyen Yahudi topluluğu Amerika’dan veya diğer kafir devletlerden görecekleri çok büyük menfaatler karşısında, yada Amerikan baskısı karşısında bizi arkadan hançerlemeyeceklerinden nasıl emin olabiliriz?.

Acaba Genelkurmay Başkanı Org. İsmail Hakkı Kara dayının İsrail ziyareti esnasında söylediği: “Biz sizin sırlarınızı Araplara vermeyiz derken”, bizim sırlarımızı Amerika’ya veya diğer kafir devletlere vermemeleri konusunda onları uyarmak mı istemiştir? Bizler tarihi geçmişimizle anlaşmalarımıza sadık kalacağımızı ispatlamışızdır ve bunda şüphemiz de yoktur. Oysa onların tarihi geçmişleri bunun tamamen tersi olaylarla dolu olduğu halde onlara nasıl güvenebiliriz?

Tarih boyunca hep menfaatçilikleri ile bilinen Yahudiler, şu anda Ortadoğu’nun içerisinde bulunduğu siyasi yapı gereği bizlerle bazı konularda anlaşma yapma ihtiyacı duymuşlardır. Kuruluşunda Amerika’nın desteğini aldıkları, Amerika sayesinde bölgede ayakta kalabildikleri halde, menfa atına ters düştüğü için Amerika’ya sırt çevirmekten asla çekinmeyen, Amerika aleyhinde casusluk yaparak Amerikan basınında günlerce tartışma konusu olan Yahudiler, bizimle olan menfa atları sona erdiğinde bizi mi yalnız bırakmayacaklar?

Ayette Allah (cc)’ın da belirttiği: “Allah’tan gelmiş bir ipe ve insanlar tarafından ortaya konan bir ipe (yardıma) sığınmaları müstesna onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar kendilerine zillet damgası vurulmuştur.” (Ali İmran-112) ayetine göre: Golan tepelerini İsrail’in elinden alarak Amerika’ya teslim etmek için Amerika’ya uşaklık eden Hafız Esat ve Hüsnü Mübarek’in başında bulunduğu Sürüye ve Mısır ile onca güçlü savaş teknolojisine sahip olmalarına rağmen- savaşmaya cesaret edemediği için Türkiye’nin eteğine yapışmakta, daha doğrusu ateşe kendi elini sokmaktansa Türkiye’yi adeta bir maşa olarak kullanmak istemektedir. Gerçekte güçlü olan onlar değil bizleriz. Zira onlar yeryüzündeki en korkak insanlardır.

Malazgirt’te elli bin kişi ile yüz elli bin kişilik Bizans ordusuna karşı koyabilen ve savaştan zaferle çıkan Alpaslan’ın torunları nasıl olurda yeryüzünün en korkak insanları ile yardımlaşabilir? Başta İngiltere olmak üzere tüm batılı ülkelerin, cehennemi ordularla yüklendikleri Çanakkale’de iki yüz elli bin kişiyi şehit veren bir ecdadın çocukları yoksa bugün bu cesaretten yoksun mu kaldılar?

Elektronik teknolojisinin her gün baş döndürücü bir hızla gelişme gösterdiği günümüzde, F4 uçaklarının modernizasyonu çerçevesinde, uçakların elektronik sistemlerine uzaktan kumandalı sistemler yerleştirmediklerinden veya işlerine gelmediği zaman sistemi kilitleyecek bir mekanizma kurmadıklarından nasıl emin olabiliriz?

Musa (as)’ın bir mucizesi olarak Allah’ın gökten indirdiği en leziz yiyeceklerden, bıldırcın eti ve kudret helvasını yemekle yetinmeyip.

“Ey Musa, biz bir çeşit yemeğe elbette dayanamaz. Rabbine dua et bizim için yerde yetişen sarımsak, sebze, acur, mercimek ve soğan bitirsin” (Bakara-61) diyen Yahudiler, hazır ellerine fırsat geçmişken, silahların modernizasyonu ve diğer alanlardaki işbirliği ile mi yetinecekler? Dünyaya karşı aşırı derecede düşkün olmaları nedeniyle Türkiye’yi tamamen avuçlarının içine almak için ellerindeki fırsatları birer şantaj malzemesi olarak kullanmayacaklarından nasıl emin olabiliriz?

Silahların modernizasyonu çerçevesinde silah sistemlerini tamamen İsrail teknolojisine bağımlı hale getirecek olan Yahudilerin en tehlikeli anlarda ihtiyaç duyduğumuz mühimmatı bizlere teslim edeceklerinden nasıl emin olabiliriz?

Örnekleri ve soruları daha da artırmak mümkündür. Ancak hiçbir zaman unutmayalım ki bu gidişle tarih, ne yazık ki bir kez daha tekerrür edecektir. Acı gerçekle karşı karşıya kalmak için tarihin tekerrür etmesini beklemeye ne gerek var!! Alemlerin Rabbi olan Allah’tan bize gelen mesaj bu şartlar altında gelecekte nelerle karşılaşabileceğimizi açık, net ve kesin bir şekilde bizlere haber vermektedir. Amerika’nın bizlere uyguladığı silah ambargosu ne kadar tehlikeli sonuçlar doğuracaksa, İsrail ile yapılacak işbirliği bundan kat kat fazlası tehlikeler doğuracaktır.

Amerikanın Suriye aracılığı ile uyguladığı baskıdan kurtulabilmek için bizleri bir kalkan, zırh olarak kullanmak isteyen Yahudilerin pis oyununa gelmeyelim. Zira onlar ayakta kalabilmek için geçmişte olduğu gibi bugünde başkalarından yardım alma cihetine gitmişlerdir. Ateşe kendi elleri yerine bizim ellerimizi sokmak istemektedir. Amerika’nın kışkırtması ve baskısı ile Suriye, İsrail’le savaşacak olursa bu savaşta İsrail bizi de yanına almak isteyecek, kendileri geri çekilecek, tıpkı Musa (as)’a dedikleri gibi “siz gidin savaşın biz burada oturacağız” diyerek hemen savaştan çekilecekler ve bizleri Suriye ile karşı karşıya bırakacaklardır.

Uzun zamandan beri bir taraftan Almanya gibi Avrupa ülkelerinin, diğer yandan da Amerika’nın bizlere karşı uyguladığı baskılardan kurtulmak istiyorsak, silahlanmamız yüzde yüz yerli teknoloji ile gerçekleştirmekten başka çaremiz yoktur. Kendi silah teknolojimizi kurmak silahlanma konusunda dışa bağımlılıktan tamamen kurtulmak için her türlü imkanlara sahibiz. Yeter ki bizlerde bu yönde ciddiyet bulunsun. Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethetmek için döktürdüğü toplar gibi günümüz şartlarında en mükemmel silahları üretebiliriz. Yeter ki bu inanca sahip olalım. Aksi taktirde bugün Amerika, yarın İsrail, öbür gün Fransa, Rusya, Çin vs tüm kafir devletlerin bizlere karşı uygulayacakları silah ambargoları ile her zaman karşılaşabiliriz.

Eğer sağ salim sahile varmak geçmişte olduğu gibi yeryüzünün süper ülkesi, sözü dinlenen devleti olmak ve yeryüzünün her tarafında başı dik, onurlu ve izzetli bir şekilde yaşamak istiyorsak tek çare Alemlerin Rabbi olan Allah’ın ve Onun Resulünün çağrılarına kulak vermektir.

“Ey iman edenler Allah ve Resulü sizi, size hayat verene (Allah’ın dinine) çağırdığı zaman (bu) çağrıya hemen icabet edin.” (En fal-24)

Sayı 99...1418-SAFER...HAZİRAN 1997-...Yıl-9

Sayfayı Birine Gönder