Birinci Dünya Savaşına kadar dünya
siyasetinde egemen olan devletlerini; Osmanlı Devleti,
İngiltere, Fransa, Almanya ve Rusya oluşturuyordu. Avrupa
ülkelerinin Osmanlı Devleti’ni parçalamak için
çevirdikleri entrikalar sonucunda Osmanlı Devleti yıkılınca
dünya siyasetinde başta İngiltere olmak üzere yukarıda
saydığımız diğer ülkeler yer aldı. 1917 yılında Rusya’da
Çarlık dönemi kapanıp Lenin liderliğinde Komünist sistem
kurulunca, Rusya dış politikası Çarlık dönemindeki
sömürgeci zihniyetten, komünizmin dünyaya taşınması,
egemen kılınması çerçevesinde odaklaştı. Komünist Rusya’nın
dışındaki diğer devletlerin dış politikaları ise,
inandıkları ve ülkelerinde uyguladıkları kapitalist
ideolojinin gereği olarak sömürgeciliğin yeni şekli ile
geliştirilmesi çerçevesinde devam etti. Bu amaçla başta
İngiltere olmak üzere Batılı ülkeler, Osmanlı Devleti’nin
enkazı üzerinde kurulan devletlerde siyasî egemenlikler
kurdular ve bu ülkelerin servetlerini kendi ülkelerine akıtmaya
başladılar. Bu çerçevede İngiltere; Suud’da, Ürdün’de,
Irak’ta daha doğrusu şu anda Arap Yarımadası’ndaki
ülkelerin tamamında, Şerif Hüseyin ve Suud ailesi gibi,
İngiliz politikalarını her yönüyle benimsemiş yöneticiler
aracılığı ile sömürgeciliğini devam ettirdi. Libya’da
İtalya, Cezayir’de ise Fransız sömürgeciliği egemen oldu.
Öte yandan Almanya Hitler döneminde Büyük Almanya hayalleri
ile Avrupa ülkelerini tehdit etmeye ve özellikle Avrupa
siyasetine egemen olma yolunda hızla ilerleme katetmeye
başlamıştı. Özellikle İkinci Dünya Savaşına gelinceye
kadar geçen süre içerisinde ise Amerika, dünya siyasetinde
İngiltere gibi hakim bir role sahip değildi. Birinci Dünya
Savaşına kadar kendi kabuğu içerisinde yaşayan, Amerika
Kıtasının dışına çıkma yönünde ciddî atılımları
olmayan Amerika, Birinci Dünya Savaşında sonra kendi
kabuğundan çıkıp Avrupa ve Asya Kıtasında at koşturma düşüncelerine
oluşturmaya başladı. Ancak Amerika bu düşüncelerini
uygulamada ve dünya siyasetine egemen olma konusunda İkinci Dünya
Savaşına kadar aktif ve egemen bir rol oynamaya muvaffak
olamadı. Dünya politikasında egemen olmak, İngiltere,
Fransa, Belçika, Hollanda ve Portekiz gibi ülkelerin elinden
sömürgelerine almak için çalışmalarını da devam
ettiriyordu. İkinci Dünya Savaşı, Almanya ve Japonya gibi
ülkelerine yenilgisi ile sonuçlanınca artık dünya politikasında
at koşturmada Amerika daha hızlı bir rol oynamaya başladı.
Bu amaçla BM’lerde karar çıkartmada bir takım yöntemler
benimsedi. Ve BM’nin 5 daimi üyesinden birisini Amerika oluşturdu.
Ardından sömürgeciliğin yeni şeklini uygulamak ve
özellikle de İngiltere, Fransa, Belçika ve Hollanda gibi
ülkelerine ellerindeki sömürgeleri geri almak için bu
ülkeleri önceleri karşılıksız yardımlar almaya, daha
sonra da kısa, orta ve uzun vadeli borçlanmalara zorlamak
suretiyle kendisine bağlamaya çalıştı. Borç almamakta
direnen ülkelerde ise iç kargaşalıklar çıkarttı. Yine bu
çerçevede Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası
gibi kurumları kurarak bu kuruluşlar aracılığı ile
ülkeleri kendisine bağlamaya çalıştı. Gelişmekte olan
ülkeler ve az gelişmiş ülkeler diye isimlendirdikleri
ülkelerin ekonomik yönden kalkınmalarını sağlamak (!)
amacıyla “Ekonomik Planlama” ve “Ekonomik Kalkınma”
propagandaları çerçevesinde bazı ülkeleri IMF ve Dünya
Bankası’ndan borç almaya ve böylece de kendisine bağlamaya
çalıştı. Özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra
Ortadoğu’daki ülkeler (Irak, Suriye, Mısır) sık sık
askerî darbelerle karşı karşıya kaldı. Hatta “Ortadoğu’da
kim erken kalkarsa o, darbe yapar” şeklindeki tekerlemeler
siyasîlerin dilinde dolaşmaya başladı. İkinci Dünya Savaşı
sonrasında Mısır, Suriye, Irak gibi ülkelerde karşılaşılan
askerî darbelerin arkasında Amerika-İngiltere çatışması
yer almakta idi. Zira bu bölge dünyanın en zengin petrol
yataklarına sahip bir bölgedir. 1992 tarihi itibarı ile dünyada
kesin olarak bilinen petrol rezervlerinin miktarı 136 milyar
tondur. Bu rezerv içerisinden Arap ülkeleri ile İran’ın
payı ise 95 milyar tondur. Bu miktar ise dünya petrol
rezervlerinin yaklaşık %70’ini oluşturmaktadır. Üstelik
bu miktar 1992 yılına kadar tespit edilebilen petrol rezerv
miktarıdır. 1961 yılında Berlin’de yapılan bir
konferansta Prof. Rool şöyle demektedir: “Kuveyt Devleti’nin
büyüklüğü Berlin kadardır. Ancak sahip olduğu petrol
rezervi Amerika ve Rusya’nın sahip olduğu rezervden daha
fazladır.” Bugüne kadar Rusya’nın 7,9 + Amerika’nın
da 3,4 = 11,3 milyar ton petrol rezervi olduğu bilinmektedir.
Yalnızca Kuveyt Devleti’nin sahip olduğu petrol rezervi ise
13 milyar tondur. Petrolün, içerisinde yaşadığımız
teknoloji çağında ne denli önemli bin madde olduğu ise
herkesçe malumdur. Dolayısıyla petrole hakim olmak da o kadar
önemli bir şeydir. Bu amaçla Amerika yıllarca İran
petrollerinden pay alabilmek için uğraşı verdi ve Amerikan
şirketleri 1960 yılların başlarında ancak İran’a
girebildi. Oysa 1960’lı yıllar gelinceye kadar İran
petrollerinin nerede ise tamamı İngiliz petrol şirketleri
tarafından işletilmekte, dolayısıyla İran petrolünün
kaymağını da İngiltere yemekte idi. Amerika, petrolün ne
denli önemli bir madde olduğunu bildiği için önemli
ölçüde petrol rezervlerine sahip ülkeleri ele geçirmede yoğun
bir faaliyet gösterdi. Ancak yıllar sonra 1970’lerde Suudi
Arabistan’a hakim olabildi. Fakat bu, Amerika’nın
hırsını durdurmadı. Ortadoğu’nun tamamına hakim
olabilmek ve İngiltere’nin nüfuzu altında bulunan ülkeleri
kendi nüfuzu altına alabilmek için yoğun uğraşılar verdi
ve bu uğraşılarını halen daha sürdürmektedir. 1990 yılında
yaşanan İkinci Körfez Savaşı’nın ardından da
İngiltere-Amerika çatışması yer almaktadır. Yani Kuveyt
petrollerine kimin hakim olacağı savaşı yer almaktaydı.
Ortadoğu bölgesinin Amerika açısından
önemi, hem önemli petrol rezervlerine sahip olmasına hem de
bu bölgenin dünyanın en fazla stratejik önemi sahip
bölgelerinden birisini oluşturmasından kaynaklanmaktadır.
Zira dünya tarihine baktığımız zaman dünyada kurulan
medeniyetlerin ağırlık noktasını Ortadoğu’nun
oluşturduğunu görürüz. Ortadoğu bu özelliğini geçmişte
olduğu gibi bugün de korumaktadır. Şu anda Ortadoğu’daki
ülkelere baktığımız zaman; Mısır, Suriye ve Suudi
Arabistan gibi ülkelerin tamamen Amerikan politikalarına uygun
olarak hareket ettiklerini, bunun yanında Ürdün ve Irak gibi
ülkelerin ise Amerikan politikalarına karşı olduklarını görürüz.
1990’lı yılların Ortadoğu’sundaki ülkelerin Amerika ile
olan bağlantılarını ana hatları bu şekilde özetlemek
mümkündür.
Türkiye-Amerika ilişkileri :
Cumhuriyet dönemi Türkiye Amerika ilişkileri
ya da Türkiye Avrupa ilişkileri (özellikle Türkiye-İngiltere)
hiç bir surette yukarıda isimlerini verdiğimiz Ortadoğu
ülkelerinin Amerika ile ya da İngiltere ile olan ilişkileri
gibi olmamıştır. Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinin dış
politikası “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesi
çerçevesinde gerçekleşmiştir. Bu nedenle Türkiye her ne
kadar ideoloji olarak batılı ülkelerin ideolojisini benimsemiş
ise de dış politikada doğrudan doğruya her konuda ordusunun
tüm benliği ile kabul ettiği “Yurtta sulh, cihanda sulh”,
“Vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü” ya da
“Misak-ı Millî” ilkelerine sıkı sıkıya bağlı
olması, Türk dış politikasında her zaman etkili olmuştur.
Bu nedenle Türkiye, İkinci Dünya Savaşında taraf olmaktan
ziyade tarafsız olmayı benimsemiş ve savaşan taraflardan
herhangi birinden yana tavır koymaktan uzak durmuştur. Ancak
bununla beraber Türk dış politikasının dünya politikasından
bağımsız bir politika olduğunu söylemek çok zordur ve
mümkün de değildir. Zira Türkiye, hem BM, NATO, IMF ve
Dünya Bankası gibi bir çok uluslararası kuruluşlara
üyedir, hem de dünya coğrafyası açısından aşırı
derecede stratejik öneme sahip bir bölgede bulunmaktadır. İçerisinden
bulunduğu coğrafî konum itibarı ile dünyada meydana gelen
bir çok siyasî olayın bir parçası olmakla karşı
karşıyadır. Bu nedenle Türkiye’de egemen olan siyasî
otorite, benimseyeceği politikalarla dünya siyasetinde
gerçekten etkin rol oynayabilecek bir güce sahiptir. Türkiye’nin
böylesi bir rolü üstlenebilmesi ise her şeyden önce
Türkiye’nin “ideolojik bir ülke” olması koşuluna
sıkı sıkıya bağlıdır. Ancak ideolojik düşünebilen
ülkeler dünya siyasetinde etkili olabilirler. İdeolojik düşünülmediği
zaman, ülkenin içerisinde bulunduğu coğrafya veya sahip
olduğu maddî servet ne kadar stratejik öneme sahip olursa
olsun, dünya siyasetinde egemen olması veya etkin bir rol
oynaması mümkün değildir. 1990 sonrası Rusya’nın konumu
bunun için en belirgin bir örnektir.
Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından sonra
kurulan Türkiye Cumhuriyeti, kuruluş yıllarında dünya
siyasetinde egemen olan İngiliz siyasetinden uzak değildir.
Zira Birinci Dünya Savaşına kadar geçen süre içerisinde
hemen hemen Ortadoğu ülkelerinin tamamında İngiliz
politikası egemendir ve bu ülkeler üzerinde Amerika’nın
egemenliğinden bahsetmek mümkün değildir. Cumhuriyetin
kurulması ile Batı ideolojisini, yani demokrasiyi, kapitalizmi
benimseyen Türkiye’nin ekonomik ve siyasî alanda Batı’dan
kopuk politikalar benimsemesi mümkün değildir. 1930
yılların Avrupa’sında uygulanan “Karma Ekonomi”
politikaları çerçevesinde Türkiye’de devletin ekonomi
üzerinde önemli bir ağırlığı olmuştur. Bugün özelleştirilmeye
çalışılan KİT’lerin büyük bir kısmı Cumhuriyetin
kuruluş yıllarında devlet tarafından kurulan kurumlardır.
Aynı yıllarda Avrupa’ya baktığımızda benzeri kurumların
da var olduğu görülür. Cumhuriyetin kuruluşunda etkin
olmasının doğal bir sonucu olarak Cumhuriyet dönemi Türk dış
politikası genelde Amerikan dış politikasına dayalı
politikalar olmaktan ziyade Avrupa kaynaklı dış politikalara
daha uygun bir seyir takip etmiştir.
Ancak 1983’li yıllardan sonra Türkiye’nin
yaşadığı Turgut Özal’lı yıllar açıkça Amerikan
politikalarına uygun bir seyir takip etme şeklinde tezahür
etmiştir. Nitekim Turgut Özal birçok kereler dış politikada
Amerika ile hareket etmenin gereğini vurgulamış ve bu yönde
de hareket etmiştir. Bu çerçevede “bir koyup yirmi misli
ile alacağız” gerekçesi ile ikinci Körfez savaşında
Amerika’nın yanında yer alınmış, İncirlik Üssünden
kalkan uçakların Irak’ı bombalamasına izin verilmiştir.
Dolayısıyla Cumhuriyet döneminde Amerika-Türkiye ilişkilerinin
en iyi olduğu dönem Özal’lı yıllarda yaşanmıştır.
Ancak İkinci Körfez savaşı sonrası gelişen olaylar hiç de
Özal’ın düşüncesini doğrulamamıştır. İkinci Körfez
savaşında Amerika ile işbirliği yapan ülkelere yaptığı
muameleyi Amerika Türkiye’ye yapmamıştır. Çünkü Amerika
için asıl önemli olan kendi çıkarlarının gerçekleşmesidir.
Yanında yer alan ülkelerin zarara uğrayıp uğramaması
Amerika için hiç de önemli değildir. Amerika’nın yanında
her yönüyle yer aldığı için Mısır’ın 10 milyar
Dolarlık borcunu bir kalemde silip atan Amerika, Irak’la
ticaretinin kesilmesi ve Kerkük-Yumurtalık petrol boru
hattının kapatılmasından dolayı Amerika’yı destekleyen
ülkeler arasında en fazla zarara uğrayan ülke olmasına ve
bu zararın bugünkü rakamlarla 30 milyar Doları aşmış
olmasına rağmen Amerika’nın Türkiye’ye hiç bir katkısı
olmamıştır. Üstelik Amerika baskısı ile, BM’de alınan
kararların uygulanması sonucu olarak Irak uçaklarının 36.
Paralelin üstünde uçuşlarının yasaklanması ve Kuzey Irak’ta
otorite boşluğunun doğması nedeni ile PKK Kuzey Irak’ta
yerleşmiş ve Körfez savaşından sonra kurulan “Çekiç
Güç” aracılığı ile her türlü lojistik desteğe sahip
olmuştur. Yani Türkiye körfez savaşında Amerika’nın
yanında yer almasının mükafatını, Amerika’nın Kuzey
Irak politikasının bir parçası olan Güneydoğu Anadolu’yu
da içine alan bir bölgede PKK destekli bir Kürt Devleti’nin
kurulması sıkıntısı ile görmüştür. Özellikle Kuzey
Irak’ta Amerikan planının uygulanmasının bir gereği
olarak, kurulması planlanan Kürt Devleti’nin kurulmasının
engellemek için Türkiye’nin (ordunun) gösterdiği
kararlılık, dış politikada bir çok alanda Türkiye ile
Amerika’yı karşı karşıya getirmiştir. Amerika, Kuzey
Irak’ta Kürt Devleti kurulmasının önünde en büyük engel
olarak gördüğü Türkiye’yi bertaraf edebilmek için bir
çok açıdan Türkiye’ye baskılar uygulamış ancak bu
amacında başarıya ulaşamamıştır. Bu çerçevede
uluslararası alanda Türkiye’nin ekonomi notunun düşürüldüğünü
açıklayarak borç musluklarını tıkamış, parasını ödediği
halde 10 adet Kobra helikopteri ve 3 adet Fırkateyni Türkiye’ye
vermemiş, PKK’ya karşı sürdürdüğü mücadele nedeni ile
Türkiye’yi insan haklarını çiğnemekle suçlamıştır.
Özetle Kuzey Irak için düşündüğü politikayı
uygulayabilmek için bir çok yönden Türkiye’ye baskı
yapmıştır.
Amerika’nın Ortadoğu’ya yönelik dış
politikalarının iki noktada yoğunlaştığını söylemek
mümkündür. bunlardan birini Kuzey Irak’ta kurulması
planlanan Kürt Devleti oluştururken, diğerini ise “Golan
Tepeleri” sorunu oluşturmaktadır. Dolayısıyla 1990’lı
yıllardan sonra Ortadoğu’ya yönelik Amerikan dış
politikasının Türkiye bağlantılı iki ayağı bunlardan
oluşmaktadır.
Golan Tepeleri sorunu :
“Golan Tepeleri” gerçekte Suriye’ye
ait bir toprak olmasına rağmen İsrail tarafından işgal
edilmiş, ancak coğrafî konumu itibarı ile aşırı stratejik
öneme sahip bir yerdir. Yıllardan beri Amerika bu bölgeyi
İsrail’den istemekte, bütün baskılara İsrail Golan
Tepelerini Suriye’ye (Amerika’ya) vermemekte direnmektedir.
Amerika Golan Tepelerinin iadesi konusunda İsrail’e bir
yandan Suriye ve Lübnan, bir yandan Mısır, diğer yandan da bölgede
kendisine tabi ülkeler aracılığı ile baskı
uygulamaktadır. Bu amaçla zaman zaman Arap zirvesi
toplanmakta, zirvede İsrail ile her türlü ekonomik ve
diplomatik ilişkilerin kesilmesi kararı alınmakta, ancak
Ürdün gibi bölgede Amerikan politikaların uygulanmasına
karşı olan ülkelerin, kararı uygulamamaları ile kararlar
kağıt üzerinde kalmaktadır. Ancak Amerika’nın Golan
tepeleri konusunda İsrail’e yaptığı baskıların en
etkilisini Suriye ve Lübnan ayağı oluşturmaktadır. İsrail
ise her ne kadar önemli silahlara ve silah teknolojisine sahip
ise de Suriye ile bir savaşa girmekten aşırı derecede
korkmaktadır. Zira insanın elindeki silahlar ne kadar modern
olursa olsun sonunda silahları kullanacak olan insandır.
Yahudiler ise korkaklıkları ile meşhurdurlar. Ellerinde
modern silahlar olsa da bunları gereğince kullanma cesaretine
sahip ordudan yoksundurlar.
Amerika’nın bir yandın Kuzey Irak
politikasını uygulama konusunda çeşitli yönlerden Türkiye’ye
baskı yapması, diğer taraftan da Golan’dan çekilmesi
konusunda İsrail’e baskı yapması Türkiye ile İsrail’i
Ortadoğu politikasında birlikte hareket etmeye yöneltmiştir.
1994 yılında Türkiye’nin yaşadığı ekonomik krizin
ardından dönemin Türkiye Başbakanı Çiller, Cumhurbaşkanı
Demirel ve dönemin dışişleri bakanı Hikmet Çetin İsrail’i
ziyaret etmişlerdir. Türkiye-İsrail “Savunma İşbirliği”
anlaşmasının temellerinin atıldığı bu ziyaretlerden sonra
Türkiye-İsrail ilişkileri daha da gelişmiş ve bir çok
alanda işbirliğine gidilmesi kararlaştırılmıştır.
Özellikle Amerika’nın parasını aldığı halde Kobra
helikopterlerini ve üç adet Fırkateyni Türkiye’ye
vermemesi ve Türkiye’ye adeta açıkça silah ambargosu
uygulamasının acısını Türkiye, daha doğrusu Türk Ordusu
İsrail ile F-4 uçaklarının ve daha bir çok silahın
modernizasyonun, İsrail ile ortak üretim yapılması gibi
anlaşmalarla çıkarılmak istenmiştir.
Ancak Amerika’nın Ortadoğu
politikasının can alıcı iki ayağını oluşturan “Golan
Tepeleri”nin Suriye’ye iadesi ve Kuzey Irak’ta Amerika güdümlü
bir Kürt Devleti’nin kurulması politikalarının Türkiye-İsrail
ve Ürdün üçlüsü ve bölgede Amerika politikalarına
karşı olan bazı devletlerin girişimleri ile şu an için
suya düşürülmesi karşısında Amerika pes mi etmiştir? Bu
planlarını uygulamaktan vaz mı geçecektir? Dünyanın süper
gücü olduğunu iddia eden ve dünyanın jandarmalığını
yapan Amerika, Türkiye ve İsrail gibi iki ülke karşısındaki
hezimeti içine sindirecek midir? Yoksa Amerika, başarısızlığın
hıncını alabilmek için özellikle Türkiye üzerinde başka
cehennemî planları mı uygulayacaktır.
Bölgede Türkiye ile İsrail’in durumuna
baktığımız zaman, kuruluşundan bu güne kadar birçok
konuda Amerika’nın desteğini gören İsrail, her zaman için
Amerika’nın yumuşak karnını oluşturmuş ve şımarık
çocuğu olmuştur. Her ne kadar yaptığı planların boşa çıkarılmasında
en az Türkiye kadar İsrail’in payı olsa da Amerika asla
İsrail’e Türkiye’ye davrandığı gibi davranmayacaktır.
görünen o ki Amerika, Ortadoğu politikasının belkemiğini
oluşturan iki noktadaki hezimetinin acısını çıkarmak için
Türkiye’ye askerî ve ekonomik birçok açıdan baskılar
uygulamış, ancak bunlarda tam anlamıyla muvaffak
olamamıştır. Dolayısıyla şu anda Türkiye’nin
içerisinde bulunduğu coğrafi konum ve sosyopolitik yapısı
itibariyle Amerika’nın Türkiye üzerinde yapacağı
baskıların iki noktada odaklanması beklenebilir. Bunlar:
1-Türkiye’yi içeride kargaşalıklara
boğarak hem halk arasında hem de halkla ordu arasında bir
çatışma ortamı oluşturmak. İçerisinde yaşadığımız günlerde
ve çok yakın geçmişte dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşanan
olaylar bu türden planların yansımalarıdır. Örneğin
Amerika, Fransız uşağı Mobutu’ya karşı kendi uşağı
Kabila’yı desteklemiş ve Zaire’yi kan gölüne çevirmiştir.
Aynı olay geçtiğimiz aylarda Ruanda’da geçtiğimiz
yıllarda Somali’de, Güney Afrika’da, Güney ve Kuzey Kore’de,
halen de Cezayir’de ve daha dünyanın birçok bölgesinde yaşanmış
ve yaşanmaktadır. Gerçek problem, menfaat çatışması sömürgeci
kâfir devletler arasında olduğu halde yangın, sömürgeci
ülkelerin topraklarından binlerce kilometre uzaklarda
yaşanmakta, faturayı başka halk ve milletler ödemektedirler.
2- Dış faktörlerin kullanılması,
başta Suriye olmak üzere, Yunanistan ve İran’la Türkiye’yi
muhtemel bir savaş ortamına çekerek bütün gücü ile
Türkiye’yi adeta Amerika’nın ayaklarına kapanır hale
getirmek. Diğer taraftan da Kıbrıs kartını kullanmak.
Özetle fiili bir savaş ortamında her yönüyle Türkiye’yi
çökertmeye çalışmak. Amerika’nın üçüncü dünya
ülkelerini kendisine bağlamak için kullandığı yolların en
önemlilerinden birisi de borçlandırma yoluna gitmektir.
Özellikle ikinci Dünya Savaşından sonra “Marshall
Yardımları” adı altında Amerika, ilk etapta hibe
şeklinde, daha sonraları ise orta, kısa ve uzun vadeli borçlar
vermek suretiyle üçüncü dünya ülkelerini ekonomik ve
siyasî açıdan kendisine bağlamak istemiştir. 1950’li
yılların Endenozya’sı örneğinde olduğu gibi borç
almamakta direnen ülkelerde ise kargaşalıklar çıkartmıştır.
IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar aracılığı ile kredi
verme ve kredi verdiği ülkelerin ekonomilerini denetleme
yöntemini kullanmış ve bunda da başarılı olmuştur. Yine
“Ekonomik Kalkınma” ve “Ekonomik Planlama”
propagandaları altında üçüncü dünya ülkelerinde Amerika’lı
uzmanlar gözetiminde kalkınma programları hazırlamış ve
hazırlanan programlar çerçevesinde de ülkeleri, Amerika’dan
veya Amerika güdümündeki uluslararası kuruluşlardan kredi
almaya zorlamıştır. Ancak Amerika son yıllarda Türkiye’ye
karşı bu yöntemi kullanmada pek başarılı olamadığı için
yukarıda saydığımız iki şıkkı uygulamaktan başka bir çıkar
yolu kalmamıştır. 1996 ve 1997 yılları içerisinde “Türk
Ekonomisini” denetlemek amacıyla Türkiye’ye gelen IMF ve
Dünya Bankası heyetleri uzunca bir süre karşılarında
muhatap bulamamış ve elleri boş olarak geri dönmüştür.
Uzunca bir süreden beri dışarıdan borç almamasına ve dış
ticaret makasının da her geçen gün açılmasına rağmen Türkiye’nin
dış borçlarının nasıl ödediğinin araştırmasını yapan
ve konuda elle tutulur gözle görülür bir şey bulamayan IMF,
geçtiğimiz günlerde yaptığı bir açıklama ile, “Dış
Borçların” İstanbul Laleli’den Rusya’ya yapılan bavul
ticaretinden elde edilen gelirlerle kapatıldığı gibi
kendilerinin de inanmadıkları saçma bir gerekçe ile açıklayabilmişlerdir.
Kısacası şu anda içerisinde bulunduğumuz günlerde,
Türkiye-İsrail ilişkilerinin iyi düzeyde olması nedeniyle
Amerika, Türkiye’ye karşı para-kredi kartını kullanmakta
olamamıştır.
Dış tehdidin yanı sıra belki de Amerika’nın
Türkiye üzerinde kurduğu cehennemi planların ağırlık
noktasını birinci şık oluşturmaktadır. Özellikle
Genelkurmay’ın geçtiğimiz günlerde açıkladığı (MASK)
“Mili Askeri Stratejik Konsept”. Amerika’nın bu
planının daha fazla uygulanabilir olma ihtimaline karşı
alınmış bir ön tedbiri ortaya koymaktadır. Peki Amerika’nın
içeriye yönelik olarak hazırladığı planın muhtemel
çerçevesi neler olabilir? Bu soruyu cevaplayabilmek için
önce Türkiye’nin şu anda içerisinde bulunduğu iç yapıya
ve son günlerde medyanın ağırlıklı olarak işlediği
bakmak gereklidir.
28 Şubatta yapılan MGK toplantısından
sonra Türkiye hızla lâiklik-demokrasi-irtica tartışmalarının
yaşandığı son derece gerilimli bir ortam içerisine girdi.
Bu noktada bilinçli ya da bilinçsiz olarak özellikle basının
belli bir kesimi temcit pilavı gibi konuyu her gün ısıtarak,
pireyi deve yaparak, RP ile ordu arasında, ordu ile İslâm ve
Müslümanlar arasında ciddi çatışmaların var olduğunu
işledi. Diğer taraftan Ortadoğu’da Amerikan yanlısı
politikalar izleyen Suriye , Mısır ve Suudi Arabistan
basını, İran medyası ve özellikle de Amerikan medyası sürekli
olarak; Türkiye’de ordunun İslamcılara baskı
yaptığını, İmam-Hatip okullarının ve Kur’an
Kurslarının ordunun talimatı ile kapatıldığı, sokakta
gezen insanların başlarından sarıklarının alındığı
gibi konular üzerinde durdu. Yapılan bütün bu propagandaların
belki çok az bir kısmının farkında olmadan yapılan
yayınlar olduğunu söyleyebilsek de ki bunu söyleyebilmek
çok zordur. Bunlar toplumda oluşturulmaya çalışılan
gerginliğin alt zeminini oluşturmaktadır. Zira yapılan tüm
propagandalar ve yapılan bir takım uygulamalar ile halkta
sinirler gerilmekte, çoğu yerde insanlar adeta bir volkan gibi
patlama noktasına gelmektedir.
İşte tıpkı 80’li yıllardan önce sağcı-solcu
çatışmalarının yaşandığı, komünistliğin bahane
edilerek Türkiye’nin bir kan gölüne çevrildiği ortamın
benzeri bugün, Amerika tarafından İslâm kartı kullanılarak
oluşturulmak istenmektedir. Zira Amerika bu oyunu Cezayir’de
başarı ile oynamakta ve adeta mezbahaya çevrilen Cezayir
olaylarının faturasını medya aracılığı ile Müslümanlara
çıkartmaktadır. Genelkurmay ikinci başkanı Orgeneral Çevik
Bir’in: “Türkiye, Cezayir gibi kan gölüne çevrilmek
istenmektedir. Türk Ordusu, Türkiye’nin bir Cezayir olmasına
asla fırsat vermeyecektir.” Şeklindeki sözleri de bu gerçeğin
bir başka ifadesidir. Amerika’nın bu plan ile yapmak
istediği şey, Türkiye’nin engellemesi ile Kuzey Irak’ta
kurmayı başaramadığı Kürt Devleti’nin acısını çok
daha fazlası ile çıkarmaktır. Çünkü içerisinde bulunduğu
stratejik ve sosyopolitik konum itibarı ile Türkiye, Amerika
için ölüm-kalım meselesi kadar ciddi bir öneme sahip bir
ülkedir. Bizim temennimiz Amerika’nın ve diğer kâfir
devletlerin, Türkiye ve diğer Müslüman ülkeler üzerinde
oynadıkları oyunlarda tamamen hezimete uğramalarıdır.
Ancak burada Müslümanlara önemli bir
görev düşmektedir. Her ne kadar bugünün Türkiye’sinde
Müslüman’lar, İmam-Hatip Okullarının ve Kur’an
Kurslarının kapatılması gibi bir takım can sıkıcı
olaylarla karşı karşıya iseler de, yapılan bir hatanın bir
başka hata ile giderilmesi gafletine asla düşmemelidirler.
Şu anda Türkiye açıkça fitne ortamına doğru sürüklenmektedir.
Yine temenni etmiyoruz ama Türkiye’nin geleceğinde kapkara
fitne bulutları dolaşmaktadır. Fitnenin kol gezdiği bir
ortamda ise İslâm bizden fitneden tamamen uzak durmamızı
istemektedir. Amerika, İngiltere ve Fransa gibi ülkelerin
Müslümanlar aleyhine hazırladıkları tuzaklara düşmemek için,
Allah ve Resulünün çağrısına kulak vermelidirler. Fitne
ortamı hakkında Resulüllah (S.A:V.) şöyle buyurmaktadır:
Kıyametten önce herc vardır.” Buyurması üzerine “Ey
Allah’ın Resulü herc nedir?” diye sordum. “Katl’dir
cevabını verdi. Bunun üzerine orada bulunan Müslümanlardan
bazıları: Ey Allah’ın Resulü! (Bunu söylemenize ne gerek
vardı?) biz şimdiden bir yılda şu kadar, bu kadar müşrik
öldürürüz dediler.” Dediler. Hz Peygamber (S.A.V.)
muhataplarının yanlış anladıklarını görerek şu açıklamayı
yaptı: “Benim kastım, müşriklerin öldürülmesi değildir.
O gün gelince birbirinizi öldüreceksiniz. O kadar ki kişi
komşusunu, amca oğlunu ve akrabalarını öldürecek”.
Bir başka hadiste ise Resulüllah (S.A.V.)şöyle buyurmaktadır:
“Kıyametten hemen önce karanlık gecelerin parçaları
gibi fitneler vardır. Kişi o fitnelerde mü’min olarak
sabahlar, akşama kâfir olur. Mü’min olarak akşama erer,
sabaha kâfir olur. O fitnede oturan ayakta durandan daha hayırlıdır.
Öyleyse yaylarınızı kırın, kirişlerinizi parçalayın,
kılıçlarınızı da taşa vurun. Sizden birinin evine
girerlerse, Hz. Adem’in iki oğlundan hayırlısı (ölen)
olsun, öldüren olmasın.” (Ebu Davud: Fiten2,
4259, 4262)
Fitne konusunda Resulüllah (S.A.V.)’den
rivayet edilen daha birçok hadis mevcuttur. Buraya naklettiğimiz
iki hadise baktığımız zaman, Resulüllah (S.A.V.) fitne
zamanında Müslüman’ların ellerine asla silah
almamalarını, silahlarını bırakmalarını, ölüm ile karşı
karşıya kalsalar dahi silaha sarılmamalarını tavsiye
etmektedir. Hele bu fitnenin arkasında Amerika, İngiltere,
Fransa ve İsrail gibi sömürgeci kâfir devletler var ise her
ne bahane olursa olsun bir Müslüman’ın silaha sarılması
ancak kâfir devletlerin hesabına çalışması anlamına
gelir. Koministlerin Afganistan’ı terk etmelerine rağmen
yıllardan beri Afganlı gurupların, aynı ülkenin evlatlarının
birbirlerini acımadan öldürmeleri, Cezayir’de yaşanan iç
savaş ve daha dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşanan
olaylar bunun en canlı örneklerini oluşturmaktadır. Hadiste
belirtilen bugün aynen Cezayir’de ve Afganistan’da yaşanmıyor
mu? Bu ülkelerde yaşayan insanlar, komşular, amcalar,
dayılar, yeğenler, hatta ve hatta babalar ve kardeşler
birbirlerini öldürmüyor mu? Gerçekleri görebilmek için aynı
olayları bizlerin de yaşamasına ne gerek var? Asırlar
öncesinde Allah’ın Resulü (S.A.V.) bizlere gerçeği açıkça
gösteriyor ve bizleri ikaz ediyor. Öyleyse tek kelime ile
Müslümanların Allah ve Resulünün sözünü dinlemekten başka
çıkar yol yoktur, tek kurtuluş yolu da Allah ve Resulündedir.
Özetle Amerika ve diğer kâfir devletlerin hazırladıkları
oyunlara düşerek birbirlerine karşı (Allah korusun) silah
çekmeleri kesinlikle caiz değildir ve haramdır.
Ancak biz bu ifademizle kesinlikle her türlü
münkere karşı susmak, kimsenin etlisine, sütlüsüne
dokunmamak ve suya sabuna dokunulmaması gerektiğini söylemiyoruz.
Bizim burada söylemek istediğimiz husus yaklaşan fitne
durumunda bir Müslümanın nasıl bir tavır takınması
gerektiğini ortaya koymaktır. Elbette ki Müslüman her
münkere karşı koyacak, marufu emredecektir. Fakat marufu
emretmenin ve münkerden alıkoymanın yolu, ancak ve ancak
Allah ve Resulünün gösterdiği yoldur, Allah ve Resulünün
emir ve yasaklarına kulak vermektir. Zira böyle yapıldığı
zaman Müslümanlar ferasetle hareket etmiş olacakları için
hiç bir surette Allah’a Resulüne ve Müslümanlara kin
besleyen düşmanların tuzaklarına düşmeyeceklerdir.
Amerika’nın Türkiye üzerinde hazırladığı
tuzağın ikinci kısmına gelince: Türkiye, hem bu kapandan
hem de Amerika’nın uyguladığı silah ambargosu
kıskacından kurtulabilmek için İsrail ile ikili anlaşmalar
yapma yolunu seçmiştir. Türkiye’yi komşuları ile savaşa
sokmak için Amerika’nın hazırladığı plan, Türkiye için
ne kadar tehlikeli ise, İsrail ile ikili anlaşmalar yapmak da
o kadar tehlikelidir. Bunun nedenini anlayabilmek için Yahudi
varlığının tarihi gecmişine bakmak yeterlidir.
Konuya girmeden öncelikle şu hususu
belirtmekte fayda vardır. Burada, Türkiye-İsrail
ilişkilerini eleştirirken hiçbir surette bazı basın-yayın
organlarında yer alan ”Arap ülkelerinin kızdırılmaması”
gibi yaklaşımlarla meseleyi ele almıyoruz. Zira biliyoruz ki
şu anda Ortadoğu’da bulunan Arap ülkelerinin istisnasız
tamamı doğrudan doğruya, ya Amerikan çizgisinde ya da Avrupa
(İngiltere) çizgisinde hareket etmektedirler. Üstelik onlar,
Avrupa veya Amerika’ya yönelirken Türkiye gibi zaman zaman
pragmatist bir çizgi de takip etmemektedirler. Havuç politikasından
anlamayan İsrail’i sopa politikası ile Golan’dan
çekilmeye ikna etmek için Amerika tarafından; Suriye, Mısır
ve Suudi Arabistan’ın kullanılması, Suriye-İran veya
İran-Suudi Arabistan yakınlaşması ve belki de önümüzdeki
günlerde OGİT’e alternatif olarak kurulması planlanan içerisinde,
S.Arabistan, Mısır, Suriye ve İran gibi ülkelerin yer alacağı
yeni bir örgütün kurulması, ya da Amerikan planının
baltalanması için başta Ürdün olmak üzere bir takım Körfez
ülkelerinin İngiliz çizgisinde hareket etmeleri bunun en
bariz örneklerini oluşturmaktadır.
Tarihi Süreç içerisinde Yahudiler :
Aynı yeryüzünü paylaşmalarının doğal
bir sonucu olarak insanlar ve devletler zaman zaman birbirleri
ile çeşitli anlaşmalar yaparlar. Bazen kavga ederler bazen de
barışırlar. Ancak tarihi süreç içerisinde her millet bir
takım özellikleri ile meşhur olmuşlardır. Örneğin Türkler
cesaretleri anlaşmalarına sadık kalmaları ile
tanınmışlardır. Alman halkı kendilerine aşırı güven
duymaları dolaysı ile komşuları için her zaman tehlike oluşturmaları
ile, Arap halkı sürekli saldırganlık esası üzere yaşamaları
ile, Japon halkı işlerini en doğru bir şekilde yapmaları
ile, İngiliz halkı fırsatçılıkları ile, istismarcılık,
sinsice hareket etmek ve başkaları hakkında tuzak kurmaları
ile tanınırlar. dolaysı ile bir ülke, bu ülkelerden birisi
ile anlaşma yapacağı veya işbirliğine girişeceği veya
savaşa kalkışacağı zaman karşısındaki halklarda tarihi süreç
içerisinde bulunan meziyetleri de göz önünde bulundurması
gerekir. Yine tarihe baktığımız zaman bu halkların
tamamının tarihte önemli devletler kurdukları, dünya
siyasetinde rol oynadıklarını görürüz.
Yahudi halkının tarihi geçmişine
baktığımız zaman, diğer halklarda bulunan özelliklerden
tamamen farklı bir özelliğe sahip olduklarını görürüz.
Her şeyden önce Yahudiler binlerce yıldan beri hiç bir
surette varlık oluşturamamışlardır.
Başta Amerika ve İngiltere olmak üzere
kafir devletlerin desteği ile 1948 yılında kurdukları
İsrail devletinin dışında binlerce yıldan beri bağımsız
bir devlet kuramamışlar, sürekli olarak başka devletlerin ve
halkların himayeleri altında yaşamışlardır. Aşırı
derecede korkak olmaları, sürekli olarak yaptıkları
anlaşmaları bozmaları, beraber yaşadıkları veya ittifak içerisinde
oldukları halkları veya toplumları daima arkadan vurmaları
ve ihanet etmeleri, hiçbir surette güvenilir bir yapıya sahip
olmamaları, dünyaya aşırı düşkünlükleri nedeniyle hayatı
çok sevmeleri dolayısıyla da ölümden aşırı bir şekilde
korkmaları en belirgin özellikleridir.
Ana hatları ile belirgin özelliklerini sıraladığımız
Yahudiler hakkında, insanı yaratan Alemlerin Rabbi olan Allahu
Teala bizlere şunları bildirmekte ve onlara karşı bizleri
uyarmaktadır.
“İnsanların iman edenlere düşmanlık
bakımından en şiddetlisinin Yahudileri ve şirk koşanları
bulacaksın.” (Maide-82)
Bu ayette Allahu Teala Müslümanlara düşman
olanların en şiddetlisinin Yahudiler olduğunu bildirmektedir.
“Ne zaman ki onlar bir anlaşma
yaptılarsa yine kendi kavimlerinden bir grup onu bozmadı mı?”
(Bakara-100)
“Onlar kendileriyle anlaşma yap-tığında
hiç çekinmeden her defasında yaptıkları anlaşmayı bozan
kimselerdir.” (En fal-56)
“Allah’tan gelmiş bir ipe ve
insanlar tarafından ortaya konulan bir ipe (yardıma)
sığınmaları müstesna onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar
kendilerine zillet damgası vurulmuştur. Allah’ın hışmına
uğramışlar, miskinliğe mahkum edilmişlerdir.” (Al-i
İmran-112)
“Demişlerdi ki: Ey Musa, onlar orada oldukça
ebediyen oraya girmeyiz. Git sen ve Rab bin savaşın, Biz,
burada oturanlardanız .” (Maide-24)
“Savaş için ne zaman ateş
yaksalar; Allah (onların yaktığı savaş ateşini) söndürür.
Ve yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar. Allah ise bozguncuları
sevmez.” (Maide-64)
Her sözün şüphesiz en doğrusunu söyleyen,
kalplerde olanları kesinlikle bilen Allahu Tealâ'nın Kuran’ı
Kerimde Yahudiler hakkında bize bildirdiği haberlerin bunlar
yalnızca çok az bir kısmını oluşturmaktadır. Hatta Kuran’da
haklarında en fazla söz edilen kavim Yahudilerdir.
Onların iç yüzlerini bilen Allahu Teala
onlara karşı bizleri defalarca uyarmakta, dikkatli olmaya çağırmaktadır.
şimdi yukarıdaki ayetler ve tarihi olaylar çerçevesinde
Türkiye ile İsrail arasında yapılan ikili anlaşmaların bir
değerlendirmesini yapalım:
Yahudiler Musa (as) zamanında Firavunun zulmü
ile karşı karşıya kalmışlar, Allahu Teala’nın Musa (as)’a
verdiği mucize sayesinde kızıl denizden sağ salim olarak geçmişler,
Firavun ve ordusu ise Kızıl denizde boğulmuşlar ve böylece
Yahudiler Firavunun zulmünden kurtulmuşlardı. Ancak Musa (as)
onların buzağıya tapmamaları, Allah’a şirk koşmamaları
konusunda söz almış olmasına rağmen Turdan dönüşünde
Yahudilerin buzağıya tapmakta olduklarını görmüştür.
Peygamberleri Zekeri ya (as)’ı öldürdüler. Yaptıkları bütün
anlaşmaları bozdular. Bulundukları toplumda bozgunculuk çıkardılar.
Medine’de ve bütün Arap yarımadasında İslam’a karşı
ilk defa savaş açan, düşmanlık gösteren, hile ve tuzaklar
hazırlayan onlardır.
İlk günden itibaren Müslümanların
aleyhinde olarak savaş ateşini körüklediler. Medine’de
nifak çıkardılar ve oradaki münafıkları tahrik ve teşvik
ettiler. Müslümanlar aleyhine müşriklerle gizli toplantılar
anlaşmalar yaptılar. Müslümanlara karşı müşrikleri
kışkırttılar. Zekeri ya (as)’ı öldürdükleri gibi
Resulullah (s.a.s)’i de öldürmek için tuzak kurdular. Allah’ın
Rasülü (s.a.s)’in Mekke’den Medine’ye hicret etmesi ile
Medine de kurulan İslam Devletinin başına geçen Allah’ın
Rasulu, Medine’de yaşayan toplumların uyacakları kuralları
belirlemiş ve Medine’de çevresinde yaşayan üç gruptan
birisi olan Yahudilerin de belirlenen şartlara uymalarını
emretmişti. Ancak çok geçmeden Medine civarında yaşayan
Yahudi kabileleri anlaşmaya ihanet etmişler ve gerçek
yüzlerini ortaya koymuşlardır. İspanyolların zulmünden
kaçtıklarında, Osmanlı Devleti himayesi altına aldığı
Yahudiler de çok geçmeden Osmanlı aleyhine bir takım
entrikalar kurmaya, planlar yapmaya başlamışlardır. Ancak
Osmanlı Devletinin güçlü olması ve yöneticilerin
Yahudilerin hainliklerinden kısa sürede haberdar olmaları ile
bu planları suya düşmüş, fakat ihanet etme düşüncelerinden
yine de vazgeçmeyerek yaptıkları gizli bir toplantıda: Müslümanlara
karşı Müslüman gibi görünme, kendi içlerinde ise
Yahudiliklerini sürdürme kararı almışlardır.
Dolayısıyla bu grup Yahudiler İslam dünyasında
“Dönmeler” olarak isimlendirilmişlerdir. Böylece
ikiyüzlülüklerinden asla vazgeçmemişlerdir. Yahudi
topluluğun geçmişleri hakkında söylenebileceklerin belki
binde biri bile değildir. Yahudilerin dışında yeryüzüne
gelen bütün toplulukların kötü yanları yanında kayda
değer iyi yanları da olmuştur. Yeryüzünde bundan istisna
edilecek tek bir kavim varsa şüphesiz ki onlar da
Yahudilerdir. Tarih boyunca hiç bir tarih kitabı Yahudiler
hakkında övünülecek tek bir cümle bile yazmamıştır.
Onlar daima kötü yönleri ile insanlar arasında
tanınmışlardır. Kıyamete kadar da bu özellikleri değişmeden
devam edecektir. Zira alemlerin Rabbi olan Allahu Teâla onların
boynuna zillet ve alçaklık damgasını vurmuştur.
Madem ki Yahudiler tarih boyunca hiçbir
surette anlaşmalarına sadık kalmamışlar. Zorluklardan her
zaman kaçmışlar. Peygamberlerine karşı:
“Ey Musa, orada zorlu bir millet var, onlar
oradan çıkmadıkça biz oraya girmeyeceğiz, eğer çıkarlarsa
biz de gireriz” (Maide-22) dedikleri halde,
savaş gerçeği ile karşı karşıya kaldıklarında: Musa
(as)’a “Sen ve Rabbin gidin savaşın, biz işte burada
oturacağız” (Maide-24) demişlerdir. Savaş gerçeği
ile karşı karşıya kaldıkları zaman, kendilerini birçok sıkıntıdan
kurtaran peygamberlerine karşı: “Sen ve Rabbin gidin
savaşın, biz işte burada oturacağız” diyerek
peygamberlerini yalnız bırakanlar, bugün bizimi yalnız
bırakmayacaklar?.
Peygamberleri Zekeri ya (as)’ı öldüren,
Muhammed (s.a.s)’i öldürmek için de tuzak kuracak kadar
alçaklıkta ilerleyen bir kavme nasıl olurda savaş ekip
adamlarımızı teslim edebiliriz? Teknolojinin gün be gün hızla
ilerlediği, neredeyse her gün casusluk haberlerinin yer aldığı,
skandalların patlak verdiği, küçücük bir cep telefonunun
içerisine konulan bir patlayıcı ile istenmeyen kişilerin
öldürülebildiği günümüzde, hainlikleri ve
ikiyüzlülükleri ile meşhur olmuş Yahudiler tarafından
kendi elimizle teslim ettiğimiz uçaklarımıza benzeri
bombaların konulmayacağından nasıl emin olabiliriz?
Çıkarlarına karşı çıktığımız için
parası ödenmiş bulunan Kobra helikopterlerini ve
firkateynleri vermeyen Amerika’nın bizlere uyguladığı
silah ambargosundan kaçarken bir başka ambargo içerisine düşmekteyiz.
Bugün Amerika’nın uyguladığı silah Ambargosunun
aynısını yarın Yahudilerin yapmayacağından nasıl emin
olabiliriz?.
Tarihin hiç bir döneminde savaş ateşini
tutuşturmaktan başka bir meziyetleri olmayan, hiç bir savaşa
iştirak etmeyenler bugün bizimle birlikte mi omuz omuza savaşacaklar?
Hendek savaşında Müşriklerle gizlice anlaşarak Müslümanları
arkadan hançerlemek isteyen Yahudi topluluğu Amerika’dan
veya diğer kafir devletlerden görecekleri çok büyük
menfaatler karşısında, yada Amerikan baskısı karşısında
bizi arkadan hançerlemeyeceklerinden nasıl emin olabiliriz?.
Acaba Genelkurmay Başkanı Org. İsmail
Hakkı Kara dayının İsrail ziyareti esnasında söylediği:
“Biz sizin sırlarınızı Araplara vermeyiz derken”, bizim
sırlarımızı Amerika’ya veya diğer kafir devletlere
vermemeleri konusunda onları uyarmak mı istemiştir? Bizler
tarihi geçmişimizle anlaşmalarımıza sadık kalacağımızı
ispatlamışızdır ve bunda şüphemiz de yoktur. Oysa onların
tarihi geçmişleri bunun tamamen tersi olaylarla dolu olduğu
halde onlara nasıl güvenebiliriz?
Tarih boyunca hep menfaatçilikleri ile
bilinen Yahudiler, şu anda Ortadoğu’nun içerisinde bulunduğu
siyasi yapı gereği bizlerle bazı konularda anlaşma yapma
ihtiyacı duymuşlardır. Kuruluşunda Amerika’nın desteğini
aldıkları, Amerika sayesinde bölgede ayakta kalabildikleri
halde, menfa atına ters düştüğü için Amerika’ya sırt
çevirmekten asla çekinmeyen, Amerika aleyhinde casusluk
yaparak Amerikan basınında günlerce tartışma konusu olan
Yahudiler, bizimle olan menfa atları sona erdiğinde bizi mi
yalnız bırakmayacaklar?
Ayette Allah (cc)’ın da belirttiği: “Allah’tan
gelmiş bir ipe ve insanlar tarafından ortaya konan bir ipe
(yardıma) sığınmaları müstesna onlar nerede bulunurlarsa
bulunsunlar kendilerine zillet damgası vurulmuştur.” (Ali
İmran-112) ayetine göre: Golan tepelerini İsrail’in
elinden alarak Amerika’ya teslim etmek için Amerika’ya uşaklık
eden Hafız Esat ve Hüsnü Mübarek’in başında bulunduğu Sürüye
ve Mısır ile onca güçlü savaş teknolojisine sahip
olmalarına rağmen- savaşmaya cesaret edemediği için
Türkiye’nin eteğine yapışmakta, daha doğrusu ateşe kendi
elini sokmaktansa Türkiye’yi adeta bir maşa olarak kullanmak
istemektedir. Gerçekte güçlü olan onlar değil bizleriz.
Zira onlar yeryüzündeki en korkak insanlardır.
Malazgirt’te elli bin kişi ile yüz elli
bin kişilik Bizans ordusuna karşı koyabilen ve savaştan
zaferle çıkan Alpaslan’ın torunları nasıl olurda yeryüzünün
en korkak insanları ile yardımlaşabilir? Başta İngiltere
olmak üzere tüm batılı ülkelerin, cehennemi ordularla
yüklendikleri Çanakkale’de iki yüz elli bin kişiyi şehit
veren bir ecdadın çocukları yoksa bugün bu cesaretten yoksun
mu kaldılar?
Elektronik teknolojisinin her gün baş döndürücü
bir hızla gelişme gösterdiği günümüzde, F4 uçaklarının
modernizasyonu çerçevesinde, uçakların elektronik
sistemlerine uzaktan kumandalı sistemler
yerleştirmediklerinden veya işlerine gelmediği zaman sistemi
kilitleyecek bir mekanizma kurmadıklarından nasıl emin
olabiliriz?
Musa (as)’ın bir mucizesi olarak Allah’ın
gökten indirdiği en leziz yiyeceklerden, bıldırcın eti ve
kudret helvasını yemekle yetinmeyip.
“Ey Musa, biz bir çeşit yemeğe elbette
dayanamaz. Rabbine dua et bizim için yerde yetişen sarımsak,
sebze, acur, mercimek ve soğan bitirsin” (Bakara-61)
diyen Yahudiler, hazır ellerine fırsat geçmişken,
silahların modernizasyonu ve diğer alanlardaki işbirliği ile
mi yetinecekler? Dünyaya karşı aşırı derecede düşkün
olmaları nedeniyle Türkiye’yi tamamen avuçlarının içine
almak için ellerindeki fırsatları birer şantaj malzemesi
olarak kullanmayacaklarından nasıl emin olabiliriz?
Silahların modernizasyonu çerçevesinde
silah sistemlerini tamamen İsrail teknolojisine bağımlı hale
getirecek olan Yahudilerin en tehlikeli anlarda ihtiyaç duyduğumuz
mühimmatı bizlere teslim edeceklerinden nasıl emin
olabiliriz?
Örnekleri ve soruları daha da artırmak mümkündür.
Ancak hiçbir zaman unutmayalım ki bu gidişle tarih, ne yazık
ki bir kez daha tekerrür edecektir. Acı gerçekle karşı
karşıya kalmak için tarihin tekerrür etmesini beklemeye ne
gerek var!! Alemlerin Rabbi olan Allah’tan bize gelen mesaj bu
şartlar altında gelecekte nelerle karşılaşabileceğimizi açık,
net ve kesin bir şekilde bizlere haber vermektedir. Amerika’nın
bizlere uyguladığı silah ambargosu ne kadar tehlikeli sonuçlar
doğuracaksa, İsrail ile yapılacak işbirliği bundan kat kat
fazlası tehlikeler doğuracaktır.
Amerikanın Suriye aracılığı ile
uyguladığı baskıdan kurtulabilmek için bizleri bir kalkan,
zırh olarak kullanmak isteyen Yahudilerin pis oyununa
gelmeyelim. Zira onlar ayakta kalabilmek için geçmişte
olduğu gibi bugünde başkalarından yardım alma cihetine
gitmişlerdir. Ateşe kendi elleri yerine bizim ellerimizi
sokmak istemektedir. Amerika’nın kışkırtması ve baskısı
ile Suriye, İsrail’le savaşacak olursa bu savaşta İsrail
bizi de yanına almak isteyecek, kendileri geri çekilecek, tıpkı
Musa (as)’a dedikleri gibi “siz gidin savaşın biz burada
oturacağız” diyerek hemen savaştan çekilecekler ve bizleri
Suriye ile karşı karşıya bırakacaklardır.
Uzun zamandan beri bir taraftan Almanya gibi
Avrupa ülkelerinin, diğer yandan da Amerika’nın bizlere
karşı uyguladığı baskılardan kurtulmak istiyorsak,
silahlanmamız yüzde yüz yerli teknoloji ile gerçekleştirmekten
başka çaremiz yoktur. Kendi silah teknolojimizi kurmak
silahlanma konusunda dışa bağımlılıktan tamamen kurtulmak
için her türlü imkanlara sahibiz. Yeter ki bizlerde bu yönde
ciddiyet bulunsun. Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u
fethetmek için döktürdüğü toplar gibi günümüz
şartlarında en mükemmel silahları üretebiliriz. Yeter ki bu
inanca sahip olalım. Aksi taktirde bugün Amerika, yarın
İsrail, öbür gün Fransa, Rusya, Çin vs tüm kafir
devletlerin bizlere karşı uygulayacakları silah ambargoları
ile her zaman karşılaşabiliriz.
Eğer sağ salim sahile varmak geçmişte
olduğu gibi yeryüzünün süper ülkesi, sözü dinlenen
devleti olmak ve yeryüzünün her tarafında başı dik, onurlu
ve izzetli bir şekilde yaşamak istiyorsak tek çare Alemlerin
Rabbi olan Allah’ın ve Onun Resulünün çağrılarına kulak
vermektir.
“Ey iman edenler Allah ve Resulü sizi,
size hayat verene (Allah’ın dinine) çağırdığı zaman
(bu) çağrıya hemen icabet edin.” (En fal-24)
|