GÜNÜMÜZDEKİ MÜSLÜMANLARIN EN BÜYÜK PROBLEMİ 

Adem Beşer

İSLAM DEVLETİ HİLAFETİ'NİN OLMAYIŞIDIR

98. sayıdan devam

Dünya Müslümanları farz olan bu büyük problemleri çözüme kavuşturmadan Allah (c.c.)’nün koyduğu şer’i nizamların hayatta geçerliliğini sağlamaları imkânsızdır.

Yetmiş üç yıldır İslâm şeriatı Müslümanların hayatlarında uygulanmamakta ve tatbik edilmemektedir. Dünyadaki İslâm ülkelerinin hiç birinde devlet bazında şer’i nizamlar uygulanıp tatbik edilmemektedir. İşte Müslümanların çözüme kavuşturmaları gereken (Farz) olan en büyük problemleri budur.

Allah (c.c.)’nün koyduğu şer’i nizamların tatbik edilmeyişinin zararları yıkıntıları ve günahları, saklanması mümkün olmayacak kadar meydandadır. Bunları sayıp dökmeye gerek yoktur. Ancak bu yıkıntılar hem bu dünya ve hem de ahirete ait olduğu aşikârdır.

Konumuz bu problemlerin çözümüdür. Bu problemi çözecek Allah (c.c.)’a ve ahirete inanan Müslümanlardır.

Bu problemi çözüme kavuşturmak Müslümanların üzerine farzı ayın olduğu Edille’i Erba’a ile tespit edilmiştir. Bunları da tek, tek sayıp dökmeye hacet yoktur. Çünkü Vahiy ve Resul bunun için gelmiştir.

Şu bir gerçektir ki, bu problemin ne olduğunu, çözümünün ne olduğunu ve çözülünce ne getireceğini anlayan her Müslüman bu problemin çözümüne girişir. Bu da şu demektir ki; bu çözüme girişmeyenler bu sayılanları anlamayanlardır.

Müslümanlardan bazıları üzerlerindeki Farzı ayın olan bu görevlerini ifa etmediklerinin ve ifa etme yolunda olanlara engel olduklarının nedeni, bu konuda yanlış mefhumlara sahip olmalarıdır. O yanlış mefhumların bazıları şunlardır:

A-Bugün, bu ortamda bu şartlar altında bu durum karşısında, dünyadaki İslâm ülkelerinin hepsinde yürürlükte ve tatbikatta olan rejim ve sistemleri kaldırıp onların yerine Allah (c.c.)’nün koyduğu ve tatbikini emrettiği ilahi nizamların tekrar, yeniden hayatta geçerli kılınması imkânsızdır, mefhum ve anlayışına sahip olanlardır. Bu yanlış mefhuma sahip olan Müslümanlar bahis konusu olan bu büyük problemin çözümüne girmedikleri gibi, çözüme gidenlere de çeşitli bahanelerle engel olmaktadırlar.

Bu durumda; “İslâm Şeriatı gelemez” demeleri hissî bir şey iken kendilerinde mefhum haline gelmiş bir bahanedir. Yani bu ileri sürdükleri bir hakîkat değil hissi bir bahanedir. Bununla beraber böyle bir bahane ileri sürenler bu konuda yalancıdırlar.

Kapitalist sistemin ve rejimin yaşaması, İslâm şeriatının gelmemesi için öne sürülen bahanelerin en çirkin, en kötü ve en zararlı olanıdır. Çünkü bu günkü şartlardan daha ağır, daha baskıcı bir ortamda İslâm şeriatı hayata gelmiş, İslâm şeriat Devleti kurulmuş ve 1400 küsür sene hayatta geçerli olarak yaşamıştır.

“İslâm şeriatı yeniden, hayata gelemez” inancında olmak İslâm siyasetini, İslâm yönetimini, İslâm idaresini inkâr etmek demektir. Oysa ki kesin delillerle belirlenmiştir ki, İslâm’ın belli bir yönetim şekli vardır. Bu yönetim şeklini Allah (c.c.) beyan etmiştir. Bu şekil Müslümanların takîp ettikleri ve takîp etmeleri gerekli olan bir yoldur. İslâm’da bu yola tarikî müstakîm denir. Bu yol hakkında Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur:

“Şüphesiz bu benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. (Başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah’ın yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti.” (En’am:153)

Bu ayeti kerime açık ve net bir şekilde, takîp edilmesi gereken ve doğru olan yol Allah (c.c.)’ün koyduğu İslâm Şeriatı yoludur. Bu yoldan başka yolların takîp edilmesi haram ve yasak olduğu ve bundan başka yolların takîp edilmesi, takîp edenleri parçalayıp yanlışa götüreceği belirtilmektedir. Diğer bir ayeti kerimede Allah (c.c.) Resul’ü Ekrem (S.A.V.)’e kendisinin koyduğu, belirlediği yolun takîp edilmesi ve o yola davet edilmesi hususunda şöyle buyurmuştur:

“(Resulüm) de ki: İşte bu benim yolumdur. Ben Allah’a çağırıyorum, ben ve bana uyanlar aydınlık bir yol üzerindeyiz. Allah’ı ortaklardan tenzih ederim. Ve ben ortak koşanlardan değilim.” (Yusuf:108) Bu ayeti Kerimede de Müslümanların uymaları ve takîp etmeleri gerekli olan bir yolun var olduğu bu yol İslâm Şeriatı yolu ve Allah (c.c.)’nün koymuş olduğu yol olduğunu, bu yola çağırmak Allah (c.c.)’ya çağırmak olduğunu ortaya koymuştur.

Şurası şayanı dikkattir ki “Bugün, bu ortamda, bu şartlar altında lâik, demokrasi, Cumhuriyet sisteminden başka Müslümanların takîp edecekleri bir yol yoktur.” diyen Müslümanlar; Diğer taraftan kıldıkları namazın, her rekâtında okudukları fatihayı şerifte de:

“Ya Rabbi bizi dosdoğru olan yola (Tarikî Mustakîm’e) ilet, kendilerine nimetini verdiğin kimselerin yoluna ilet.” Diye dua ediyorlar. Böylece Müslümanların takîp edecekleri “Tarikî Müstakîm” doğru bir yolun var olduğunu kendi dilleriyle söylüyorlar.

Evet Müslümanların takip edecekleri dosdoğru, Allah (c.c.)’nün koyduğu bir yol vardır. Bu yolu takîp etmek Müslümanlar üzerine farzdır. Bundan başka yolları, hangi isim altında olursa olsun takip etmek Müslümanlara haramdır. Şu da önemlidir. Allah (c.c.)’nün koyduğu, razı olduğu, takip etmeleri için Müslümanlara emrettiği bu yolu takip etmek hangi devirde, hangi dönemde, hangi ortamda , hangi şartlar altında olursa olsun takip etmek uygulama sahasına koymak mümkündür. Şayet mümkün olmasa idi bu yolu takip etmek farz olmazdı. Mümkün olduğunun delili de Müslümanlar 1400 küsür sene bu yolu takip etmişlerdir. Şimdi isteyen Müslümanlar bu yolu takip eder, üzerlerindeki farzı yerine getirirler.

Şu ayeti kerimede de Allah (c.c.) peygamber efendimize, insanları hikmetle, güzel öğütle (mevizei haseneyle) hatta güzel bir mücadeleyle Rabbının yoluna (İslâm Şeriatına) davet et, çağır diye emrediyor ve şöyle buyuruyor:

“(Resulüm) sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Rabbin kendi yolundan sapanları en iyi bilendir. Ve o, hidayete erenleri de çok iyi bilir.” (Nahl:125)

Bu ayeti kerimelerden ve açıklamalardan pekâla anlaşılıyor ki, Müslümanların hayatlarını düzenleyen ve takîp etmeleri gerekli olan bir hak yol vardır. Bu inkâr edilemez.

Müslümanlardan, İslâm Şeriatı tekrar yeniden hayatta geçerli duruma getirilemez inanç ve düşüncesinde olanlar, bütün varlıklarıyla, lâik demokrasi, kapitalist sistemlerinin yaşanmasına yardım edenlerdir. Öbür taraftan “İslâm tekrar yeniden hayata gelemez” mefhumuna sahip olanlar, İslâm Devleti Hilâfet devletinin gelmesi ve kurulması için çalışan Müslümanlara engel ve mani olanlardır. Çünkü bunlar yeise düşmüş, başkalarını da yeise düşürmek isteyen kimselerdir.

B-İleri sürdükleri hissi bahanelerden birisi de şudur:

“Zamanın icabatına ve yerine göre Kapitalist siyaseti gütmek, yönetimi yapmak ve hükümleriyle hükmetmek caizdir” diyorlar. Oysa ki vahyi ilahi ile belirlenmiş olan şer’i hükümler, zaman ve mekânın değişmesiyle değişmez. Çünkü, şer’i hükümler, insanlara insan olmaları hasebiyle, uzvi ihtiyaçlarını, içgüdülerini, adilane, muntazam ve düzgün bir şekilde doyurmak ve tatmin etmek için gelmiştir. Bunun için 1500 sene önceki, insanlarla, şimdiki insanlar, şarktaki insanlarla garptaki insanlar da uzvi ihtiyaçları ve içgüdüleri arasında hiçbir değişiklik yoktur. Bunlarda değişiklik olmadığına göre bunlara hitap eden şer’i hükümlerde de değişiklik yoktur. Değişik zaman ve mekânlarda değişik hükümler kullanmak haramdır.

Şer’i hüküm; insanların işleriyle ilgili olarak şarinin (şeriat koyucunun) buyruğudur.

Bu buyruklar bütün zaman ve mekânlarda değişik insanlaradır. Belli zaman ve mekânlardaki insanlara değildir. Bunun böyle olduğunun delili: İslâm hayata gelip devlet olduğu günden İslâm Devleti yıkıldığı güne kadar, İslâm aleminde değişik zaman ve mekânlarda hep aynı şer’i hükümlerle siyaset güdülmüş, yönetim yapılmış ve hükmedilmiştir.

Şu da bir gerçektir ki İslâm akîdesine göre hayat öncesinden gelen nizamlar değişmez. Onu ancak gönderen değiştirebilir. Fakat kapitalist akîdesine göre, zamanlara ve mekânlara, hatta birinci ve ikinci sınıf insanlara göre nizamlar değişir.

Kapitalistlerde aynı konu hakkında bir kaç sene önceki nizamlar, bir kaç sene sonra değişebilir. Aynı konu hakkında şarktaki insanlarda olan nizamlar garptaki insanlarda aynı değildir. Aynı konuda bir reisicumhur hakkındaki nizamla bir köylü hakkındaki nizam aynı değildir. Hatta bir devlet memuruyla, bir memur olmayan hakkında kanun aynı değildir. Böyle bir uygulama zulümden başka bir şey değildir. Anlaşıldığına göre “zamanın icabatına göre kanunlar değişir” diyenler, İslâm akîdesini ve İslâm akîdesinden fışkıran ve kaynaklanan şer’i nîzamları bilmeyenlerdir.

İşte bu hissi bahaneler kendilerinde mefhumlaşmış olanlar kapitalist hayatının yaşamasına yardımcı olanlar, İslâm hayatının gelmesine engel olanlardır.

Allah (c.c.)insanların hayat müşküllerine çareler getiren kanunlarda değişiklik olmadığına hatta önceki peygamberlerde de aynı olduğunu bildirerek şöyle bildiriyor:

“Senden önce gönderdiğimiz peygamberler hakkındaki kanun (da budur) bizim kanunumuzda hiçbir değişiklik bulamazsın.” (İsra:77)

C-Kapitalist hayatının yaşamasına yardımcı, İslâm hayatının gelmesine engel olan şu çok yanlış fakat, öne sürdükleri ve çok sözü edilenlerden biri de şudur.

“İslâm siyasetini, yönetimi ve hükümleriyle, kapitalist siyaseti, yönetimi ve hükümleri arasında bir fark yoktur. İkisi de aynıdır. Hatta bu asrımızda kapitalist siyaseti, yönetimi ve hükümleri tercih edilmelidir.” diyorlar.

Böyle bir mefhuma sahip olanlar ve böyle bir bahane ileri sürenlerde İslam'ı tanımayanlar, İslâmi akîdeyi bilmeyenlerdir. Bu anlayışta olan Müslümanlar,kapitalist hayatının yaşanmasında bir sakınca görmüyorlar ve yeniden İslâm'ın hayata gelmesine de gerek duymuyorlar. Bundan dolayı İslâm'ı hayata hakîm kılma yolunda olanlara engel oluyorlar. Böylelikle dünyalarını da ahiretlerini de hüsrana uğratıyorlar.

İslâmiyet’le, kapitalist, diğer bir deyişle İslâmî nizamlarla, lâik demokrasi kapitalist nizamların bir olup olmama konusu, insanlığa getirdiği huzur ve saadette aranır. Konuya bu açıdan bakınca görürüz ki insanlığa dünya ve ahiret saadeti ve iyiliği getiren İslâm’dan, İslâmî nizamlardan başkası yoktur.

İslâm Nizamı, bu varlığı yoktan var eden ebedi, ezeli olan ilmiyle her şeyi kuşatan kadiri mutlak olan Allah (c.c.)’dan gelmiştir. Allah (c.c.) nizamını insanların dünya ve ahirette iyilik ve saadetlerini temin etmeleri için göndermiştir. İnsanı, insanın beyin sistemini, uzvî ihtiyaçlarını, his ve içgüdülerini yaratan Allah (c.c.)’nün bunların ne olduğunu, nasıl doyurulup tatmin olacaklarını bilerek, bunların ihtiyaçlarını giderecek bir şekilde nizamlar göndermiştir. Bu nizamları kabul edip, tatbik ve uygulama yolunda olanlar dünya ve ahiret saadetine ereceklerini de bildirmiştir.

Bu konuda şu husus çok iyi belirlenip, bilinmelidir. O husus ta şudur:

İnsanoğlu Allah (c.c.)’nün koyduğu kanun ve nizamlara bağlı kaldığı nispette dünya ve ahiret iyiliklerini elde eder. Diğer bir deyişle, şer’i nizamlara bağlılığı nispetinde cehennemden uzaklaşır, cennete yaklaşır. İnsan icadı kanun ve nizamlara bağlı kalındığı nispette insan dünya ve ahiretini harap eder. Ve cennetten uzaklaşır, cehenneme yaklaşır.

Hiçbir zaman insan, Allah (c.c.)’nün yasakladığı beşerî kanun ve kaîdeleri kabullenip uygulamakla dünyasını mamur ahiretini mesrur edemez. İnsan icadı kanun ve kaîdeleri uygulayıp, refah, huzur, saadet ve emniyette olan insan yoktur. Çünkü, bu insan icadı kanunlar, insanların saadeti için Allah (c.c.)’nün koyduğu kanunlara uygun değildir. Hem de hiç bir konuda uygun değildir. Siyasette, yönetimde ve hükümlerde uygun değildir. Kapitalist nizamlar, İslâmî nizamlara uygun olsaydı 1400 yıl uygulanan İslâm nizamı kaldırılıp, kapitalist nizamlar getirilmezdi. Şu anda İslâm aleminde siyasette, yönetimde (devlet bazında) resmen yürürlükte olan kapitalist nizamlardır. Ne yazık ki, “beşeri nizamların İslâmî nizamlarla aynı olduğunu” müslümanım diyenler söylüyorlar. Hakikî müslümanları üzen de budur.

İster komünist, isterse kapitalist olsun, insanlar tarafından koyulan kanunların batıl ve değersiz oldukları uygulanınca insanlığa getirdikleri zarar ve ziyanlarından anlaşılmaktadır. İslâmiyet gelmeden önce, insanların kendilerinin koydukları, icat ettikleri kanunları yürürlükte idi. Kendi kanunlarının kendilerine getirdiği facialar bilinmektedir. Kendi öz kız çocuklarını diri, diri toprağa gömmelerini serbest kılan kanunlarının bir örneğidir. İnsan icadı kanunların verdiği hürriyetle bunları yapıyorlardı. İlahî nizamlar böyle çirkin şeylere müsaade etmez ve ilahî nizamları kabul edenler de böyle çirkin şeyleri yapmazlar. Şimdi de bu gibi çirkin ve adî şeyleri yapanlar ilahî nizamları kabul etmeyenlerdir. Hakikî Müslümanlar yaptıkları işlerin mesuliyetine müdrîktirler.

İslâm ideolojisinde olan (İslâmî inanç ve şer’i metodu kabul eden) Müslümanlar, dünya hayatının sonunda bu dünyada yaptıklarından sorumlu tutulacaklarını düşünürler ve Allah (c.c.)’in buyruğuna uygun hareket ederler. Müslümanlar şu ilahî buyruğu okur ve dinlerler:

“Diri, diri toprağa gömülen kıza, hangi günah sebebiyle öldürüldüğü sorulduğunda.” (Tekvir:8-9)

İnsanlığa her türlü nizam, intizam islamiyetin gelmesiyle gelmiştir.

Tarihlerin kayıt ettiği, hafızalardan silinmeyen, hatırlanınca da tüyleri ürperten, insanlık dışı vahşice işlenen yüz binlerce cinayetlerden sadece biri olan şu korkunç cinayette insan icadı beşer kanunlarının bir mahsulüdür. Kapitalist ideolojisinde olanların akîdelerinden fışkıran kanunlarına göre insanlar sınıflara ayrılıyor. İnsanların bazıları, bazılarından üstün tutulur, takdis edilir, kendilerine hürmet ve rağbet edilir, karşılarında el pençe durulur, baş eğilir, kendilerinden himmet ve şefaat talep edilir (tıpkı günümüzdeki tasavvuf ehli gibi ) insanların bazıları aşağılanır her türlü haklardan mahrum bırakılır. Bazıları da (kadınlar gibi) şeytan ruhlu sayılır. Kadınlara şeytan ruhlu nazarıyla bakan hıristiyanların, kendisine yüksek bir paye verdikleri (Aziz)’in emriyle; meşhur İskenderiye’de dershanesi bulunan, güzel, hakîm ve fazilet kâr bir kadın dershanesinden çıkarken kilise namına Aziz’in adamları tarafından tarîf edilemeyecek bir derecede tecavüze uğrar. Sokak ortasında, halkın gözleri önünde kadını çırılçıplak soyarlar, yakında bulunan bir kiliseye götürürler, orada Aziz’in eliyle parçalara ayrılarak öldürülür. Etleri kemiklerinden ayrılır ateşe atılır. Böylece bu şeytanî cinayet işlenir. İşte bu Kapitalist kanunlarının insanlığa getirdiklerinin milyonlarcasından birisidir.

İnsanları diri, diri toprağa gömmek, insanları kitleler halinde topluca öldürmek,insanları yerlerin-den, topraklarından, arazilerinden, vatanından, ırkından, milliyetinden, hürriyetinden ve şahsî menfaatından dolayı öldürmek, insanları, insanların gözleri önünde diri, diri ateşe atmak, insanların ırzına, namusuna tecavüz etmek, nikâhsız kadınlarla ilişkiler kurmak, kadınlar elleri ve yüzleri, erkekler ise göbekle diz kapakları arasından başka yerlerini halka göstermek. Birbirlerinin mahremleri olmayanların birbirleriyle halvette bulunmak hep İslâm ideolojisinin dışında bulunanların yaptıkları şeylerdir. İslâm ideolojisi bunların hiçbirisinin yapılmasına müsaade etmez, çünkü İslâm Akîdesinden fışkıran nizamlar bunları yasaklamıştır.

Yemende (Hendek) ashabı diye bilinen müminleri içerisi ateşle dolu hendeklere diri, diri atarak yakanlar, kendileri de hendek başında oturup güle, güle seyredenler, bu yaptıklarını sadece müminlerden intikam almak için yapanlarda İslâm ideolojisinin dışında olanlardı. Bu konuyu Kuranı Kerim şöyle bildiriyor:

“Onlardan (diri, diri hendeğe atılarak yakılan müminlerden), sırf göklerin ve yerin mülkü kendisine ait olan, Aziz ve Hamid olan Allaha iman ettikleri için intikam aldılar. Oysa ki Allah her şeyi görür.” (Buruc: 8-9) İslâm şeriatı, kâfir dahi olsa insanı diri, ateşte yakmayı yasaklamıştır. Hakîki Müslümanlar böyle şeyleri yapmazlar. Mukaddes yerlere, mekânlara saldırıp yakanlar, yıkanlar, tahrip edenler, hep İslâm ideolojisinin dışındaki nizamlara sahip olanlardır. Beytullahı yıkmaya gelen Ebrehe gibi. Filistin’de, Kudüs’te, Cezayir’de, Bosna-Hersek’te, Hindistan’da, Pakistan’da, Afganistan’da, İran’da, Irak’ta, Türkiye’de ve daha bir çok yerlerde, devlet tarafından, devlet gücüyle tahrip edilen, yakılan, yıkılan mukaddes yerler, mescitler, mabedler hep İslâm akîdesinin dışında olanlar tarafından yapılmaktadır. Bu gibi şeyler bazı Müslüman fertler eliyle yapılsa da kesinlikle İslâm ideolojisinin dışındakiler tarafından yaptırılmıştır. Çünkü, şu anda dünyada İslâm ideolojisi yaşamamaktadır. Zira ideoloji: inanç ve metoddan ibarettir. Şu anda dünyada İslâmın metodu, şer’i metod yoktur. Metod, akîdesine göre işlerin yapılma yönü ve şeklidir. İslâm akidesinden alınan şer’i nizamlara göre işler yapılma-maktadır. Çünkü metod devlet tarafından uygulanandır. Yani, İslâmın Devleti varsa şer’i metodu da vardır. Yapılan işler de ya İslâm şeriatına uygundur, ya da değildir. Uygunsa İslâm ideolojisindendir. Hangi ideolojiye uygunsa o, ideolojidendir.

Bir şeyin ideolojik olması için:

a-Maddî olması,

b-Amelî olması,

c-Hissedilir neticeler meydana getirmesi gerekir.

Bunlardan her hangi biri olmazsa o, metod olmaz. Maddî, amelî, hissedilir neticeler verir olurda, o işin öyle yapılması emri, İslâm şeriatından gelmezse o da şer’i metod olmaz. İslâmda namazın varlığı İslâm düşüncesindendir. Namazın tenfiz metodu devlettir. Devlet olmazsa namaz konusundaki şer’i hüküm infaz edilemez (günümüzde olduğu gibi). Devlet namaz kılmayana tâlim, teşvik, tarif yapmasıyla infaz metodunu yapmış olmaz. Zira, bunlar maddî değillerdir ve hissedilir neticeler vermezler. Bunların metod edinilmesi caiz değildir. Devlet namaz kılmayana, infaz neticesinde hissedilir durum meydana getiren, hapsetme gibi maddî ceza vermesiyle infaz metodunu kullanmış olur. O halde şer’i metod olması için maddî, ameli, hissedilir netice verir olması ve öyle yapılması emri İslâm şeriatından gelir olmalıdır. Bu tarife, bu izaha göre dünyada işlenen pislik ve cinayetlerin hiç birisi İslâm ideolojisinde olanlar tarafından yapılmış ve yapılmakta değildir. Meselâ: Müslümanlar için en büyük felaket, en büyük cinayet ve en büyük rezalet, Resulullah (S.A.V.)’in Ashabı Kiram’la kurdukları o mübarek İslâm Devletinin yıkılmasıdır. İşte bu İslâm Devletinin yıkılmasıyla, dünyada her türlü cinayet, fuhşiyat, rezalet ve dehşet başlamıştır ve el’an sürüp gitmektedir. Kesin ve katiyyet ile ifade edelim ki, Müslümanların Devleti Raşîdi Hilâfet Devleti gelmediği sürece bu vahşet, daha da fazla artarak sürüp gidecektir. Bütün dünya insanları bilir ve kabul ederler ki, İslâm Devleti Hilâfet devletini yıkanlar, İslâm ideolojisinin dışında olanlardı. Çünkü, gerçek inanan Müslümanlar mensubu oldukları dinlerini yıkmazlar. Bu anlaşılan ve bilinen bir gerçektir.

Şu anda günümüzde, İslâm akîdesini koruyacak, şer’i hükümleri tatbik edecek ve İslâm'ın davetini dünyaya taşıyacak olan Raşidî Hilâfet Devletinin gelmesini istemeyenler ve gelmesi için çalışmayanlar ve çalışanlara engel olanlar elbette ki İslâm ideolojisinin dışında olanlardır.

İnsanlık koyu bir cehalet, akıl almayacak bir vahşet içerisinde yüzerken, Allah (c.c.)’un Rahman sıfatının tecelli edip, içlerinden bir Resul, ve o Resul’e insanlığın kurtuluş reçetesini (İslâm dinini) gönderdi. İnsanlığı hem dünya hem de ahiret korku ve endişesinden kurtaracak, her türlü problemlerine çare ve çözüm getirecek kitap gönderdi. O, kitabın bir ayetinde şöyle buyurdu:

“Elif, Lam, Ra (Bu) bir kitaptır ki Rabbinin izni ile insanları karanlıklardan (her türlü zulümden) aydınlığa o güçlü ve övgüye layık (Allah’ın) (Hak ve selamet) yoluna çıkarman için o’nu (Kitabı, Kur’an nizamını) sana indirdik.” (İbrahim:1)

“Allah (c.c.) inananların velisi (dostudur). Onları (inananları) karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kafirlerin dostları da tağuttur. (O da) onları aydınlıktan karanlığa çıkarır. Onlar ateş halkıdır, orada ebedi kalacaklardır.” (Bakara:257) buyurmuştur.

Allah’u teâla inananların gerçek kurtuluşa kavuşmaları için gönderdiği nizamlara tabi olmalarını emretmiştir. Ve şöyle buyurmuştur:

“O’nu biz indirdik. Ona uyun ve (Allah’tan) korkun ki size rahmet edilsin.” (En’am:155) Görüldüğü gibi bu ayeti kerimede; Mucizul beyan olan Kur’an’ı Kerim insanın saadeti için gelmiş mübarek bir kitap olduğu, bu kitap Allah (c.c.) tarafından gelmiş olduğu, o’na o kitaba uyulması gerekli olduğu, O’na uyanların kurtuluşa, felâha erenler olduğu bildirilmektedir. Ne yazık ki insanlar, Allah (c.c.) nun emrettiği şekilde O’na uymuyorlar. İnsanlar ona, vahyi ilahiye uysalardı bu günkü bu duruma düşmezlerdi.

Bu yazıların özeti şöyledir.

Günümüz müslümanlarının acilen çözüme kavuşturmaları gereken en büyük problemleri, kendilerinin öz Devleti olan HİLAFET DEVLETİ’nin olmayışıdır.

Bu büyük problemi çözüme kavuşturacak inanan müslümanlardır. Bu problemin çözümü olan Hilâfet Devleti’ni yeniden kurmak Müslümanların üzerlerine farzdır.

Allah'a, Allah (c.c.)’tan gelen Kur’an’a inanan Müslümanlar getirilmesi üzerlerine farz olan kendi devletlerini kurmaya çalışırlar, üzerlerine farz olan görevlerini yerine getirirler.

Müslüman olduklarını söyledikleri halde kendi devletleri olan Hilâfet devletinin kurulmasına çalışmayanlar ve çalışanlara engel olanlar, yersiz ve geçersiz bir takım bahaneler öne sürüyorlar.

a-“Bu gün bu şartlar altında şer’i nizamla çalışılmaz ve bu ortamda Hilâfet Devleti getirilemez. Bunun için gayri İslâmî kanunlarla, gayri İslâmî devletlerin bulunması zaruridir” diyorlar.

b-“Müslümanlar da gayri İslâmî kanunlarla gayri İslâmî devletlerin bulunması caizdir. Bunun için şer’i nizamların ve Hilâfet devletinin bulunmasına lüzum yoktur.” diyorlar.

c-“Şer’i nizamlarla, lâik demokrasi kapitalist nizamlar arasında ve Hilâfet devletiyle, lâik Cumhuriyet Devleti arasında bir fark yoktur. Bunun için lâik demokrasiyle de çalışılmasında bir beis yoktur” diyorlar.

Hilâfet devletinin gelmesini engelleyen, kapitalist yönetimlerin yaşamasını sağlayan her türlü tutum ve davranış, akıl, fikir ve İslâm akîdesinden fışkıran nizamlardan değildir. Bununla beraber her hangi bir delile müstenitte değildir. Oysa ki İslâm'da yapılan ve yapılması istenen her şey İslâm akîdesine ve İslâm akîdesinden fışkıran nizamlara uygun olması şarttır.

İslâmiyette, müslümanlarda bellenmesi ve zihinlere yerleşmesi gereken temel esas, yapılan tavrı harekât vahyi ilahiye uygun olmalı-dır. Hakkında vahyi ilahiden bildiri bulunan işlerin yapılma neticesinde fayda mı zarar mı getirdiğine bakılmaz. Vahyi ilahiye uygun olup olmadığına bakılır. İslâmiyeti tanıyan Müslümanlar hayata bu açıdan bakarlar. İslâm'ın Devleti olmadığından hayata bu bakış tahakkuk etmiyor. Hayata kapitalist nazarıyla bakıldığından yapılan işlerin İslâma uygun olup olmadığına bakılmıyor, maddî lezzet ve menfaat getirdiğine bakılıyor. Bu da insanları zulmete, vahşete ve bedbahtlığa sürükleyip götürüyor.

Cahiliye döneminde olduğu gibi içinde bulunduğumuz şu yirminci asrın insanları da koyu bir zulmette, akıl almaz vahşette ve kurtulması güç olan dehşette bocalayıp durmaktalar. İnsanlığı bu durumdan kurtaracak Raşidî Hilâfet Devletidir. Bütün dünyanın insanları buna muhtaçtırlar. Günümüz insanları için en önemli ve elzem olan şey de budur. Bunun için bütün Müslümanlar seferber olup Hilâfet devletini ikâme etmelidirler. Zira bu olmayınca hiç bir iş İslâma uygun yapılamıyor. Günümüzdeki insanlığın durumunun böyle olduğu vakalarla teberrüz etmiştir.

İnsanlığın muhtaç olduğu Hilâfet devletinin yeniden kurulmasının ve hayata getirilmesinin gerekliliği aklî ve naklî delillerle tespit edilmiştir. Şöyle ki yeryüzünde işlenen suç ve cinayetlerin hepsi kapitalist veya köminist devletler tarafından yaptırılmaktadır. Zaten dünyada, günümüzde İslâm Devleti yoktur ki, işlenen suçların onun tarafından işlenmiş olsun.

Hemen şunu peşinen kayd edelim ki, günümüzde halkı Müslüman olan bazı ülkelerde; Cumhuriyet ismiyle, Cumhuriyet şekliyle, Cumhuriyet esaslarına uygun devlet kuruluyor, kapitalist yönetimiyle yönetiliyor ve İslâm cumhuriyeti ismiyle adlandırılıyor. Bütün Müslümanların belli bir mezhepte toplanmaları şart koşuluyor, devletin benimsediği mezhebin dışında olanlar ve o mezhebi benimseyenlerin soyundan olmayanlar idareye, yönetime alınmıyor. İslamın esası ve İslâm akidesinden olan (Hilâfet Devleti ve yönetimini) reddediyor, halifelik devrinin tarihe karışıp gittiğini söylüyor, Hilâfet devletinin beşerî ve siyasî bir devlet olduğunu kabul etmiyor, kendilerinin benimsedikleri mezhep dışında kalanları destekleyip koruma yoluna gitmiyor, hatta belli bir mezhebin dışında kalanların Müslüman olduklarını bile kabul etmiyor, onlara karşı savaş açıyor ve savaşıyor. Bu tutum ve davranışıyla dünya efkârı umumisinde kendisinin İslâm Devleti olduğunu tanıtıyorlar. Oysa ki bütün Müslümanlara reis (Halife) olmadan olamaz.

Halkı Müslüman olan ülkelerden bazılarında da her topluluk kendi dinlerine göre yönetim yapar, hükmeder, dışa karşı bir olurlar. Bunlar da kendilerinin İslâm Devleti olduğunu ilan ediyorlar.

Bazıları da bilindiği gibi kraliyetle, teokratla yönetim yapar, hükmeder, sonra da döner kendilerini İslâm Devleti diye ilan eder. Bazıları da yeri, yuvası, gücü, kuvveti, koruma emniyeti olmadan, kapitalist kâfirlerin ülkesinde bile mecburi küfür yönetimini, küfür idaresini, küfür korumasını ve emniyetini kabul ederek, ister istemez bu şartlara boyun eğerek, bu şartlar altında Zümrüt’i Anka kuşu gibi ismi olup cismi olmayan devlet ve cismi olmayan devlete reis (Halife) ilan ediyorlar.

İşte bunların yaptığı her şey yanlış yönetim, yanlış uygulama, yanlış teşekkülât, bunların hepsi İslâm'a mal ediliyor. Bunların en kötü olanı; bunlar bu halleriyle, şekilleriyle, yönetimleriyle, hükümleriyle, otorite ve sultalarıyla gerçek Raşidî Hilâfet Devletinin gelmesine en büyük engel oluyor. Bunlar İslâm devletinin çok kötü bir şey olduğunu ve İslâm devletinin gelmesine gerek olmadığını ortaya koymuş oluyorlar.

Başından buraya kadar sıralamaya çalıştığımız vakıalar gerçek İslâm Devleti-Hilâfet devletinin kurulmasının ve bulunmasının gerekli olduğunun delilidir.

Günümüz insanlarının muhtaç olduğu Raşidî Hilâfet devletinin bulunması farz olduğunun sahih ve naklî delilleri de vardır. Bu hususta Ashab’ı Kiramın icmaları çok sağlam ve kuvvetli delildir. Resulü Ekremin Hilâfet ve Halifelik hakkındaki hadisi şerifleri de birer naklî delildir. Şu şer’i kaide de bu meseleyi aydınlığa kavuşturan bir şer’i delildir.

“Farzın ancak kendisiyle tamamlandığı her şey de farzdır.” (Şer’i kaide)

Hilâfet devletinin ikame edilip yerine getirilmesi farzının eda edilmesinde çeşitli bahaneler ileri sürerek kendilerini sorumluluktan kurtaramaz. Müslümanlar, bu konuda çeşitli bahaneler ileri sürenlere aldanmamalıdırlar.

“Ey İnananlar! Allah'a itaat edin, Peygambere ve sizden buyruk sahibi olanlara itaat edin. Eğer bir şeyde çekişirseniz, Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız onun hallini Allah'a ve peygambere bırakın. Bu, hayırlı ve netice itibariyle en güzeldir. (Nisa: 59)

 

Sayı 102...1418-C.Ahir...1997-Ekim...Yıl-9

Sayfayı Birine Gönder