Keramet olarak değerlendirilen ve ısrarla
üzerinde durulan bir diğer konuda, mağarada mahsur kalan üç
kişinin kıssasıdır.
Cenabı Allah, insanları ve cinleri, sadece
kendisine ibadet etmeleri için yaratmıştır.
(118) İnsan, kendisini yaratan, besleyen, büyüten,
koruyup gözeten rabbisi önünde saygıyla belini bükecek ve
Ona secde edecek. İnsan, Rabbisine tazarru edecek (yalvaracak)
hayatının her anında yaratanını istimdat edecek ve Ona
duada bulunacak. İşlerine Allah (cc)’dan bereket niyaz
edecek ve özetle insan dua edecek. Yüce Rabbimiz şöyle
buyuruyor:
“Yeryüzü islah edildikten sonra
orada bozgunculuk yapmayın. (Allah’ın azabından) korkarak
ve (rahmetini) umarak Ona dua edin. Muhakkak ki muhsinlere Allah’ın
yardımı yakındır.(119)
Evet, Rabbul alemin olan Allah, insanın dua
etmesini istiyor. Eğer kul dua ederse, Allah subhanehu buna
icabet edecek, duayı kabul buyuracaktır:
“Rabbiniz (şöyle) buyurdu; Bana dua edin,
size icabet edeyim.”(120)
Evet, kul, Rabbisinin önündeki küçüklüğünü
bilecek ve Ona duada bulunacak. İşte böyle bir şuurla
yapılacak duayı yüce Rabbimiz kabul buyuracağını
bildiriyor. Kul dua edecek, Rabbi kabul buyuracak. Çünkü
Allah Zülcelal duaları işitendir. (121)
Kainatta nerede olursa olsun, Allah yardıma çağıranı, çağırdığı
anda da ezelde de bilendir. Kula düşen kendindeki aczi görüp
itiraf etmek ve Rabbisine dua etmektir. Ona yakışan da zaten
budur. Nitekim Cenabı Allah şöyle buyuruyor:
“Ey Muhammed, de ki: "İbadetiniz
olmasa Rabbim size ne diye değer versin? " Ey inkarcılar!
Yalanladığınız için, azap yakanızı bırakmayacaktır.122
Demek ki dua etmek, Müslüman’ın
şiarındandır. Dua edildiği vakit, Allah kabul eder. Hatta
insanın Allah (cc) indindeki değerinin ölçüsü de dua
etmesidir.
Kurana baktığımız zaman, görüyoruz ki, Dua
edenin üzerindeki sıkıntıyı kaldıracağını vaat eden
Allah, bu kimsenin iyi veya kötü insan olmasını, muttakî
veya fasık olmasını ayırt etmemiştir. Örneğin, yüce
Rabbimizin şu kelamına bakalım:
“İnsana bir zarar (sıkıntı) dokunduğu
zaman, yan yatarak, oturarak veya ayakta durarak (bütün
hallerde o zararın gitmesi için) bize dua eder. Biz ondan sıkıntıyı
kaldırınca, sanki kendisine dokunan bir sıkıntıdan ötürü,
bize dua etmemiş gibi geçip gider. İşte böylece haddi aşanlara,
yapmakta oldukları şeyler süslü gösterildi.”(123)
Şimdi soruyoruz, dua ettiğinden dolayı
üzerinden sıkıntısı kalkan bu kişi, keramet mi yapmış
olur? Oysa ayetteki insan, duadan hemen sonra da azgın
insandır. Yani adam, haddi aşanlardandır. Duasıyla
üzerinden sıkıntının kalkmasına biz keramet diyemeyiz. Ama,
Allah (cc)’in “haddi aşan” olarak belirttiği bu insanın
gösterdiğine maalesef dolaylı yoldan ehli tasavvuf, keramet
adını vermişlerdir. Nasıl mı verdi, manevi sıkıntının
somutlaştığı zamanda! Şöyle ki: İnsan dua ettiği zaman
sıkıntısı kalkar, Allah’ın kabulüyle. Bu insan (ayete
bakarak söylersek) muhlis veya müsrif olsun fark etmez. İşte,
bu sıkıntının kalkmasına biz keramet demeyiz. Biz her
musibet anında, yüce Rabbimize dua ederiz Allahu Tealâ da, bu
sıkıntımızı kaldırdığı zaman, biz keramet gösterdik
demeyiz. Bunu da zaten kimse iddia etmiyor. Peki bu sıkıntı,
müşahhas olur da kalkarsa ona keramet denir mi? Aynı şekilde
denmez tabi. Mesela şu ayete bakalım
“Dağlar gibi dalgalar onları
kuşattığı zaman, dini tamamen Allaha has kılarak Ona
yalvarırlar. Allah onları karaya çıkararak kurtardığı
vakit, içlerinden bir kısmı orta yolu tutar. Zaten bizim
ayetlerimizi, nankör gaddarlar bilerek inkar eder.”(124)
Celaleyn bu kelimeyi iman ve küfür arasında
bir yol izlerler şeklinde tefsir etmiştir. (125)
ki, Kuran’da yüce Rabbimiz, böyle bir anlayışın hakiki
inkarcılık olduğunu bize haber vermektedir.(126)
O halde, dua etmeleri sebebiyle dağ gibi dalgalar birden
durgunlaştı diye, bu kimseler keramet gösterdi diyemeyiz.
Zaten söz konusu kişiler, işin öncesinde de sonrasında da
Allah’a asi olmuş kimselerdir. Nerde kaldı keramet.! Ama
burada anlaşılması gereken husus: Duanın Allah indinde
makbul olduğu, edildiği takdir de icabet edileceğidir.
Verilmiş olan böyle bir vaatten ötürü, dua eden ve bu duasının
Allah tarafından kabul edilmesi üzerine, “işte bu bir
keramettir” demenin ilim irfan adına ifade edeceği hiç bir
hakikat yoktur. Evet, işte bunun gibi dua edildiğinden dolayı
müşahhas bir musibetin kalkmasından dolayı bir kimseye
keramet atfedilmez. Zira Allah (c.c) bu şeyi hem kafir hem de Müslüman
için (ayetlerde de geçtiği gibi) zaten vermiştir. Şu
ayetlere dikkatle bakalım:
“O sizi karada ve denizde yürütendir. Hatta
siz gemilerde bulunduğunuz o günlerde içindekileri güzel bir
rüzgarla alıp götürdükleri ve (yolcular) bununla neşelendikleri
zaman, o gemiye şiddetli bir fırtına gelip çatar, her
yönden dalgalar onlara hücum eder ve onlar, çepeçevre kuşatıldıklarını
anlarlar da dini yalnız Allah halis kılarak Ant olsun eğer
bizi bundan kurtarırsan mutlaka şükredenlerden olacağız
diye Allah’a yalvarırlar. Fakat onları
kurtarınca bir de bakarsın ki yine haksız oldukları halde
yeryüzünde azgınlıklar yaparlar” (128)
Dua ettikten sonra, yine azacaklarını bildiği
halde Allah'u zülcelal, onların gözüyle gördükleri bu
musibeti kaldırmasından dolayı, bu azgın kişilere biz,
keramet mi gösterdiklerini söyleyeceğiz. Bir diğer bir ayete
bakalım:
“Gemiye bindikleri zaman, dini yalnız Ona has
kılarak (ihlasla) Allaha yalvarırlar. Fakat onları salimen
karaya çıkarınca, bir bakarsınız ki (Allaha) ortak
koşmaktadırlar.” (129)
Ayette de görüldüğü gibi Cenabı Allah,
kendisine her zaman isyan etmiş ve hatta şirk koşan bir
insana bile gözlerinin gördüğü müşahhas bir belayı, yine
gözlerinin gördüğü bir ortamda kaldırmış, onları o
sıkıntıdan kurtarmıştı. Soruyoruz şimdi: mağaranın
önüne düşen kayayı,gözle görünen bu belayı salih
amelleriyle duada bulundukları zaman kaldıran Allah’ın bu
yaptığı ve önceden de yad ettiği bu fazlı kereminden
dolayı, bu insanlar keramet mi yaptı diyeceğiz. Aynısını
dağ gibi dalgaların arasında dua ile yapan, Allah’a
öncesinden de sonrasından da isyan etmiş ve hatta şirk
koşmuş insanların da yaptığı bu şeyler bir keramet midir.?
Hayır. Bütün bunların kerametle bir ilgisi yoktur. Zira böyle
bir Yunan-Hint kültürünün kendisi İslam da yoktur. Gelin görün
ki Hint-Yunan kültürü arasında hakiki İslam'ı bozmak, müminlerin
inanmadığı İslam'ı onların gönüllerinde bulandırmak
isteyen bazı hainlerin bu görüşlerine meşru bir zemin
bulmak için, vakıasını değiştirerek öne sürdükleri bu
ayetlerle, bu hain insanların verdiğini İslam’dan değil
bizzat İslam’ın kendisi sanan ve gömüldüğü taassup
penceresinden bizim bu dediklerimize bakan, aldatılmış bu
zavallı insanlara, söylediğimiz hakikatları kabul
etmelerinin güçlüğünün de farkındayız. Çünkü efsane
bir din arayışı içerisinde olan bu insanlara, tasavvufun
kilit vurduğunu, düşünce fonksiyonlarını kilitlediğini görüyor
ve buna hayatta mükerreren şahit oluyoruz. Ne yazık ki bu
insanlar, üzerinde bulundukları büyüklerinin metodu üzere,
bu halk anlayışı kerameti gelenekselleştirme çabasının
İslâm coşkunluğu içerisinde devam edeceklerdir.
Şimdi, Allahu Tealânın gökten rahmet
indirmesi, sizin bir kerametiniz midir.? Rabbimiz şöyle
buyuruyor:
“Sizi bulutla gölgeledik, size
kudret helvası ve bıldırcın kebabı indirdik ve verdiğimiz
güzel nimetlerden yeyiniz dedik. Hakikat ta onlar, sadece
kendilerine kötülük ediyorlar.” (130)
Bu ayet İsrail oğullarına hitab etmektedir.
Onlar her zaman Allah’-a isyan etmiş toplum olmalarına
rağmen Allah (cc) onlara, bize vermediğini veriyor. Hiç
birini ayırt etmeden topluma veriyor. Tasavvuf anlayışı
keramet, salih, muhlis, muhsin kimselere gelir, şeklindedir.
Eğer ayettekiler kerametse, o zaman Allah’a isyan etmiş, Ona
şirk koşmaktan başka bir şey bilmeyen bu israiloğulları,
bizden daha salih,daha muhlis ve daha muhsin kişiler olması
lazım gelirdi. Onların hepsi de bu ikrama muhatap edilmişti.
Şimdi bunlar keramet midir? Kerametse, Ümmeti Muhammed aşağılık
bir ümmet de onun için mi bize verilmedi? Nitekim bir sonraki
ayette içi nimet dolu bir şehre girmeleri ve Rablerinden
hazır nimetlere konmaları isteniyor ama onlar kabul etmiyor ve
isyan ediyorlar. Onlara bir çok nimetler verilmişken onlar
azıp başka şeyler istiyorlar.
Bazıları Ümmeti Muhammed olmalarının
kendilerine, öbürlerine verilenlerden verilmesi sonucunu doğuracağını
söyleyerek insanları aldatırlar. Daha önce geçtiği gibi,
kerameti iddia edenler, Muhammed (s.a.s)’a ittibamız
karşılığında sahip olduğumuz şerefin elimizde tezahür
eden şeydir, keramet. Yani bu sebepten dolayı bu harikulade
hallere sahip oluyoruz derler. Peki, hani Allah subhanehu bu
ümmete bıldırcın ve kudret helvası gibi hazır ziyafet
veriyor mu? Nitekim Nesefi tefsirinde kudret helvasının kar
yağar gibi gökten yağdığını bıldırcın kuşundan
dilediği kadarını hazır olarak bulup dilediği kadarını
yiyebildiğini bildirmektedir.(131)
bir diğer ayette şöyle buyuruyor yüce rabbimiz:
“Bir zamanlar Musa, kavmine şöyle demişti:
Ey kavmim, Allah’ın size (lütfettiği) nimetleri
hatırlayın. Zira o içinizden peygamberler çıkardı ve size
hükümdarlar kıldı. Alemlerde hiç kimseye vermediğini size
verdi.(132)
Tefsirlerde bu nimetin, kudret helvası,
bıldırcın etinin indirilmesi, denizin yarılması(133)
bulutlarla gölgelendirme(134) gibi
nimetler olarak geçer. Ve ayette bu nimetlerin başka
ümmetlere nasip olmadığı beyan buyuruluyor. Bu yüzden, “ben
Muhammedi’n (s.a.s) ümmetindenim,” deyip de harikulade
şeyler iddia etmek, akıllı kişilerin kârından değildir. (Geçen
ayetlerdeki beşer üstü hadiselere bakıp, onlara iniyormuş
bana da inebilir denemez. Zira olaylar tamamen Peygamberin
mucizeleridir, onun hayatıyla sınırlı olup iman etmeleri için
vuku bulmuştur. Buna da yukarıdaki ayette geçen “Musa
kavmine şöyle demişti: Ey kavmim, Allah’ın size (lütfettiği)
nimetleri anın” Yani o anda Hz. Musa hayattadır ve Hz.
Musa’nın risaletini tescil için mucizeler iniyor.)
Esasen kerametin bunlarla da hiç bir ilgisi
yoktur. Kerametin vakası bunlardan tamamen farklıdır. Cenabı
Allah her şeriatta, insanları farklı yollarla imtihan etmiş
ve hatta şeriatlarda değişiklik yapmıştır. Bu yüzden
Maide 48. ayetin, bir ümmeti, önceki şeriatların
bağlamayacağı, her ümmete ayrı ayrı şeriatların
verildiğine delil getirilir. (Bkz.Medarik) Buradan hareketle,
Ehli tasavvufun yabancı kültürlerinden ithal ettiği keramet
anlayışını, meşru bir zemine oturtma gayretlerinde, neden
hep önceki şeriatlara baş vurduğunu sanırın anlamak zor
olmasa gerek. Oysa onlar, kerametin istenmeyeceği, fakat
verileceğini söylerler. Eğer kayanın açılması kerametse,
neden bu üç kişi duayla keramet istiyorlar? Cevabı açık,
çünkü bu keramet değil, bilakis Allah’ın “Dua edin,
icabet edeyim” hakikatına ilticadır da o yüzden bunu
açıklayan şu ayete bakalım:
“İçinizde olanı en iyi Rabbiniz
bilir. İyi kimselerseniz bilin ki O şüphesiz, Kendine baş
vuranları bağışlar.” (135)
“Mümine (düştükleri sıkıntılarda)
yardım etmek de bize hak olmuştur.”(136)
Çünkü cenabı Allah, salih amellerle
kendisine yaklaşanları sevmiş ve ona yardıma vaatte
bulunmuştur. Bir hadisinde Resulullah, Cenabı Allah’tan şöyle
rivayette bulunuyor:
“Doğrusu bana,
kendilerine farz kıldıklarımı ifa etmekle yaklaşanlar
gibisi olmadı” (137)
devamı gelecek
sayıda...
DİPNOTLAR
118 Zariyat,56
119 Araf,56
120Mümin,60
121 Ali İmran,38,İbrahim,39
122 Furkan,77
123 Yunus,12
124 Lokman,32
125 Celaleyn,Lokman,32
tefsirine bkz.s.382
126 Nisa,150-151
128 Yunus,22,23
129 Ankebut,65
130 Bakara,57
131 Medarik, Nesefi,c.1,s,49
132 Maide,20
133Celaleyn,112,
Medarik,
c,1,s,278
134 Medarik,c,1,s,278
135 İsra,25
136 Rum,47
137 Buhari, Rikak,38
devamı gelecek
sayıda...
|