ARAŞTIRMA-İNCELEME

Bahaddin Yüksel

 

SİHİR VE BÜYÜ

Önceki sayıdan devam.

Biz, burada keramet olarak yanlış değerlendirilen diğer iddialarla sözü uzatmak ve sayfaları kabartmak istemiyoruz. Bu hususta yanlış ve hatalı olarak değerlendirilen daha bir çok halk anlayışı sözde kerametler, hain emelli insanların oyununa gelen şu Müslümanların, İslam’a hizmet maksadıyla bizzat İslam’ı efsanevi bir hurafeye çevirme gayretlerinde ne kadar da gayretli olduklarını acıyla görmekteyiz. İçinde coşan duyguları, kabına sığmaz bir volkan edasıyla şirkin zerresine haykıran Müslüman, şirkin bataklığında sessiz ve sedasız bir ruhban edasının yürek devletini kurma çabası gösteriyor ki, tasavvuf müminlerin gönüllerindeki İslam’ı ifsat etmiş ve görevini yerine getirmiştir. İtiraf edilmesi gereken bir hakikattir ki: Tasavvuf küfrün intikamını almak için İslam’ın bayrağına sapladığı hançerdir ve bu hançer yerinden çıkarılmadığı müddetçe, dünyadaki müminler ağlamaya devam edecek ve cehennem daha bilmem kaç hayranıyla mezar arenasında buluşacak.

Daha önce de geçtiği gibi Peygamberler, İnsanların kendilerine aydınlık yolunu, hidayet ve rüşt yolunu göstermeleri için uymaları gereken Allah’ın insanlar arasından seçip diğerlerine üstün tuttuğu kimselerdir.(138) Gaybtan bilgileri de Allah, sadece bu seçkin Peygamberlerine bildireceğini, başkalarına bildirmeyeceğini Kuranda belirtmiştir.(139) Fakat, tasavvuf ehli insanlar bunu Peygamber-den başka ümmetten bazı kimselerin de bilebileceğini iddia etmişler, buna da Hz. Musa’nın iki denizin birleştiği yerde bulduğu zatı örnek vermişlerdir.(140) Oysa Allah (cc) Peygamberlerini yüceltip insanlara “Haydin, hidayete, rüşte ulaştırması için bu Nebilerime tabi olun” hakikatını ifade ederken, ehli tasavvufun bu Nebileri nasıl küçülttüklerine ve onları cehaletle nasıl vasıflandırdıklarına şu ayetle birlikte bir bakınız:

“Musa ona: Sana öğretilenden, bana doğruyu bulmama yardım edecek bir bilgiyi öğretmen için sana tabi olabilir miyim dedi.”(Kehf: 66) Ayete bakınız, Tasavvuf anlayışına göre bu zat, bir Peygamber değildir ve büyük Peygamber Hz. Musa (as) bu zattan kendisini doğruya, hidayete, rüşte ulaştırması için “sana tabi olabilir miyim” diyor. Kuran doğruya ulaşmak, hidayeti bulmak için Peygambere uyun derken, maalesef bu gibi insanlar hakkı batılla karıştırmışlardır.

Tefsirler tasavvufçuların bu yanlış görüşünü verdikten sonra, hak ve hakikata uygun olabilecek ihtimalleri vermişlerdir.(141) Mesela Ali Özek başkanlığında hazırlanan Kuran Mealinde ayet şöyle tefsir edilmiştir.

“Derken, kullarımızdan bir kul buldular ki, ona katımızdan bir rahmet (vahiy ve peygamberlik) vermiş ve yine ona tarafımızdan bir ilim öğretmiştik”.(142) Bu tefsirde de olduğu gibi mezkur zat, bir Peygamber ya da bir melektir. Zira Allah (cc)’ın bir insana ilim öğretmesi üç yolla vuku bulur ki; buda peygamberlere mahsustur. Bu yollardan biriyle ilmi alan melek de söz konusu olan zat olabilir. (143) Şunu da hatırlatalım ki, bazılarının dediği gibi bu yollardan biri olan “vahiy” sanıldığı gibi Peygamberden başkası-na caiz değildir. Ayette perde gerisin-den,cümlesi geçiyor. Yani Allah Resulüne, sessiz olup direk kalbine ilga etmesi (ki vahiy olan sünnetlerin genel gelişi böyledir) veya perde gerisinden görünmeksizin hitab veya bir meleğin (cebrailin) vasıtasıyla vahyetmesi şeklinde hükümleri bildirir ve onları bilgilendirir. Bütün bunlar Nebilere mahsustur.

Biz burada sözü keserek, Kur’andaki keramete geçelim. Böylece tasavvuf anlayışı bir keramet olarak iddia edilen şeylerin hepsine açıklamalarla sözü uzatmak yerine, hakkın aydınlığında zihinleri şüphelerden ve hurafelerden biiznillah kurtarmış olalım. Kerametin hakikatı anlaşılınca da bütün keramet anlayışı ve temellendirmeleri kendiliğinden geçersizliliğini ve anlamsızlığını gösterecektir.

Kainata bakınız, bitkiler vardır akletmezler, hayvanlar vardır düşün-mezler, taş, toprak,su vardır idrak edemez. Bütün bunlar kendi dünyası içerisinde bir kemal, bir bütünlük içerisindedirler. Güzellik olmasaydı, biz çirkin nedir bilemeyecektik. Güzellik var ki bizde çirkinliği seçebiliyor ve fark edebiliyoruz.

Hareket edebilen, yürüyen, koşan hayvanları gördüğümüz zaman, hareket edemeyen, yürüyüp koşama-yan bitki veya toprak gibi şeylerden ne kadar da üstün yaratıldıklarını görüyoruz.

Ve nihayet, yaratılışıyla, akli oluşuyla, hareket edişiyle, süreçte, boyca, faideli azalarıyla tam bir bütünlük içerisinde olan insanın şu yeryüzünde yaşayanların en üstünü olduğunu görüyoruz. Allah, insanoğlunu, öyle güzel yaratmış ki ondan daha güzel, şu yeryüzünde daha başka hiç bir canlı yoktur. Kendinize bir bakınız, şu azam şurada olsaydı daha güzel ve daha faideli olurdu diye bir düşünceyi dahi insanın aklına getirtmeyecek kadar güzel yaratan Allah’ın nimeti, insan üzerinde ne kadar da büyüktür. Allah subhanehu, insanı tam yaratmıştır. Onun eline küçücük bir çöp parçası batsa acısını duyar ve o çöpü vücut kabul etmez. Çünkü vücudun dışarıdan alacağı hiç bir fazlalığa ihtiyacı olamayacak kadar tamdır. Vücudun her hangi bir yerinden bir et parçası koparsanız, vücut bunun acısını duyar. Çünkü verecek hiç fazlalığı da yoktur. Allah insanı bir yaratmış ama tam yaratmıştır. Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Biz İnsanoğ-lunu, kıvamın en güzelinde yarattık.”(144)

İşte insanoğlunun kerameti Kur’anda Allah’ın indinde budur. Yazımızın başında, kerametin kerüme, yekrümü sülasisinden mastar olup, manasının; kıymetli olmak, yüce olmak manalarına geldiğini söylemiştik. Kur’andaki keramette bu Lügat manasından uzak bir şey değildir.

Evet, Kur’anda insanın kerameti, insanın diğer canlılardan daha üstün yaratılmış olmasıdır. Diğer bir ifadeyle keramet; Allah’ın insanı, bitkilerden, böceklerden, hayvanlardan, cinlerden ve hatta meleklerden de üsten yaratıp meleklerin secde ettiği makama oturtup ona “üstünlük” kaftanını giydirip Halifem” demesidir. Keramet, yani üstünlük-kıymetlilik, insanın Allah indinde diğer bütün yaratıklara Allah’ın tercih edip meleklere secde ettirecek yüce yüce makamlara oturtmasıdır. İşte Kur’anda Allah’ın belirttiği keramet budur. Hz. Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor:

“Mümin Allah indinde meleklerden daha üstündür.”(145) Bu hadiste Efendimiz (S.A.V.) kerametin ismi tafdil siygasını kullanarak, kerametin üstün olmak manasına geldiğini belirtmiş ve böylece kerametin, Allah’ın insanı diğer varlıkların ötesinde meleklerden de daha üstün yaratıp onu aleme tafdil etmesi manasında olduğunu belirtmiştir. Evet, hadiste Resul böyle tarif ediyor. Keramet Allah’ın insanı varlık alemine tafdil etmesidir. Allah indinde keramet budur. Nitekim şeytan aleyhi lane, Rabbimizin bu hükmüne razı olmuyor ve itiraz ettiği şu sözünde Rabbimizin belirlediği keramet hükmüne karşı çıkıyor:

“Hani bir zaman Meleklere, Ademe secde edin demiştik. İblisin dışında hepsi secde ettiler. İblis ben dedi, çamurdan yarattığın bir kimseye secde mi ederim. Dedi ki şu Benden üstün kıldığına da bir bak! Yemin ederim ki eğer beni kıyamete kadar yaşatırsan pek azı dışında onun neslini kendime bağlayacağım.”(İsra 61-62) Bu ayette geçen a²8Åh«6 kelimesi, Allah zül celalin belirlediği keramet kavramına delalet ederken şeytanın işte bu içeriği kabullenemeyişini göstermektedir. Çünkü keramet Allah’ın insanı varlıklara üstün kılmasıdır ve şeytan da böyle bir kerameti kabullenemiyor. Bu şeytana yakışan bir davranış olabilir. Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Fakat asıl şaşılacak şey, açıkladığımız Kur’anın bu keramet hakikatını kabul etmeyip kendi üstün kılınışına razı olamayan ve kerametin anlamını, büyüklerini buldukları yol üzerinde gördükleri şekliyle anlatma ve temellendirme geleneğini sürdürmeye devam eden düşünceleri kilitlen-miş zavallıların durumudur.

Kerametin, insanı Allah’ın diğer varlıklardan üstün tutmasıdır. şeklindeki ifademize ışık tutan yüce rabbimizin şu ayetine bakalım:

“Biz, hakikaten insanoğlunu ŞAN ve ŞEREF sahibi (keramet sahibi) kıldık. Onları (çeşitli nakil vasıtalarıyla) karada ve denizde taşıdık, kendilerine güzel rızıklar verdik. Yine onları yarattıklarımızın bir çoğundan üstün kıldık.”(İsra:50)

Bu ayeti kerimede, insana verilen kerameti, müfessirler, bizim yukarıda beyan ettiğimiz şekilde tefsir etmişler ve insanın diğer varlıklardan üstün yaratılması şeklinde olduğu-nu açıklamışlardır.

Nesefi bu ayette, insana verilen kerametin neler olduğunu şöyle tarif etmekte: (insanoğlunun kerameti, yani üstün, yüce yaratılması) akıl,dil yazı yazma yeteneği, güzel bir yüz,orta bir boy, dünya ve ahiret için işlerini evirip çevirebilme yeteneği, üstün gelebilme, eşyaları hizmetinde kullanabilme yeteneği, eliyle yemek yiyebilme gibi vasıflarla donatılmış olmasıdır.”(147)

Ve yine bu hususta Celaleyn şöyle der: “(Keramet, insanın) ilim, dil, orta boyla yaratılması ve diğerleridir ki bundan dolayı insan ölümünden sonra taharetlenir.”(148)

Ali Özekin başkanlığında hazırlanan Kuran mealin insanın kerameti şöyle tefsir edilmiştir: “Görüldüğü gibi bu ayette Allah Teala, insanoğluna olan lütuf ve ikramının bir hülasasını yapmakta ve alemdeki özel yerine işaret etmektedir.” Müfessirlere göre insanın şan ve şerefi ve diğer varlıklardan üstünlüğü (yani kerameti) Allah’ın ona verdiği el, göz, kulak gibi organlarını daha becerikli bir şekilde kullanması, aletler icat etmesi, olaylar arasındaki sebep-sonuç alakasını görmesi ve bu sayede geleceğe yönelik programlar ve hazırlıklar yapması, iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin, kavramlarına sahip olması, kısacası maddi ve bedeni,ahlaki ve ruhi meziyetlere haiz olmasıdır.

Ayette geçen a²8Åh«6 fiilini müfessirler böyle açıklamışlardır. Buradaki a²8Åh«6 fiili _«X²8Åh«6 fiiliyle aynı manadadır.(149) Lugatta kerrame ve ekrame fiilleri: yüceltti,tenzih etti, tafdil etti, üstün kıldı manalarına gelmektedir.(150) Nitekim Celaleyn, bu ayette _«X²8Åh«6 kelimesini tafdil eyledik, üstün kıldık şeklinde tefsir etmiştir.(151)

Demek ki keramet, Allah (cc)’ın insanoğluna verdiği değer, kıymet, üstünlük, diğer bütün yaratıklardan faziletli olmasıdır. Kim ki bu değeri korur, Allah’ın emirlerini eda eder, nehiylerinden kaçınırsa o bu değere layıktır. Nitekim Kuran, bu kimseye “Veli” demektedir.

Zira Allah (cc), velinin tarifini yaparken onları iman etmiş takva sahibi kimselerdir demektedir. Demek ki veliliğin iki şartı var; İman ve Takva. İman bellidir: Delile dayalı vakıaya uygun kesin tasdikten ibarettir. Takva ise: Allah’ın nehiylerinden içtinap, emirlerini eda etmektir. Allah (cc) müminlerden sadece bunu istiyor, dağları devirmesi veya uçması, suda yürümesi değil. Ama siz ve bizim oturup ta veliliğin şartına ve tarifine bir takım ilaveler etmemiz, hakikat namına ifade edeceği hiç bir değeri yoktur. Zira Kuran bunu iman ve takva ile tarif etmiş ve müminlere bunu böyle bilmeleri istenmiştir. Bundan öte Allah’ın tarifinde ilaveler yapmak değil, cennet ehli olmak isteniyorsa bildirilenle yetinip ne ilave ne de çıkarma yapmadan Allah’tan ne geldiyse onu öylece kabul edip, emirlerini yerine getirmesi yakışır.

Şayet, Allah’ın verdiği bu değere sahip çıkmamış, emir ve nehiyler, onun hayatına hükmetmişse, yine bu kimsenin derecesini Allah (cc) belirtiyor

“Onlar hayvandan da aşağıdır” şeklinde belirtiyor. (Furkan 44)

O halde insanın kerameti, yani kıymetli oluşu, Allah (cc)’ın emri ve nehiyle kendisini mukayyet kılmasına, emir ve nehiyleri hayatının cephesi için düstur almasına, onu hayata bakış açısı kılmasına bağlıdır.

Bundan öte, diğer dinlerde inanılan şeyleri İslam’a taşıyıp da denizler arası vasıtasız yürüyüş yaptığından bahseden yalancı sofistlerin anlattıkları bu şeylerin ne kadar komik olduğu ortaya çıkacaktır. Hz. Nuh (as), o tufandan ancak gemiyle kurtuldu. Yani her şey beşer tabiatında cereyan etti. Peygamber olmasına rağmen. Taifte atılan taşlar Resulul-lahın ayağını kana boğarken onu bu taşlara karşı korumaya çalışan Hz. Zeyd idi. Olağan üstü hiç bir şey yok ortada. Allah’ın yeryü-zünde en şerefli kulu, habibi Muhammed Mustafa dır. Söyleyeceğimiz şu söze katılmayan hiç bir müslümanı biz tahayyül edemiyoruz, o halde buyurun hep beraber diyelim: “Biz o şanlı Resulün akan kanının bir damlası için bütün canımız feda olsun.” Biliyoruz, bu sözümüzden önce Allah’ın hakiki veli kulları canlarını bizden önce feda etmeye hazırdırlar. Yanılmadınız. çünkü Allah indinde Hz. Muhammed(as) yüce yüce makamlardadır. Böyle bir şahsiyetin yüceliğine rağmen Taifte ayakları kanarken, Medine’ye hicret ederken, bunaltıcı sıcağın altında susuzluk dudakları çatlatırken zırt pırt getirip götürmeyen Allah, soruyoruz: “siz devrin modern Müslümanlarına, şimdi Allah size mi kıyamıyor da havada uçurup suda yürütüyor!!! Hem de ortada bir dert ve bela yokken. Devletini kurmada hiç bir, ama hiç bir beşer üstü müdahalede bulunmayan Allah, ve bu Allah’ın Resulü atılan tükürük ve küfürlere rağmen katlanıl-maz eziyetler altında Allah’ın hükümlerini ikame ederken, siz müritlerine cici gözükmeye çalışan, şirk bataklığı içerisinde küffarın ikramları altında kendinden geçmiş mürşidi bidatlara mı olağan üstü hallerle yardımda bulunacak?!.” Müslümanlara yapılan zulümlere rağmen, hoş zikir saatle-riyle kendinden geçen şu sofistlerin, acaba o Nebiden Allah katında üstün tutulup da kerametler verildiğine hangi saf bir yürek inanır. Hz. Peygamber (S.A.V.) sıcak toprak üstünde adım adım yürürken, çalışıp elinin emeğini bulamadığı zaman da sahabesinden isteyerek yerken, her şeyiyle bir beşer olup, Allah bu Nebisini uçurtmazken, Allah’ın hükümlerini uygulayacak bir devletten yoksun oluşunun yüklediği farziyetten habersiz ve ilgisiz şu asrın modern velilerine hava trafiği yaptırdığına mı inanacaksınız?!!!!.

Hayır, bu din ayağı yere basan bir dindir. Hurafelerle dolu efsane bir din değildir.

Tabi, bizim bu anlattıklarımıza bakarak, bizi yadırgayacak, ayıplayacak ve bazı kimseler bir takım sözler söyleyeceklerdir. Bunları biliyor ve bekliyoruz. Bunları Allah Resulü de biliyor ve bekliyordu. Hz Peygamber Efendimizin verdiği bu haberi duyan Hz. Abdullah İbni Mesud, bu haberi diğer sahabelere haber vererek şöyle demiştir:

“Küçüğün büyüklendiği, büyüğün ortadan kaybolduğu, bidatların sünnet kabul edildiği bir gün, asıl sünnete dönülmek istenildiğinde, sünnetlere bidat denildiği bir fitne devri geldiği zaman, ne yapacaksınız? (Muhatapları bunun üzerine) kendi-sine: Bu devir ne zaman gelecek? diye sorduklarında, O şu cevabı vermiştir. Güvenilir kimselerin azaldığı, başkanlarınızın çoğaldığı, fukahanın azalıp, kurraların arttığı, dine hizmet gayesinin dışında dini ilimler öğrenildiği zaman” Aynı soruya İbni Abbas da Efendimizden şu nakli yapmaktadır. “Halkın benimsediği bidatlar sünnet kabul edilip, bu bidatlardan bir şey değiştirilmeye kalkışılınca da ,sünnet değiştiriliyor......”diye feryat edildiği zaman. (152) Keza, Hz.Ali son zamanlarda zuhur edecek olan bu fitneden Peygamberimizden nakille Hz. Ömer’e rivayet edince, Hz. Ömer: “Ya Ali, bu ne zaman olacak?” diye sordu. Hz. Ali (ra) da ona şu cevabı verdi: “Dine hizmet gayesinin dışında, dini ilimler öğrenildiği zaman, İlim tatbik edilmediği zaman, dünya menfa atı ameline tercih edildiği zaman.”(153)

Evet, Allah Resulü hak söylemiştir.

Kınayıcının kınamasına iltifat etmeden biz Rabbimiz zulcelalden, yeni neslin dinini gönüllerinde berrak, aydınlık ve ilk safiyetine kavuşturmasını diliyoruz. Tasavvuf kibir inden arınmış Namaz, Oruç, Haç, ibadetinden daha ehem olan Raşidi Hilafet Devletini kurma şuuruna erişil-mesini bütün müminler adına Rabbimden niyaz eder ve yüceler yücesi, Kadiri mutlak Allah zül celalin selamı, bereketi ve rahmeti siz ve bizim üzerimize olsun. Hamd alemlerin rabbine mahsustur.

DİPNOTLAR

138 Meryem,58

139 Ali İmran,179,Cin,26-27

140 Kehf,60-82

141 Bkz.Nesefi,Celaleyn.

142- Kehf,65

143 -Şura,51

144 -Tin,4

145 -Medarik,c.2,s.322

146 -İsra,70

147 -Medarik c.2,s.322

148 -Celaleyn,s.263

149-Mu’cemu Garibul Kuran,

Muhammed Fuad Abdul

Baki,s.178

150 Mu’cemul Vasid, K-R-M mad.

151 Celaleyn,s.263

152M.Yusuf Kandehlevi,

Hayatus Sahabe,c4,s.1613(rasulü

Ekrem ((S.A.S)) zamanında

sünnet, Hüsamettin Yıldırım,

s.25-26)

153-age,c.4,s.1614 (H.Yıldırım,

age,s.26)

Sayı 103...1418-Recep...1997-Kasım