SİYASİ TAHLİL

Ahmet Seyfülislam 08-10-1997  

 

TÜRKİYE’DEKİ SİYASİ DURUM 

İç Siyaset:

Türkiye’de iç siyaset, iktidar mücadelesi şeklinde devam etmektedir. Siyaseti belirleyen bu mücadele olmaktadır. Yani icraatlar doğrultusunda halk’tan beklentileri, tepkileri, ihtiyaçları ve iradesi siyasetin teşekkülünde hiç belirleyici faktör olmamaktadır. Sözde demokratik sisteme rağmen halk hiç itibara alınmamaktadır.

Siyasi arenada var olan iktidar mücadelesi ise -daha önce de belirttiğimiz gibi- kendilerine “zinde güçler” ya da “derin devlet” denilen halen siyasi otoriteyi fiilen elinde bulunduranlar ile kendilerine “çeteler” denilen daha çok ABD’nin güdümünde olan, bazı güç odakları arasında geçmektedir. Bu mücadele çerçevesinde siyasi otoriteyi ele geçirmeye çalışan “çeteler” son iki ay içinde ana hatları ile şu yönde faaliyetler yaptılar ve yapmaktalar:

1-Darbe tehdidi baskısı altında hükümeti kaybettikten sonra, özellikle DYP Genel başkanı Tansu Çiller halkın içine giderek kendisine halktan destek aramaya yöneldi. Zinde güçleri, “kartelciler”, “kartelci medya” gibi örtülü ifadeler ile suçlayıp kendisine haksızlık yapıldığını halka anlatmaya çalıştı. Bu çalışmalarında gittikçe üslubunu ve karşı tarafa saldırı dozajını artırmaya başladı. Hatta bazen açıkça generallere ve onları kullananlara saldırıda bulundu. Meselâ; meşhur Susurluk olayı denilen o malum trafik kazasının vukuu bulduğu beldeye giderek halka şu şekilde hitap etti: “Bizim arkamızda çeteler olduğunu söylüyorlar. Öyle bir şey yoktur. Susurluk olayındaki asıl çeteler, Mesut Yılmaz hükümetini kurduranlardır.” Bir başka yerdeki konuşmasında da; “Mesut Yılmaz’ı bir masaya oturttular, başına da bir komutan diktiler. Bu hükümetin ardında halk ve halk desteği yok. Mesut Yılmaz bir siyasi onbaşıdır. Şimdiye kadar seçilmiş hiç bir genel başkan onbaşı olma şerefsizliği yapmamıştır.” vb.

Bu tür konuşmalar siyasi arenada ve toplumda tansiyonu gittikçe yükseltmekte gerilimi artırmaktadır.

2-Bazı emniyet müdürleri, siyasiler ve özellikle de TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu Başkanı, Susurluk olayının içinde üç boyut olduğunu bunların da polis, politikacı ve asker olduğunu açıklamıştır. Susurluk Araştırma Komisyonu Başkanı; “Biz araştırmalarımızdan sonra oluşturduğumuz dosyayı TBMM Başkanına gönderdik. Ancak TBMM Başkanından yargıya ve Cumhurbaşkanına gönderilen dosyada bizim verdiğimiz bir çok belge yer almamıştır. Özellikle Askerlerle ilgili belgeler hiç yer almamıştır. Bu bir ihmalkarlık değil bilakis kasıtlı bir olaydır” demiştir.

Bilindiği gibi “Susurluk olayı” olarak vasfedilen olay, Türkiye’deki siyasi iktidarı ele geçirme mücadelesinin dışa yansıyan bir kesitidir. Burada dışa yansıyan kesit, uyuşturucu kaçakçılığından elde edilen kara para ve onu aklama sektörü üzerindeki mücadeledir. Burada çok büyük miktarda para dolaşmaktadır. Takriben senede 200 milyar Dolar söz konusudur. İşte bu mali potansiyeli “çeteler” denilen grup eline geçirmeye çalışarak faaliyetlerine finans kaynağı oluşturmak istemektedirler. Ayrıca PKK da eline geçirerek kendisine finans kaynağı oluşturmak istemektedir. Her iki kesim arasında da ABD’nin desteği vardır. “Zinde güçler” de onu ellerine geçirerek, siyasi otoriteyi ellerinde tutmak için lazım olan mekanizmaların oluşumunun finans kaynağı olmasını istemektedirler. Meselâ; Yerli Savunma Sanayi Projesi gibi projelerin finansını kısmen de olsa bu yolla sağlamaya çalışmaktadırlar. Nitekim 1995’den sonra T.C. dışarıdan kredi alamadığı, içeriden de iç borçlanmayı yavaşlattığı, hatırı sayılır bir ihracatı olmadığı halde hem dış borçlarını düzenli ödüyor, hem bu Yerli Savunma Sanayi Projesi aksamadan çalışıyor, hem de Merkez Bankası Döviz Rezervleri artıyor. Bu değirmenin suyu nereden geliyor, sorusuna cevap arayan kimsenin karşısına uyuşturucu kaçakçılığı ve kara para aklama meselesi çıkmaktadır. Nitekim bir çok Avrupa ülkesi de T.C. Devleti’ni bu yönde itham etmekteler.

Susurluk olayı diye bilinen kirli bezde her iki tarafın da tarağı olduğu için bu olayın üzerine kimse cesaretle gidememektedir. “Tencere dibin kara, senin ki benden kara” misali her iki taraf da o kirli işin içindedirler. Sadece birbirlerini yavaş yavaş yıldırma ve mücadeleden vazgeçmeye zorlamaktalar. Birbirlerine karşı kamuoyu önünde psikolojik baskı yapmaya çalışmaktalar.

3-8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitim yasasına olan tepkiler, İslâmi duygular içinde olmakla birlikte belli kesimler bunu sosyal çatışmaya doğru kanalize etmeye çalışmaktalar.

Siyasi iktidar mücadelesi kapsamında “zinde güçler” denilen kesim ise şunları yapmaktadır:

Daha önce belirttiğimiz 2010 planı kapsamındaki aşamaları gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Bu çerçevede şunları yapıyorlar:

a.Politik alanda, tasarlanan Anayasa değişikliği için gerekli şartları ve zemini oluşturmaya çalışıyorlar. Anayasa değişikliği ile, Kriz Masası Yönetmeliği, MGK’nun çalışma alanı, Batı Çalışma Grubu ve Emniyet Teşkilatının orduya bağlanması çalışmalarına anayasal statü kazandırmak istemektedirler. Ancak bu maksatla bir anayasa değişikliği için parlamentoda yeterli çoğunluk henüz oluşmadı. Eğer bu çoğunluk sağlanamazsa, referandum yolu ile bunu yapmaya çalışacaklar. Referandum da gündeme “Başkanlık sistemini” taşıyarak gerçekleştirmek isteniliyor. Başkanlık sistemini ileri sürerek diğer hususların da araya sıkıştırılması bekleniyor. Ancak bugünlerde gündeme taşınan Başkanlık sistemi tartışmalarında söz konusu olan sistem Fransa modelinin Türkiye’ye uyarlanmış şekli olacaktır. Bu bahane ile hem anayasada tasarlanan değişiklik hasıl olacak hem de parlamentoda istenmeyen bir durum olunca kolayca o ortadan kaldırılabilecek. Ancak bunun için uygun sosyal ve siyasal zemin henüz hazırlanmış değildir. eğer kısa zaman içinde uygun zemin oluşmaz ise bu parlamentoya darbe tehdidi ile o anayasa değişikliğini yaptırmaları da söz konusudur.

b.Sosyal alanda laik sisteme tehdit oluşturabilecek her türlü eylem ve eğilimi tespit ve kontrol etmeye yönelik faaliyetler devam etmektedir. Batı Çalışma Grubu ve diğer istihbarat birimleri halkı fişlemeye devam etmektedirler. Bu bağlamda dini faaliyetleri, eğilim ve eylemleri kontrol altına almak için bir çok yasaklarla dolu yeni bir kanun tasarısının hazırlanmakta olduğu, bunun MGK Genel Sekreterliğince hazırlandığı söylenmektedir.

Kendilerine “zinde güç” denilen siyasi iktidarı ve otoriteyi elinde tutan bir avuç dönme bu tür sosyal baskılarla muhtemel bir silahlı İslâmi ayaklanmayı, şartları olgunlaştırmadan erken doğuma çevirerek önlemeyi de tasarlamış gözüküyorlar. O kesimden bazı politikacılar ve yazarların ifadeleri bunu sergilemektedir, “Jakoben yöntemleri kullanmayı”, “Atatürk’ün yaptığı gibi yapmayı” telkin edip durmaktalar. Bazı generaller de “İrticaya karşı gerekirse topumuz ve tüfeğimizle karşı koyarız” demekteler. Asmak, kesmek, hapse atmak yani sindirmek politikasını benimsemiş durumdalar. Buna karşı direnen olursa Cezayir’deki dindaşları ve yoldaşlarının yaptığını yapmaya niyetli oldukları ortadadır. Onların bu tür eylemleri ve ağızlarından dökülenler, İslâm’a ve Müslümanlara karşı kinlerinin, buğuzlarının boyutunu göstermeye yeterlidir. Ancak onların bu panik içindeki hırçınlıkları, hazin sonlarını geciktirmeyecektir. Korkunun ecele faydası yoktur. Onlar bu hırçınlıkları ile aslında kendi evlerini başlarına yıkma sürecine girmiş bulunmaktadırlar.

c.Kriz ve iç gerilim havası oluşturarak önümüzdeki dönemde Kriz Masası Yönetmeliğini uygulamaya koymak istiyorlar. Kıbrıs’taki Rumların almak istedikleri S-300 füzeleri ile ilgili olayı tırmandırarak bir de dış savaş tehlikesi havası estirip bu süreci hızlandırmak istiyorlar. Kriz masası Yönetmeliği uygulandığında toplum ve parlamento bir darbe tehdidi baskısı altına alınarak, Anayasada yukarıda zikrettiğimiz hususları değiştirmeyi düşündüklerini gerçekleştirmeye çalışacaklar. Böylelikle kendilerine göre sistemlerini güya güvence altına almış olacaklar!

Dış Politika:

1- Türkiye-ABD ilişkileri, halen gergin. ABD, Türkiye’yi hem içeriden hem de dışarıdan baskı altında tutmaya devam ediyor. Dışarıda Türk-Yunan ihtilaflarını körüklüyor. İkide bir, “Ege Denizinde bir Türk-Yunan savaşı çıkabilir” şeklinde demeçler vermekteler. Ayrıca Suriye ve İran vasıtası ile Kuzey Irak’ta Türkiye aleyhinde bir askeri faaliyete de girmek üzeredir. Zira Suriye ve İran Kuzey Irak sınırına asker sevk etmekteler.

Türkiye-İsrail işbirliğinden sonra bölgede oluşturulan ABD yanlısı bloğun Türkiye aleyhindeki faaliyetleri de gittikçe Türkiye’yi rahatsız edici boyutlara ulaşmaktadır. Nitekim bunu T.C. Hükümeti başbakan yardımcısı Bülent Ecevit şu şekilde dile getirmektedir: “İsrail’le işbirliği şart. Bu ülke ile ilişkilere büyük önem veriyoruz. Ancak Netenyahu hükümetinin politikası işimizi güçleştiriyor.” (2-10-1997 Basın) Ecevit’in bu ifadelerinden de anlaşılacağı gibi T.C. Hükümeti ile Netenyahu Hükümeti arasında bazı sıkıntılar var. Nitekim İsrail’in Ankara yeni büyükelçisi de henüz atanmadı... Bu da var olan bu sıkıntının bir alametidir.

ABD Dışişleri Bakanı, İsrail’i Suriye ile Golan Tepelerinden çekilmesi karşılığında barış görüşmelerini başlatmaya zorlamak maksadı ile bölgeye yaptığı başarısız ziyaretinden sonra Mısır’ın bazı girişimleri hem İsrail’i hem de Türkiye’yi kaygılandırdı. Onun için olmalıdır ki T.C. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel Mısır’a ani bir ziyaret yaptı. Maksadı ABD’nin, Mısır’a vermiş olduğu misyonu anlamak ve Mısır’ın Türkiye-İsrail işbirliğinden kaynaklanan bazı kaygılarını gidermeye çalışmaktı. Demirel’in ziyaretinden hemen sonra Mısır Cumhurbaşkanı Mübarek, Suriye Devlet Başkanı Esad ile görüştü. Sonra da Moskova’ya gitti. İran ve Suudi Arabistan ile de temasları devam etti. Bütün bu faaliyetler özellikle Türkiye’yi rahatsız etti. Özellikle İran ve Suriye’nin bu faaliyetlerden sonra Türkiye aleyhine ortak demeçler vermesi ve Kuzey Irak sınırına asker sevk etmesi üzerine Türkiye ön tedbir olarak hemen Kuzey Irak’a, İran sınırına yakın bir yerden PKK’yı bahane ederek askeri müdahalede bulundu... Velhasıl ABD Türkiye’yi dışarıdan ve içeriden kıskaç altına almış bulunmaktadır.

2-Türkiye-İsrail ilişkileri yukarıda da belirtildiği gibi işbirliği boyutunda devam etmektedir. Fakat bu yılın başlarındaki yoğunluğunu da kaybetmiş durumdadır. Hatta henüz tam olarak açığa çıkmayan bazı nedenlerden dolayı bugünlerde bazı sıkıntıların olduğu gözlenmektedir. O nedenlerden birisi ABD’nin her iki tarafa yapmış olduğu baskılar olabilir. Nitekim ABD Dışişleri Bakanının bölgeye yaptığı ziyaretten ve Mısır’ın başlattığı diplomatik manevralardan sonra daha önce kararlaştırılan Türkiye-İsrail ortak askeri deniz tatbikatı ileri bir tarihe ertelendi.

İsrail ABD’den son günlerde üç uyarı almış durumdadır:

a-) Kudüs’teki patlamalar.

b-) Lübnan’daki İsrail komandolarının tuzağa düşürülmesi.

c-) Ürdün’de MOSSAD ajanlarının HAMAS liderine karşı başarısız suikast teşebbüslerinden sonra ele geçirilmeleri.

Bu üç olay ile ABD, fazla ileri giderse bu tür olaylarla karşılaşabilirsin şeklinde bir mesaj vererek İsrail’in kulağını çekmiş durumdadır. Bu da İsrail hükümetini zor duruma düşürmüştür. Tabii ki bu olaylar Türkiye-İsrail ilişkilerine de tesir etmektedir. Hem Türkiye hem de İsrail daha temkinli olmaya başladılar.

3- Kıbrıs sorunu. Bu çerçevede Kıbrıslı Rumların S-300 füzelerini Rusya’dan almak istemeleri üzerine Türkiye bu olayı abartarak gerilimi tırmandırıyor. Bundan kastı ise şu hususlardır:

a-) Kıbrıs’taki ABD güdümlü barış görüşmelerinin ve teşebbüslerinin önüne takoz koymak. Çünkü gerilimli bir ortamda bu görüşmeler başarılı olmaz.

b-) İstanbul ve Çanakkale boğazlarının statüsünü uluslararası platformda tartışmaya açmak. Boğazların bu günkü statüsü Montrö anlaşması ile belirlenmiştir. Bu anlaşmaya göre Türkiye’nin Boğazlar üzerinde hakimiyeti yok. Boğazlardan gemilerin geçişini engelleyemez. Hatta kendi aleyhine bir yük taşıyor olsa da. Boğazların durumu Orta Asya petrollerinin önümüzdeki dönemde taşınması meselesinde de öne çıkmaktadır. Eğer Orta Asya petrolleri boğazlardan taşınırsa Türkiye bundan hiç yararlanamıyor, ücret dahi alamıyor. Ayrıca bu trafiğin külfetine de katlanmak zorunda. İşte Türkiye, bu durumu değiştirmeye çalışıyor.

c-) Türkiye, bir de Akdeniz ordusu diye bir ordu daha kurmak istiyor. Bunun için de hem bu füze meselesini bahane ediyor, hem de Suriye’nin silahlanmasını bahane ediyor. Bu maksatla çeşitli uluslararası platformda bu meseleleri gündeme getirmeye çalışıyor.

d-İç politikada yukarıda da değindiğimiz gibi dış savaş tehlikesi havası oluşturarak kriz ortamını hazırlayıp Kriz Masası’nın müdahalesine zemin hazırlamaya çalışıyor.

4-Türkiye-AB ilişkileri. T.C. Devleti yöneticileri AB’den bir türlü vazgeçemiyorlar. Zira onlar Avrupa’ya hem göbekten hem de zihinden bağlı durumdalar. Avrupa Birliği devletleri ise Türkiye’yi aralarına bir üye olarak almak istemiyorlar. Fakat onunla ilişkilerini de kesmek istemiyorlar. Bunun nedenleri ise şunlardır:

Türkiye’yi aralarına bir üye olarak almak istememelerinin nedeni:

a-) Türk Devleti her ne kadar laik Batı yanlısı bir devlet olsa da Türk halkı Müslümandır. Genç bir nüfusa sahiptir. Nüfus artışı çok fazladır. Avrupa Birliği’ne alındığı takdirde; nüfusu yaşlanmakta ve gerilemekte olan Avrupa halklarına karşın, artmakta ve gençleşmekte olan 100 milyona yakın bir Müslüman topluluk aralarına girmiş olacak. Bu Hıristiyan Avrupa halkları açısından endişelendirici bir durumdur. İslâm’a ve Müslümanlara karşı duydukları kin ve husumet duyguları buna engel teşkil ediyor. Nitekim bu yılın başlarında Avrupa Hıristiyan Demokrat Partileri bir ortak toplantılarında “Türkiye halkı Müslüman olduğu için asla Avrupa’nın üyesi olamaz” demişlerdir...

b- Türkiye’nin ekonomik durumundan dolayı da Avrupa Birliğine alınamaz. Çünkü nüfusun 1/3 işsiz, ekonomisi çok zayıf, 100 milyonluk kitle Avrupa Birliği için büyük bir mali, sosyal külfet teşkil eder. Avrupa’nın şehirleri işsiz Türklerin akınına uğrar. Ayrıca Avrupa Birliği bütçesinden üye ülkeler nüfusları oranında pay almaktalar, yardım almaktalar. Avrupalılar buna da razı olmazlar. Avrupa parlamentosunda üye ülkeleri nüfuslarına oranla temsil edilirler. Parlamentoda en fazla sandalye sahibi ülke yine Türkiye olacaktır. Bunu da Avrupa Birliği ülkeleri kabullenmezler.

c-Türkiye’nin üye olması ile Avrupa Birliği ülkelerinin elde edeceği ekonomik avantajlar zaten Gümrük Birliği Anlaşması ile sağlanmıştır. Onun için Türkiye’nin üye olması onların lehine bir değişim sağlamayacaktır.

Avrupa Birliği ülkeleri T.C. Devleti ile ilişkilerini de kesmek istemiyorlar. Bunun nedeni de şudur:

a-Türkiye’yi Orta Asya pazarına girmek için bir atlama tahtası olarak kullanmak istiyorlar. Ayrıca genç ve artmakta olan bir nüfusa sahip tüketim toplumu özelliğinden dolayı Avrupa devletleri için kârlı pazar olma özelliğini değerlendirmek istiyorlar.

b-Özellikle Orta Doğu’dan gelebilecek bir İslâmi tehlikeye karşı Türkiye’yi bir uç karakolu olarak, tampon bölge olarak görüyorlar. Bir çok Avrupa devletleri yetkilisi çeşitli platformlarda “Türkiye bizim için eskiden Sovyetler Birliği ve komünizme karşı, şimdi ise gelişmekte olan İslâm fundamentalizmine karşı tampon bölgedir” şeklinde demeçler vermekteler... Türkiye Devleti yetkilileri de Avrupa’ya yaptıkları her ziyarette onların bu beklentileri doğrultusunda onları rahatlatıcı cevaplar verirler. Buna bir iki örnek şudur: 55. T.C. Hükümeti Başbakanı Mesut Yılmaz, geçen hafta Almanya’ya yaptığı ziyaret esnasında şöyle demeçler vermiştir: Avrupa Birliği, Türkiye’yi tamamen dışlamamalı. Eğer İslâm fundamentalizmi Türkiye’de galip gelirse, kaybeden öncelikle Avrupa Birliği olur... Biz İslâmizm ile savaşıyoruz, onu yok etmeliyiz...” Bu hükümetin Savunma Bakanı da, Akdeniz Ülkeleri Güvenlik İşbirliği Konferansında şöyle demiştir: “Türkiye Devleti, Orta Doğudan gelebilecek bir İslâm fundamentalizmi tehlikesine karşı Avrupa için tampon vazifesini yapmaktadır.” Genelkurmay Başkanı, ABD’den dönüşünde bir ABD dergisine verdiği demeçte “Siyasal İslâm tehlikesi halen öncelikli konumdadır. Ona karşı mücadelemizi sürdüreceğiz...”

Türkiye-AB ilişkileri işte bu çerçevede devam etmektedir. Şu günlerde AB ülkeleri, ABD’nin baskısı altında bulunan Türkiye’yi hem Kıbrıs sorununda hem de Yunanistan ile ilişkilerinde biraz olsun rahatlatmaya çalışmaktalar. Onun için Avrupa kapısının Türkiye’ye kapanmadığına dair mesajlar vermekteler. Almanya Başbakanı Kohl, Türkiye Başbakanını sıcak karşıladı. İtalya Dışişleri Bakanı, Türkiye Dışişleri Bakanını sıcak karşıladı. Türkiye Dışişleri Bakanı, Avrupa başkentlerinde hep sıcak ilgi gördü. Ayrıca Yunanistan’ın Türkiye aleyhindeki bazı olumsuz tutumlarını yumuşatması için kulağı çekildi. Observer Gazetesinin yayınladığı bir PKK’lının itirafları, Atina üzerinde büyük bir baskı unsuru oldu. Bu yayınlara göre Yunanistan’ın PKK ilişkileri açıkça ortaya çıkmış oluyor. Başta İngiltere olmak üzere AB devletlerinin Yunanistan’a karşı bu uyarıları hem Türkiye’yi bir nebze olsun rahatlatmaya yöneliktir. Hem de Yunanistan-Rusya arasındaki Ortodoks ekseninde bir işbirliğine doğru bazı adımların atılmış olmasıdır. Avrupa bunu istememektedir.

Dahili ve harici siyasetteki bu manzara ümmetin başına musallat olmuş yöneticilerin ve karton devletlerin sergiledikleri zillet ve ihanetin manzarasıdır. Acı ve tiksindirici bir manzaradır. Fakat bu olumsuzluklara rağmen Rabbimizin vaat ettiği o aydınlık ve izzet-şerefli günler uzak değildir.

“Allah'a ve ahiret gününe inanan bir millettir, -babaları veya oğulları veya kardeşleri yada akrabaları olsa bile- Allah'a ve peygamberine karşı gelenlere, sevgi beslediklerini görmezsin. İşte Allah, imanı bunların kalblerine yazmış, katından bir nur ile onları desteklemiştir. Onları, içlerinden ırmaklar akan, içinde temelli kalacakları cennetlere koyar. Allah onlardan hoşnud olmuştur, onlar da Allah'tan hoşnud olmuştur. İşte bunlar, Allah'tan yana olanlardır. İyi bilin ki, saadete erecek olanlar, Allah'tan yana olanlardır.”

Sayı 103...1418-Recep...1997-Kasım