Türkiye’de iç siyaset, iktidar mücadelesi
şeklinde devam etmektedir. Siyaseti belirleyen bu mücadele
olmaktadır. Yani icraatlar doğrultusunda halk’tan beklentileri,
tepkileri, ihtiyaçları ve iradesi siyasetin teşekkülünde hiç
belirleyici faktör olmamaktadır. Sözde demokratik sisteme rağmen
halk hiç itibara alınmamaktadır.
Siyasi arenada var olan iktidar mücadelesi
ise -daha önce de belirttiğimiz gibi- kendilerine “zinde güçler”
ya da “derin devlet” denilen halen siyasi otoriteyi fiilen
elinde bulunduranlar ile kendilerine “çeteler” denilen daha
çok ABD’nin güdümünde olan, bazı güç odakları
arasında geçmektedir. Bu mücadele çerçevesinde siyasi
otoriteyi ele geçirmeye çalışan “çeteler” son iki ay
içinde ana hatları ile şu yönde faaliyetler yaptılar ve
yapmaktalar:
1-Darbe tehdidi baskısı altında hükümeti
kaybettikten sonra, özellikle DYP Genel başkanı Tansu Çiller
halkın içine giderek kendisine halktan destek aramaya yöneldi.
Zinde güçleri, “kartelciler”, “kartelci medya”
gibi örtülü ifadeler ile suçlayıp kendisine haksızlık
yapıldığını halka anlatmaya çalıştı. Bu çalışmalarında
gittikçe üslubunu ve karşı tarafa saldırı dozajını
artırmaya başladı. Hatta bazen açıkça generallere ve onları
kullananlara saldırıda bulundu. Meselâ; meşhur Susurluk
olayı denilen o malum trafik kazasının vukuu bulduğu beldeye
giderek halka şu şekilde hitap etti: “Bizim arkamızda
çeteler olduğunu söylüyorlar. Öyle bir şey yoktur.
Susurluk olayındaki asıl çeteler, Mesut Yılmaz hükümetini
kurduranlardır.” Bir başka yerdeki konuşmasında da; “Mesut
Yılmaz’ı bir masaya oturttular, başına da bir komutan
diktiler. Bu hükümetin ardında halk ve halk desteği yok.
Mesut Yılmaz bir siyasi onbaşıdır. Şimdiye kadar seçilmiş
hiç bir genel başkan onbaşı olma şerefsizliği
yapmamıştır.” vb.
Bu tür konuşmalar siyasi arenada ve
toplumda tansiyonu gittikçe yükseltmekte gerilimi artırmaktadır.
2-Bazı emniyet müdürleri, siyasiler ve
özellikle de TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu Başkanı, Susurluk
olayının içinde üç boyut olduğunu bunların da polis,
politikacı ve asker olduğunu açıklamıştır.
Susurluk Araştırma Komisyonu Başkanı; “Biz
araştırmalarımızdan sonra oluşturduğumuz dosyayı TBMM
Başkanına gönderdik. Ancak TBMM Başkanından yargıya ve
Cumhurbaşkanına gönderilen dosyada bizim verdiğimiz bir
çok belge yer almamıştır. Özellikle Askerlerle ilgili
belgeler hiç yer almamıştır. Bu bir ihmalkarlık değil
bilakis kasıtlı bir olaydır” demiştir.
Bilindiği gibi “Susurluk olayı” olarak
vasfedilen olay, Türkiye’deki siyasi iktidarı ele geçirme
mücadelesinin dışa yansıyan bir kesitidir. Burada dışa
yansıyan kesit, uyuşturucu kaçakçılığından elde edilen
kara para ve onu aklama sektörü üzerindeki mücadeledir.
Burada çok büyük miktarda para dolaşmaktadır. Takriben
senede 200 milyar Dolar söz konusudur. İşte bu mali
potansiyeli “çeteler” denilen grup eline geçirmeye
çalışarak faaliyetlerine finans kaynağı oluşturmak
istemektedirler. Ayrıca PKK da eline geçirerek kendisine
finans kaynağı oluşturmak istemektedir. Her iki kesim
arasında da ABD’nin desteği vardır. “Zinde güçler”
de onu ellerine geçirerek, siyasi otoriteyi ellerinde tutmak
için lazım olan mekanizmaların oluşumunun finans kaynağı
olmasını istemektedirler. Meselâ; Yerli Savunma
Sanayi Projesi gibi projelerin finansını kısmen de olsa bu
yolla sağlamaya çalışmaktadırlar. Nitekim 1995’den
sonra T.C. dışarıdan kredi alamadığı, içeriden de iç
borçlanmayı yavaşlattığı, hatırı sayılır bir ihracatı
olmadığı halde hem dış borçlarını düzenli ödüyor, hem
bu Yerli Savunma Sanayi Projesi aksamadan çalışıyor, hem de
Merkez Bankası Döviz Rezervleri artıyor. Bu değirmenin suyu
nereden geliyor, sorusuna cevap arayan kimsenin karşısına
uyuşturucu kaçakçılığı ve kara para aklama meselesi çıkmaktadır.
Nitekim bir çok Avrupa ülkesi de T.C. Devleti’ni bu yönde
itham etmekteler.
Susurluk olayı diye bilinen kirli bezde her
iki tarafın da tarağı olduğu için bu olayın üzerine kimse
cesaretle gidememektedir. “Tencere dibin kara, senin ki
benden kara” misali her iki taraf da o kirli işin içindedirler.
Sadece birbirlerini yavaş yavaş yıldırma ve mücadeleden
vazgeçmeye zorlamaktalar. Birbirlerine karşı kamuoyu önünde
psikolojik baskı yapmaya çalışmaktalar.
3-8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitim
yasasına olan tepkiler, İslâmi duygular içinde olmakla
birlikte belli kesimler bunu sosyal çatışmaya doğru kanalize
etmeye çalışmaktalar.
Siyasi iktidar mücadelesi kapsamında “zinde
güçler” denilen kesim ise şunları yapmaktadır:
Daha önce belirttiğimiz 2010 planı
kapsamındaki aşamaları gerçekleştirmeye çalışıyorlar.
Bu çerçevede şunları yapıyorlar:
a.Politik alanda, tasarlanan Anayasa
değişikliği için gerekli şartları ve zemini oluşturmaya
çalışıyorlar. Anayasa değişikliği ile,
Kriz Masası Yönetmeliği, MGK’nun çalışma alanı, Batı
Çalışma Grubu ve Emniyet Teşkilatının orduya bağlanması
çalışmalarına anayasal statü kazandırmak istemektedirler.
Ancak bu maksatla bir anayasa değişikliği için parlamentoda
yeterli çoğunluk henüz oluşmadı. Eğer bu çoğunluk
sağlanamazsa, referandum yolu ile bunu yapmaya çalışacaklar.
Referandum da gündeme “Başkanlık sistemini” taşıyarak
gerçekleştirmek isteniliyor. Başkanlık sistemini ileri sürerek
diğer hususların da araya sıkıştırılması bekleniyor.
Ancak bugünlerde gündeme taşınan Başkanlık sistemi
tartışmalarında söz konusu olan sistem Fransa modelinin
Türkiye’ye uyarlanmış şekli olacaktır. Bu bahane ile hem
anayasada tasarlanan değişiklik hasıl olacak hem de
parlamentoda istenmeyen bir durum olunca kolayca o ortadan
kaldırılabilecek. Ancak bunun için uygun sosyal ve siyasal
zemin henüz hazırlanmış değildir. eğer kısa zaman içinde
uygun zemin oluşmaz ise bu parlamentoya darbe tehdidi ile o
anayasa değişikliğini yaptırmaları da söz konusudur.
b.Sosyal alanda laik sisteme tehdit oluşturabilecek
her türlü eylem ve eğilimi tespit ve kontrol
etmeye yönelik faaliyetler devam etmektedir. Batı Çalışma
Grubu ve diğer istihbarat birimleri halkı fişlemeye devam
etmektedirler. Bu bağlamda dini faaliyetleri, eğilim ve
eylemleri kontrol altına almak için bir çok yasaklarla dolu
yeni bir kanun tasarısının hazırlanmakta olduğu, bunun MGK
Genel Sekreterliğince hazırlandığı söylenmektedir.
Kendilerine “zinde güç” denilen
siyasi iktidarı ve otoriteyi elinde tutan bir avuç dönme bu
tür sosyal baskılarla muhtemel bir silahlı İslâmi
ayaklanmayı, şartları olgunlaştırmadan erken doğuma
çevirerek önlemeyi de tasarlamış gözüküyorlar. O kesimden
bazı politikacılar ve yazarların ifadeleri bunu
sergilemektedir, “Jakoben yöntemleri kullanmayı”, “Atatürk’ün
yaptığı gibi yapmayı” telkin edip durmaktalar. Bazı
generaller de “İrticaya karşı gerekirse topumuz ve tüfeğimizle
karşı koyarız” demekteler. Asmak, kesmek, hapse atmak
yani sindirmek politikasını benimsemiş durumdalar. Buna
karşı direnen olursa Cezayir’deki dindaşları ve
yoldaşlarının yaptığını yapmaya niyetli oldukları
ortadadır. Onların bu tür eylemleri ve ağızlarından dökülenler,
İslâm’a ve Müslümanlara karşı kinlerinin, buğuzlarının
boyutunu göstermeye yeterlidir. Ancak onların bu panik içindeki
hırçınlıkları, hazin sonlarını geciktirmeyecektir. Korkunun
ecele faydası yoktur. Onlar bu hırçınlıkları ile aslında
kendi evlerini başlarına yıkma sürecine girmiş
bulunmaktadırlar.
c.Kriz ve iç gerilim havası oluşturarak
önümüzdeki dönemde Kriz Masası Yönetmeliğini uygulamaya
koymak istiyorlar. Kıbrıs’taki Rumların
almak istedikleri S-300 füzeleri ile ilgili olayı
tırmandırarak bir de dış savaş tehlikesi havası estirip bu
süreci hızlandırmak istiyorlar. Kriz masası Yönetmeliği
uygulandığında toplum ve parlamento bir darbe tehdidi
baskısı altına alınarak, Anayasada yukarıda zikrettiğimiz
hususları değiştirmeyi düşündüklerini gerçekleştirmeye
çalışacaklar. Böylelikle kendilerine göre
sistemlerini güya güvence altına almış olacaklar!
Dış Politika:
1- Türkiye-ABD ilişkileri, halen gergin.
ABD, Türkiye’yi hem içeriden hem de dışarıdan baskı
altında tutmaya devam ediyor. Dışarıda Türk-Yunan
ihtilaflarını körüklüyor. İkide bir, “Ege Denizinde bir
Türk-Yunan savaşı çıkabilir” şeklinde demeçler
vermekteler. Ayrıca Suriye ve İran vasıtası ile Kuzey Irak’ta
Türkiye aleyhinde bir askeri faaliyete de girmek üzeredir.
Zira Suriye ve İran Kuzey Irak sınırına asker sevk
etmekteler.
Türkiye-İsrail işbirliğinden sonra bölgede
oluşturulan ABD yanlısı bloğun Türkiye aleyhindeki
faaliyetleri de gittikçe Türkiye’yi rahatsız edici
boyutlara ulaşmaktadır. Nitekim bunu T.C. Hükümeti başbakan
yardımcısı Bülent Ecevit şu şekilde dile getirmektedir:
“İsrail’le işbirliği şart. Bu ülke ile ilişkilere büyük
önem veriyoruz. Ancak Netenyahu hükümetinin politikası
işimizi güçleştiriyor.” (2-10-1997 Basın) Ecevit’in bu
ifadelerinden de anlaşılacağı gibi T.C. Hükümeti ile
Netenyahu Hükümeti arasında bazı sıkıntılar var. Nitekim
İsrail’in Ankara yeni büyükelçisi de henüz atanmadı...
Bu da var olan bu sıkıntının bir alametidir.
ABD Dışişleri Bakanı, İsrail’i Suriye
ile Golan Tepelerinden çekilmesi karşılığında barış görüşmelerini
başlatmaya zorlamak maksadı ile bölgeye yaptığı
başarısız ziyaretinden sonra Mısır’ın bazı girişimleri
hem İsrail’i hem de Türkiye’yi kaygılandırdı. Onun için
olmalıdır ki T.C. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel Mısır’a
ani bir ziyaret yaptı. Maksadı ABD’nin, Mısır’a vermiş
olduğu misyonu anlamak ve Mısır’ın Türkiye-İsrail
işbirliğinden kaynaklanan bazı kaygılarını gidermeye çalışmaktı.
Demirel’in ziyaretinden hemen sonra Mısır Cumhurbaşkanı Mübarek,
Suriye Devlet Başkanı Esad ile görüştü. Sonra da Moskova’ya
gitti. İran ve Suudi Arabistan ile de temasları devam etti. Bütün
bu faaliyetler özellikle Türkiye’yi rahatsız etti.
Özellikle İran ve Suriye’nin bu faaliyetlerden sonra Türkiye
aleyhine ortak demeçler vermesi ve Kuzey Irak sınırına asker
sevk etmesi üzerine Türkiye ön tedbir olarak hemen Kuzey Irak’a,
İran sınırına yakın bir yerden PKK’yı bahane ederek
askeri müdahalede bulundu... Velhasıl ABD Türkiye’yi
dışarıdan ve içeriden kıskaç altına almış
bulunmaktadır.
2-Türkiye-İsrail ilişkileri yukarıda
da belirtildiği gibi işbirliği boyutunda devam etmektedir.
Fakat bu yılın başlarındaki yoğunluğunu da kaybetmiş
durumdadır. Hatta henüz tam olarak açığa çıkmayan bazı
nedenlerden dolayı bugünlerde bazı sıkıntıların olduğu gözlenmektedir.
O nedenlerden birisi ABD’nin her iki tarafa yapmış olduğu
baskılar olabilir. Nitekim ABD Dışişleri Bakanının bölgeye
yaptığı ziyaretten ve Mısır’ın başlattığı diplomatik
manevralardan sonra daha önce kararlaştırılan Türkiye-İsrail
ortak askeri deniz tatbikatı ileri bir tarihe ertelendi.
İsrail ABD’den son günlerde üç uyarı
almış durumdadır:
a-) Kudüs’teki patlamalar.
b-) Lübnan’daki İsrail komandolarının
tuzağa düşürülmesi.
c-) Ürdün’de MOSSAD ajanlarının
HAMAS liderine karşı başarısız suikast teşebbüslerinden
sonra ele geçirilmeleri.
Bu üç olay ile ABD, fazla ileri giderse bu
tür olaylarla karşılaşabilirsin şeklinde bir mesaj vererek
İsrail’in kulağını çekmiş durumdadır. Bu da İsrail hükümetini
zor duruma düşürmüştür. Tabii ki bu olaylar Türkiye-İsrail
ilişkilerine de tesir etmektedir. Hem Türkiye hem de İsrail
daha temkinli olmaya başladılar.
3- Kıbrıs sorunu.
Bu çerçevede Kıbrıslı Rumların S-300 füzelerini Rusya’dan
almak istemeleri üzerine Türkiye bu olayı abartarak gerilimi
tırmandırıyor. Bundan kastı ise şu hususlardır:
a-) Kıbrıs’taki ABD güdümlü barış
görüşmelerinin ve teşebbüslerinin önüne takoz koymak.
Çünkü gerilimli bir ortamda bu görüşmeler başarılı
olmaz.
b-) İstanbul ve Çanakkale boğazlarının
statüsünü uluslararası platformda tartışmaya açmak. Boğazların
bu günkü statüsü Montrö anlaşması ile belirlenmiştir. Bu
anlaşmaya göre Türkiye’nin Boğazlar üzerinde hakimiyeti
yok. Boğazlardan gemilerin geçişini engelleyemez. Hatta kendi
aleyhine bir yük taşıyor olsa da. Boğazların durumu
Orta Asya petrollerinin önümüzdeki dönemde taşınması
meselesinde de öne çıkmaktadır. Eğer Orta Asya petrolleri
boğazlardan taşınırsa Türkiye bundan hiç yararlanamıyor,
ücret dahi alamıyor. Ayrıca bu trafiğin külfetine de
katlanmak zorunda. İşte Türkiye, bu durumu değiştirmeye
çalışıyor.
c-) Türkiye, bir de
Akdeniz ordusu diye bir ordu daha kurmak istiyor. Bunun
için de hem bu füze meselesini bahane ediyor, hem de Suriye’nin
silahlanmasını bahane ediyor. Bu maksatla çeşitli
uluslararası platformda bu meseleleri gündeme getirmeye çalışıyor.
d-İç politikada yukarıda da
değindiğimiz gibi dış savaş tehlikesi havası oluşturarak
kriz ortamını hazırlayıp Kriz Masası’nın müdahalesine
zemin hazırlamaya çalışıyor.
4-Türkiye-AB ilişkileri. T.C.
Devleti yöneticileri AB’den bir türlü vazgeçemiyorlar.
Zira onlar Avrupa’ya hem göbekten hem de zihinden bağlı
durumdalar. Avrupa Birliği devletleri ise Türkiye’yi
aralarına bir üye olarak almak istemiyorlar. Fakat onunla ilişkilerini
de kesmek istemiyorlar. Bunun nedenleri ise şunlardır:
Türkiye’yi aralarına bir üye olarak
almak istememelerinin nedeni:
a-) Türk Devleti her ne
kadar laik Batı yanlısı bir devlet olsa da Türk halkı Müslümandır.
Genç bir nüfusa sahiptir. Nüfus artışı çok fazladır.
Avrupa Birliği’ne alındığı takdirde; nüfusu yaşlanmakta
ve gerilemekte olan Avrupa halklarına karşın, artmakta ve gençleşmekte
olan 100 milyona yakın bir Müslüman topluluk aralarına
girmiş olacak. Bu Hıristiyan Avrupa halkları açısından
endişelendirici bir durumdur. İslâm’a ve Müslümanlara karşı
duydukları kin ve husumet duyguları buna engel teşkil ediyor.
Nitekim bu yılın başlarında Avrupa Hıristiyan Demokrat
Partileri bir ortak toplantılarında “Türkiye halkı Müslüman
olduğu için asla Avrupa’nın üyesi olamaz” demişlerdir...
b- Türkiye’nin ekonomik
durumundan dolayı da Avrupa Birliğine alınamaz. Çünkü
nüfusun 1/3 işsiz, ekonomisi çok zayıf, 100 milyonluk kitle
Avrupa Birliği için büyük bir mali, sosyal külfet teşkil
eder. Avrupa’nın şehirleri işsiz Türklerin akınına
uğrar. Ayrıca Avrupa Birliği bütçesinden üye ülkeler
nüfusları oranında pay almaktalar, yardım almaktalar.
Avrupalılar buna da razı olmazlar. Avrupa parlamentosunda üye
ülkeleri nüfuslarına oranla temsil edilirler. Parlamentoda en
fazla sandalye sahibi ülke yine Türkiye olacaktır. Bunu da
Avrupa Birliği ülkeleri kabullenmezler.
c-Türkiye’nin üye olması ile
Avrupa Birliği ülkelerinin elde edeceği ekonomik avantajlar
zaten Gümrük Birliği Anlaşması ile sağlanmıştır.
Onun için Türkiye’nin üye olması onların lehine bir
değişim sağlamayacaktır.
Avrupa Birliği ülkeleri T.C. Devleti ile
ilişkilerini de kesmek istemiyorlar. Bunun nedeni de şudur:
a-Türkiye’yi Orta Asya pazarına
girmek için bir atlama tahtası olarak kullanmak istiyorlar.
Ayrıca genç ve artmakta olan bir nüfusa sahip tüketim
toplumu özelliğinden dolayı Avrupa devletleri için kârlı
pazar olma özelliğini değerlendirmek istiyorlar.
b-Özellikle Orta Doğu’dan gelebilecek
bir İslâmi tehlikeye karşı Türkiye’yi bir uç karakolu
olarak, tampon bölge olarak görüyorlar. Bir çok Avrupa
devletleri yetkilisi çeşitli platformlarda “Türkiye
bizim için eskiden Sovyetler Birliği ve komünizme karşı,
şimdi ise gelişmekte olan İslâm fundamentalizmine karşı
tampon bölgedir” şeklinde demeçler vermekteler...
Türkiye Devleti yetkilileri de Avrupa’ya yaptıkları her
ziyarette onların bu beklentileri doğrultusunda onları
rahatlatıcı cevaplar verirler. Buna bir iki örnek şudur: 55.
T.C. Hükümeti Başbakanı Mesut Yılmaz, geçen hafta Almanya’ya
yaptığı ziyaret esnasında şöyle demeçler vermiştir: “Avrupa
Birliği, Türkiye’yi tamamen dışlamamalı. Eğer İslâm
fundamentalizmi Türkiye’de galip gelirse, kaybeden öncelikle
Avrupa Birliği olur... Biz İslâmizm ile savaşıyoruz, onu
yok etmeliyiz...” Bu hükümetin Savunma Bakanı da,
Akdeniz Ülkeleri Güvenlik İşbirliği Konferansında şöyle
demiştir: “Türkiye Devleti, Orta Doğudan gelebilecek bir
İslâm fundamentalizmi tehlikesine karşı Avrupa için tampon
vazifesini yapmaktadır.” Genelkurmay Başkanı, ABD’den
dönüşünde bir ABD dergisine verdiği demeçte “Siyasal
İslâm tehlikesi halen öncelikli konumdadır. Ona karşı mücadelemizi
sürdüreceğiz...”
Türkiye-AB ilişkileri işte bu çerçevede
devam etmektedir. Şu günlerde AB ülkeleri, ABD’nin baskısı
altında bulunan Türkiye’yi hem Kıbrıs sorununda hem de
Yunanistan ile ilişkilerinde biraz olsun rahatlatmaya çalışmaktalar.
Onun için Avrupa kapısının Türkiye’ye kapanmadığına
dair mesajlar vermekteler. Almanya Başbakanı Kohl, Türkiye Başbakanını
sıcak karşıladı. İtalya Dışişleri Bakanı, Türkiye Dışişleri
Bakanını sıcak karşıladı. Türkiye Dışişleri Bakanı,
Avrupa başkentlerinde hep sıcak ilgi gördü. Ayrıca
Yunanistan’ın Türkiye aleyhindeki bazı olumsuz
tutumlarını yumuşatması için kulağı çekildi. Observer
Gazetesinin yayınladığı bir PKK’lının itirafları, Atina
üzerinde büyük bir baskı unsuru oldu. Bu yayınlara göre
Yunanistan’ın PKK ilişkileri açıkça ortaya çıkmış
oluyor. Başta İngiltere olmak üzere AB devletlerinin
Yunanistan’a karşı bu uyarıları hem Türkiye’yi bir
nebze olsun rahatlatmaya yöneliktir. Hem de Yunanistan-Rusya
arasındaki Ortodoks ekseninde bir işbirliğine doğru bazı
adımların atılmış olmasıdır. Avrupa bunu istememektedir.
Dahili ve harici siyasetteki bu manzara
ümmetin başına musallat olmuş yöneticilerin ve karton
devletlerin sergiledikleri zillet ve ihanetin manzarasıdır.
Acı ve tiksindirici bir manzaradır. Fakat bu olumsuzluklara
rağmen Rabbimizin vaat ettiği o aydınlık ve izzet-şerefli günler
uzak değildir.
“Allah'a ve ahiret gününe inanan bir
millettir, -babaları veya oğulları veya kardeşleri yada
akrabaları olsa bile- Allah'a ve peygamberine karşı
gelenlere, sevgi beslediklerini görmezsin. İşte Allah, imanı
bunların kalblerine yazmış, katından bir nur ile onları
desteklemiştir. Onları, içlerinden ırmaklar akan, içinde
temelli kalacakları cennetlere koyar. Allah onlardan hoşnud
olmuştur, onlar da Allah'tan hoşnud olmuştur. İşte bunlar,
Allah'tan yana olanlardır. İyi bilin ki, saadete erecek
olanlar, Allah'tan yana olanlardır.”