TÜRKİYE'DE SİYASİ DURUM
I-İç Politika:
Siyasi olaylar iktidar mücadelesi kapsamında cereyan
etmektedir. Yani “derin devlet”-“çeteler” mücadelesi
devam etmektedir. Bu bağlamda ordunun imkanlarını da elinde
tutan derin devlet şunları yapmakta ve yapmaya çalışmaktadır:
1- Çeteleri tasfiye etmek.
Bunun için Susurluk Olayını istismar etmeye çalışmaktadır.
Ancak olayın içinde askeri kanadını da var olmasından
dolayı üzerine fazla gidememektedir. Askeri kanadını ve
bazı etkin şahısların varlığını “devlet sırrı”
maskesi ile gizlemeye çalışmaktadırlar.
“Çeteler” diye adlandırılan oluşumların meydana
gelmesinde başlangıçta derin devletin de payı olmuştur.
Ermeni terör örgütü ASALA’ya ve PKK terör örgütüne karşı
mücadelede ayrıca uyuşturucu kaçakçılığı ve kara para
aklama sektörünü ele geçirme faaliyetlerinde derin devlet
bazı şahıslara illegal vurucu timler oluşturtmuştur. Bu
timlerle de yasal olmayan operasyonlar yaptırtmıştır. Hatta
Milli Güvenlik Kurulu’nun dahi bu konuda bazı açıklanmayan
kararlarının olduğu dahi söylenmektedir. Terörle mücadele
baskısı altında oluşturulan bu timler daha sonra ABD’nin güdümündeki
Kontrogerilla’nın yönlendirmesi ile devlet içinde,
özellikle de emniyet teşkilatı ve bazı istihbarat birimleri
içinde etkin hale gelip ABD’nin maslahatları doğrultusunda
faaliyet sürdürmeye başladılar. Askeri, siyasi ve sivil
kesimden bazı kişileri öldürerek derin devleti sıkıştırmaya
başladılar. Derin devletin onların üzerine doğrudan
gidememesinin
sebebi, yukarıda belirttiğimiz başlangıçtaki katkısının
deşifre edilmesi kaygısıdır. Yani devlet sırrı olarak
örtülen o ayıbının açığa çıkması endişesidir. Fakat
buna rağmen çeşitli medyatik, psikolojik baskılar ve
çetelerin elinde bulunan delillerin tek tek öldürülmesi, yok
edilmesi, itirafçı yasası gibi bazı özel yasalar çıkartılması
yöntemleri ile o çeteleri etkisiz hale getirmek ve sonra da
tasfiye etmek için çaba göstermekten geri durmayacaklardır.
2-İktidarının geleceğini güvenceye almaya çalışmak.
Derin devlet bu faaliyetinin kapsamında şu işleri
yapmaktadır:
-Anayasa değişikliği yapmak. Bununla yapmak istediği ise,
a-) MGK’nın konumunu daha etkin hale getirmek, yani
şimdiki fiili duruma anayasal bir statü kazandırmak.
b-)Kriz Masası Yönetmeliği’ne anayasal statü kazandırmak.
Bu durumda istenmeyen her türlü siyasi, sosyal ve ekonomik
gelişmeye üniformalı-posttallı darbe yapmadan müdahale
edebilecekler. Yani şimdiye kadar askeri darbeler ile yapılan
“rejimin balans ayarını” otomatik bir sisteme
bağlayacaklar hem de askeri darbe görüntüsü verdirmeden.
c-)Emniyet teşkilatını orduya bağlamak. Bununla da
emniyet teşkilatının ordu karşısında bir alternatif
silahlı güç olma tehlikesini bertaraf etmeyi aynı zamanda bu
teşkilat içindeki Özel Tim ve Emniyet İstihbarat Teşkilatı’nın
tehlikelerini bertaraf etmeyi istemektedirler.
d-) Ülkedeki kayıt dışı olarak vasf edilen ve derin
devletin tam kontrolünde olmayan mali sektörleri kontrol altına
almak.
e-) Yine derin devletin tam kontrolünde olmayan vakıflar,
dernekler, yurtlar ve özel okulların yakın takibe ve kontrol
altına alınmalarını sağlamak. Hatta bazılarının mal
varlığına el koyup hazineye gelir sağlamak da hedefleri
arasındadır.
Bu maksatlar çerçevesinde anayasa değişikliğini
sağlamak için de şu senaryo uygulanmaktadır:
-RP’yi kapatmak
-Çiller’i DYP’nin başından uzaklaştırmak
-RP ve DYP’den kopan bazı milletvekillerinin ANAP’a yönelmelerini
sağlayıp mevcut parlamentoda yeterli çoğunluğu elde ederek
hem anayasayı hem de seçim yasalarını değiştirmek.
DYP’den çözülmeyi ve RP’nin partisiz kalan
milletvekillerini böylesi bir oluşuma itmek için de çeşitli
psikolojik baskı yöntemlerini darbe tehdidi gibi uygulamaya
koymak. Refah-Yol hükümetinin düşmesini sağladıkları
gibi.
-Eğer bütün çabalarına rağmen bu parlamentoya bu işi
yaptıramazlarsa fiili askeri darbe ihtimali daha da
artmaktadır.
-Devletin bütün kurumlarını fiilen askerlerin vesayeti
altına almak. Bunun için “uzman subay” ya da “danışma
subayı” statüsü getirilmekte. Nitekim işe Başbakanlıktan
başlandı. Eski Deniz Kuvvetleri komutanı Başbakanlık
Başdanışmanlarından oldu.
-Batı Çalışma Grubu ve Sivil Çalışma Grubu,
Başbakanlık Takip Kurulu gibi çeşitli istihbarat ve takip
maksatlı örgütler oluşturarak hem devletin kurumları hem de
toplumun çeşitli kesimleri yakın takibe alınması ve 28
Şubat 1996 MGK kararının hayata geçmesi için gayret sarf
etmektedirler. Bu kararlara derin devlet kendi geleceği açısından
hayatı önem vermektedir.
Kısacası “derin devlet” geleceğini, kuruluşundan beri
var olan “askeri cumhuriyet” yapısında yeniden yapılanma
adı altında 1950’li yıllardan sonraki şekli demokratik
cumhuriyet uygulamalarının getirdiği gevşemeleri giderecek
daha sıkı bir askeri cumhuriyet inşasında görmektedir.
Bütün dünyanın “Türkiye’yi askerler yönetiyor”
demesi de boşuna değildir.
3- Uluslararası siyasette kendi ayakları üzerinde
durabilmek.
Bunun için de şunları yapmaya çalışmaktadırlar:
-Yerli Savunma Sanayi projesini gerçekleştirmek. Böylece
savunmada kendi kendisine yeterli olmak.
-Uyuşturucu kaçakçılığı ve kara para aklama sektörünü
ele geçirmeye çalışmak. Uyuşturucu maddelerin Avrupa’ya
transferinin yolu üzerinde bulunan T.C. Devleti, bu sektörde
var olan baş döndürücü kara paradan azami derecede pay
almak istemektedir. Aslında dünyadaki uyuşturucu kaçakçılığı
sanıldığı gibi sadece fertler ya da mafya denilen örgütler
değil; fakat büyük oranda bizzat devletler yapmaktadırlar.
Başta ABD, tüm Avrupa devletleri ve diğer bölge devletleri
bu işi bizzat yürütmekteler. Mafya ve fertler bu işte
kullanılmaktadırlar. T.C. de bu kurtlar sofrasından pay
almaya çalışmaktadır. Onun için mücadele etmektedir. Bu
aynı zamanda iktidar mücadelesinin bir parçasıdır. Bu
bağlamda kara para aklamayı güya önlemek, kumarhaneleri ve
gazinoları kapatmaya yönelik yasa çıkarma gayretleri de
aslında o sektörü ele geçirmeye matuftur.
4- İslâm ile savaşmak.
Derin devlet, resmi ideolojisinin bekasının ancak İslâm’la
savaşmakta görmektedir. İslâm, “derin devletin” en
büyük fobisidir. Çünkü o, İslâm’ın siyasi varlığını
yıktıktan sonra kurulmuştur. Tüm dünyada beşeri
ideolojiler tarihin çöplüğüne atılarak çökerken bilhassa
1990’lı yıllarda derin devletin resmi ideolojisini
laik-Kemalizm yorumlu ithal Kapitalizmi korumak için tekrar
harekete geçti. Onun açısından tek tehlike, tehdit eden ise
sadece İslâm ideolojisidir. Onun için özellikle siyasal İslâm,
fundementalizm, aşırı dincilik gibi ifadeler ile İslâm hedef
gösterilmekte ve onun önce ideolojik yönü sonra da tamamını
yok etmeye çalışmaktalar. Bilindiği gibi T.C. Devleti
kurulduğu günden beri İslâm’a karşı topyekün bir savaş
açmış bu halkı İslâm’dan tamamen uzaklaştırmaya yönelik
inkılaplar, kanunlar ve uygulamalar sergilemiştir. Bu
bağlamda şunları yapmıştı:
-
Hilâfet’in yıkılışı
-
Cumhuriyetin ilânı.
-
Laikliğin ilânı. Böylelikle İslâm’ın siyasi yönü
hayattan uzaklaştırılmıştır ve unutturulmaya çalışılmıştır.
-
Harf devrimi. Bununla Arap harflerinden Yunan harflerine
geçiş yapılmıştır. Böylelikle Arap harfleri ile yazılmış
tüm kültürel ve İslâmi kaynaklardan halk uzak tutulmak
istenmiştir. Türk halkı İslâmi, kültürel, tarihi tüm
bilgi kaynaklarından mahrum bırakılmıştır. Lazım olan
bilgiler hep Batı kaynaklarından alınmak istenmiştir. Böylece
bu halk zihnen Batı kültürü ile zehirlenmeye mahkum
edilmiştir. Şaşkın-sersem-Batı hayranı ve mukallidi
bir duruma getirilmek istenmiştir. Bu durumdaki bir halkı
yönetmek-yönlendirmek ve sömürmek, zulme dayalı köhne
sistemlerinin varlığını sürdürmek kolaydı. Onun için
halkın tekrar İslâm’a yönelmesini kendi gelecekleri açısından
dehşet verici görmekteler, paniğe düşmekteler.
-
Türkçe Kur’an, Türkçe ezan, Türkçe ibadet adı
altındaki faaliyetler ile halkı dinlerinin siyasi yönünden
uzaklaştırıldığı gibi ruhani yönden de uzaklaştırmaya
çalışmaktadırlar. Fakat T.C.’nin ilânının ilk
yıllarında bu konuda tam başarı elde edemediler. Dünyadaki
siyasi ve ideolojik gelişmeler bu uygulamalara ara vermeyi
gerektirmiştir. Komünizm, Rusya tehlikesi ve iki kutuplu
siyasi denge ve paktlı siyasi durum T.C.’deki derin
devletin bu tür faaliyetlerine ara vermesini gerektirmiştir.
Ancak 1990’lı yıllarda hasıl olan yeni siyasi ortam
derin devletin o yarım bıraktığı faaliyetlerine tekrar
dönme gereksinimini ve fırsatını doğurmuştur. Bu
bağlamda bugünlerde şu faaliyetler yapılmakta:
-
Milli Askeri Stratejik Konsept (MASK) değiştirildi.
Cumhuriyetin ilk yıllarında olduğu gibi irticanın yani
siyasi İslâm’ın birinci düşman olduğu ilân edildi.
Halk potansiyel düşman görüldü.
-
Halkı, dininde fitneye düşürmek ve kafasını tamamen
karıştırmak için yoğun bir medyatik kampanya
başlatıldı. İslâm’ın kesin hakikatleri dahi
tartışılır hale getirilmeye çalışılmaktadır.
-
Tekrar Türkçe ibadet dayatması yapılmaya çalışılmaktadır.
-
RP’nin kapatılması aslında RP’nin faaliyetlerinin
İslâmi oluşundan, laikliğe aykırı oluşundan değildir.
RP öylesi hiç bir faaliyet yapmamıştır. Bunu iktidar
uygulamaları ve binlerce sayfalık savunmaları ile de
ortaya koymuşlardır. Fakat RP tabanında var olan İslâmi
duyguların, arzuların iyice köreltilmesi istenmektedir.
İslâmi söylemleri gittikçe azaltarak “liberal
müslüman”, “demokrat müslüman”, “laik müslüman”
“pragmatik müslüman” tipini tabana yaymaya yönelik
bir tedbirdir. Yeni kurulacak partinin işleri RP tabanını
bu yönde şekillendirmek ve derin devletin resmi ideolojisi
ile entegre edilmesini sağlamak yönünde olacaktır. RP
işte bu ve yukarıda belirttiğimiz siyasi konjonktürdeki
durumun gereği olarak kapatılmıştır... Kapatma olayı
hukuki değil tamamen siyasidir. Siyasi maksat da işte
budur.
II- Dış Siyaset
Türkiye mevcut dünya siyasi konjonktüründe çok büyük
bir jeo-stratejik ve jeopolitik öneme haizdir. Ortadoğu,
Orta-Asya, Kafkasya, Balkanlar arasında sanki bir odak noktası
gibidir. Avrupa, Asya ve Afrika arasında bir köprü
pozisyonundadır. İşte Türkiye’nin dış siyaseti bu konu
etrafında şekillenmektedir.
-T.C. Avrupa Birliği (A.B) ilişkileri.
AB ülkeleri geçen Aralık ayının başlarında Türkiye’nin
üyelik başvurusunu reddetti. Bilindiği gibi T.C. Devleti
kurulduğu günden beri kıblesini Avrupa olarak belirleyip yüzünü
hep oraya yöneltmiştir. Türk halkına hedef olarak çağdaş
medeniyet seviyesine ulaşmak olarak göstermiştir. Fakat onun
tefsirini de Batılılaşmak-Avrupalaşmak olarak yapmıştır.
Bunun için kılık kıyafet devrimi bile yapmış,
Avrupalının kıyafetini kanun zoruyla bu halka giydirmiştir.
Onların laik-demokratik-cumhuriyet-liberalizm sistemlerini de
zorla bu halkın hayatına uygulamıştır. Eğitim sektöründe
de hep batı kültürü, hatta milli kültür diyerek
verilmektedir. Batılı insan tipi ideal insan tipi olarak gösterilerek
halk bilhassa entelektüel ve politikacı kesim kompleks ile
Batı hayranı ve hatta Batı aşığı olmuştur. Evet
özellikle entelektüel ve politikacı kesim Batıya platonik
bir aşkla bağlanmıştır. Onun için Türkiye’deki
entelektüel ve politikacı kesimin Avrupa’ya bakışı ve
ilişkileri hep duygusaldır. Rasyonalist ve pragmatik dahi
değildir. Mesela Gümrük Birliği Anlaşması’nın hiç bir
rasyonel ve pragmatik izahı yapılamaz. Ama yine de o anlaşma
reddedilmez.
Bundan dolayı AB’nin Türkiye’nin üyeliğini
reddetmesi, Türkiye’deki bu kesimde duygusal tepki doğurmuştur.
Ancak bu tepki duygusal olduğu için sürekli olmaz. Bir
müddet sonra o kesim yine Avrupalı olmak sevdası ile
koşuşturmaya başlar.
Ancak Türkiye’deki “derin devlet” denilen kesim ise,
AB’ne tam üyeliğe pek taraftar değildir. Çünkü onlar
Türkiye denilen coğrafyada kurdukları hegemonyalarını AB’nin
çeşitli kurumları ile paylaşmak istemiyorlar. Nasıl olsa
istedikleri gibi hegemonyalarını sürdürüyorlar. Gerektiğinde
darbe yapıyorlar, faili meçhul yöntemlerle asıp kesiyorlar.
Böylece ülkenin zenginliklerinin %80’ini de ellerinde
tutuyorlar. Bunu niçin paylaşsınlar?! Fakat Avrupalı olma
sevdasına kapılanlara da bir şey demiyorlar. Çünkü onlar
halkı bu sevda ile meşgul ediyor, avutup oyalıyorlar. AB’nin
Türkiye ile ilgili ilişkileri ise pragmatiktir. Onun için
Türkiye’nin üyelik teklifini maslahatlarına uygun görmeyip
geri çevirmişlerdir. AB’nin Türkiye’yi üye yapmayışlarının
nedenlerini şöyle sıralamak mümkündür:
1-Türkiye halkının müslüman oluşu. AB’nin ortak
değerlere ve idealleri arasında müslümanlık yoktur. Ayrıca
İslâm Avrupa toplumları nezdinde bir fobi haline
getirilmiştir. Sürekli artmakta olan 90 milyon civarındaki
bir müslüman kitlenin Avrupa bünyesine girmesini hoş
karşılamıyorlar. Nitekim bunu geçen senenin ilkbaharında
Avrupa’nın çeşitli ülkelerindeki Hıristiyan Demokrat
Parti liderleri yapmış oldukları toplantıda “Türkiye halkı
müslüman olduğu için AB’ne üye olamaz” diye deklare
etmişlerdir. Avrupa’nın bağrında müslüman bir kitleye
tahammülsüzlüklerini Bosna-Hersek katliamları esnasında
seyirci tavırları ile sergilemişlerdir.
2Ekonomik ve sosyal durum. Türkiye’nin ekonomisi zayıf,
nüfusunun üçte biri işsiz ve fakir. Üstelik nüfusu da
sürekli artmaktadır. Avrupa Birliği’ne üye olması halinde
Avrupa ülkelerinin şehirleri işsiz Türklerin akımına
uğrayacaktır. Bu da o ülkelerde sosyal ve ekonomik sorunlara
neden olacaktır. Ayrıca Türk halkından 1960’lı yıllardan
beri Avrupa’da takriben 3 milyon insan işçi olarak
bulunmaktadır. Bu insanlar T.C. Devleti’nden hiç bir
kültürel destek görmediği halde Avrupa toplumları ile
asimile olmamışlardır. Dinlerini terk etmemişlerdir. Bu da
T.C. Devleti için kötü bir sınav olmuştur. Türkiye halkının
Avrupa toplumları ile asimiliye-bütünleşmeye-kaynaşmaya
gidemeyeceğini göstermiştir. Onun için Avrupa devletleri
Türkiye’nin AB’ne üye olmasına sıcak bakmıyorlar.
Ayrıca nüfusu bakımından dolayı AB bütçesinden
üyelere ayrılan yardımlar ve Avrupa Birliği
parlamentosundaki sandalye sayısı ile söz sahibi olması Türkiye’ye
diğer Avrupa Birliği devletleri aleyhinde avantajlar
sağlamaktadır. AB ülkeleri buna niçin razı olsunlar!.
3-Türkiye dünyanın en sorunlu bölgesinde bulunmaktadır.
Ortadoğu sorunu, Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu, Ege sorunu,
Azeri-Ermeni çekişmesi ve benzeri. Türkiye bu sorunların bir
kısmına doğrudan bir kısmına da dolaylı taraftır. Bütün
bu sorunlara Avrupa Birliği’ne üye ülkelerin yaklaşımı
da farklı farklıdır. Türkiye AB’ye üye olunca bu sorunları
ile birlikte üye olacak ve bu sorunlar aynı zamanda AB’nin
sorunları olacaktır. AB bu sorunları çözmeye kalkarsa kendi
birliği çözülür. AB bunu elbette ki göze alamaz. Onun
için özellikle de bu sorunları ile birlikte de Türkiye’nin
AB’ne üye olması kolay değildir.
4-Türkiye’nin AB’ne üye olması, AB devletlerine ve
halklarına ekstra bir avantaj sağlamıyor. Türkiye’den elde
edeceği ekonomik avantajlarını da Gümrük Birliği
Anlaşması ile elde etmiş durumda. O halde AB yukarıda
belirtilen dezavantajlara rağmen Türkiye’yi niçin üyeliğe
kabul etsin!
Buna rağmen AB, Türkiye’den vazgeçmez. Türkiye’nin
startejik önemini göz ardı etmez. Aynı zamanda Türkiye’yi
Orta Asya ilişkilerinde bir atlama tahtası olarak gördüğü
gibi Orta-Doğu’dan gelecek muhtemel İslâmi tehdide karşı
da tampon bölge olarak görmektedir. Bunun için Türkiye ile
özel ilişki stratejisini sürdürecektir.
- T.C.-ABD ilişkileri
Avrupa Birliğinden olumsuz cevap aldıktan sonra ABD’ye
giden T.C. Başbakanı Mesut Yılmaz ABD Devletbaşkanı Clinton’u
ziyareti esnasında Clinton ona “Her sabah haritaya
baktığımda Türkiye’nin öneminin büyüklüğünü
görüyorum” demiş. Eski ABD Devletbaşkanı
danışmanlarından ve devlet adamlarından Brezinski de son çıkan
kitabında, “Avrasya’ya hakim olan dünyaya hakim olur”,
“Bu bağlamda ABD açısından Türkiye’nin önemi
büyüktür” demektedir.
Bütün bu ifadeler de gösteriyor ki, ABD Türkiye’ye
büyük önem veriyor. Türkiye’deki stratejik avantajları
kendi lehine kullanmak istiyor. Ancak ABD’nin bu yaklaşımı
da T.C. Devleti’ni memnun etmiyor. Zira ABD’nin
maslahatları ekseninde bir politika takibini kendi
varlıklarını tehlikeye düşürmek olarak görüyor. ABD
Türkiye’ye, bana tabi ol sana da bazı avantajlar veririm,
diyor. Türkiye ise ABD’ye, tabi olmak değil karşılıklı
çıkarlara dayalı ilişkiler kuralım diyor. ABD, Orta Doğu
ve Orta Asya’daki hayati çıkarlarını Türkiye ile paylaşmak
istemiyor. Türkiye’yi tabi olmaya zorluyor. Dış savaş
baskıları, ekonomik baskılar, içerde bazı odaklar
vasıtası ile iç savaşlar çıkartmak tehdidi ile
sıkıştırıyor. Şu ana kadar T.C.-ABD ilişkilerinde bu
bağlamda çok ciddi bir değişiklik gözükmüyor.
- T.C.-İsrail İlişkileri.
Askeri, Ekonomik ve İstihbarat işbirliği boyutlarında
devam ediyor. Şu durumda bunu devam ettirmeye kendilerini
mahkum görüyorlar. Ortadoğu’da İngiltere’nin güdümündeki
oluşturulmak istenen Türkiye-İsrail-Ürdün ekseni iyice yerleşmeye
başladı. Son Türkiye-İsrail-ABD Deniz Tatbikatına Ürdün de
katıldı. ABD’nin bu tatbikattaki varlığı kerhen idi. Yani
Akdeniz’de varlığını hissettirmek ve imajını korumak
maksatlı idi, yoksa bu eksende var olduğu için değil...
- T.C.-Rusya İlişkileri
Daha çok Orta Asya petrolleri ve doğal gazının transferi
hususunda yoğunlaşmaktadır. Rusya bu alandaki insiyatifin
genelde kendi elinde olmasını sağlamaya çalışırken Türkiye
de en azından Orta Asya’nın petrol ve doğal gazının
Avrupa’ya geçiş köprüsü olmaya hevesleniyor. Bu bağlamda
hem İstanbul Boğazı ve Çanakkale Boğazı’nın hem de
Kıbrıs’ın önemi daha da artmakta, sorunları ise daha da
yoğunlaşmaktadır. Rusya, boğazlardan Montrö Anlaşması ile
elde ettiği serbest geçiş hakkının sınırlandırılmamasını,
böylece boğazların Orta Asya petrollerinin Avrupa’ya nakil
hattı olmasını savunmakta ve bu konuda ısrarlı olmaktadır.
T.C. Devleti ise bundan kaynaklanan güvenlik, trafik ve çevre
kirliliği yükünü kaldıramayacağını ileri sürerek
Montrö Anlaşmasının yeniden gözden geçirilmesini ifade
etmeye çalışıyor. T.C. Cumhurbaşkanı S. Demirel “Boğazlardan
gemileri geçirmeyiz, demiyoruz. Ancak boğazlardan gemiler geçemez
diyoruz” diyerek bunu ifade etmeye çalışmaktadır.
Evet dünya siyasetinde Türkiye’nin stratejik-jeopolitik
önemi büyüktür. Ancak Türkiye’de bu önemi değerlendirecek
ve boğazlar, Kıbrıs, Ege sorunu gibi sorunları çözecek
sahih güçlü bir siyasi irade yoktur. Türkiye’nin asıl
sorunu işte budur. Siyasi irade boşluğudur. Siyaset boşluk
kabul etmez. Siz bu alanda bir boşluk bırakırsanız onu
başkaları doldurmaya kalkar. İşte Rusya’nın Boğazlarda söz
sahibi olmak, ABD’nin Kıbrıs’ta söz sahibi olmak
gayretleri bundan dolayıdır. Ancak sahih ve kuvvetli bir
irade; cesaret ve aydın bir bakışla elde edilir. Bunların
her ikisi de sahih bir dünya görüşü ve akide ile elde
edilir. İşte Türkiye şu anda bunun yokluğunun
sıkıntısını yaşıyor. Halkı ile kaynaşan değil de
savaşan bir devlet hiç bir zaman güçlü olamaz. Türkiye
halkı müslümandır, akidesi ve dini İslâm’dır. Onunla
ancak İslâm Devleti kaynaşabilir. Onun için bu Laik T.C.
Devleti hiç bir zaman o güçlü sahih iradeye sahip
olamayacaktır. Panik içindeki her türlü despotik çabalarına
rağmen kötü sonunun gelmesini engelleyemeyecektir. Türkiye
halkı bütün bu sosyal, siyasi, ekonomik sıkıntılarından
kurtulup dünyada izzet ve kuvveti ancak Hilâfet Devleti ile
bulacaktır.
|