İSLÂM ÜMMETİNİN ASASININ KIRILIP,
KALKANININ PARÇALANDIĞI GÜN 3 MART 1924
Rasulullah (S.A.V.) şöyle buyurdu: 'Siz
bir adama biatta birleşmiş iken birisi gelir de asanızı
kırmak veya cemaatınızı parçalamak isterse onu hemen
öldürün." (Müslim, 3443)
Görüldüğü gibi Rasulullah (S.A.V.),
müslümanların yani İslâm ümmetinin birliğini ve
varlığını asaya benzetmiştir. Yani birlikteliğin
dayanağı demektir. Bu dayanak kırılırsa ümmetin birliği
dağılır, cemaatı parçalanır ve varlığı ölümcül darbe
alır. Çünkü ümmetin tefrikaya düşmesi gücünü kaybedip
zillete ve yenilgiye düçar olması demektir. Bunu Allahu Teâla
şöyle belirtmektedir:
"Birbirinizle çekişmeyin. Sonra
korkuya kapılırsınız da gücünüz (devletiniz) gider.
Sabredin. Muhakkak ki Allah sabredenler ile beraberdir." (Enfal:
46)
İslâm ümmeti cemaat varlığını ancak
birlik ve beraberlik içinde koruyabilir. Ümmetin birlik ve
beraberliğinin dayanağı yani asası ise Hilâfet Devleti'dir.
Kendisine biat edilmiş meşru halifedir. Devlet (Halife)
ortadan kalkarsa ümmetin cemaat varlığı da ortadan kalkar.
Ümmetin cemaat varlığı ortadan kalkınca da ümmetin
devletin gücü elden gider. Günümüzde olduğu gibi. Korku
panik içinde zelil ve yenik bir konuma düşer. İşte ümmetin
bu konuma düştüğü gün, yani asasının kırıldığı gün
3 Mart 1924'dür. Hilâfet'in yıkıldığı gün… Ümmetin
kara günü. Ümmetin dizlerinin çöktüğü gün. Cemaatının
başının kesildiği gün. Dev vücudun ayaklar altına
yığıldığı gün… Haşeratlar mesabesindeki aşağılık
mahluklar olan kâfirlerin saldırılarına maruz kaldığı gün.
Bu saldırılar karşısında zırhsız, kalkansız, korumasız,
müdafaasız kaldığı gün.
Rasulullah (S.A.V.) şöyle buyurdu "İmam
bir kalkandır. Ardından savaşılır ve onunla korunulur.
Eğer o Allah'a takva ile (yani Allah'ın hükümleri ile)
emredip adil davranırsa onun karşılığında ona bir ecir
vardır. Başka türlü davranırsa karşılığında ona günah
yüklenir." (Buhari, 2737; Müslim,
3428; Nesei, 4125; Ahmed b. Hanbel, 10359)
Görüldüğü gibi burada da Rasulullah
(S.A.V.) imamı yani halifeyi kalkana benzetmiştir. Kalkan, düşmandan
gelen ok, kılıç, süngü gibi saldırılar ve darbelerden
koruyan bir vasıtadır. Bütün bu teşbihler edebiyat için değildir.
Hilâfet'in, ümmetin varlığı açısından hayati önemini
vurgulamak içindir. Hilâfet'in hayati önemi günümüzde açıkça
görülmüyor mu?
Günümüzde müslümanlar, Rasulullah
(S.A.V.)'in de tasvir ettiği gibi çeşitli saldırılara maruz
kalmıştır. Rasulullah (S.A.V.) bunu şöyle tasvir etmiştir:
"Yemek yiyen obur kimselerin yemek sofrasına üşüştükleri
gibi çeşitli din mensuplarının (kâfirlerin) size karşı
birleşip üşüşmeleri yakındır." Birisi sordu:
"Acaba o zaman biz sayıca az mı olacağız? "Hayır.
Bilakis siz o zaman sayıca çok olacaksınız. Fakat siz, selin
sürüklediği çörçöp gibi olacaksınız. Allah düşmanlarınızın
kalbinden korkunuzu çıkartacaktır. Sizin kalbinize de "vehen"
atacaktır." buyurdu. "Vehen nedir, ey Allah'ın
Rasulü?" diye sorduklarında şöyle buyurdu: "Dünya
sevgisi ve ölümü kerih görmektir." (Ebu
Davud, 3745)
Evet müslümanlar, İslâm ümmetinin
günümüzdeki haline bir baksın!
-Olayların önünde sürüklenen, yönlenen
dağınık, paramparça, çörçöp gibi değiller mi?
-Sayıları 1.5 milyar olmasına rağmen dünyanın
herhangi yerindeki siyasî ve sosyal olaylarda herhangi bir
mevkileri, itibarları, ağırlıkları var mı?
-Üç buçuk Yahudi, üç buçuk Ermeni ya da
Rum, bulundukları bölgelerde milyonlarca müslümanı
aşağılamıyorlar mı?
-İslâm coğrafyasındaki şu manzaraya bir
bakın!
-Türkiye'deki bir avuç dönme (Yahudi
bozuntusu) laik Kemalistler,
-Mısır'da bir avuç Kıptî,
-Irak'ta bir avuç Baasçı ateist,
-Suriye'de bir avuç Nusayri,
-Cezayir'de bir avuç Fransız bozuntusu,
-İran'da bir avuç Irk ve Mezhep
asabiyetçisi,
-Pakistan'da bir avuç Kadiyani.
-Endenozya'da bir avuç Nasranİ… v.b.
Bu bölgelerdeki müslüman halkların
başına musallat olmuş, kan kusturmuyorlar mı? Göz yaşı döktürmüyorlar
mı? Müslümanları katliamlara maruz bırakmıyorlar mı?
Zindanlara tıkmıyorlar mı? Ülkelerini müslüman halklara
birer zillet hapishaneleri konumuna getirmiyorlar mı? Onlara geçimlerini
dahi çekilmez bir dert kılmıyorlar mı? Kâfir Batı kültürünü
ve hadaretini zehirli iğne vurur gibi müslümanların evlâtlarına
enjekte etmiyorlar mı? Meselâ, Türkiye gibi bazı yerlerde
Allah'ın dininin toplum ve devlet hayatından laiklik adına
uzaklaştırılması yetmezmiş gibi müslümanların inançları
doğrultusunda giyinmeleri, ibadetleri, hatta Kur'an öğrenmeleri
yasaklanmıyor mu? Müslümanlar dinlerinde fitneye düşürülmüyorlar
mı? Akılları, duyguları ifsat edilmiyor mu? Ahlâksızlık,
kâfirlik pislikleri ile fert ve toplumları kirletilmiyor mu?
-Müslümanların ülkelerindeki servetleri
çalmak için aç gözlü vahşî kâfir devletler müslümanların
topraklarına üşüşmüyorlar mı? İşte Körfez
bölgesindeki kavga niçin yapılıyor? Müslümanların
servetlerinden olan petrolün üzerine kapanmak için binlerce
kilometre uzaklıklardan ABD, İngiltere ve diğer kâfir
devletler silahları ile bombalarıyla füzeleriyle gelmiyorlar
mı?
-Müslümanların ülkelerinde, onların
servetlerini çalarken müslümanların başlarına binlerce ton
bombaları yağdırmadılar mı? Ve en son Körfez Krizinde;
gerekirse Hiroşima'ya atılan bombaların 15 misli daha
şiddetlisi nükleer silahlar kullanabileceklerini, 100 binlerce
müslümanın ölebileceğini açıklamadılar mı? Bunu da
herhangi bir kaygı duymadan, utanmadan yüzsüzce ifade
etmiyorlar mı?
Bütün bu gerçek, acı ve vahim manzara müslümanların
içinde düşürüldükleri o iğrenç, zelil, perişan durumu
sergilemiyor mu?
Üstelik "asalarının" kırılıp,
"kalkanlarının" parçalanması, müslümanları dünyada
bu vahim konuma düşürdüğü gibi ahirette de hüsrana düşme
tehlikesi ile başbaşa bırakıyor. Zira Rasulullah (S.A.V.) şöyle
buyurmuştur: "Kim (imamahalifeye) itaattan elini
çekerse, Kıyamet gününde Allah'ın huzuruna lehinde bir hüccet
olmaksızın çıkacaktır. Kim boynunda bir biat olmadan
ölürse cahiliyye ölümü ile ölmüş olur." (Müslim,
3441)
Ne acı bir durum! Ne büyük bir kayıp! Dünyada
zillet, ahirette hüsran! (Allah korusun, Allah kurtarsın) 3
Mart 1924. İşte bu, kötü neticenin kapısıdır. Müslümanların
en kara günüdür. Çağdaş cahiliyye tağutî zulümetlere,
kirliklere mahkum olduğu gündür!…
Bütün bunların sebebi nedir? Bütün bu
olaylar karşısında müslümanlar niçin bir varlık gösteremiyorlar?
Hatta kendi mallarını, canlarını, evlatlarını,
namuslarını, dinlerini koruyamıyorlar!? Düşmanları kâfirler
niçin müslüman topluluklardan korkmuyorlar ve bu kadar rahat
olabiliyorlar?..
Niçin?.. Niçin?.. Niçin?..
Çünkü müslümanların "asası"
ve "kalkanı" kırıldı. Neden?.. Çünkü
müslümanların akıl, kalp ve toplumlarında menfi değişim
oldu. Allah'ın dinini gereği gibi anlayıp toplumsal
yaşantıda gereği gibi uygulamada zaafiyetler göstermeye başlayınca,
hayatlarından Dinlerinin hakimiyeti ve onun getirdiği izzet,
kuvvet, nusret yani hayat veren unsur uzaklaştı… Böylece de
"asalarını" ve "kalkanlarını" 3 Mart
1924'de kaybettiler. Paramparça olup bu perişan hale düştüler.
Ne yek vücud olup ayakta durabiliyorlar, ne de aşağılık
mahluklar olan kâfirlerin çeşitli iğrenç saldırılarına
karşı ve başlarının belâsı aşağılık asalak yöneticilere
karşı kendilerini koruyabiliyorlar. Asaları ve kalkanları
kırıldı… Bu Allah'ın yasasının gereğidir. Zira Allah bu
yasasını şöyle izah etti:
"Bunun sebebi şudur: Bir toplum bünyelerinde
olanı (İslâmî meziyetleri) değiştirmedikçe Allah o
topluma vermiş olduğu nimetini değiştirici değildir. Allah
çok iyi işiten pek iyi bilendir." (Enfal:
53)
"Bir toplum, bünyesinde olanı
değiştirmedikçe Allah o toplumun halini değiştirmez."
(Ra'd: 11)
Allahu Teâla'nın bu yasası her halükârda
geçerlidir. İyi halin kötüye, kötü halin iyiye değişmesinin
yasasıdır. Eğer İslâm ümmeti Allah'ın kendisine vermiş
olduğu izzet, kuvvet, nusret ve onların vesileleri olan asa ve
kalkanını kaybetmiş ve bu duruma düşmüş ise bu, yasanın
gereğidir. Bu durumdan kurtulmasının yolu da yine bu yasanın
gereği olarak kendi bünyesinde müsbet yönde değişiklik
yapmasıdır. Bireysel olarak zihniyet ve nefsiyetlerinde
arınma yapıp İslâmî kişiliği şahsiyeti kazanmaları
gerekir. Yani küfür fikirleri anlayışları, bakışları,
duyguları terk etmeleri, şer'î hükümlere ittiba edip salih
amel işlemeleridir. Akıl ve kalplerinin, fikir ve
duygularının merkezi Allah'ın rızası ve Ahiret hayatının
saadeti olmalı, dünya sevgisi değil! Toplumsal olarak da,
sosyal ilişkileri belirleyen değer ölçüleri, kanunlar,
nizamlar ve kurumlar İslâmî açıdan değişmeli. Küfür
kanun, nizam, değer ölçüleri, adetleri, kurumları,
devletleri atılmalı, İslâmî değer ölçüleri, şer'î
hükümler ve Raşidî Hilâfet Devleti'ni kurmak için çalışmalıdırlar.
Bundan başka kurtuluş yolu yoktur. Çünkü İslâm ümmeti
ancak İslâmî hayat ile tekrar can bulur, kendisine gelir,
kalkınır. Layık olduğu izzet ve şerefine, kuvvetine, "asasını"
ve "kalkanına" nail olur. Bu, ilahî yasanın
gereğidir. Müslümanlar asa ve kalkanlarının kırıldığı
bu kara günlerinde bu gerçeği düşünüp gereğini yapmaya
yani kalkınma ve kurtuluşlarının tek yolu olan İslâmî
hayatı tekrar başlatıp aleme nur ve hidayet olarak
taşıyacak Raşidî Hilâfet Devleti'ni kurmak için ihlasla
çalışan müslümanlara katılmaya koşmalıdırlar.!
"Ey iman edenler! Sizi size hayat verene
davet ettiğinde Allah ve Rasulüne icabet edin ve bilin ki
Allah kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz mutlaka O'nun
huzurunda toplanacaksınız." (Enfal: 24)
|