SİYASİ TAHLİL

 

OYUN İÇİNDE OYUN

  

Mart 98 içerisinde Türkiye’de çok önemli gelişmeler yaşandı ve yaşanmaya da devam edecektir. Ancak bu ay içerisinde yaşanan bu olayları doğru bir şekilde değerlendirmek gelecekte yaşanacak olayların kavranması açısından önemlidir. Elbette ki Türkiye bu aşamaya bir anda gelmedi. Bu aşamaya gelinceye kadar yaşanan bazı olayları ana hatları ile, Mart ayı içerisindeki gelişmeleri ise daha detaylıca incelemek gereklidir. Bu nedenle şu hususları bilmekte fayda vardır:

Önce 28 Şubat sürecine nasıl gelindiğini ortaya koymakta fayda var. Dünyada bloklu dönemin kapanmasından yani Sovyet Rusya’nın yıkılmasından sonra Türkiye’nin hem iç politikaya hem de dış politikaya bakışında bir takım değişiklikler meydana geldi. Sovyet Rusya’nın yıkılması ile birlikte Türkiye’nin NATO bünyesindeki görev ve sorumluluklarında kaçınılmaz olarak değişiklikler gündeme gelmiştir. Rusya’nın yıkılması ile birlikte ABD’nin dünya liderliği rolü daha da pekişmiş, tek başına dünyaya egemen olma arzuları iyice kabarmıştır. Bu çerçevede ABD, yıkılan komünist Rusya’nın enkazı üzerindeki egemenliğini etkili hale getirmek için bir takım planları uygulamaya koydu. İktidara geldiği günden beri açıkça Amerikan politikası doğrultusunda uygulamalar yapan Özal’a bu çerçevede Amerikan planlarını uygulama görevi verildi. Ancak bu planların uygulanmasında Özal ile ordu arasında sürekli olarak gerginlikler yaşandı. İkinci Körfez Krizi esnasında Irak’a karşı takınılacak tutum karşısında Özal ile komutanlar arasındaki açık görüş farklılığının yaşandığı dönem belki de bu gerginliklerin zirveye de oturduğu dönemlerin en önemlisiydi. Zira bu farklılık nedeniyle Türkiye tarihinde ilk defa dönemin Genelkurmay başkanı istifa ediyordu. Özal ile ordu arasındaki bu gerginlik, sonunda Özal’ın öldürülmesine neden oldu. Ancak bu gerginlik Özal’ın ölümü ile sona ermeyip devam etti. Bu defa çatışma Özal sonrası Cumhurbaşkanı olan Demirel’in yerine DYP başkanlığına ve başbakanlık koltuğuna oturan Çiller’le devam etti. 95 seçimlerinden sonra kurulan REFAHYOL hükümeti ise bu gerginliğe yeni bir boyut kattı. Bunu şu şekilde özetlemek mümkündür:

Refahyol hükümetinin kurulmasına ordu ses çıkarmadı. Bu sukütu ise iki nedene bağlamak mümkündür:

1-Ordunun ve aynı görüşte olanların deyimiyle irtica ile mücadelede ve/veya beraberinde darbe ile yönetime el koymada özellikle Refah Partisi’nin icraatlarını bir bahane olarak kullanmak.

2-a-ABD yanlısı politikalar izlemekte olan DYP’yi ve başkanı Çiller’i frenleyebilmek.

b-12 Eylül sonrası kurulan ANAP, DYP-SHP hükümetleri döneminde yaşanan hortumlamalara kısmen de olsa bir sınırlama getirmek.

c- Refah partisi aracılığı ile yerli Silah Sanayisine ağırlık kazandırmak.

Refahyol iktidarının ilk dönemlerine bakıldığında bu uygulamaların ön plana çıktığı, ekonomide bir takım radikal kararların alındığını ve yine Refahyol döneminde Çekiç Gücün görev süresinin sone erdirildiğini görmekteyiz. Yine REFAHYOL’un ilk dönemlerine baktığımızda 95 Aralık ayından önce özelleştirmenin çok hızlı bir şekilde yürütülmekte olduğunu, özelleştirilmesi gereken bir çok kurumun özelleştirilmesi hakkında kesin karar alındığını görmekteyiz. 95 Aralık ayından önce özelleştirilmesi hakkında karar alınan 18 tane kuruluşun özelleştirilmesi işlemlerinin tamamlanması ile ilgili olarak 96 Ocak ayında toplanan Özelleştirme Yüksek Kurulu’nda ancak bunların 8‘inin özelleştirilmesine karar verilmiştir. Yani görünmeyen bir el bir anda özelleştirmeyi engellemiştir. İşte bu noktada Refahyol hükümetinin neden sona erdirilmek istendiği sorusuna cevap aramak gerekmektedir. Görünen o ki, Refahyol hükümetinin kuruluşunda ordu, Refah Partisini kullanmak istiyordu. Ancak olaylar beklendiği gibi gitmedi. Gerek seçimler öncesinde gerekse seçimlerden ve hükümetin kuruluşundan sonra ABD-Refah ilişkilerinin, Refah Partisini etki alanına aldığı ve Refah’ın Amerikan güdümlü bir siyaset izlemeye başladığını hissettiği anda hükümetin düşürülmesi için kolları sıvadı. Ayrıca İsrail’le yapılan ikili anlaşmalar çerçevesinde MOSSAD’la MİT arasındaki istihbarat alışverişlerinde MOSSAD, Türkiye’de müslümanları kullanarak eylem yapma planları olduğu konusunda ABD planlarını orduya bildirdi. Bu bilgi 28 Şubat kararlarının alınmasında belki de en önemli etkenlerden birisiydi. Zira 28 Şubat kararları öncesinde ve sonrasında basında bir dönem ağırlıklı olarak pompalı tüfeklerden bahsedildi, müslüman grupların sürekli olarak pompalı tüfek almaya başladıkları yazıldı ve bu konuda istatistiki raporlara yer verildi. İşte tüm bu gelişmeler üzerine -büyük ihtimalle de Yahudilerin olayları aşırı derecede abartması ile- ordu MASK (Milli Askeri Stratejik Konsept)’ın değiştiğini, iç tehdidin yani “irticanın” öncelikli tehdit haline geldiğini açıkladı. Bu konunun üzerine ivedilikle gidileceğini, her türlü önlemin alınacağını söylediler. Yine bu çerçevede Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde Deniz Kuvvetleri eski komutanı Güven Erkaya’nın koordinatörlüğünde “Batı Çalışma Grubu” adı altında bir birim kuruldu. Ardından da Refahyol hükümetinin düşürülmesi için asker sürekli olarak baskı yapmaya başladı. Hatta Haziran ayının ortalarında (12-16 Haziran tarihleri arasında) darbe yapılacağı ile ilgili ağırlıklı söylentiler yayılmaya başladı.

28 Şubatta yapılan MGK’de alınan kararlara başbakan olarak imza koyan Erbakan’ın bu kararları uygulaması gerekiyordu. Ancak Erbakan’ın, kararların uygulanmasında ayak sürtmesi ordunun tepkisini iyice artırıyordu. Bu çerçevede ordunun darbe yapacağı söylemleri ile çalkalanan DYP içerisinde seslerin yükselmesi ve Çiller’in, Erbakan’ı istifa etmeye zorlaması ile Erbakan, Demirel’e istifasını sunmak zorunda kaldı. Ancak normal şartlarda Demirel, hükümet kurma görevini Çiller’e vermesi gerekirken bu görev Mesut Yılmaz’a verildi. Mesut Yılmaz, DYP’den istifa eden bir gurup milletvekilinin Cindoruk’un partisine katılmasıyla ANASOL-D hükümetini kurmayı başardı ve hükümet meclisten güvenoyu aldı.

Mesut Yılmaz hükümeti göreve başladıktan sonra irtica ile mücadelenin öncelikli hedefleri olduğunu ve bu konuda çok ciddi olduklarını her fırsatta gündeme getirdiler. Bu kararlılığın birincisini oluşturan “Kesintisiz Sekiz Yıllık Eğitim” kanun tasarısını jet hızıyla meclisten geçirerek 97-98 öğretim yılında Orta öğretim kurumlarında uygulamaya başladılar. Böylece bir taraftan ilk öğretim kesintisiz olarak sekiz yıla çıkarılmış oluyor, bir taraftan da İmam Hatip Okullarının ve Kur’an Kurslarının kendiliğinden kapatılması için doğal zemin hazırlanmış oluyordu. Böylelikle bu hükümet 28 Şubat kararlarının uygulanmasındaki ilk sınavını da başarı ile vererek ordu karşısındaki rüştünü ispat etmiş oluyordu. Ancak bu uygulama ile 28 Şubat kararlarının yalnızca bir tanesi uygulamaya geçirilmiş oluyordu. Ancak iş bununla bitmiyordu. Zira 28 Şubat’ta 18 konuda karar alınmıştı. Uygulama ise bunların ancak bir tanesi üzerinde gerçekleşmişti. Diğer bir ifade ile 28 Şubat sürecinin üzerinden 13 ay geçmiş olmasına rağmen kayda değer bir gelişme sağlanamamıştı. Bu nedenle Mart ayı içerisinde meydana gelen gelişmelerin doğru bir şekilde tahlil edilmesi önem kazanmaktadır. Bunun için önce başlıklar halinde Mart ayı içerisinde meydana gelen gelişmeleri sıralayalım:

a-Şubat ayı içerisinde memur sendikaları Ankara’da toplanıyor ve hükümeti kınayan gösteriler yapıyorlar.

b-Şubat ayı içerisinde İstanbul’da başörtüsü eylemleri yeniden başlıyor. İstanbul Üniveresitesi Rektörü Kemal Alemdaroğlu, başörtülü öğrencilerin üniversiteye girmelerini yasaklıyor.

c-21 Şubat’ta Refah Partisi’nin resmen kapatılması ile ilgili gerekçeli karar Resmî Gazete’de yayınlanıyor.

d-Şubat ayı içerisinde M. E. Bakanı Hikmet Uluğbay, özel ve resmi ortaöğretimin kurumlarındaki başörtülü tüm öğretmenlerin başörtülerini açmaları, İmam Hatip Liselerinde okuyan öğrencilerin de sadece Kur’an-ı Kerim derslerinde başlarını örtebilecekleri, diğer dersleri ise başı açık olarak takip edecekleri, aksi davrananlar hakkında ise idari işlem yapılacağı yönünde bir genelge yayınladı.

e-CHP genel başkanı Deniz Baykal, 10 Mart 98’de Mecliste parti grubuna yaptığı konuşmada şöyle diyordu: “Durum ciddi. Ordu bu hükümetten de memnun değil. Seçim yerine bir teknotratlar hükümeti oluşturulmak isteniyor. Ben en iyi teknokratlar hükümetine karşı bu hükümeti yeğlerim. Sorun sandıkta çözülmelidir.” Grup toplantısından sonra meclisteki odasında ise şunları söylüyor: “Askerler bu hükümetten de memnun değil. İrticaya karşı belirlenen mücadeleyi yapamadıklarına inanıyorlar, umutları kesiliyor. 8 yıllık eğitimden alınan önlemleri yeterli bulmuyor. (Kombasan’a karşı önlem alın) deniliyor, hükümet teşvik veriyor. Bazılarına da ödüller veriyor. Bunlar sıkıntı yarattı, o nedenle uyarılar gelebilir.”

f-13 Mart’ta YÖK Rektörler toplantısı yapılıyor ve rektörler MGK’den brifing talebinde bulunuyorlar. Bu toplantının hemen ardından bütün üniversitelerde başörtüsü yasağı uygulanmasına dair karar çıkıyor.

g-Mesut Yılmaz, Gürcistan’ın başkenti Tiflis’e giderken uçakta bazı açıklamalar yapıyor ve şöyle diyor: “Herkesi uyarıyorum. Kimseye yanıt vermiyorum. Kimse irtica ile mücadeleyi iktidar mücadelesine alet etmesin.” Bu açıklamayı yorumlayan bazı gazeteciler bunun arkasında ordudaki terfi olayının bulunduğu yönünde yazılar yazıyorlar. Yani Yılmaz’ın açıklamasının tümüyle orduya yönelik olduğu, özellikle de Genel Kurmay 2. Başkanı Çevik Bir’i hedeflediği açıklanıyor.

h-Yılmaz’ın Gürcistan yolunda yaptığı açıklamalara cevap olarak 15 Mart 98’de Genelkurmaydan açıklama geldi.

ı-17 Mart’ta askerler tarafından Demirel’e birifing verildi.

j-17 Mart’ta Yılmaz, meclis grubunda yaptığı konuşmasında irtica ile mücadelede askere görev vermediğini, irtica ile mücadelenin 55. Hükümetin görevi olduğunu, Askerin kendi işine bakması gerektiğini, 27 Mart’ta bir dayatma olacaksa bu dayatmayı kendisinin yapacağını, öyle höt deyince çekip gitmeyeceğini söyledi.

k-20 Mart günü Kuvvet Komutanları Genelkurmay Başkanı Karadayı başkanlığında toplanarak muhtıra niteliğinde bir bildiri yayınladı.

Şubat ayından bu yana özetlemeye çalıştığımız bu olayları sağlıklı bir şekilde değerlendirebilmek için gelişmeleri dikkatlice incelemek lazımdır. Gelişmeleri incelediğimizde ise şöyle bir tablo karşımıza çıkmaktadır. Önce askerlerin muhtıra niteliğindeki açıklamalarına neden olan Yılmaz’ın açıklamalarını ve tavrını inceleyelim.

Bilindiği üzere M. Yılmaz’ın iktidara gelmesinde ordunun çok önemli rolü olmuştur. Daha doğrusu bu hükümet seçilmiş bir hükümet olmaktan çok atanmış bir hükümettir. Ayrıca Mesut Yılmaz ANAP başkanlığına geldiği günden bu yana da ciddi anlamda askerlere karşı bir tavır almamıştır. Diğer bir ifade ile Mesut Yılmaz’ın bu güne kadar yaptığı açıklamaları ve tavrını göz önüne getirdiğimiz zaman yaptığı açıklamaların ciddi olduğunu, daha doğrusu Çiller gibi askeri kendisine doğrudan hedef seçtiğini söylemek mümkün değildir. Dolayısıyla Şubat ayından bu yana gelişen olaylara baktığımız zaman oyun içinde bir oyun olduğunu görmek mümkündür. Gelişmeler bunu göstermektedir. Bu hususu şu şekilde açıklayabiliriz:

Yukarıda Deniz Baykal’ın açıklamasında yer alan; “Asker bu hükümetten de memnun değil, irtica ile mücadeleyi yapamadıklarına inanıyor” sözü bir gerçeği ortaya koymaktadır. Evet ordu, irtica ile mücadeleden gelinen noktadan memnun değildi. Fakat ANASOL-D hükümetinin bu konudaki kararlılığından da şüphe etmiyordu. Ancak Yılmaz hükümetinin 28 Şubat kararlarını uygulamasında birtakım sorunlar vardı. Bu sıkıntıların aşılabilmesi için de doğal ortamın hazırlanmasına ihtiyaç vardı. İşte bu ortamı hazırlayabilmek amacıyla Yılmaz ile ordu arasında kiriz çıkartılması yönünde zımni olarak anlaşmaya varıldı. Bu nedenle de bir plan hazırlanarak uygulamaya konuldu. Ancak planın sağlıklı bir şekilde uygulanabilmesi için Anayasa Mahkemesinin Refah Partisini kapatma kararını alması ve bu kararla ilgili gerekçeli kararın Resmi Gazetede yayınlanmasına kadar beklendi. Yukarıda yazdığımızı kronolojik gelişmelere bakıldığında bu durum açıkça görülmektedir. Dikkat edildiği takdirde gelişmelerin büyük bir kısmının daha doğrusu önemli bir bölümünün 21 Şubat 1998 de Refah Partisinin resmen kapatıldığı gerekçeli kararın Resmi Gazetede yayımlandıktan sonra meydana geldiği görülür. Uygulamaya konulan plan gereğince krizi tırmandırmak, aynı zamanda da 28 Şubat kararlarından geri kalan kısmının uygulanmasında ortaya çıkabilecek sıkıntıları, pürüzleri daha net görebilmek amacıyla bazı uygulamalar başlatıldı. Bu çerçeveden olmak üzere şubat ayının ortalarında Milli Eğitim Bakanı Hikmet Uluğbay’ın Ortaöğretim kurumlarında başörtülü öğretmenlerin ve öğrencilerin derslere girmesini yasaklayan genelgesi yayınlandı. Yine aynı günlerde İstanbul Üniversitesinin bazı fakültelerinde başörtülü öğrenciler derslere alınmadı. Türban krizini daha da geniş bir alana yaymak üzere İstanbul Üniversitesinde sakallı öğrencilerin okullara alınmaması kararı alındı. İstanbul Üniversitesinde başörtüsü yasağının uygulandığı dönemde birtakım baskılarla ANAP grubundan Yaşar Okuyan, Agah Oktay Güner, Mehmet Keçeciler, Lütfullah Kayalar gibi bazı milletvekilleri başörtüsü yasağının anayasaya aykırı olduğunu, rektör Alemdaroğlu’nun yanlış yaptığı yönünde açıklamalar yaptılar. Hatta televizyon ekranlarında canlı olarak yayınlanan 32. Gün programında rektör Kemal Alemdaroğlu ile Agah Oktay Güner arasında sert tartışmalar yapıldı. Nitekim bu türden girişimler sonucunda rektör Kemal Alemdaroğlu yıl sonuna kadar okullara girişin serbest olduğu yönünde açıklamalar yaptı. Ancak Cerrah Paşa Tıp Fakültesindeki başörtüsü yasağını devam ettirdiler. Siyasilerin baskısıyla Alemdaroğlu’nun yasağı kaldırmasının üzerinden bir müddet geçtikten sonra YÖK başkanlığında 75 Üniversite röktörleri Ankara’da bir araya gelerek tüm üniversitelerde başörtüsünün yasak olduğuna dair karar aldılar. Zira siyasiler ve bazı basın organları ile hükümet ve İstanbul Üniversitesi arasında yaşanan tartışmalarda şu soru soruluyordu: Başörtüsü yasağı ile ilgili Anayasa Mahkemesi Kararını yalnızca siz mi doğru anlıyorsunuz? Neden diğer üniversitelerde bu türden uygulamalar yapılmıyor? İşte bu soruya cevap olmak üzere MGK’dan birkaç generalin de katılımıyla YÖK’ten tüm üniversitelere yönelik türban yasağı çıktı.

Öte yandan ise Mesut Yılmaz ANAP grubunda yaptığı konuşmalarda ordunun irtica ile mücadeleyi kendisine bırakması gerektiğini, orduya böyle bir görev vermediğini söylüyordu. Yılmaz’ın ANAP grubunda yaptığı konuşmanın bazı bölümlerinde şu ifadeler yer almaktadır: “Hükümetin en önemli üç görevi, enflasyonla, terörle ve irtica ile mücadeledir.” “İrtica ile mücadeleyi yapacak olan hükümettir. Ama burada altı çizilmesi gereken şudur. Aynı terörle mücadele gibi irtica ile mücadele de demokratik hukuk kuralları içerisinde yapılacaktır. Hiç kimsenin bizden bu mücadeleyi yürütürken hukuku bir kenara koymamızı bekleme hakkı yoktur.” “Türkiye’yi karıştırmak isteyen, Türkiye’de rahattan rahatsız olan bazı çevreler, başörtüsü konusunu kurcalanacak önemli bir kaynak olarak görmüşlerdir. Burada daha önce de söyledim. 15 yıldır İmam Hatip Liselerinde kız öğrenciler başörtülü olarak okula giderken, Millî Güvenlik Dersine giren bazı hocalar bu durumu protesto etmek için sınıfı terk etmişlerdir. Onlara yazılı emirler verilmiştir. Sonunda rektörler toplanmış başörtüsü zirvesi yapılmıştır. Ben MGK’ya böyle bir talimat filan vermedim. Gidin rektörlere brifing verin demedim. Hiç böyle bir şey söylemedim. Olmayan bir sorun yaratılmıştır.” “Ama değerli arkadaşlar şimdi yeteri kadar iğne batırdım şimdi çuvaldızı kendimize batıralım. Bu mücadelede başarıya ulaşmamızın tek bir şartı vardır, parti olarak top gibi olmamız lazım.” Evet Yılmaz’ın ANAP grubunda yaptığı konuşmanın satır araları bunlar. Yılmaz’ın hem Gürcistan yolunda hem de ANAP grubunda yaptığı konuşmadan çıkartılabilecek sonuçlar şunlardır:

a-Yılmaz’a yakın bazı çevrelerde Ordu içerisinde görüş ayrılığının var olduğu, özellikle Genel Kurmay Başkanı Karadayı ile K.K. Komutanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun farklı düşündüğü yolundaki farklı sesler gündeme getirilmek istenmiş ve böyle bir farklılığın olup olmadığı teyid edilmek istenmiştir. Nitekim 20 Mart tarihli komutanların duyurusu ile tüm kuvvet komutanlarının tek vücut olduğu ortaya konmak istenmiştir.

b-Yılmaz’ın cümlesi arasında yer alan “İrtica ile mücadelenin hukuk içerisinde yapılması” ifadesinin altı çizilmiştir. Zira ordu destekli bu hükümet irtica ile mücadelede kesin kararlıdır. Ancak mevcut kanunlar yapılan bu mücadelenin daha etkili olmasını, caydırıcı bir özelliğe sahip olmasını engellemektedir. Özellikle Askerler irtica suçunu işleyenlere karşı verilen cezaları yeterli görmemektedirler. Bir kısım fiillerin suç kapsamına girmemesi onların hoşnutsuzluğunu daha da artırmaktadır. Bu husus M. Yılmaz’ın 20 Mart akşamı ATV kanalında Ali Kırca ile yaptığı mülakatta şu şekilde vurgulanıyordu: “Biz bu mücadelede kararlıyız. Refahyol döneminde devlet kadroları önemli ölçüde irticaî faaliyetlerde bulunan personellerle doldurulmuş. Devlet dairelerinde çalışan iki milyon memur var. Ben bu memurlara yasal işlem yapıyorum, ancak adam Danıştaya müracaat ederek iki ay sonra geri dönüyor.” Yılmaz’ın bu açıklaması Askerlerin isteğinin yerine getirilmesi için, Yılmaz’ın ifadesiyle bu mücadelenin hukuk içerisinde yapılabilmesi için, yeni kanunların çıkartılması lazımdır.

c-Yılmaz’ın grubunda söylediği bazı ılımlı ifadeler ise milletvekillerinin gönlünü almaya yöneliktir. Yani “Bakınız, irtica ile mücadelede ben de sizin gibi düşünüyorum, başörtüsü yasağına ben de karşıyım” diyerek ikili oynamaktadır. Çünkü özellikle türban konusunda ANAP içerisinde bazı milletvekilleri baskı yapmaktadırlar.

d-Mesut Yılmaz’ın gerek Gürcistan yolunda gerekse ANAP grubunda Askerlere karşı çıkış nedeni ANAP’lı bazı milletvekillerinin Yılmaz’ı dolduruşa getirmeleni şeklinde yorumlamak mümkün olabilir. Nitekim 20 Mart tarihli Askerlerin açıklamasından hemen sonra Yılmaz’ın evine giden parlamenterlerden Yaşar Topçu ile, Yılmaz’ın danışmanı Erhan Göksel arasında sert tartışmaların meydana geldiği basına yansıdı. Bildirinin hemen ardından Yaşar Topçu’nun, Yılmaz’ın konutuna giderek Yılmaz’la başbaşa görüştüğü haberini alan Erhan Göksel, doğrudan Yılmaz’ın konutuna giderek sinirli bir şekilde Topçu’ya şunları söyledi: “Sen Başbakan’ı yanıltıyorsun, bunu bilerek veya bilmeyerek yapıyorsun, bu işten vazgeç.” Topçu’nun ise Yılmaz’la görüşmesinden hükümetten çekilmek gerektiği yönünde önerilerde bulunduğu basına yansıdı. ANAP içerisindeki başka milletvekilleri tarafından da Yılmaz’ı etkilemeye yönelik başka öneriler gelmesi sonucunda Yılmaz’ın etkilenmiş olması söylenebilse de bu zayıf bir ihtimaldir.

e-Yılmazın askerlere karşı çıkışının, ordu içerisindeki Alevi-Sünni çatışmasının ya da Alevi-dönme çatışmasının bir uzantısı olarak yorumlamak da mümkündür. Zira Yılmaz’ın Tiflis’e giderken yapmış olduğu konuşmada Çevik Bir doğrudan hedef alınıyordu. İrtica ile mücadele lafları ise hem ordu içerisindeki çatlaklığı örtbas edebilmek ama aynı zamanda da içlerinde gizledikleri İslam ve Müslümanlarla mücadele için bir bahane olarak kullanmak için bir araçtı.

Yaşanan bu olaylar sonucunda 20 Mart ’98 Cuma günü toplanan Askerler hükümeti özellikle de Yılmaz’ı hedef alan sert bir açıklama yaptılar. Ordunun açıklamasındaki asıl hedef Yılmaz’dı. Ara rejim tartışmalarını gündeme getirmiş olmasına rağmen bu açıklamada Baykal’ı doğrudan hedef alan ifadeler yer almamaktaydı. Askerlerin muhtıra niteliğindeki açıklamasını ise Yılmaz şöyle değerlendiriyordu: “Bildiri, demokratik bir tavırdır. Geç bile kaldı.” Yılmaz, ordunun bu açıklamasını normal karşılamakta ve geç kalındığını vurgulamaktadır. Ayrıca Yılmaz’ın bu açıklamadan herhangi bir şekilde rahatsızlık duymadığı da açıkça ortadadır. Çünkü bu türden bir açıklamanın yapılması için gerekli plan hazırlanmış, plan aşama aşama uygulanmaya başlanmış ve istenilen ortam oluşturulmuştur. Neticeden Yılmaz memnundur. Zira konuşmalarında sıkça vurguladığı “irtica ile hukuk çerçevesinde mücadele”yi yapabilmek için gerekli hazırlıkları artık daha rahat bir şekilde yapabilecektir. ANAP içerisindeki çatlak sesleri ordunun sopası ile daha rahat bir şekilde bertaraf etmesi mümkündür. Zira yapılan açıklama ile geriye iki seçenek kalmaktadır: Ya demokrasi ve hukuk içerisinde mücadele edilecek ya da irtica ile mücadele etmesi için ordu çağrılacaktır. Nitekim aynı hususu Yılmaz 17 Mart’ta ANAP grubunda yaptığı konuşmasında şu şekilde söylüyordu: “Ha, polis önleyemezse askeri çağırırım.” Dolayısıyla hazırlanan plan son aşamasına gelmiş bulunuyordu. Askerler sert bir eleştiri mektubu yayınladıklarına göre gerekli yasal kararları alabilmek için ortam hazırdı. Ve hemen kolları sıvayarak canla başla işe koyuldular. 27 Mart MGK’sından önce Bakanlar Kurulunu toplayarak İslam ve müslümanlarla savaşmak için gerekli hukuki düzenlemeleri yapmak üzere kanun tasarılarının hemen meclisin gündemine getirilmesi için jet hızıyla karar aldılar.

27 Mart 1998 Tarihli MGK Toplantısı

Doğrusu bu toplantı 27 Mart tarihine kadar basında çıkan haberlerle doğru orantılı bir sonuç bildirisini gündeme getirmemiştir. Fakat toplantının altı saat sürmüş olması, MGK da önemli konuların konuşulduğunun göstergesidir. MGK Genel Sekreterliği tarafından yapılan açıklama ise beklenenden çok daha yumuşak bir açıklama özelliğini taşımaktadır. Bildirinin e fıkrasında İrtica ile mücadele konusunda şu ifadelere yer verilmektedir: “…bu nedenle öncelikle mevcut yasaların kararlılıkla uygulanması, ayrıca yasalardaki değişikliklerin ve bu mücadele ile ilgili hazırlanan yeni yasaların yüce meclisten süratlı çıkartılmasının önem taşıdığı hususunda görüş birliğine varılmıştır.” Bu ifadede MGK öncesi toplanan Bakanlar Kurulu’nun aldığı kararlara ilave bir karar söz konusu değildir. Sadece alınan kararlar teyid edilmektedir. Ancak bu açıklama fırtına öncesi sessizliğin işaretlerini vermektedir.

Önümüzdeki dönemde yaşanacak olayların değerlendirilmesinde dikkate alınması gereken bir başka kişi de Deniz Baykal’dır. Yukarıda Baykal’ın meclis grubunda yaptığı konuşmadan bazı ifadeleri aktarmıştık. Bu açıklamalarda Baykal, hükümete uyarıların gelebileceğini söylüyordu ve nitekim 20 Mart tarihinde de bu uyarı geldi. Baykal’ın konuşmasında söylediği bir başka nokta da “teknokratlar hükümetinin” kurulacağıdır. İşte bu noktada 27 Mart sonrası Baykal-Yılmaz görüşmesi yeni bir gelişmeyi, daha doğrusu meydana gelebilecek tüm gelişmelerde Baykal’ın kilit bir görev üstlendiğini ortaya koymaktadır. Zira hükümetin irtica ile mücadele konusunda çıkartması gereken kanun tasarıları mecliste yasalaşması için CHP’nin desteğine ihtiyacı vardır. Bu noktada Baykal ile ANASOL-D hükümeti arasında bir pürüz çıkacağını sanmıyorum. Ancak pürüz başka konularda ortaya çıkabilir. Çünkü Baykal’ın ısrarla üzerinde durduğu konulardan birisi de hemen erken seçime gidilmesi gerektiğidir. Mevcut hükümet ise hiçbir surette erken seçime gitmek istemiyor. Bu konudaki askerlerin görüşü de 2000 yılından önce erken seçime gidilmemesi yönündedir. Öyleyse Baykal neden erken seçim istiyor? Baykal’ın derdi nedir?

Bu sorulara kesin ve net cevap verebilmek için elimizde kesin deliller yoktur. Ancak birtakım tahminler yapmak da mümkündür. CHP ile ilgili olarak çok fazla dikkat çekici bir husus var. Son günlerde yapılan Hemen hemen tüm CHP kongrelerinde kavga çıkmaktadır. CHP’liler il ve ilçe seçim kongrelerinde birbirleri ile tekme tokat kavga etmektedirler. Bu kavgaların temelinde alevi sünni çatışması türünden bir kavga var. Yani bir taraftan CHP içerisindeki aleviler, diğer taraftan da alevi olmayanlar il ve ilçe yönetimlerini ele geçirmek istemektedirler. Bunun için de divan başkanlıklarında, delege seçimlerinde ve diğer konularda birbirleri ile kıyasıya mücadele etmekte, hatta ve hatta kavga etmeyi bile göze almaktadırlar. Tüm bu gelişmeler CHP’nin önümüzdeki günlerde önemli gelişmelere ön ayak olacağının işaretlerini vermektedir. Yapılan anketlerde oy oranı %10 lar civarında olmasına rağmen meclis içerisinde etkin rol alabilmesi, 50 milletvekili ile meclis başkanlığını ve dışişleri komisyon başkanlığını ele geçirebilmesi CHP’nin elindeki kozların önemli olduğunun göstergeleridir.

Şayet Baykal erken seçimde gerçekten kararlı ise mevcut hükümeti erken seçime götürebilecek imkana sahiptir. Zira şu andaki hükümet ortaklarından olan (ANAP, DSP ve DTP) partiler dışındaki partilerin tümü erken seçim istemektedir. Bu konuda askerler de erken seçime karşıdırlar. Mevcut hükümet ise ancak CHP’nin desteği ile meclisten güvenoyu alabilmiştir. Aynı şekilde erken seçim kararının alınmasında Baykal ve partisi kilit rol üstlenebilecek konumdadır. Yani istediği takdirde bu meclisten erken seçim kararını çıkartabilir. Baykal adeta tavşan kaç, tazı tut oyununu oynamaktadır. Bir taraftan erken seçim istemekte diğer taraftan ise erken seçime gidilmesi için yapılması gerekenleri yapmamaktadır. Öyleyse Baykal ve partisi çok daha önemli beklentiler içerisindedir. Kanaatime göre bu beklentiler doğrudan doğruya askerlere göre şekillenecek beklentiler kapsamına girmektedir. Diğer bir ifade ile Baykal, ordu içerisindeki belli bir grubun görüşlerini siyasi arenada uygulamaya geçirmek isteyen aktör konumundadır. Şu anda rolünü çok iyi oynamaktadır. Bu nedenle önümüzdeki Ağustos ayına kadar meydana gelecek gelişmeler çok önemlidir. Belki de Ağustos ayı yeni bir dönüm noktası olacaktır. Ancak neyin ortaya çıkacağını zamanla hep birlikte göreceğiz.

30.03.1998

ANAYASA MAHKEMESİ RP’Yİ KAPATMA GEREKÇELERİNİ AÇIKLADI

Bu gerekçeler şunlardır:

-Çok Hukukluktan veya Medine vesikasından söz edilmesi yasaktır. Çünkü bu laikliğe aykırıdır. Oysa bu laikliğe uygun, fakat İslâm’a aykırıdır. Misal olarak, Fransa Lübnan’da 1924’te laik bir cumhuriyet kurdu. Orada çok hukukluluk vardır. Bunun manası, evlilik, boşanma, miras, nafaka, çocuklara bakma ve benzeri, buna da Ehval-i Şahsiye denilir. Sünni Müslümanların, Şii Müslümanların, Dürzilerin, Marunî Hıristiyanların, Ermeni Hıristiyanların ve diğer Hıristiyan guruplar için Ehval-i Şahsiye denilen hukukları birbirinden farklıdır ve ayrı, ayrı mahkemeleri vardır. Bunun yanında yönetim, ekonomi, eğitim, iç ve dış siyaset ve savunma siyaseti dinlerinden ayrıdır. İngiltere’nin laiklik anlayışı da buna benzer. Orada da mahkemeler sosyal ilişkilerde veya Ehval-i Şahsiye ile ilgili davalarda genellikle insanların dinlerini, örflerini, adetlerini ve geleneklerini göz önünde tutarak karar alır.

Nitekim, her kâfir devlet kendi laiklik anlayışı ile ilgili içtihatlar yapar. Temel bir anlayış vardır ki bu her zaman korunur o da: Din hayattan ve devletten ayrıdır ve öyle olacaktır. Fakat Devleti ve hayatı fazla etkilemeyen hususları insanların dinlerine ve örflerine bırakabilirler. Almanya’da insanlar kilisede Hıristiyanlığa göre evlenebilecekleri gibi belediyede de evlenebilirler. Kilisede evlenenler Hıristiyanlık kurallarına göre evlenebilirler ve ona göre de boşanabilirler.

İslâm’da dini devletten veya siyasetten ve hayattan ayırmak diye bir şey yoktur. Yönetim ekonomi, iç ve dış siyaset, harp veya cihat siyaseti, Ehval-i Şahsiye denilen konular ve diğer konularla ilgili bütün hususlar İslâm’a göre yürütülür. İslâm Devleti’nde yaşayan gayrimüslimler üzerine de bu hükümler uygulanır. Ancak onlar İslâm’a girmeye zorlanmazlar, ibadetleri ve yiyecekleri kendi dinlerine göre olabilir. Evlilikleri ve boşanmaları da kendi dinlerine göre olur. Fakat miras hukukunda İslâm hükümleri geçerlidir. Onun ekonomiden bir parça olması laiklik demek değildir. Bu sadece Allah’ın bir hükmüdür. Bu hususları Resulü’ne vahy ederek bildirdi.

Medine vesikası çok hukukluluk demek değildir. Öyle şeyler orada geçmemektedir. Medine Vesikası gayrimüslimleri İslâm Devleti’nin yönetimi altına sokuyor. Gayrimüslimler İslâm Devleti aleyhine çalışamayacaklar, tersine onların müslümanlara yardım etmelerini gerektiriyor. Gayrimüslimler arasında veya müslümanlar ile onlar arasında herhangi bir sorun veya çekişme olursa onu Allah’a (Kuran’a) ve Resulü’ne (sünnete) müracaat etmeleri mecburiyeti getiriyor.

-Anayasa Mahkemesinin gerekçelerinden ve kararlarından birisi de Adil Düzen sözünün kullanılmasının yasak olmasıdır. Erbakan ve partisi iktidara geldikten sonra bu sözcüğü hiç kullanmamıştır. Onlar o kelimeyi iktidara gelince kendileri adeta yasakladılar. Onlar hep Liberal ekonomiden, demokratik sistemden, Atatürk ve onun ilkelerinden ve laiklikten söz ettiler. Ayrıca Erbakan “Adil Düzen” isimli kitabında İslâm’ı uygulamaktan hiç söz etmemiştir. 1980 öncesindeki parti isimleri gibi onların partisinin adı da yasaklandı.

-Bu Mahkemenin gerekçelerinden birisi de şudur: Demokratik yaşamı tehdit eden, ondan yoksun kalmaya yol açacak tehditlere girişen veya bu tür amaçları taşıyan siyasal partilerin kapatılması doğal karşılanmalıdır.

Demokrasiyi en fazla koruyan ve uygulayan RP idi. Fakat, bu demokrasinin iyi olduğu demek değildir. Demokrasinin manası çoğu kullarıdır, köleleridir. Onların efendisi veya Rabbi Allah’tır. O zaman halkın hakimiyetini kabul etmek Allah’a isyandır, küfürdür. Allah’a inanan kimseler, kendilerini Allah’ın kulu sayıp sadece Allah’ın hükümlerine uyarlar. Bir kişi Allah’a olan inancının yanında halkın hakimiyetini kabul edip Allah’ın hakimiyetini sosyal hayatta ve devlet hayatında kabul etmezse o kişi Allah’a inanmamaktadır ve kâfirdir.

-Anayasa Mahkemesini bir gerekçesi de: Partiler Şevki Yılmaz gibi laikliğe aykırı olan karşı gelenleri de aday göstermemelidir. Adaylarına dikkat etme zorundadırlar.

Bunun manası, laikliğe dayalı partilerin adayları laik olacaklar veya laikliğe aykırı işlere girişmeyecekler. “Bu şekilde laik veya demokratik partiler yoluyla İslâm’ı duyurabiliriz” sananların yolunu kesmiş oluyorlar. Bu noktayı müslümanlar çok iyi düşünmelidirler ki demokrasi yoluyla İslâm’a hizmet mümkün değildir. İslam’a hizmet etmek istiyorlarsa bunun yolu Resulullah (S.A.V.)’in metodudur. O ise laikliğe dayalı değil İslâm’a dayalı bir partinin kurulması, açıkça ve net bir şekilde İslâm’ı ve İslâmî çözümleri göstermek, laiklik ve demokrasi gibi küfür ilkeleri ve onların çözümlerini çürütmeye çalışmak ve onları ikna ettikten sonra onların gücüyle İslâm Devleti’ni kurmaktır.

-Anayasa mahkemesinin bir gerekçesi: Devrim kanunlarına aykırı giyimleriyle tanınan insanlarla görüşmenin bile sakıncalı olduğunu göstermektedir. Tarikat Şeyhlerine iftar yemeği vermek laikliğe aykırıdır.

Anayasa Mahkemesi ve onun arkasında devran duran laik generallerin ne kadar hafif insanlar oldukları görülüyor. Bir insanın giyiminden veya sakalından veya şeyhliğinden korkuyorlar. Bunun manası, müslüman halklardan korkuyorlar. Zaten, cumhuriyetin bir numaralı düşmanı olarak irtica adı ile İslâm’ı ilan ettiler. Bunlar kendi halklarıyla ve onların inancı ile savaşıyorlar. Halkın diniyle savaşıyorlar. Hem de halklarından ve onların kıyafetlerinden nefret ediyorlar. Bunlar kendilerini halklarından kopardılar. Onların rüyası İsrail ve kıbleleri de Avrupa’dır. Hisleri tamamen ölmüştür. Zaten fikirleri tamamen gerici ve örümcek ipleri kadar zayıftır. Bu sebeple, Türkiye’nin durumu çok vahimdir. Zira bu tip insanlar Türkiye’yi yönetmektedir.

-Bir diğer gerekçe: Parlamentodaki kürsüde yapılan konuşmalara dikkat edilecek, dokunulmazlığın onları ve partilerini korumayacağına dair tehditler savurdular.

Bu şekilde, partilere sığınıp meclisi kullanıpta İslâm’a hizmet edecekleri yolu tıkanmış oldu. Yukarıda da demiş olduğumuz gibi demokratik yol İslâm’a aykırıdır ve bu yol ile İslâm’a hizmet edilemez.

Bu gerekçeler ve kararlar nedeniyle RP’liler FP’yi kurunca İslâm’dan çok uzaklaşmaya çalışıyorlar. Zaten Erbakan 24.02.1998’de onlara şöyle dedi: “Anayasa mahkemesinin karalarına harfiyen uyulmalıdır, taşkınlık istemiyorum.” Bunun manası; Erbakan daha önce taşkınlık mı yapıyordu da şimdi uslandı?! Duygusallıktan kurtulup aklını kullanan ve düşünen kimseler her şeyi fark edebilirler. Bunlardan samimi olanlar bu yolu terk edip İslâm metoduna gelirler.

“Mü'minler, mü'minleri bırakıp kafirleri dost edinmesinler; kim böyle yaparsa Allah katında bir değeri yoktur, ancak, onlardan sakınmanız hali müstesnadır. Allah sizi Kendisiyle korkutur, dönüş Allah'adır.” (Al-i İmran: 28)

“Ey inananlar! Babalarınızı, kardeşlerinizi -Küfrü imana tercih ediyorlarsa-kim dost edinirse doğrusu kendine yazık etmiş olurlar.” (Tevbe: 23)

 

Sayı 107...1418-ZİLHİCCE...1998-NİSAN...Yıl-10

Sayfayı Birine Gönder