İman ve küfür, diğer bir ifade ile tevhit ve şirk mücadelesinin
tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. Hz. Peygamber (S.A.V.)
aslında temel itibarı ile yeni bir hareket başlatmamıştır.
O sadece atası İbrahim, kardeşleri Musa ve İsa (A.S.)’dan
aldığı tevhit mücadelesini devam ettirmiştir. Hz. Peygamber
ile başlamayan bu mücadele onunla da bitmemiştir,
bitmeyecektir. İnsanlık hayatının başlaması ile başlayan
tevhit ve şirk mücadelesi insanlık hayatının son bulması
ile birlikte son bulacaktır. Bu ise İslâmın bütün zaman ve
mekânlar içindeki evrenselliğinin ifadesidir. Aslında tevhit
ve şirk mücadelesinde esas itibarı ile hiçbir değişiklik
yoktur. Bu mücadele sadece değişik zaman ve mekânda değişik
şahıslar arasında değişik üslüp ve vesileler ile devam
etmektedir. Bu itibarla dün Allah (c.c.)’ın hakimiyetini gökyüzünde
tanıyıp yeryüzünde tanımayan Ebu Cehilleri, Ebu Lehebleri müşrik
yapan ne ise günümüzdeki dini devletten ayırmak sureti ile
camiye hapsetme, yine dini sadece ruhu güzelleştirme ve bir
takım faziletleri öğreten ahlakî olgu olarak kabul eden
demokrat laik kapitalist zihniyeti de müşrik yapan odur. Yani
hakimiyet meselesidir. Allah (c.c.)’ın gökyüzünde
hakimiyetini kabul edip yeryüzünde etmeme meselesidir. Rabbımız
şöyle der:
“O gökte de ilah yerde de ilah olan bir Allah’tır.” (Zuhruf:
84)
Bundan dolayı Hz. Peygamber (S.A.V.)’den önceki elçiler
insanları neye davet etti ve neyden nehyettiyse Resul’de
insanları aynı şeye davet etmiştir. Diğer bir ifade ile
onların son takipcisi olmuştur. Allah (c.c.) şöyle der:
“Biz senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona şöyle
vahyetmiş olmayalım; gerçek şu ki benden başka ilah yoktur.
O halde sadece bana ibadet edin.” (Enbiya: 25)
Ne var ki, bu mücadelenin başlangıcından günümüze
kadar şirkin temsilcisi müstekbir güçler tarafından
devamlı suretle işkence, ölüm, iftira ve saptırmayla
engellenmeye çalışılmıştır. Bu müstekbir zalimlerinin değişmez
karakteridir. Çünkü şirk bizatihi kendisi zulümdür.
İnsanları tevhide çağıran bütün peygamberler ve onlara
tabii olan müslümanlar, yaşamış oldukları toplumda,
karşıt zalim güçler tarafından devamlı fiili ve fikrî
baskılar ile engellenmeye çalışılmıştır. Kendilerini
peygamberin hakiki varisleri gören İslâma savaş açmış
şirk sistemi ve baştaki yöneticiler tarafından hiçbir
engelleme görmeyen, hatta onların gölgesinde destek gören
uzlaşmacı, tavizkâr, kişiliksiz zihniyetlerin ne kadar
peygamberin yolundan saptıkları tartışma götürmeyecek
kadar açık gerçeklerdir. İman ile küfür arasında bazen
korku, bazen dünyevî makam ve menfaat bazen de cehalet nedeni
ile posta memurluğu yapanlar, hakkı batıla karıştıranlar
aslında Amerikancı İslâm’ın bilerek ya da bilmeyerek
temsilciliğini yapmaktadırlar. Çünkü uzlaşmanın, tavizin
olduğu her yerde ve özellikle de günümüzde Amerika ve onun
yerli işbirlikci uşakları vardır. Uzlaşmak teslimiyet,
teslimiyet ise zillettir. İslâm’ın dışındaki başta
demokrasi, laiklik, kapitalizm olmak üzere bütün şirk
sistemlerine ve bu sistemin temsilcisi zalim yöneticileri karşı
fikri ve fiili olarak kesin açık ve net tavır alamayan hiçir
harekette hayır yoktur. Tağutları kızdırmayan, onların
otoritelerini rahatsız etmeyen, uzlaşmacı, sivil toplumcu
zihniyetler bilerek ya da bilmeyerek müstekbirlerin
müslümanların üzerindeki zulmüne katkıda bulunmaktadırlar.
İzzeti ve şerefi tağutların kucağında ararcasına
onların ayağına gidip karşılıklı çıkar alışverişinde
bulunan zavallı kişiliksiz cemaat liderleri ise Allah’ın
kitabında yasakladığı fiili işlemektedirler. Oysa ki izzet
ve şeref ancak Allah, Resulü ve mü’minlere aittir. Rabbımız
şöyle buyurmaktadır:
“Haksızlık yapanlara yönelmeyin, yoksa ateş size de
dokunur. Sizin Allah'tan başka dostunuz yoktur; sonra, yardım
da göremezsiniz” (Hud: 113)
“Ey iman edenler, benim düşmanım sizin de düşmanınız
olanları dost edinmeyin.” (Mümtehine: 1)
Gerek Kur’anda ve gerekse Resul’ün hayatında cahiliye
sistemlerine ait bütün inanç ve yaşam biçimi bütün kurum
ve kuruluşları ile açık olarak red edildiğine dair yüzlerce
delil olduğu halde, gerek ferd planında ismi müslüman
zihniyeti müsteşrik, gerekse haraketlerinin temellerini Kur’an
ve Sünnetten çok, şartlara ve yöne ayarlayan, devletçiliği
ve vatancılığı müslümanları birbirine bağlayan tek unsur
gibi gösteren cemaat liderleri, bütün zaman ve mekanlarda
zalimlere koltuk deyneği olup onların müslümanlar
üzerindeki zulmünü kurumsallaştırmışlardır. Dün İslâm
düşmanlarının yerli işbirlikçileri vasıtası ile İslâm’ı,
ilim ile Kur’anı yıkma vasıtası ile ve diğer uslüpler
ile kökten yoketme politikası başarıya ulaşamayınca bu
siyaset günümüzde bir elinde Kur’an diğer elinde sünnet
Allah’tan ve onun dininden başka herşeye baş kaldıran müslümanlar
ve İslâmî hareketleri engellemenin tek yolu olan uzlaşmacı,
tağutların sömürge ve zulümlerini sarsmayacak demokratik
İslâm anlayışını topluma kabul ettirmeye dönüşmüştür.
Amerika ise yerli işbirlikçileri vasıtası ile bu zihniyete
sahip fert ve cemaatları destekleyi onları kendi sistemlerini
red eden müslümanlara karşı kullanmaktadırlar. Allah (c.c.)
binlerce şükürler olsun ki gerek ferdî planda, TC Cumhurbaşkanı
S. Demirel’in direktifi ile İslâm gerçeği kitabını yazan
laik Y. Nuri Öztürk gibi kafasında karanlıktan başka bir
şey olmayanı, gerekse cemaat planında aslında demokrasinin
de İslâm’da olduğu hele Cumhuriyetin hiç İslâma ters düşmeyeceğini
ve yine demokrasinin olduğu toplumda İslâm’ı % 95
yaşarım diyen cemaat liderlerini fikri mücadele ringinde ilk
raundda yere serip devre dışı bırakacak İslâmî hareket ve
müslümanların sayısı günümüzde oldukca fazladır. Bu
itibarla dini devletten ayıran böylelikle Allah (c.c.)
hakimiyetini yeryüzünde kabul etmeyen hakimiyeti insanlara
veren demokrasi ve laikliği ve kapitalizmi red etmek her müslümana
imanın gereğidir. Allah’ın dini ile cahiliye sistemleri
arasında yol arayanlar imanlarında zaaf olanlardır. Allah
(c.c.) şöyle demektedir:
“Cahiliyye hükmünü mü istiyorlar? Kesin şekilde
inanmış bir topluluk için Allah’ın hükmünden daha güzel
hüküm mü vardır?” (Maide: 50)
Mevcut sistemin gözü, kulağı, dili konumunda olan,
onların duyurmak istediğini duyuran, başta televizyon olmak
üzere diğer medya kuruluşlarında yapılan açık oturumlara,
tartışmalara ağırlıklı olarak devamlı İslâm’ın ve müslümanların
geleceğini Batının kendi karanlık şartlarında ürettiği
demokrasi, insan hakları, sivil toplum, fikir hürriyeti v.s.
gibi ödünç kavramlar üzerine oturtmaya çalışan
zihniyetlerin çağrılmasını ve bunların hakiki manada İslâm’ın
temsilcileri imiş gibi gösterilmesi sistemin bu zihniyete
sahip fert ve cemaatları desteklediğinin ifadesi değilmidir?
Bir dini tahrif etmenin ve geçerli yolu o dine ait kavramları
saptırmakla gerçekleşeceği gibi yine bir sistemi toplumda
kabul ettirmenin en değerli yolu herşeyden önce o sisteme ait
kavramların kabul edilmesi ile gerçekleşecektir. İşte bunu
içinde gerek uzlaşmak sureti ile zalimlere özür dilemeyi
kendisine ahlâkî bir yapı olarak kabul eden müslümanlar
tarafından olsun, gerekse bizatihi tağutların ve onların
sesini duyuran medyanın olsun sıkca demokrasi, sivil toplum,
insan hakları gibi kavramlardan bahsetmesinin amacı budur. Tek
kelimeyle mevcut sistemi meşru kılmak başlarındaki
hocalarına, liderlerine, şeyhlerine kayıtsız şartsız
teslim olmuş, siyasî uyanıklıktan mahrum, düşüncelerine
pranga vurmuş bazı müslüman cemaat üyeleri ise mevcut
sistem tarafından kendi siyasî çıkarları doğrultusunda
kullanılmaya müsait potansiyel olmaktadırlar. Kur’an ve sünnetteki
masumiyeti başlarındaki insanlara veren aklını vicdanında
kaybetmiş zihniyetlerin, liderlerinin bunca sapmalarına
karşı tavır koymamaları ve hatta hikmet aramaları ise
meselenin en üzücü tarafıdır. Oysaki Allah (c.c.) şöyle
buyurmaktadır:
“De ki: eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah
da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Al-i
İmran: 3)
Allah (c.c.)’ı sevmek sadece resulune bağlanmakla olur.
Ona muhalefet edenlerin hareketlerinde hikmet aramak yolu ile
meşrulaştırmakla değil. Resul (S.A.V.)’ün hayatı baştan
sona kadar kafirler ve müstekbirler ile mücadele ile doludur.
O risalet ile görevlendirildiğinde başta Mekke şirk toplumu
olmak üzere bütün dünyaya meydan okuyordu. O bu uğurda hiçbir
zaman kafirlerle uzlaşmadı. Onlardan gelen bütün uzlaşma
tekliflerini red ediyordu. Resul (S.A.V.)’e göre ya iman vardı
ya da küfür vardı. İnsanları ya sadece Allah’a ve onun
emirlerine boyun bükecekler ya da putlara boyun eğip zillet içerisinde
yaşayacaklardı Ya Allah’ı hem gökyüzünde hem de yerde
kabul edecekler ya da gökte kabul edip yerde kabul
etmeyeceklerdi. Mekke toplumunda sadece iki sınıf insan vardı.
Biri Resulün getirdiği vahye dayalı tevhid inancını kabul
eden müslümanlar diğer tarafta onların inançlarına karşı
fikri ve fiziki mücadelesini sürdüren müşrikler. İki inanç
arasında mekik dokuyan bir üçüncü gurup yoktur. Bir tarafta
tağutu bütün kurum ve kuruluşları ile red eden müslümanlar
diğer tarafta fikri planda karşı çıkmama acziyeti. Resule
(S.A.V.) iman eden müslümanlar cahiliyeye ait bütün inanç
ve yaşam biçimlerini kirli çamaşır gibi bir daha giymemek
üzere atıyorlardı. Resul (S.A.V.) kararlı tavrı
karşısında acze düşenler ona görüşme teklifinde
bulunuyorlardı. Davasından vazgeçirmek için para teklif
ettiler, kızlarının en güzelini vermekle birlikte başlarına
lider yapma teklifinde bulunuyorlardı. Onun davası ne kadın
ne makam ne de para olduğundan “bir elime güneşi diğer
elime ayı koysanız ben bu davadan vazgeçmem” mevcut İslâm
ülkelerinde Allah’ın hükmüne dayalı bir Devleti isteyen müslümanlar
işkence ve zulüm görürken diğer tarafta uzlaşmacı tavizkârların
destek görmesi aslında herşeyi izah etmektedir. Ne dersiniz?
Allah şöyle buyurmaktadır:
“De ki: Ey kâfirler siz benim inandığıma inanmazsınız,
ben de sizin taptığınıza tapmam. Sizin dininiz (demokrasiniz.
Laikliğiniz) size benim dinim banadır. (Kafirun: 3-4)
|