SİYASİ TAHLİLLER

  ORTADOĞU BARIŞ (TESLİMİYET) OPERASYONU

Uzun zamandan beri Amerika, İsrail-Filistin görüşmelerinin başlamasını öneriyordu. Bu çerçeveden olmak üzere bu görüşmelerde ele alınacak konular içerisinde İsrail’in Batı Şeria’nın %13.1’inden çekilmesi meselesinin yer aldığını açıklamıştı. Amerika’nın açıklamasına Arafat muvafakat ederken Netenyahu 13.1 rakamına itiraz ederek yalnızca %9 oranında çekilmeye muvafakat ettiğini açıkladı. Ta o günden bu yana Amerika, heyetler göndermekte ve görüşmecileri kabul etmektedir. Ancak Netenyahu hükümeti halen daha inadını sürdürmektedir.

Acaba gerçek sorun 13.1 ya da 9 oranları üzerindeki ihtilaf mıdır yoksa bu ihtilaf, dikkatleri başka tarafa çekmek amacıyla yapılan bir perde ve saptırmaca mıdır? Amerika’nın görüşmelerdeki rolü yalnızca aracılık yapmak veya gözlemci olmak mıdır yoksa bölgedeki egemenliğini daha da pekiştirmek istemekte, fakat İsrail bir engel olarak önünde durmaktadır. İsrail’in kendisine önerilen barışa karşı direnmesini, korkmasını gerektiren gerçek nedenler nelerdir?

Birinci soruya cevap olarak, 13.1 veya 9 oranları arasındaki farkın gerçek neden olmadığını kesinlikle söyleyebiliriz. Gerçek sorun, Amerika ile; İngiltere, İngiltere’nin maşası konumundaki İsrail ve bölgedeki İngiliz uşağı ülkeler arasında bölge üzerindeki nufüz yarışıdır.

Ancak hiç kimse bu sözümüzden, İsrail ile Amerika arasında gerçek anlamda bir ihtilaf olduğu anlamını çıkartmamalıdır. Kesinlikle böyle bir ihtilâf söz konusu değildir. Problem, Netenyahu liderliğindeki İsrail hükümeti ile Amerikan yönetiminde yer alan güçlü akımlar arasındaki ihtilaftan kaynaklanmaktadır.

Amerika Golan’ı kendisi için istemektedir. Çünkü Golan stratejik bir bölgedir. Golan’a hakim olduğu zaman doğrudan doğruya; Suriye, Filistin, Ürdün ve Lübnan’a hatta daha uzak bölgelere de hakim olabilecektir. Aynı amaçla İsrail de Golan üzerinde teşebbüse geçti, Golan’daki yerleşim yerlerini artırdı. Amerika ise Golan’dan bir karış bile taviz vermemesi için Suriye’ye baskı yaptı. Bu baskılar neticesinde Amerika Rabin’den, İsrail’in 4 Haziran 1967 sınırına kadar çekileceği ve bu konuda referandum yapacağı yönünde şifahi olarak söz almayı başardı. Ancak işaretler Rabin’nin sözünde sadık olmadığını gösteriyordu. Zira Rabin referandum yapsaydı çoğunluk bunu reddedecekti. Aynı şekilde İsrail parlamentosunun oyuna başvurduğunda da aynı sonuç çıkacaktı ve Rabin bunu biliyordu. Fakat kendisini Amerikan baskısından kurtarmak için bu yola başvurdu. İşçi partisinin ve Likud’un çoğunluğu, aşırı dincilerin tamamı İsrail’in Golan’dan çekilmesine karşıdırlar. Rabin ile Netenyahu arasındaki fark şudur: Netenyahu, Golan’dan çekilmeyi açıkça reddetmekte, Rabin ise aldatmaya çalıştı ve öldürüldü.

Amerika, İsrail’i, İsrail-Suriye sürecine kaldığı yerden tekrar başlatmak amacıyla, İsrail-Lübnan sürecini çıkmaza soktuğu gibi şu anda da İsrail-Filistin sürecini zora sokmaya çalışmaktadır. Yani Rabin’den aldığı, İsrail’in 4 Haziran 1967 deki sınırlara kadar çekileceği sözünün yerine getirilmesi için İsrail’e baskı yapmaktadır. Ancak halen daha İsrail bunu reddetmektedir. Bunun üzerine Amerika, Lübnan’a Suriye ile her yönden tavır birliği içerisinde olmasını emretti. İsrail ise "Önce Lübnan", "Önce Cizzin" diye isimlendirdiği planın uygulanmasını ardından da tek taraflı olarak 425 sayılı kararı uygulamaya çalışmaktadır. Bunların tümünü Lübnan sürecinin Suriye sürecinden ayrılması için yapmaktadır. Ancak İsrail boşuna uğraşmaktadır, çünkü Amerika’nın Lübnan’a baskısı çok şiddetlidir.

Filistin-İsrail sürecine gelince; Amerika, görüşmelerden nasıl sonuç çıkacağını bilseydi Oslo ittifakına izin vermezdi. Zira olaylar Amerika’nın kontrolü dışında gelişmiştir. Ancak Amerika, Oslo ittifakına hakim olabilmek ve uygulanmasında zorluklar çıkartabilmek için anlaşmaya muvafakat ettiği görüntüsünü verdi. Oslo ittifakında alınan kararların uygulanmasını zorlaştırmak üzere üslup olarak Amerika şu şekilde kışkırtmalarda bulunmuştur:

1-Amerika’nın Dışişleri eski Bakanı Waren Christopher görevini halefine devretmesinin hemen öncesine İsrail’e hitaben şöyle demiştir: “Golan’dan çekilme zamanı ve miktarı İsrail tarafından tespit edilecektir. Çünkü olay, İsrail’in güvenliğini ilgilendirmektedir."

2- Dennis Rose’nun kışkırtmaları,

3-Kongre üyelerinin kışkırtmaları. Bunların başında yer alan Geengrich; Dışişleri Bakanını Filistinlilerin ajanlığını yapmakla suçlayarak Amerikan yönetimine karşı kesin bir dille Netanyahu’yu desteklemiştir. 16/3/1998 tarihli Assocatied Press ajansı, Filistinli görüşmecilerden Hasan Asfur’a atfen şu ifadeleri yayınladı: “Amerikalı görüşmeciler, yeni bir Barış ittifakını gerçekleştirebilmek için Oslo Antlaşmalarını törpülemeye çalışmaktadır.” “Amerikalı görüşmeciler, İsrail’in bütün tavırlarını benimsemektedirler,” diyerek Amerikalı temsilci Dennis Ross’u, Oslo Antlaşmalarına karşı “kişisel düşmanlık tavrı takınmakla” suçlamaktadır.

21/04/1998 tarihli Hearetz Gazetesi Luil Marcos’un şu sözünü yayınladı: "Süper Devleti temsilen görüşmeler yapan kişinin, dokuz yıldan bu yana yapılan görüşmelerin son iki yılında yalnızca gidip-gelmekle meşgul olması başarısızlığının nedenlerindendir. Dennis Ross, hareket etmeden koşmaktadır. Çünkü koşusunu yürüyüş aleti üzerinde yapmaktadır. Ne yazık ki Oslo Anlaşmaları ile başlayıp Ürdün’le yapılan barış anlaşması ile sona eren önemli görüşmelerin tümü, Amerikan yönetiminin aktivitesinin dışında Beyaz Saray’ın yaptığı tek şey etkili bir rolün olmaksızın törenlerin yapılması için zemin hazırlamaktır.”

27/05/1998 tarihli Eş-Şarku’l Evsat gazetesi, Amerikan Dışişleri Bakanı eski yardımcısı Richard Mearfiy’in şöyle dediğini yazdı: “Amerikan yönetimi Oslo antlaşmaları hakkında detaylı bilgiye sahip olmadığı için söz konusu antlaşmaların olumlu sonuçları açıklandığında ona şok yarattı. Oslo görüşmelerinin başarıya ulaşmasının nedeni dışarıdan herhangi bir müdahalenin olmamasıdır.”

Amerikan yönetimi, hem Christopher’in hem de Dennis Ross ile kongre üyelerinden bir grubun; Netanyahu ve hükümetinin, İşçi Partisi’nin Oslo ittifakından daha fazlasını elde etmelerinin önüne komplo kurmalarına izin verdi. Bu nedenle el-Halil’de Oslo Anlaşmasında verilenden daha fazlasını almış, verdiği sözlere bağlı kalmamıştır. Evleri ve toprakları işgal etmekle, Oslo Anlaşmasını hiçe sayarak yeni yerleşim birimleri inşa etmektedir. Amerikan yönetimi açık bir dille hareket ederken, Netanyahu’ya komplo kuracak kişilere ise başka bir dille hareket etmelerini öğütlemektedir.

Amerika Oslo Anlaşmasını yalnızca Golan için zorlaştırmamaktadır. Çünkü Oslo Anlaşmasının içeriği ve buna bağlı olan; Ürdün ile İsrail arasında yapılan "Vadi Araba" anlaşması, Amerika’nın bölgede yapmak istediği hususlar için uygun değildir. Amerika, İsrail’in elinde bir maşa olarak kalmasını istemektedir. Ancak Oslo ve Vadi Araba anlaşması, İsrail’i güçlendirmekte ve Amerika’nın avucundan kaçmasına yol açmaktadır.

Öte yandan İsrail’in Suriye’ye karşı izlemiş olduğu politika, Amerika’nın İsrail’e karşı daha da dikkatli olmasını gerektirmektedir. Zira İsrail 96 baharında, ajanlarından birisinin saptırdığı gerekçesiyle Suriye’yi vurmayı planlamıştı. Ancak Amerika, İsrail’i durdurmayı başardı. Ardından 1997 yazında Türkiye üzerinden Suriye’yi vurmayı planladı. Bu seferki teşebbüsünü de Amerika önledi. Her seferinde İsrail, Suriye’ye yapacağı saldırıyı geciktirmekte ve uygun şartların oluşmasını beklemektedir. İsrail’in Suriye’ye saldırma planı, İngiltere’nin planıdır, yalnızca İsrail’e ait bir plan değildir. Bu plan üzerinde; İsrail, Ürdün, Irak ve Türkiye arasında anlaşma vardır. Zira bu devletler ABD ile birlikte hareket etmemektedirler. Suriye’ye saldırı planında tamamı İngiltere ile ittifak halindedirler. Amerikan yönetimi ile birlikte hareket eden Suriye yönetimini düşürmesi için bu ülkelere fırsat tanınması durumunda Amerika, hem Suriye’den hem de Lübnan’dan kovulacak ve heybeti yerle bir olacaktır. Bu durumda İsrail, Golan’da kalmaya ve Lübnan üzerinde egemenlik kurmaya daha da hırs gösterecektir.

Bu nedenle Amerika; İsrail, İngiliz planına göre hareket ettiği ve avucunun dışında olmaya devam ettiği sürece bu konuda kesin karar vermeyecektir.

Amerika tüm süreçlerdeki barış operasyonlarını sonuca bağlama gücüne sahip olduğunu, bunun ise Filistin süreci ile başladığını, Filistin tarafının muvafakat ettiğini ancak İsrail tarafının halen daha tereddütlü olduğunu ve zamanın neredeyse tükenmek üzere olduğunu açıkladı. Görünen o ki Amerika, Netahyahu’ya baskı yapmak üzere belli operasyonlar hazırlamaktadır. Hüsnü Mübarek ve Chirack’ın çağırdığı, Devletlerarası Barış Konferansı ABD’nin bu çerçevede yaptığı işlerden birisidir. Yine Suud veliahtının Suriye ile Ürdün arasındaki sorunları gidermek amacıyla organize ettiği Arap Zirvesi de bu amaçla yapılmıştır. Ürdün ise, kendisinin önündeki engellerin kaldırılmasından önce konferansın yapılmasına karşı çıktı. Zira Ürdün, konferansta İsrail’le olan ilişkileri iyileştirme çalışmalarını durdurmasının talep edileceğini biliyordu. 96 yılında Kahire’deki Arap Zirvesinde alınan kararların bazı Araplar (Kral Hüseyin, Arafat ve diğerlerini kastediyordu) tarafından halen daha uygulanmadığı gerekçesi ile de Suriye Zirvesi’nin yapılmasına karşı çıkıyordu. Amerika bu konferanslarla, Arapların ve müslümanların başlarındaki yöneticilerin İsrail’le ilişkilerini iyileştirmek için hemen koşuşturmalarını engelleyecek kararların alınmasını, İsrail’le iyi ilişkileri olan devletlerin ilişkilerini de durdurmak istemektedir. Bu durumu bilen Kral Hüseyin erken davranarak 7/6/1998 tarihinde İsrail’le ilişkilerinin devam edeceğini açıkladı. "Kudüs" gazetesi Batılı bir diplomattan naklen şu haberi yayınladı: “Başkan Clinton, iki önemli nedenden ötürü bu Arap Zirvesinde ‘taktik uygulamaya’ muhtaçtır:

Mısır-Fransa ikilisinin ‘Barış Çağrısı’nı Amerikan girişimi kuralına göre şekillendirmeye çalışılan yeni barış çabalarına destek vermek,

B-Amerikan Kongresi içerisinde Netanyahu hükümetini destekleyen güç odakları karşısında yönetimin konumunu güçlendirmek. Kongrenin özellikle de temsilciler meclisinin Netanyahu’nun uyguladığı politikayı daha da desteklemeleri, Arap devletlerinde Amerika’nın çıkarlarının zarar görmesine yol açacağı için, Amerikan yönetiminin çıkarına olacaktır.”

Amerika’nın, Netanyahu ve hükümetine baskı yapmak için hazırladığı işler arasında İsrail’in içerisinde ve dünyadaki çıkarlarına da zarar verebilecek askeri operasyonlar da yer almaktadır. Kahire’deki Arap Üniversitesi’nin “Filistin Halkının Sürülmesinin Ellinci Yılı” münasebetiyle düzenlediği konferansta el-Ezher şeyhi Tantavi, 26/5/1998’de; işgal edilen topraklarda bombalama operasyonlarının yapılmasının, İsrail’e karşı güç kullanılmasının ve öldürülmelerinin şeriata uygun olduğu yönünde fetva verdi. Tantavi şöyle dedi: “İsrail’in göbeğinde intihar saldırısı yapmak, her müslüman, Arap ve Filistinlinin hakkıdır.” Aynı zamanda, İsrail’e karşı güç kullanmayı ve etrafında duranlarla savaşmayı tüm kanunların gerektirdiğine de işaret ederek şöyle dedi: “Biz İsrail’den korkmuyoruz. Elbetteki savaşmak, cihad etmek ve savunma yapmak gerekir. Kim bundan geri kalırsa mü’min değildir.”

Ezher şeyhinin böylesi bir ifadeyi kendiliğinden söylemesi mümkün değildir. Bu sözü Mübarek’in yetki vermesiyle söylediğinde şüphe yoktur. Mübarek ise böyle bir işe Amerika tarafından görevlendirilmiştir.

Hamas’ın kurucusu Şeyh Ahmed Yasin, İslâm ülkelerini kapsayan büyük bir geziye çıktı. Oslo Anlaşmalarını çiğnedikten sonra İsrail’e karşı savaşa devam etmek üzer kendisine para bağışlandığı ve desteklendiği nakledildi.

Uzun zamandan bu yana Lübnan’da hareketsiz bir şekilde oturmakta olan Filistinli örgütler, üzerlerindeki tozları silkelemeye ve yeniden silahlanmaya başladılar. Lübnan’daki partilerin İsrail’e karşı Hizbullah benzeri silahlanma çalışmalarına tekrar başlayacağı -İsrail inadında devam ederse- beklenmektedir.

Netanyahu hükümeti, başta Golan’dan çekilmek ve inadından vazgeçmek olmak üzere, Amerika’nın isteklerine boyun eğdiği zaman Amerika, İsrail’e karşı başlattığı baskı operasyonlarını durduracaktır. Üstelik İsrail’e, genişleme çalışmaları için en az bir milyar dolar tutarında yardım yapacaktır. Aksi durumda ise baskılar devam edecektir.

Fakat burada bir soru gündeme gelmektedir: Netanyahu kendi kafasına göre hareket ederek Amerika’ya meydan okuyabilir mi? Devletlerarası, bölgesel ve askeri operasyonlar düzeyinde hazırlıklar yapmış olabilir mi?

Böylesi bir olay iki durumda mümkündür:

1-Netanyahu, Amerikan yönetiminin böyle bir şey yapabileceğine veya izin vereceğine inanmamaktadır.

2-Kendisinde gerçekten büyük bir plan vardır. Netanyahu, hazırladığı planın uygulanmasına neden oluşturmak için Filistinlilerin askeri operasyonlar yapmalarını beklemektedir.

Öyleyse Netanyahu ve beraberindeki yönetimde bulunan aşırıların hazırladıkları plan gereğince yapılacak büyük operasyon ne olabilir? Sonradan yapılan açıklamalar bu operasyonun türü konusunda ipuçları vermektedir.

21/02/1998 tarihinde Kral Hüseyin, Batı Şera’da İsrail’e karşı girişilecek herhangi bir operasyon hakkında uyarıda bulunarak şöyle demişti: "Nehrin batı tarafında herhangi bir olay vuku bulursa korkunç gerçek ortaya çıkar. Filistin’de bulunan halkımız ve çocuklarımızın tümü bizim tarafımıza hemen harekete geçerler… alternatifsiz vatanı gerçekleştirmek için ve Ürdün biter."

Bu açıklamadan sonra 98 Mart’ının ikinci haftasında, Şam’da yapılan Arap Ülkeleri Sağlık bakanları toplaantısından dönmekte olan Ürdün Sağlık Bakanı; Abdülhalim Haddam’ın, Sağlık Bakanlarına ulaştırdığı şu sözü söyledi: “İsrail, Filistinlileri Batı Şeria’dan ve Arap topraklarından göç ettirmek, Irak topraklarında yerleşmeye zorlamak üzere İsrail’in elinde bir plan vardır.” Suriye Başkan yardımcısı iyice vurgulayarak konuşmasına şöyle devam etti: "Plan Ürdün’ün işgalini de kapsamaktadır. Böylece İsrail sınırları Irak sınırlarına kadar ulaşmış olacaktır.” Israrla da şunu söyledi: “Kesinlikle Ürdün diye bir şey kalmayacaktır.”

6/6/1998 tarihli "el-Hayat" gazetesi; "Netenyahu, tankları harekete geçirebilmek için intihar operasyonunu bekliyor" şeklinde bir başlık attı. Bu başlık altında şu haberler yer aldı: “Netenyahu Filistin devletinin yasallığını destekleyecek gösterilere karşı iki tümeni alarma geçirdi. Savunma Bakanı Mordehay bu tümenlere şiddet çağrıştıracak; Diken Tarlası ve Alevli Çelik isimlerini verdi. İsrail planı, Filistin şehirlerini çember altına almayı ve ambargo uygulamayı gerektirmektedir.” “Bu durum muhtemel intihar saldırılarına karşı ipotek olacaktır. Belki bu durumdan faydalanacaktır… 1982 yılındaki Menahem Begin’in durumu ile Netenyahu’nun şu andaki durumu birbirine benzemektedir. 01.06.1982 tarihinde Londra’daki İsrail elçisine yapılan saldırı, Filistin Kurtuluş Örgütü ile İsrail arasındaki ateşkesi sona erdirmişti.”

11.06.1998 tarihli haberlerde; Batı Şeria halkından 400 bin kişinin Ürdün’ün güneyinde iskan ettirileceğine dair bir planın bulunduğundan bahsedildi.

İsrail’i aşırı derecede korkutan ve hemen akla gelen bu haberlere, Filistin’de (Batı Şeria ve 48’de işgal edilen topraklarda) bulunan Arap yerleşimcilerin sayılarının çok hızlı bir şekilde artış göstermesini de ilave edersek, Netenyahu ve hükümetinin, Filistinlilerin askeri operasyona kalkışmaları halinde büyük bir operasyona girişeceği ihtimali ortaya çıkmaktadır.

İşte bu anlatılanlarda da gördüğümüz gibi yahudiler, bir kez daha müslümanları boğazlamayı ve binlercesini göç ettirmeyi planlamaktadırlar. Filistin topraklarına ilave olarak Suriye, Lübnan, Mısır ve Ürdün topraklarını işgal etmeye kalkışacaklardır. Irak’taki nükleer santralı vurdukları gibi Pakistan’daki nükleer santralı da vurmaya hazırlanmaktadırlar. Tunsu’ta Amman’da ve her yerde saldırılarda bulunacaklar…

Ama ne yazık ki müslümanların başlarındaki yöneticilerin; batılıların elinde, hareket ettirdikleri zaman hareket eden, kendilerinden istenildiği zaman da boyun eğen, itaat eden bir aletten, kukladan farksız bir halde olduklarını görüyoruz.

H.17 Safer 1419

M. 12 Haziran !998

 

AFRİKA’DA DEVLETLER ARASI ÇEKİŞMENİN ŞİDDETLENMESİ

Kenya’nın başkenti Nairobi ve Tanzanya’nın başkenti Dârüsselâm’daki Amerikan elçiliklerine yönelik yüzlerce ölü ve binlerce yaralının olduğu bombalı saldırılar, patlamalar, Afrika’daki devletlerarası çekişmenin şiddetlenmesinin çoğaldığı bir ortamda vukuu buldu. Afrika’da kuvvetli Amerikan hamlesi, bakire siyah kıtanın bir bölgesinde nüfuzunu yayma teşebbüsü, Clinton’un kıtanın birkaç büyük devletlerine yaptığı önemli ziyaretinden sonra dikkati çeken bir husustur.

Amerika’nın, Afrika boynuzu devletlerin ve büyük kıyı devletlerinde hegemonyasını sağlama başarısı Fransa, İngiltere, Belçika, İtalya gibi o bölgelerdeki etkin Avrupa devletlerine şiddetli bir tokat niteliğindeydi. Nitekim Fransa; Ruanda ve Brundi’de nüfuzunu Amerikan lehine kaybettiğini itiraf etti. Onun için, Orta Afrika Cumhuriyeti, Çad, Gabon, Senegal’da ve diğer Fransa güdümlü devletlerde durumunu düzeltmeye başladı.

Artık Afrika’da diğer eski geleneksel çekişmeler tekrar başladı. Nitekim, Angola’da Amerikan güdümündeki hükümet ile İngiltere’ye bağlı Yunita Hareketi arasında problemler meydana çıktı. Nijerya ve Liberya’da çekişme sona erdi, İngiliz nüfuzu oralarda hakim oldu. Libya’da Kaddafi, Sahra devletlerini toplayıp onları Amerikan maslahatları aleyhinde seyretmek ve Amerika’nın ve devletlerarası topluluğun Lockerbie olayından dolayı Libya’ya uyguladığı hava ambargosunu sarsmaya çalışmak için örgütlemeyi başardı.

İngiltere ve Fransa’nın, Amerikan nüfuzunun Afrika’ya uzanmakta ısrarlı olması ve Doğu Afrika’daki Amerikan üstlerinden güneye ve batıya yönelmeye başlamış olmasındaki şiddetli tehlikeyi hissetmeleri her iki devleti de durumlarını gözden geçirip düzeltmeye ve bu yayılmayı ellerindeki bütün vesilelerle önlemek için çalışmaya sevk etti.

Nairobi ve Dârüsselâm’daki Amerikan elçilikleri önündeki bombalı patlamalar olayı, ateşe benzin döküp bölgenin temelden alevlenmesine sebep olur.

O iki elçiliğe yapılan bombalı saldırıya ilk tepkiler de Amerika tutumu ile Avrupa’nın tutumu arasında açık bir ihtilafın olduğu gözlenmiştir. Nitekim Beyazsaray resmi sözcüsü James Crowley, bu iki saldırının amatörce değil profesyonel olduğunu söyledi. Amerikan Dışişleri Bakanı Albright da bu patlamaların ardında bir devletin olduğuna işaret etti. Amerika Dışişleri Bakan yardımcısı Thomas Bekring, araştırmaların Afrika dışında ve içinde yoğun bir şekilde sürmekte olduğunu söyledi.

Bu açıklamaları dakik bir şekilde inceleyen, bu patlamaların sorumluluğunu İslâmi hareketlere yüklemekten kaçınıldığını, buna karşılık bu patlamaların arkasında devletlerin olabileceğine dikkatin çekildiğini görür. Bu açıklamalar, Afganistan’da hakim olan Taliban hareketinin açıklamaları ile de uyumludur. Taliban hareketi, elçiliklere yönelik patlamaların Üsame b. Ladin İslâmi Hareketi ile bir alakası olmadığını tekit etti. Avrupa ve İngiltere basınının çoğu Üsame b. Ladin Hareketinin bu patlamaların arkasında olmakla itham etmişlerdi. Nitekim, Taliban’ın sözcüsü Abdulhay Mutmain, Franis Pres ajansına telefonla yapmış olduğu açıklamada saldırılarda Üsame b. Ladin’in parmağı olduğuna dair göndermenin herhangi bir esasa dayanmayan ve İslâmi hareketin itibarını sarsmayı hedefleyen boş bir iddia olduğunu söyledi.

Avrupalı siyasilerin ve basının bu iki patlama olayı ile ilgili tutumlarına gelince; Avrupa basını özellikle de İngiltere, Fransa basını ve onlara katılan İsrail basını bu patlamaların sorumluluğunu otomatik olarak –hatta açıklamalar başlamadan önce- İslâmi hareketlere yüklediler. İslâmi hareketlere bağlamak için deliller aramaya çalışıyorlar. Bu basın, patlamalardan az önce elçiliklerin yakınlarında Arap görünümlü, Ortadoğu’dan bazı şüpheli kişilerin görüldüğünü iddia ettiler. Diğer taraftan İngiliz basını özel bir şekilde Amerika’ya karşı Afrikalıları ayaklandırmayı kasteden tahrik eden raporlar yayınlıyor. Bu raporlarda Amerikalılar yaralıları kurtarma faaliyetlerinde sadece Amerikalılara önem verip Kenya ve Tanzanyalı yaralılara önem vermemekle itham etmekteler. Bu basın aynı şekilde FBI mensuplarının aralarında İsrail’in de olduğu kurtarma ekiplerini; özel araştırmalar yaptıkları hassas bölgelere yaklaşmaktan şiddetle ve tahkirle engel olduklarına da dikkat çekmekteler. Açıkça ortaya çıkıyor ki Amerikalılar, Yahudilerin araştırmalara burunlarını sokup, araştırmaların neticelerini sulandırmaktan korktukları için araştırmaları sadece kendileri yapmaya çalışıyorlar.

Bu patlamalar arkasında hangi yön olursa olsun şüphesiz ki Amerika’nın başkalarını umursamadan Afrika kıtasının her köşesine nüfuzunu yayma teşebbüsünde şiddetli bir şamar sayılır. Afrika’da çekişme şüphesiz ki, şiddetlenmiştir ve ateşi tutuşmuştur. Clinton’un şu, “Bu patlamalardan maksat, Amerika’nın kuvvetini geri çekmesini sağlamak ise, bu olmayacak bir iştir” sözü, bu çekişmenin gerçeğini tekit etmekte ve Amerika’nın şiddetli bir dirençle karşılaşsa da Afrika’nın meçhullerinde nüfuzunu yaymaktaki kararlılığına delâlet etmektedir.

H. 19 Rabiulevvel 1419

M. 12/08/1998

 

NİJERYA’DAKİ GELİŞMELER

Son günlerde Nijerya siyasi açıdan dramatik özelliğe sahip birtakım girift olaylara sahne oldu. Dolayısıyla bu ülkede gelişen olaylardaki sis perdesinin kaldırılarak olayın iç yüzünün ortaya konulması gerekmektedir.

Bu gelişmeler geçtiğimiz Haziran ayının sekizinde Nijerya'nın askeri lideri Sani Abaça'nın kalp krizinden öldüğünün ilan edilmesi ile başladı. Abaça demir yumrukla ülkede yönetimi elinde tutuyordu. Abaça'nın ölümünün ardından yönetimi devralan General Abdüsselam Ebu Bekir, selefinin takip etmiş olduğu siyasetten tamamen farklı olarak barışçıl bir politika uygulayacağını bildirdi. Bu nedenle siyasi tutukluları serbest bırakacağını, siyasi muhaliflerine konulan engelleri hafifleteceğini ve en kısa sürede yönetimi sivillere bırakacağını açıkladı. Daha sonra Abdüsselam Ebu Bekir batılı ülkelerin sorumluları ile görüşerek, 1993 yılında iptal edilen seçimlerde büyük bir başarı sağlayacağı sanılan muhalif lider Meşhud Ebola'yı serbest bırakacağı sözünü verdi.

Nijerya'da etken olan bu siyasi gelişmelerin ve beklenmeyen olayların hemen akabinde birtakım gelişmeler olmuştur. Amerika, Birleşmiş Milletlerle işbirliği yaparak hemen harekete geçti ve Amerikan Dışişleri Bakan Yardımcısı Thomas Bekring başkanlığındaki bir heyeti Nijerya'ya göndererek hapishanede olan Meşhud Ebola ile toplantı yapmasına izin verdi. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan ise Nijerya'yı daha sonra ziyaret etti. Nijerya'yı ziyaret eden şahısların her ikisi de Ebola'nın serbest bırakılması ile ilgili konuda Abdurrahman Ebu Bekir'le görüştü. Ancak Ebola'nın 8 Temmuz günü beklenmeyen bir şekilde hapishanede aniden ölmesi ile görüşmeciler ne yapacaklarını şaşırdılar ve anlaştıkları konuların uygulanmasını durdurdular. Bu olayın hemen ardından Ebola'nın ölüm nedeninin araştırılması için devletlerarası tıbbi komisyon oluşturdular. Otopsi raporunda, her ne kadar Ebola'nın bazı organlarında sağlık açısından birtakım yetersizlikler olsa da ölümün doğal bir ölüm olduğu yazıldı. Böylece Nijerya’nın yeni askeri lideri devletlerarası bir baskı ile karşılaşmaksızın yönetimde tek başına söz sahibi oldu. Ortamı yatıştırmaya, havayı yumuşatmaya, insanlar tarafından kabul gören kararlar almaya devam etti. Eski lidere karşı başarısız bir darbe girişiminde bulunmakla suçlanan bir grubu serbest bırakarak siyasi rakiplerine karşı sınırsız bir hoşgörü içerisinde bulunduğunu gösterdi.

Daha sonra 20 Temmuz 1998 günü yaptığı önemli bir konuşmada Aralık ayında yapılması kararlaştırılan seçimlerin gelecek yılın başlangıcına ertelendiğini ve 1999 yılının Mayıs ayında yapılacak seçimleri kazanan sivillere yönetimi devredeceğini açıkladı. Ardından eski diktatör tarafından kurdurulan siyasi partilerin çok kötü partiler olduğu itiraf ederek kapatılmasını emretti. 1993 yılında yapılan seçimlerin "birtakım kurumlar, şahıslar ve siyasi örgütler tarafından yapılan oyunlar ve manevralardan ibaret olduğunu" kabul ederek 93 seçimlerini organize eden Milli Seçim Kurulu'nun da iptal edilmesini emretti.

Tüm bunlar, bir buçuk ay gibi gerçekten çok kısa bir zaman içerisinde hızla gelişen şaşırtıcı olaylara neden olan etkili bir senaryodur.

Şüphesiz ki bu türden bir senaryo, Nijerya'daki çıkarlarını korumak amacıyla büyük bir devlet tarafından hazırlanmıştır. İngiltere eskiden Nijerya'yı sömürüyordu, Dolayısıyla şekli olarak bağımsızlık tanıdıktan sonra da sonsuza kadar Nijerya'dan çıkmak istemeyecektir.

Nijerya, yüz milyonu aşkın nüfusu ile kara Afrika'nın en büyük ülkesidir. Servet açısından çok zengin bir devlettir. En önemli serveti doğal gaz ve petroldür. Bunun yanında ülkenin önemli bir bölümünü kapsayan verimli arazilere otlaklara sahiptir. Nijerya Hıristiyanlarının büyük bir kısmı İngiltere’deki Anglikan kilisesine bağlı Hıristiyanlardan oluşur. Resmi dili İngilizce olup İngiliz Commenwelt Topluluğuna üye ülkelerdendir. Nijerya Batı Afrika ülkeleri içerisindeki en önemli ülkelerden birisidir. Bölgedeki diğer ülkeler üzerinde önemli etkinliği vardır. Sierra Leone'de egemen olan bir grup askeri devre dışı bırakmak ve seçilen yönetici Ahmed Kibah’ı tekrar yönetime getirmek için Nijerya ordusunu kullanmak İngiltere siyasetinde var olan hususlardandır. Yapılan bu inkılapta İngiliz Şirketi Sendlain International’ın Nijerya ordusu ile yardımlaşması İngiltere'nin bu hedefine işaret etmektedir. İngiltere ve Avrupa Birliği büyük çaplı Nijerya pazarını tekeline almak ve Amerika'yı bu pazardan mahrum etmek için çalışmaktadır. Bu arada Amerika, Komenwelt bağlantısı ve koruma politikaları nedeniyle Amerikan ürünlerine kapalı olan Nijerya pazarını açmak için çaba göstermektedir.

Amerika, İngiltere'nin ve Avrupa'nın Nijerya üzerindeki egemenliğini kırmak için, Nijerya'nın İngiltere'ye bağlı kalmasını sağlayan ve Amerika'nın Nijerya'ya girmesini engelleyen askerleri yönetimden uzaklaştırmak amacıyla doksanlı yılların başlarında Nijerya'ya baskı yapmaya başladı. Bu amaçla demokratik seçimlerin yapılması, yönetimin sivillere devredilmesi için girişimlerde bulundu. Nijerya'nın eski lideri İbrahim Babancida'yı görevinden uzaklaştırma hususunda büyük devletlerin de yardımını içeren Amerika'nın bu baskısı sonuç verdi. Bu amaçla Babancida 1993 yılında demokratik seçimleri yapma kararını aldı. Ancak İngiltere'nin dostu olan askerler, Amerika tarafından tümüyle desteklenen Meşhud Ebola'nın seçimleri kazanacağını anladıklarında seçimleri iptal ettiler, Ebola'yı tutukladılar ve Babancida'yı yönetimden uzaklaştırdılar. Askerlerin iradesini ülke genelinde sağlayabilecek güçte olması nedeniyle general Sani Abaça'yı göreve getirdiler. Abaça yönetimde kaldığı süre içerisinde ülkeyi askeri diktatörlükle yönetti. Kendisine karşı çıkan düşünürleri idam ettirdi, kendi görüşüne muhalif olan hiçbir kimseyi bırakmadı. Böylece Amerika'nın önündeki tüm imkanları ortadan kaldırdı. Bu nedenle seçimlerden bu yana Amerika'nın elindeki fırsatlar kaybolmuş oldu.

Ancak Amerika'nın ve devletlerarası baskı, Abaça'ya karşı çıkışları artırdı. Özellikle çok kötü niteliklerle özdeşleşmiş olan askeri görüntü Nijerya'ya baskı uygulayan devletlerin katılımını artırdı. Nijerya devletine karşı farklı cezaların uygulanması yönünde fikirlerin gündeme gelmesi ile birlikte İngiltere, Abaça’yı değiştirmek için çalışmaya başladı. Amerikan New York Times gazetesinin Abaça’nın zehirlenerek öldürüldüğünü açıklaması da bunu göstermektedir. Amerika Dışişleri Bakanlığı adına konuşan James Rubin: “raporların böyle söylediğini biliyoruz" diyerek bu hususa işaret etmekte ve kesin olmasa da böylesi bir raporun varlığını reddetmemektedir.

Biz ise Abaça’nın öldürüldüğü görüşünü tercih ediyoruz. Çünkü şu anda yönetimi elinde bulunduran General Abdüsselam Ebu Bekir, Abaça’nın ölümünü bekler bir hava içerisinde Abaça’nın politikasını hemen değiştirdi. Şayet Abaça’nın ölümü beklenmeyen bir olay olsa idi bu derece hızlı bir şekilde politika değişikliği olmazdı.

Görünen o ki İngiltere, Abdüsselam Ebu Bekir’in şahsında, sivil görüntü altında makbul ve makul bir şekilde askeri yönetimi uygulayabilme özelliğini gördü. Askerleri öne çıkarmaksızın sivilleri ikna ederek yönetimde imiş gibi bir uygulama söz konusu olacaktı. Meşhud Ebola, birçokları tarafından gelecekte yapılacak seçimlerde hem Müslümanların hem de Hıristiyanların beğenisini elde edebilecek, oylarını alarak seçimi kazanabilecek en kuvvetli kişi olarak değerlendiriliyordu. Ancak Ebola’nın ölümüyle, sivil bir üslupla ülkeyi yönetmeleri için meydan askerlere kaldı. Büyük bir ihtimalle Türkiye veya benzeri yerlerdeki uygulamalarda olduğu gibi. Olayın böyle olduğunun göstergesi General Abdüsselam Ebu Bekir’in yaptığı açıklamalardır. Zira General Abdüsselam’ın, 1993 seçimlerinin iptal edilmesinden üzüntü duyduğunu söylemesi ve daha önce açıkladığının tam tersine yeni seçimlerin gelecek yıl kesinlikle yapılacağı sözünü vermesinin nedeni; askerlerin kazanmalarını garantileyecek şekilde seçim şartlarının hazırlanması ve böylece Amerika’nın Nijerya’ya girme fırsatının elinden kaçmasını sağlamaktır.

30 Rabiulevvel 1419

24/07/1998

 

ERİTRE-ETYOPYA ÇEKİŞMESİ

Eritre güçlerinin iki ülke sınırındaki bölgeleri işgal etmesi ile Habeşistan (Etyopya) ile Eritre arasındaki son çatışmalar başladı. Daha önceleri Etyopya parasını kullanmakta olan Eritre bu para birimini kullanmayı iptal ederek kendisine ait özel bir parayı kullanmaya başladı. Yine Eritre’nin 1995 yılında Kızıldeniz’deki Haniş adasına saldırıda bulunduğu ve orada bulunan Yemenlileri kovduğu bilinmektedir.

Dikkat edilirse Eritre, Etyopya’dan bağımsızlığını koparmasından yıllar öncesinden bağımsızlık düşüncelerini yüceltmeye, bölgesel rolünü sınırlandırmaya, Etyopya’dan bağlarını koparma ve Etyopya’nın egemenliğinden kurtulma girişimlerine başlamıştı. Eritre’den bağımsızlığını kopardıktan sonra da, devlet ismi altında yani bir yönetime sahip olmasından öte, Etyopya’nın bir parçası olmaktan kurtulamamıştır.

58 milyon nüfusa sahip olan Etyopya, Eritre birliklerinin ticari açıdan can damarı sayılan limana kadar ulaşmaktadır. Etyopya, üç milyonluk Eritre’nin dış ticaretinin %70’den fazlasının gerçekleştirildiği limanla olan bağlarını kestiği zaman Eritre yok olma noktasına gelmektedir.

Bu nedenle Eritre, Etyopya’nın boyunduruğundan tamamen kurtulmaya, ekonomik kaynaklarını çeşitlendirmeye ve toprakları üzerindeki egemenliğini iyice yerleştirmeye çalıştı.

Ancak her iki ülke de Amerika’ya tabidir. Amerikan yönetiminin Ruanda’nın Ruanda’daki yönetim, Fransız nüfuzundan Amerikan nüfuzuna geçtiği zaman Eritre ve Etyopya tarafından destek bulmuştu ortak girişimlerde bulunma önerisini, Etyopya hemen kabul etti. Ancak Eritre, kendi toprakları olduğu gerekçesi ile işgal ettiği topraklardan çekilme çağrılarına çekince koydu. Amerika ise Eritre’nin girişimlerini baltaladı. Bu noktada Eritre’nin hariciye dairesi müdürü 6/6/98 tarihinde El-Cezire el-Fedaiye kanalına verdiği demeçte şöyle diyordu: “Amerika-Ruanda girişimleri, hükümetin incelemeleri ile tamamlandı.”

Diğer taraftan ise İngiltere Kaddafi aracılığı ile Libya’nın girişimlerde bulunması önerisi ile olaya bununu sokmaya çalıştı. Elinde Eritre başkanı Ayad Ali Üsayes Ufurkı’nın bulunmasına istinaden İsrail de aynı türden bir teşebbüste bulunduysa da bu durum, girişimlerde bulunması için bir neden oluşturmadı.

Eritre’nin Amerika’nın girişimlerine çekince koyması, Amerika’ya boyun eğmediği anlamına gelmez. Eritre, bağımsızlığının muallakta kalmaması için, Etyopya ile aralarındaki sınırları kesin bir şekilde çizilmesinde Amerika’yı yardımcı olmaya ikna etmek istemektedir. Zira Etyopya’nın Eritre ile olan sınırlarının belirlenmemesi, Etyopya’nın düşünceleri hakkında Eritrelilerin şüphelerini devam ettirecektir.

Bu isteğin tekidi ve yerleşmesi için Eritre, iki devlet arasında sürekli olacak yeni sınırların çizilmesi meselesinde Afrika Birliği Örgütü’nü olaya müdahale etmeye çağırdı.

20 Sefer 1419

17 Haziran 1998

AFGANİSTAN’DA TALİBAN HAREKETİNİN İLERLEMESİ

Mezarı Şerif şehrinin Taliban güçlerinin eline geçmesiyle birlikte Tacik Askeri Lider Ahmet Şah Mesud’un denetiminde bulunan Pançir vadisi ve Şii " Birlik Partisinin" denetiminde bulunan bazı bölgeler dışındaki tüm bölgeler Taliban güçlerinin eline geçti.

Taliban güçleri Afganistan üzerinde devletlerarası otoritesini kabul ettirebilmek için tüm Afgan toprakları üzerinde hakimiyet sağlamak üzere Ahmet Şah Mesud’un egemen olduğu bölgelere doğru ilerlemesini sürdürecektir.

Taliban güçlerinin elde etmiş oldukları bu hızlı başarılar, bölgedeki devletlerarası ve yerel durum üzerinde uygulanmakta olan politikalarda çok önemli siyasi değişikliklerin olacağına işaret etmektedir. Bu hususa delalet eden en önemli göstergeler ise şunlardır.

A-Yıllardan beri Afganistan da savaşan eski mücahit grupların son günlerde seslerinin gittikçe kesilmesi ve gerilemeleri,

B-Aynı zamanda Taliban güçlerinin hızla ilerlemeleridir.

Taliban hareketinin güçlenmesini devam ettirebilmek için Pakistan’ın eski mücahit guruplara sağladığı desteği çekmesinin dışında bu gurupların geri planda kalmalarının bir başka nedeni yoktur.

Pakistan, Afganistan siyasi haritası üzerinde etki yapabilecek güçte bölgesel tek devlettir. Zira Afganistan nüfusunun önemli bir bölümünü oluşturan Peştu’ların Pakistan’da kabilevî uzantıları vardır. Aynı zamanda Pakistan, Afganistan’ın doğal coğrafi uzantısıdır. Pakistan olmasaydı mücahit guruplar on yıl boyunca direndikleri Rusları seksenli yılların sonlarında Afganistan’dan kovamazlardı.

Pakistan’ın Afganistan’da Ruslara karşı savaşan gurupları desteklemesiyle mücahitler on beş binden fazla Rus askerini öldürmeyi başardılar. Bu guruplardan desteğini çektiğinde ise savaşı kaybettiler. Aynı guruplar ne askeri açıdan ne de siyasi açıdan tecrübeye sahip olmayan Taliban hareketinin önünde ise yenildiler. Bu durum Pakistan tarafından desteklenen herhangi bir hareketin veya grubun Afganistan da başarılı olacağı, aksi halde ise başaramayacaklarını göstermektedir.

Ancak Pakistan’ın Afganistan’daki eski guruplardan desteğini çekmesinin, onlardan kurtulmak istemesinin ve bunların yerine tüm Afganistan üzerinde Taliban hareketinin egemen olmasını arzulamasının nedenini anlamak için Amerikanın Afganistan üzerindeki düşüncelerine dönmek gerekir. Zira Amerika eski mücahit gurupların başarısızlıklarını gördükten sonra Afganistan’da istikrarlı ve güçlü bir devlet kurma isteğini artırdı. Çünkü bu gruplar arasında var olan kabile, ırk veya mezhep ayrılıklarına dayanan anlaşmazlıklar, Amerikanın hedefini gerçekleştirmeye engel oluyordu.

Amerika açısından Afganistan’da güçlü ve istikrarlı bir devlet kurulmasının gerekliliği; Amerikanın hayati çıkarlarının var olduğu Özbekistan, Tacikistan ve Türkmenistan topraklarına Afganistan’ın bitişik olmasından kaynaklanmaktadır.

Afganistan, bu konumu ile büyük bir stratejik önem kazanmaktadır. Pakistan ve İran gibi iki devletin arasında bulunması ise bir diğer durumdur.

Afganistan, İkinci Dünya Savaşından sonra Sovyetler Birliğinin İran yoluyla körfeze ve Hint yarımadasına inmesinin önünde güvenlik şeridi konumundaydı. Bu şerit 1961 yılında Kennedy ile Khrouchev arasında yapılan “Viyana konferansı” ile tarafsız bölge haline getirildi.

Daha sonraları Rusya Afganistan’daki yönetimi değiştirip 1979 yılında saldırıya başladığında Amerika mücahitlere her türlü silah yardımı yaparak Rus saldırısına tepki gösterdi. Aynı türden yardımı Amerika’ya tabi olan İran, Suudi Arabistan ve Pakistan gibi devletlerde yaptı. Yaptığı saldırının faturası Rusya’nın üzerinde kaldı. Askeri ve ekonomik açıdan büyük zararlara uğradı. Devletler arası itibarı sarsıldı. Sonunda yenik bir şekilde Afganistan’dan çekilmek zorunda kaldı.

Afganistan’ın güçlendirilmesi, Afganistan’daki Amerikan nüfuzunu güçlendirmek içindir. Zira Afganistan’ın gücü bölgede Amerikanın başlıca üssü olan Pakistan’ın güçlü olmasına dayanmaktadır. Afganistan’ın güçlenmesi Rusya‘ya tabi olan bağımsız ülkelerin güvenliğini ve istikrarını tehdit edecektir. Gerekli gördüğü zaman Rusya’ya karşı kullanması için Amerika’ya baskı kartını kullanma imkanı tanıyacaktır. Afganistan’ın istikrara kavuşması aynı zamanda Amerika ve müttefiklerine ait şirketlere, doğal gaz ve petrol boru hatlarının Türkmenistan’dan Hazar denizi ve Afganistan yolu ile Pakistan’a ve Hint Okyanusuna kadar uzatılması imkanını sağlayacaktır.

İşte Amerikanın bu çıkarlarını sağlanabilmesi için Afganistan’da güçlü ve istikrarlı bir devlete ihtiyaç vardır.

Ancak Afganistan’a komşu olan ülkelerden Tacikistan, Özbekistan ve Rusya’nın Taliban karşıtı olan Afganlı grupları desteklemesi iki nedenden ötürü Talibanın ilerlemesini etkilemez:

1- Afganistan’da bulunan Özbek ve Taciklerin Pakistan tarafından desteklenen Peştu’lardan daha az sayıda olmaları.

2- Rusya ve beraberinde bulunanların -Özbekistan ve Tacikistan- ekonomik durumları Taliban gibi milis güçleri besleyecek kapasiteden yoksun olmaları.

İran’ın Taliban karşıtı bir tavır takınmasının nedeni ise; Hazarlar olarak bilinen ve Şii “Birlik Partisi” altında örgütlenen Afganlı Şiilerin kazanmalarını sağlamak içidir.

Ancak İran’ın bu tutumu Taliban hareketinin ilerlemesi karşıtı cepheyi güçlendirmeyecektir. Çünkü Afgan halkının çoğunluğunu Sünniler oluşturmaktadır.

Öte yandan Taliban hareketinin tüm Afganistan üzerinde egemenlik sağlayabilmesi hususunda İran ile Pakistan arasında pazarlığın yapılması da söz konusudur. Bu pazarlıklar, Afganistan’daki İran çıkarlarının korunmasını Pakistan’ın kabullenmesiyle sonuçlanacaktır. Taliban karşıtı güçlerin askeri danışmanlık ve casusluk faaliyetlerinde bulundukları gerekçesi ile Taliban güçlerinin Mezarı Şerife girişlerinde tutukladıkları on bir İranlının serbest bırakılması da bu çıkarlar arsında yer almaktadır.

Ancak Taliban hareketi ile diğer karşıt gruplar arasını bulmak amacıyla yapılan bölgesel ve devletler arası arabuluculuk faaliyetleri ise ciddi değildir. defalarca başarısızlığa uğramış olması ise bunların kasıtlı davranışlar olduğunu göstermektedir. Bu nedenle Taliban hareketinin tüm Afganistan üzerinde başarı sağlayabileceği, Birleşmiş Milletlerin ölçülerine göre Afganistan da yasal devlet niteliğine sahip bir konumda olduğunun devletler arası toplum tarafından tanınması amacına ulaşabileceği ve -ne yazık ki –Amerika’nın da çizilen hedeflerini gerçekleştirebileceği söz konusudur.

H. 26 Rabiulahir 1419

M. 19.08.1998

 

Sayı 109...1419-C.Evvel/C.Ahir...Eylül/Ekim-1998...Yıl-10

Sayfayı Birine Gönder