MÜSLÜMANLAR VARLIKLARINI KORUMA UĞRUNA DA OLSA İSLÂMİ KİŞİLİK VE TAVIRDAN VAZGEÇMEMELİDİRLER 

 

Ahmed Seyfulislâm 

-2-

İSLÂMİ TAVIR NEDİR?

Peki müslümanlara yönelik bütün bu baskı, zulüm, saptırmalara, saldıralara karşı takınmaları gereken İslâmi tavır nedir? Sorusuna gelince: Elbette ki bu sorunun cevabını da akidemiz gereği olarak Yüce Rabbımız Allahu Teâla’nın hitabında aramamız gerekmektedir. Bu hususla ilgili bir kaç ayeti kerimeye dikkatleri çekmek istiyoruz:

"De ki; O ancak bir tek ilahtır. Ben sizin ortak koştuklarınızdan uzağım.” (En’am: 19)

“İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki; Biz sizden ve sizin Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz (reddediyoruz). Siz bir tek Allah’a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirtmiştir.” (Mümtehine: 4)

“De ki; Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza tapmam. Şu anda siz de benim kulluk ettiğime kulluk etmiyorsunuz. Ben de sizin taptıklarınıza asla tapacak değilim. Siz de benim kulluk ettiğime kulluk etmezsiniz. O halde sizin dininiz size, benim dinim bana." (Kafirun: 1-6)

“Onlar seni yalanlarsa de ki; Benim işim bana, sizin işiniz de size aittir. Siz benim yaptığımdan uzaksınız, ben de sizin yaptığınızdan uzağım." (Yunus: 41)

Bu ayeti kerimelerde görüldüğü gibi Allah’u Teâla, Resulünden ve ona tabi olanlardan; kâfirlere, müşriklere karşı kesin red tavrı ortaya koymalarını talep etmektedir. İnanç, fikir, söylem ve eylem bazında onlardan olmadıklarını, müslüman olduklarını açıkça ilân etmelerini talep etmektedir. Bilinen bir usulü tefsir kaidesine göre Allah’u Teâla’nın Resulüne hitabı, ona hasredilmedikçe ümmetine de hitaptır. Buna göre Allah mü’minlerden, müşriklere, kâfirlere karşı “Biz sizden değiliz, sizin inanç ve fikirlerinizi, eylemlerinizi benimsemiyor ve paylaşmıyoruz. Bizim safımız budur. Bu safımız ve tavrımızı da değiştirici değiliz” tavrını sergilemelerini talep etmektedir.

Buna göre bugün müslümanlar çağdaş müşriklere, laiklere, kemalistlere, demokratlara ya da krallara karşı “Biz laikliği, kemalizmi, demokrasiyi, liberalizmi, krallığı benimsemiyoruz. Biz müslümanız” demeleri gerekmektedir. Yoksa laik, kemalist, demokrat, liberalist, kralcı olduğunu söylemeleri, bu düşünce ve sistem kalıplarında, eylemlerde bulunmaları değil!..

Allahu Teâla mü’minlerden Kelime-i Tevhid çizgisinde kesin İslâmi tavır ortaya koymalarını talep ediyor ve nusretini, yardımını bu çizgide sebat etmeye bağlı kılıyor. Nitekim şöyle buyuruyor:

"Allah iman edenleri dünya hayatında da ahirette de sabit söz ile (kelime-i tevhid ile) ayaklarını sabit kılar. Allah zalimleri ise şaşırtır. Allah dilediğini yapar.” (İbrahim: 27)

Yani "Lailahe illallah" kelimei tevhidinde sabit kalıp o çizgide tavır sergileyenlerin ayakları dünyada hidayetin dışına çıkmaz. Ahirette de azaba düşmez. Allah o ayakları sabit kılar. Zalimler ise kelime-i tevhid çizgisini yani hidayeti görüp benimsemeyenler, benimseyip gereğini yapmayanlardır. Allah öylesi kimseleri de ne yapacağını bilmezliğin şaşkınlığına düşürür de doğruyu göremez olurlar.

"De ki; Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümümün hepsi alemlerin Rabbı Allah içindir. O’nun ortağı yoktur. Bana böyle emrolundu. Ve ben müslümanların ilkiyim." (En’am: 162-163)

Peygambere hitap kendisine hasr olunmamışsa ümmetine de hitaptır. Burada da öyle bir hasr söz konusu değildir. O halde; “Ey müslümanlar şöyle deyin: Bizim namazımız, ibadetlerimiz, hayatımız, ölümümüz alemlerin Rabbı Allah içindir. O’nun hiç bir ortağı yoktur. Hayatımızda O’ndan başka kimsenin hükümranlığını kabul etmeyiz. Böyle olmakla emrolunduk. Biz müslümanlarız, deyin” demektir.

İşte Allah (c.c.) bizim söylem, eylem, tavır ve kişiliğimizi böyle tayin ve talep ediyor.

“Ben müslümanlardanım deyip salih amel işleyerek insanları Allah’a davet eden kimsenin sözünden daha güzel sözlü kim olur?" (Fussilet: 33)

Allahu Teâla’nın bu şekilde methettiği bir husus, şiddetle talep ettiği bir husustur. Öyle olmayı farz kılmaktadır. Yani İslâm şahsiyetini söz ve eylemle izhar edip şeri hükümlerle kayıtlı kalarak Allah’ın dininin hakimiyetine davet etmeyi farz kılmaktadır.

"De ki; Ey kitap ehli! Sizinle bizim aramızda eşit bir kelimeye (kelime-i tevhide) geliniz. Allah’tan başkasına tapmayalım. O’na hiç bir şeyi ortak koşmayalım. Ve Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilahlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse işte o zaman; Bizim müslüman olduğumuza şahit olun, deyiniz.” (Ali İmran: 64)

İster kitap ehli olsun ister başka din ehli olsun, onlar ile müslümanlar arasında ilişki, dialog değil sadece Kelime-i Tevhid’e davet şeklinde olur. Onlar bu davete icab etmediklerinde ise müslümanlar kendi kişilik ve çizgilerini korurlar ve bunu ilan ederler. Biz müslümanız, derler, onları küfürleri ile kabullenmezler. Ancak onlarla zimmet ahkamına göre muamele olunur. Bu durumda ise onlar müslümanların zimmetindedirler, yani müslümanlardan aşağı konumdadırlar.

Müslümanlar müslüman ismini ve kimliğini taşımaktan onur duymalıdırlar, bir kompleks ya da eziklik değil.! Zira onlara bu ismi Allah vermiştir. Ki bu kişilik ile insanlığa şahidlik yapsınlar, yani onlara risaleti hidayet ve nur olarak götürsünler.

“Peygamberin size şahid olması sizin de insanlara şahid olmanız için, gerek bundan önceki (kitaplarda) gerekse bunda (bu kitapta) size ‘müslümanlar’ ismini O (Allah) verdi. Öyle ise namazı kılın, zekatı verin ve Allah’a sarılın. O ne güzel mevladır ve ne güzel yardımcıdır.” (Hac: 78)

Allahu Teâla müslümanları bu kişiliklerini unutmalarından sakındırıyor. Şöyle buyurmuştur:

"Ey iman edenler! Allah’tan korkun (takvalı olun). Herkes yarına ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun ‘takvalı olun). Zira Allah yaptıklarınızdan haberi olandır. Allah’ı unutup da, Allah’ın da kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar fasıktırlar." (Haşr: 18-19)

Kişinin Allah’ı unutması takvadan uzaklaşması yani amellerinde şeri hükümleri gözetmemesi ile olur. Bu durumda ısrar eden kimse ise bir müddet sonra kendisinin müslüman kişiliğini de unutup fasıklar topluluğuna karışır… Bu durum bir müslümanın başına gelebilecek en büyük felaketlerdendir. Allah korusun!

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun (takvalı olun) ve dosdoğru söz söyleyin. Allah işlerinizi düzeltsin ve günahınızı affetsin. Kim Allah’a ve Rasulüne itaat ederse büyük bir kurtuluşa erişmiş olur." (Ahzab: 70-71)

Rabbımız Allahu Teâla, mü’minlerden batıl-yanlış, kaypak, muğlak söz değil dost doğru hak söz söylemeyi talep ediyor. Bunu takvalı olmanın gereği kılıyor. Kavli ile fiili, söylemi ile eylemi İslâmi açıdan tutarlı olduğunda, Allah mü’min kullarının işlerini düzelteceğini ve günahlarını affedeceğini de vaad ediyor. Bu çerçevede Allah ve Rasulüne itaatın, mü’mini büyük kurtuluşa eriştireceğini de bildiriyor. Yani dünyada dalalet ve zilletten, ahirette ise azaptan-hüsrandan kurtuluş…

İşte bu ve benzeri bir çok ayeti kerimeler ile Allahu Teâla mü’minlerden kâfirlere karşı nasıl tavır takınacaklarını açıkça ortaya koymakta ve bu çizgiden çıkmaktan onları sakındırmaktadır. Bazılarının zannettikleri gibi Rabbımızın mü’minlerden talep ettiği bu tavır mü’minlerin güçlü oldukları dönemlere mahsus bir tavır değildir. Bilakis Allahu Teâla’nın bu talebi mü’minlerin en zayıf oldukları dönemlerde gelmiştir. Bu ayetlerin büyük çoğunluğu Mekke döneminde gelmiştir. Nitekim ilk müslümanlar Allahu Teâla’nın bu talebini davranışlarına yansıtmışlar, böylelikle Allahu Teâla’nın rızası ve nusretine nail olmuşlardır.

Buna bir örnek; Mekke’de müşriklerin dinlerinden dönmeleri için müslümanlara baskılarını artırdıkları bir dönemde bir gurup müslümanın Rasulullah (S.a.v) Efendimizin tavsiyesi üzerine Habeşistan’a gittiklerinde sergiledikleri tavırdır. Oraya hicret edip iltica eden mü’minler imkanları bol ve maddi açıdan güçlü bir durumda değildiler. Onlar oraya vardıklarında, bundan haberdar olan Mekke müşrikleri Habeş kralına elçi gönderip mü’minlerin iltica taleplerini reddettirmeye çalıştılar. Mekke müşriklerinin elçileri Krala, kendisinden iltica talebinde bulunan o kimselerin bozguncu, anarşist olduklarını, toplumlarında huzursuzluk çıkardıklarını, baba ile oğlu birbirinden ayırdıklarını, o toplumda atalarından kalma dinlerini terk edip yeni bir din icad ettiklerini, kurallara uymadıklarını, bu toplumda da huzursuzluk sebebi olacaklarını, kralın kurallarına uymayacaklarını, meselâ, kralın huzuruna gelince rukü ve secde yapmayacaklarını söyleyerek, onu mü’minler aleyhinde kışkırtmak istediler. Ancak Kral hemen onların telkinleri ile karar vermeyip kendisine iltica talebinde bulunan mü’minleri de dinlemek istedi ve onları yanına çağırttı. Mü’minler kralın kurallarına, yasalarına rağmen huzuruna gelince rukü ve secdeye varmadılar ve karşısında dimdik durdular. Kral onlara bunun sebebini, kim olduklarını ve davalarının ne olduğunu sorunca da; “dost doğru” konuşarak, kendilerinin müslüman olduklarını, Allah’ın gönderdiği Rasulullah Muhammed’in (s.a.v) getirdiği İslâm Dini’nin mensubu olduklarını, onun için sadece Allah’ın huzurunda rukü ve secde yaptıklarını açık sözlülükle dosdoğru bir şekilde anlattılar ve kişiliklerinden, çizgilerinden zerre kadar taviz vermediler. Yalpa yapmadılar… Sizin Rasulünüz size ne getirdi diye Kral onlara sorunca da onlardan birisi hemen Meryem suresini okudu. Ki bu surede Kralın inancının çürütülmesi var. hak sözün açığa vurulması var… Fakat Kral bütün bunlara rağmen mü’minlerin ülkesinde kalmalarına izin verdi. Allah onun kalbini yumuşattı…

Bundan da anlaşılıyor ki, mü’minler o kadar zor ve zayıf anlarında dahi varlıklarını koruma uğruna Kelime-i Tevhid çizgisinden ve kişiliklerinden asla vazgeçmemişlerdir. Allah’ın yardımına da böylece müstehak olmuşlardır.

“Efendim, şimdi biz zayıfız, kâfirler güçlü onlara karşı böylece açık-keskin İslâmi tavır sergilersek, o zaman bizi ezerler, yok ederler. Onun için onların şerlerinden korunmamız ve varlıklarımızı muhafaza edebilmemiz için güçlenesiye kadar onlardan görünelim, onların hoşlanmadığı söylem ve eylemleri terk edelim. Biz de demokrat, liberalist, kemalist, milliyetçi, laik, cumhuriyetçi, kralcı söylem eylemlerde bulunalım.” v.b. gerekçelerle tavırlar ortaya koymak, şer’an caiz olmadığı gibi akıllıca bir iş de değildir. Zira akıllı iş Allah’a kulak vermek ve O’nun komutlarına teslim olmaktır.

İSLÂMİ TAVRIN PRATİĞİ

Allahu Teâla’nın, yukarıdaki talebi olan İslâmi tavır ve kişilik sergilemenin pratiği nasıl olacak? Meselâ; başörtüsü yasağı karşısında müslümanların göstermeleri gereken tepki nasıl olmalıdır? Bunun cevabı yukarıdaki ayeti kerimelerin ışığında şöyle olur:

-Başörtüsünü, tesettürü yasaklayanlar, Allah’ın emri olduğu için yasakladıklarını gizlemiyorlar. Toplum ve devlet yaşantısına dini yani Allah’ın emirlerini esas alamayız. Biz laikiz onun için devlete ait kurumlarda Allah’ın emri de olsa başörtüsünü yasaklarız, diyorlar… Buna karşı müslümanlar elbette tepki göstermeleri gerekir. Bu tepkilerini kendilerine yakışır, ağır başlılık, olgunluk vakar ile yapmalıdırlar. Polis ve jandarma ile çatışmaya girmeden, okul ve binaları tahrip etmeden toplantılarla, mitinglerle, yürüyüşlerle, konferanslarla, röportajlarla v.b. her türlü meşru yöntemlerle ancak İslâmi çizgi, söylem ve tavırlarla sergilemelidirler. Bu da;

- Lailahe illallah Muhammedun Rasulullah! Allahu Ekber!

- Biz ancak Allah’ın emirlerine boyun bükeriz. Başörtüsü de Allah’ın emridir! Ne laik ne demokrat. Adım müslüman! Rabbımız Allah! Allahu Ekber… demeleri ve sadece bu temaları işlemeleri gerekir. Demokrasi, insan hakları, özgürlükler v.b. batıl sözleri ve eylemleri bu pak hakikatlara karıştırmamaları gerekir.

İşte akidelerinin ifadesi olan bu söylemler onlara güç kazandıracaktır. Neticeyi sadece Allah’tan bekleyerek bu tavrı sergilemeleri onlara kafir düşmanlarının karşısında heybet ve vakar kazandıracaktır. Kâfirlerin kalbine korku saçacaktır. Nitekim Allahu Teâla, mü’minlere kâfirlerin demokrasi, özgürlükler, laiklik, insan hakları gibi telkinlerine değil de sadece Kendisine güvenmelerini o zaman müşrik ve kâfirlerin kalplerine korku salacağını ve sonlarının kötü olacağını şöyle bildiriyor:

"Ey iman edenler! Eğer kafirlere uyarsanız, sizi dininizden döndürürler. O takdirde büsbütün kaybedersiniz. Bilakis mevlanız Allah’tır. Ve O, yardımcıların en hayırlısıdır. Allah’ın hakkında hiç bir delil indirmediği şeyleri O’na ortak koşmaları sebebiyle, kâfirlerin kalplerine yakında korku salacağız. Gidecekleri yer de cehennemdir. Zalimlerin varacağı yer ne kötüdür!” (Ali İmran: 149-151)

Her zaman mü’minler kâfirlere karşı zaferi maddi üstünlükleri ile değil iman güçleri ile elde etmişlerdir. Mü’minlerin güce ve nusrete bakışları şöyledir: Mutlak güç ve kuvvet sahibi sadece Allah’tır. Biz zafer elde etmeyiz. O bize zafer verir. Allah’ın yardımı ve zaferine nail olmak ise sadece O’na güvenmek ve O’nun razı olacağı salih amel işlemektir… Mü’minler böyle inanırlar. Çünkü Allahu Teâla şöyle demektedir:

 

"Kim Allah’a tevekkül ederse, o kendisine yeter. Şüphesiz Allah emrini yerine getirendir.” (Talak: 3)

"Nusret, yalnızca güç ve hikmet sahibi Allah katındadır.” (Ali İmran: 126)

“Allah size yardım ederse, artık size üstün, galip gelecek hiç kimse yoktur. Eğer sizi bırakıverirse, ondan sonra size kim yardım eder? Mü’minler ancak Allah’a güvenip dayansınlar.” (Ali İmran: 160)

“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a yardım ederseniz (emirlerine uyarsanız) Allah da size yardım eder, ayaklarınızı sabit kılar. Kâfirlere gelince, onların hakkı yıkımdır. Allah onların amellerini şaşırtmıştır. Bunun sebebi, Allah’ın indirdiğini beğenmemeleridir. Allah da onların amellerini boşa çıkarmıştır.” (Muhammed: 7-9)

İSLÂMİ TAVRI TERK EDENLERE ALLAHU TEÂLA’NIN İHTARI

Müslümanlar bütün bu gerçeklere rağmen yukarıda da değindiğimiz geçersiz gerekçelerle İslâm akidesinin çizgisini ve tavrını terk ederler de "Biz hakiki laiklik istiyoruz! Özgürlük istiyoruz, demokrasi istiyoruz! Cumhuriyetin kurucusu ve bekçisiyiz!" diyerek bir çıkış yolu elde edeceklerini sanıyorlarsa boşunadır. Zira Allah bu tür tavrı kesinlikle reddediyor ve ehlini şiddetli zemmediyor. Şöyle ki:

"Onlar Kur’an’ı tedebbür etmiyorlar mı? (Kapsamlı, ayetleri birbiriyle ve vakıalarıyla bağlantılı bir şekilde düşünmüyorlar mı?) Yoksa kalpleri kilitli mi?

Şüphesiz ki kendilerine doğru yol belli olduktan sonra, ona arka dönenleri şeytan ümitlendirerek sürüklemiştir, kandırmıştır.

Bunun sebebi, onların Allah’ın indirdiğinden hoşlanmayanlara ‘bazı hususlarda size itaat edeceğiz’ demeleridir. Oysa Allah onların gizlediklerini biliyor.

Ya melekler onların yüzlerine ve sırtlarına vurarak canlarını alırken halleri nice olur?

Bunun sebebi, onların Allah’ı gadablandıran şeylere tabi olmaları ve O’nu razı edecek şeylerden hoşlanmamalarıdır. Bu yüzden Allah onların yaptıkları işleri boşa çıkarmıştır.

Kalplerinde hastalık olanlar, yoksa Allah’ın, besledikleri kinlerini açığa çıkarmayacağını mı sandılar? (Muhammed:24-29)

Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Rasule itaat edin. İşlerinizi boşa çıkarmayın.” (Muhammed: 33)

Görüldüğü gibi bu ayetlyerde Allahu Teâla insanları nifaka, şeytanın güdüm alanına düşüren ve kötü akibetlere düçar eden hallere dikkat çekerek mü’minleri uyarmaktadır.

Şeytanın umutlandırması, tuzağına düşürmek istediği kişilere haram bir şeyi göstererek "bunu yaparsanız şu büyük menfaatı, imkanı elde edersiniz. Onunla da daha büyük sevap işler, günahınızı affettirirsiniz," şeklinde telkinlerde ve vesveselerde bulunmasıdır. Bu oltadaki ya da tuzaktaki yem gibidir. Av için o yemde elbette bir menfaat vardır. Ancak av, aydın bakmaz da sadece yemi görürse, oltaya ya da tuzağa takılır kalır da kaybedenlerden olur. İşte mü’min aydın bir şekilde düşünüp Kur’an’ın nurundan aydınlanmaz, ufkunu açmazsa şeytanın yemlerine takılıp güdüm alanına girer de hidayeti göre göre ona sırt çevirir… Allahu Teâla bunu beyan ve tesbit ettikten sonra bir kişinin şeytanın güdüm alanına girmesinin sebebini ve ivmesini de şöyle beyan ediyor: “Onlar Allah’ın indirdiğinden hoşlanmayanlara ‘biz bazı hususlarda size itaat edeceğiz’ dediler” işte asıl dikkate alınması gereken husus da budur. Yani şeytan kişiye bu konumda iken etki edebiliyor. Bu, kişiyi şeytanın güdümü alanına düşürmeye hazırlayan bir tavır ve konum olarak gösteriliyor. Zaten şeytanın güdüm alanına girince artık o kişi yaptığı her yanlışı, çirkini, münkeri, haramı güzel ve doğru görür. Çünkü şeytan onun amellerini süslü gösterir.

“Şeytan kendilerine yapmakta olduklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan saptırmıştır. Bunun için hidayete giremiyorlar.” (Neml: 24)

Şimdi kişiyi şeytanın güdüm alanına girmeye hazır hale getiren o sebebi günümüzün vakıası ile bağlantısını kurarak incelersek şunu görürüz: Allah’ın emirlerine, şeriatına, düzenine nefret eden, ondan asla hoşlanmayan çağdaş müşriklere, tağutlara, laiklere, kemalistlere, kralcılara gidip “Biz bazı hususlarda size tabi olacağız. Cumhuriyeti koruyacağız, laikliği uygulayacağız. Demokrasiyi benimseyeceğiz, Krala tabi olacağız. Siz de bize fazla baskı yapmayın. Vakfımıza, okulumuza, yurdumuza, şirketlerimize dokunmayın” şeklinde bir tavır sergilemek, işte kişiyi şeytanın güdüm alanına düşürür…

Ayrıca Allahu Teâla, kişinin akibetinin kötü bir ölüm olmasını hazırlayan sebebi de şöyle açıklıyor: “Onlar Allah’ı gazaplandıran işlere tabi olur. Allah’ın rızasına götürecek işlerden hoşlanmazlardı.” Yani hangi maksatla olursa olsun farzları terk, haramları işlemek Allah’ı gazaplandırır. Farzları ve mendupları işlemek de Allah’ı razı eder. İşte Allahu Teâla buna dikkati çekip Allah’ı kızdıracak işlere tabi olmanın ve Allah’ın hoşlandığı hususlardan hoşlanmamanın kişiyi kötü bir akıbete düçar edeceğini, dünya ve ahirette amellerini boşa çıkaracağını açıkça beyan etmektedir.

Bununla birlikte, Allahu Teâla, iman edenleri bu duruma düşmemeleri için, şeytanın güdüm alanına düşürecek söylem, eylem ve tavırları terk edip Allah ve Rasulünün talep ettiği eylem, söylem ve tavırlara tabi olmaya davet edip aksi halde amellerinin boşa çıkacağına, nifaka düşeceklerine dikkat çekerek uyarıyor.

İşte asıl akıllı davranış Alemlerin Rabbı, mutlak kudret sahibi Allahu Teâla’nın bu ikazlarına, hitap ve taleplerine kulak vererek O’nun hoşnutluğunu, nusretini, af ve mağfiretini kazanmaya çalışmaktır. Günümüzde müslümanlar kafirleri hoşnut kılmak için gösterdikleri gayreti Allah’ı hoşnut kılmak için gösterselerdi halleri kesinlikle böyle olmazdı. Zira Rabbımız Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:

“Rızasını arayanı Allah onunla (göndermiş olduğu nur ve apaçık olan kitap ile) kurtuluş yollarına götürür. Ve onları izni ile karanlıktan aydınlığa çıkarır. Dost doğru yola iletir." (Maide: 16)

O halde müslümanlar, günümüzde düşmanları kâfirlerin çeşitli saldırıları karşısında akidelerinin çizgisinde dost doğru durup İslâmi kişilik ve tavırdan taviz vermemelidirler. Kuvvet, izzet ve nusreti yalnız Allah’tan beklemeliler ve O’nun hoşnutluğunu kazanmaya çalışmalılar. Kâfirlerin hoşnutluğunu da zaten kâfir olmadıkça kazanamayacaklarını, dolayısı ile o yolda hep kaybedeceklerini unutmamalılar. Akıllarını başlarına alıp “Rabbımız Allah’tır”, “Allah’tan başka ilah yoktur”, “Allahu Ekber”, “Ne laik ne demokrat, adımız müslüman” demelidirler. Bu çizgide Allah’ın dininin ikamesi yani hakim kılınması için şeri hükümler çerçevesinde çalışmalıdırlar… Bilmelidirler ki onları içinde bulundukları tağuti zulüm ve zulümattan nura, adalete ve selâmete çıkaracak olan Allah’ın nuru olan Dinini hayata hakim kılacak ve aleme nur ve hidayet olarak cihad ve tatbik yoluyla taşıyacak olan Raşidî Hilâfet Devleti’dir. İşte onun kurulması için ihlasla çalışmaları, onların dünya ve ahirette kurtuluşlarının vesilesi olacaktır inşaallah. Bunun için, tüm müslüman kardeşlerimizi bu kutlu çalışmaya katılmaya şu ayeti kerimelerin ışığında davet ediyoruz:

"Dini ikâme edin (dosdoğru tutun, hakim kılın). Onun hakkında ayrılığa düşmeyin. Müşrikleri kendisine çağırdığınız husus (Allah’ın dininin hakimiyetine girme çağrısı) onlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir.” (Şura: 13)

“Haydi kâfirlerin hoşuna gitmese de Allah için dindar ve muhlis olarak Allah’a davet edin." (Mü’min: 14)

“Rabbımız Allah’tır deyip sonra dosdoğru yaşayanlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir." (Ahkaf: 13)

 
 

Sayı 109...1419-C.Evvel/C.Ahir...Eylül/Ekim-1998...Yıl-10

Sayfayı Birine Gönder