ORTADOĞU BARIŞ (TESLİMİYET) OPERASYONU
Uzun zamandan beri Amerika, İsrail-Filistin
görüşmelerinin başlamasını öneriyordu. Bu çerçeveden
olmak üzere bu görüşmelerde ele alınacak konular içerisinde
İsrail’in Batı Şeria’nın %13.1’inden çekilmesi
meselesinin yer aldığını açıklamıştı. Amerika’nın açıklamasına
Arafat muvafakat ederken Netenyahu 13.1 rakamına itiraz ederek
yalnızca %9 oranında çekilmeye muvafakat ettiğini açıkladı.
Ta o günden bu yana Amerika, heyetler göndermekte ve görüşmecileri
kabul etmektedir. Ancak Netenyahu hükümeti halen daha inadını
sürdürmektedir.
Acaba gerçek sorun 13.1 ya da 9 oranları
üzerindeki ihtilaf mıdır yoksa bu ihtilaf, dikkatleri başka
tarafa çekmek amacıyla yapılan bir perde ve saptırmaca
mıdır? Amerika’nın görüşmelerdeki rolü yalnızca
aracılık yapmak veya gözlemci olmak mıdır yoksa bölgedeki
egemenliğini daha da pekiştirmek istemekte, fakat İsrail bir
engel olarak önünde durmaktadır. İsrail’in kendisine
önerilen barışa karşı direnmesini, korkmasını gerektiren
gerçek nedenler nelerdir?
Birinci soruya cevap olarak, 13.1 veya 9
oranları arasındaki farkın gerçek neden olmadığını
kesinlikle söyleyebiliriz. Gerçek sorun, Amerika ile;
İngiltere, İngiltere’nin maşası konumundaki İsrail ve bölgedeki
İngiliz uşağı ülkeler arasında bölge üzerindeki nufüz
yarışıdır.
Ancak hiç kimse bu sözümüzden, İsrail
ile Amerika arasında gerçek anlamda bir ihtilaf olduğu
anlamını çıkartmamalıdır. Kesinlikle böyle bir ihtilâf
söz konusu değildir. Problem, Netenyahu liderliğindeki
İsrail hükümeti ile Amerikan yönetiminde yer alan güçlü
akımlar arasındaki ihtilaftan kaynaklanmaktadır.
Amerika Golan’ı kendisi için
istemektedir. Çünkü Golan stratejik bir bölgedir. Golan’a
hakim olduğu zaman doğrudan doğruya; Suriye, Filistin,
Ürdün ve Lübnan’a hatta daha uzak bölgelere de hakim
olabilecektir. Aynı amaçla İsrail de Golan üzerinde teşebbüse
geçti, Golan’daki yerleşim yerlerini artırdı. Amerika ise
Golan’dan bir karış bile taviz vermemesi için Suriye’ye
baskı yaptı. Bu baskılar neticesinde Amerika Rabin’den,
İsrail’in 4 Haziran 1967 sınırına kadar çekileceği ve bu
konuda referandum yapacağı yönünde şifahi olarak söz almayı
başardı. Ancak işaretler Rabin’nin sözünde sadık
olmadığını gösteriyordu. Zira Rabin referandum yapsaydı
çoğunluk bunu reddedecekti. Aynı şekilde İsrail
parlamentosunun oyuna başvurduğunda da aynı sonuç çıkacaktı
ve Rabin bunu biliyordu. Fakat kendisini Amerikan baskısından
kurtarmak için bu yola başvurdu. İşçi partisinin ve Likud’un
çoğunluğu, aşırı dincilerin tamamı İsrail’in Golan’dan
çekilmesine karşıdırlar. Rabin ile Netenyahu arasındaki
fark şudur: Netenyahu, Golan’dan çekilmeyi açıkça
reddetmekte, Rabin ise aldatmaya çalıştı ve öldürüldü.
Amerika, İsrail’i, İsrail-Suriye sürecine
kaldığı yerden tekrar başlatmak amacıyla, İsrail-Lübnan
sürecini çıkmaza soktuğu gibi şu anda da İsrail-Filistin sürecini
zora sokmaya çalışmaktadır. Yani Rabin’den aldığı,
İsrail’in 4 Haziran 1967 deki sınırlara kadar çekileceği
sözünün yerine getirilmesi için İsrail’e baskı
yapmaktadır. Ancak halen daha İsrail bunu reddetmektedir.
Bunun üzerine Amerika, Lübnan’a Suriye ile her yönden tavır
birliği içerisinde olmasını emretti. İsrail ise "Önce
Lübnan", "Önce Cizzin" diye isimlendirdiği
planın uygulanmasını ardından da tek taraflı olarak 425
sayılı kararı uygulamaya çalışmaktadır. Bunların tümünü
Lübnan sürecinin Suriye sürecinden ayrılması için
yapmaktadır. Ancak İsrail boşuna uğraşmaktadır, çünkü
Amerika’nın Lübnan’a baskısı çok şiddetlidir.
Filistin-İsrail sürecine gelince; Amerika,
görüşmelerden nasıl sonuç çıkacağını bilseydi Oslo
ittifakına izin vermezdi. Zira olaylar Amerika’nın kontrolü
dışında gelişmiştir. Ancak Amerika, Oslo ittifakına hakim
olabilmek ve uygulanmasında zorluklar çıkartabilmek için
anlaşmaya muvafakat ettiği görüntüsünü verdi. Oslo
ittifakında alınan kararların uygulanmasını zorlaştırmak
üzere üslup olarak Amerika şu şekilde kışkırtmalarda
bulunmuştur:
1-Amerika’nın Dışişleri eski
Bakanı Waren Christopher görevini halefine devretmesinin hemen
öncesine İsrail’e hitaben şöyle demiştir: “Golan’dan
çekilme zamanı ve miktarı İsrail tarafından tespit
edilecektir. Çünkü olay, İsrail’in güvenliğini
ilgilendirmektedir."
2- Dennis Rose’nun kışkırtmaları,
3-Kongre üyelerinin kışkırtmaları.
Bunların başında yer alan Geengrich; Dışişleri Bakanını
Filistinlilerin ajanlığını yapmakla suçlayarak Amerikan
yönetimine karşı kesin bir dille Netanyahu’yu
desteklemiştir. 16/3/1998 tarihli Assocatied Press ajansı,
Filistinli görüşmecilerden Hasan Asfur’a atfen şu
ifadeleri yayınladı: “Amerikalı görüşmeciler, yeni
bir Barış ittifakını gerçekleştirebilmek için Oslo Antlaşmalarını
törpülemeye çalışmaktadır.” “Amerikalı görüşmeciler,
İsrail’in bütün tavırlarını benimsemektedirler,”
diyerek Amerikalı temsilci Dennis Ross’u, Oslo
Antlaşmalarına karşı “kişisel düşmanlık tavrı
takınmakla” suçlamaktadır.
21/04/1998 tarihli Hearetz Gazetesi Luil
Marcos’un şu sözünü yayınladı: "Süper Devleti
temsilen görüşmeler yapan kişinin, dokuz yıldan bu yana
yapılan görüşmelerin son iki yılında yalnızca
gidip-gelmekle meşgul olması başarısızlığının
nedenlerindendir. Dennis Ross, hareket etmeden koşmaktadır.
Çünkü koşusunu yürüyüş aleti üzerinde yapmaktadır. Ne
yazık ki Oslo Anlaşmaları ile başlayıp Ürdün’le yapılan
barış anlaşması ile sona eren önemli görüşmelerin tümü,
Amerikan yönetiminin aktivitesinin dışında Beyaz Saray’ın
yaptığı tek şey etkili bir rolün olmaksızın törenlerin
yapılması için zemin hazırlamaktır.”
27/05/1998 tarihli Eş-Şarku’l Evsat
gazetesi, Amerikan Dışişleri Bakanı eski yardımcısı
Richard Mearfiy’in şöyle dediğini yazdı: “Amerikan yönetimi
Oslo antlaşmaları hakkında detaylı bilgiye sahip olmadığı
için söz konusu antlaşmaların olumlu sonuçları açıklandığında
ona şok yarattı. Oslo görüşmelerinin başarıya
ulaşmasının nedeni dışarıdan herhangi bir müdahalenin
olmamasıdır.”
Amerikan yönetimi, hem Christopher’in hem
de Dennis Ross ile kongre üyelerinden bir grubun; Netanyahu ve
hükümetinin, İşçi Partisi’nin Oslo ittifakından daha
fazlasını elde etmelerinin önüne komplo kurmalarına izin
verdi. Bu nedenle el-Halil’de Oslo Anlaşmasında verilenden
daha fazlasını almış, verdiği sözlere bağlı
kalmamıştır. Evleri ve toprakları işgal etmekle, Oslo
Anlaşmasını hiçe sayarak yeni yerleşim birimleri inşa
etmektedir. Amerikan yönetimi açık bir dille hareket ederken,
Netanyahu’ya komplo kuracak kişilere ise başka bir dille
hareket etmelerini öğütlemektedir.
Amerika Oslo Anlaşmasını yalnızca Golan için
zorlaştırmamaktadır. Çünkü Oslo Anlaşmasının içeriği
ve buna bağlı olan; Ürdün ile İsrail arasında yapılan "Vadi
Araba" anlaşması, Amerika’nın bölgede yapmak
istediği hususlar için uygun değildir. Amerika, İsrail’in
elinde bir maşa olarak kalmasını istemektedir. Ancak Oslo ve
Vadi Araba anlaşması, İsrail’i güçlendirmekte ve Amerika’nın
avucundan kaçmasına yol açmaktadır.
Öte yandan İsrail’in Suriye’ye karşı
izlemiş olduğu politika, Amerika’nın İsrail’e karşı
daha da dikkatli olmasını gerektirmektedir. Zira İsrail 96
baharında, ajanlarından birisinin saptırdığı gerekçesiyle
Suriye’yi vurmayı planlamıştı. Ancak Amerika, İsrail’i
durdurmayı başardı. Ardından 1997 yazında Türkiye
üzerinden Suriye’yi vurmayı planladı. Bu seferki teşebbüsünü
de Amerika önledi. Her seferinde İsrail, Suriye’ye
yapacağı saldırıyı geciktirmekte ve uygun şartların
oluşmasını beklemektedir. İsrail’in Suriye’ye saldırma
planı, İngiltere’nin planıdır, yalnızca İsrail’e ait
bir plan değildir. Bu plan üzerinde; İsrail, Ürdün, Irak ve
Türkiye arasında anlaşma vardır. Zira bu devletler ABD ile
birlikte hareket etmemektedirler. Suriye’ye saldırı
planında tamamı İngiltere ile ittifak halindedirler. Amerikan
yönetimi ile birlikte hareket eden Suriye yönetimini düşürmesi
için bu ülkelere fırsat tanınması durumunda Amerika, hem
Suriye’den hem de Lübnan’dan kovulacak ve heybeti yerle bir
olacaktır. Bu durumda İsrail, Golan’da kalmaya ve Lübnan
üzerinde egemenlik kurmaya daha da hırs gösterecektir.
Bu nedenle Amerika; İsrail, İngiliz
planına göre hareket ettiği ve avucunun dışında olmaya
devam ettiği sürece bu konuda kesin karar vermeyecektir.
Amerika tüm süreçlerdeki barış
operasyonlarını sonuca bağlama gücüne sahip olduğunu,
bunun ise Filistin süreci ile başladığını, Filistin
tarafının muvafakat ettiğini ancak İsrail tarafının halen
daha tereddütlü olduğunu ve zamanın neredeyse tükenmek
üzere olduğunu açıkladı. Görünen o ki Amerika, Netahyahu’ya
baskı yapmak üzere belli operasyonlar hazırlamaktadır. Hüsnü
Mübarek ve Chirack’ın çağırdığı, Devletlerarası
Barış Konferansı ABD’nin bu çerçevede yaptığı
işlerden birisidir. Yine Suud veliahtının Suriye ile Ürdün
arasındaki sorunları gidermek amacıyla organize ettiği Arap
Zirvesi de bu amaçla yapılmıştır. Ürdün ise, kendisinin
önündeki engellerin kaldırılmasından önce konferansın
yapılmasına karşı çıktı. Zira Ürdün, konferansta
İsrail’le olan ilişkileri iyileştirme çalışmalarını
durdurmasının talep edileceğini biliyordu. 96 yılında
Kahire’deki Arap Zirvesinde alınan kararların bazı Araplar
(Kral Hüseyin, Arafat ve diğerlerini kastediyordu) tarafından
halen daha uygulanmadığı gerekçesi ile de Suriye Zirvesi’nin
yapılmasına karşı çıkıyordu. Amerika bu konferanslarla,
Arapların ve müslümanların başlarındaki yöneticilerin
İsrail’le ilişkilerini iyileştirmek için hemen koşuşturmalarını
engelleyecek kararların alınmasını, İsrail’le iyi
ilişkileri olan devletlerin ilişkilerini de durdurmak
istemektedir. Bu durumu bilen Kral Hüseyin erken davranarak
7/6/1998 tarihinde İsrail’le ilişkilerinin devam edeceğini
açıkladı. "Kudüs" gazetesi Batılı bir
diplomattan naklen şu haberi yayınladı: “Başkan
Clinton, iki önemli nedenden ötürü bu Arap Zirvesinde ‘taktik
uygulamaya’ muhtaçtır:
Mısır-Fransa
ikilisinin ‘Barış Çağrısı’nı Amerikan girişimi
kuralına göre şekillendirmeye çalışılan yeni barış
çabalarına destek vermek,
B-Amerikan Kongresi içerisinde Netanyahu
hükümetini destekleyen güç odakları karşısında yönetimin
konumunu güçlendirmek. Kongrenin özellikle de temsilciler
meclisinin Netanyahu’nun uyguladığı politikayı daha da
desteklemeleri, Arap devletlerinde Amerika’nın çıkarlarının
zarar görmesine yol açacağı için, Amerikan yönetiminin çıkarına
olacaktır.”
Amerika’nın, Netanyahu ve hükümetine
baskı yapmak için hazırladığı işler arasında İsrail’in
içerisinde ve dünyadaki çıkarlarına da zarar verebilecek
askeri operasyonlar da yer almaktadır. Kahire’deki Arap
Üniversitesi’nin “Filistin Halkının Sürülmesinin
Ellinci Yılı” münasebetiyle düzenlediği konferansta
el-Ezher şeyhi Tantavi, 26/5/1998’de; işgal edilen
topraklarda bombalama operasyonlarının yapılmasının,
İsrail’e karşı güç kullanılmasının ve
öldürülmelerinin şeriata uygun olduğu yönünde fetva
verdi. Tantavi şöyle dedi: “İsrail’in göbeğinde
intihar saldırısı yapmak, her müslüman, Arap ve
Filistinlinin hakkıdır.” Aynı zamanda, İsrail’e
karşı güç kullanmayı ve etrafında duranlarla savaşmayı tüm
kanunların gerektirdiğine de işaret ederek şöyle dedi: “Biz
İsrail’den korkmuyoruz. Elbetteki savaşmak, cihad etmek ve
savunma yapmak gerekir. Kim bundan geri kalırsa mü’min değildir.”
Ezher şeyhinin böylesi bir ifadeyi kendiliğinden
söylemesi mümkün değildir. Bu sözü Mübarek’in yetki
vermesiyle söylediğinde şüphe yoktur. Mübarek ise böyle
bir işe Amerika tarafından görevlendirilmiştir.
Hamas’ın kurucusu Şeyh Ahmed Yasin, İslâm
ülkelerini kapsayan büyük bir geziye çıktı. Oslo
Anlaşmalarını çiğnedikten sonra İsrail’e karşı savaşa
devam etmek üzer kendisine para bağışlandığı ve
desteklendiği nakledildi.
Uzun zamandan bu yana Lübnan’da hareketsiz
bir şekilde oturmakta olan Filistinli örgütler,
üzerlerindeki tozları silkelemeye ve yeniden silahlanmaya
başladılar. Lübnan’daki partilerin İsrail’e karşı
Hizbullah benzeri silahlanma çalışmalarına tekrar
başlayacağı -İsrail inadında devam ederse- beklenmektedir.
Netanyahu hükümeti, başta Golan’dan
çekilmek ve inadından vazgeçmek olmak üzere, Amerika’nın
isteklerine boyun eğdiği zaman Amerika, İsrail’e karşı
başlattığı baskı operasyonlarını durduracaktır. Üstelik
İsrail’e, genişleme çalışmaları için en az bir milyar
dolar tutarında yardım yapacaktır. Aksi durumda ise baskılar
devam edecektir.
Fakat burada bir soru gündeme gelmektedir:
Netanyahu kendi kafasına göre hareket ederek Amerika’ya
meydan okuyabilir mi? Devletlerarası, bölgesel ve askeri
operasyonlar düzeyinde hazırlıklar yapmış olabilir mi?
Böylesi bir olay iki durumda mümkündür:
1-Netanyahu, Amerikan yönetiminin böyle
bir şey yapabileceğine veya izin vereceğine inanmamaktadır.
2-Kendisinde gerçekten büyük bir plan
vardır. Netanyahu, hazırladığı planın uygulanmasına neden
oluşturmak için Filistinlilerin askeri operasyonlar yapmalarını
beklemektedir.
Öyleyse Netanyahu ve beraberindeki
yönetimde bulunan aşırıların hazırladıkları plan
gereğince yapılacak büyük operasyon ne olabilir? Sonradan
yapılan açıklamalar bu operasyonun türü konusunda ipuçları
vermektedir.
21/02/1998 tarihinde Kral Hüseyin, Batı
Şera’da İsrail’e karşı girişilecek herhangi bir
operasyon hakkında uyarıda bulunarak şöyle demişti: "Nehrin
batı tarafında herhangi bir olay vuku bulursa korkunç gerçek
ortaya çıkar. Filistin’de bulunan halkımız ve çocuklarımızın
tümü bizim tarafımıza hemen harekete geçerler…
alternatifsiz vatanı gerçekleştirmek için ve Ürdün
biter."
Bu açıklamadan sonra 98 Mart’ının
ikinci haftasında, Şam’da yapılan Arap Ülkeleri Sağlık
bakanları toplaantısından dönmekte olan Ürdün Sağlık
Bakanı; Abdülhalim Haddam’ın, Sağlık Bakanlarına
ulaştırdığı şu sözü söyledi: “İsrail,
Filistinlileri Batı Şeria’dan ve Arap topraklarından göç
ettirmek, Irak topraklarında yerleşmeye zorlamak üzere
İsrail’in elinde bir plan vardır.” Suriye Başkan
yardımcısı iyice vurgulayarak konuşmasına şöyle devam
etti: "Plan Ürdün’ün işgalini de kapsamaktadır. Böylece
İsrail sınırları Irak sınırlarına kadar ulaşmış
olacaktır.” Israrla da şunu söyledi: “Kesinlikle
Ürdün diye bir şey kalmayacaktır.”
6/6/1998 tarihli "el-Hayat"
gazetesi; "Netenyahu, tankları harekete geçirebilmek
için intihar operasyonunu bekliyor" şeklinde bir
başlık attı. Bu başlık altında şu haberler yer aldı: “Netenyahu
Filistin devletinin yasallığını destekleyecek gösterilere
karşı iki tümeni alarma geçirdi. Savunma Bakanı Mordehay bu
tümenlere şiddet çağrıştıracak; Diken Tarlası ve Alevli
Çelik isimlerini verdi. İsrail planı, Filistin
şehirlerini çember altına almayı ve ambargo uygulamayı
gerektirmektedir.” “Bu durum muhtemel intihar
saldırılarına karşı ipotek olacaktır. Belki bu durumdan
faydalanacaktır… 1982 yılındaki Menahem Begin’in durumu
ile Netenyahu’nun şu andaki durumu birbirine benzemektedir.
01.06.1982 tarihinde Londra’daki İsrail elçisine yapılan
saldırı, Filistin Kurtuluş Örgütü ile İsrail arasındaki
ateşkesi sona erdirmişti.”
11.06.1998 tarihli haberlerde; Batı Şeria
halkından 400 bin kişinin Ürdün’ün güneyinde iskan
ettirileceğine dair bir planın bulunduğundan bahsedildi.
İsrail’i aşırı derecede korkutan ve
hemen akla gelen bu haberlere, Filistin’de (Batı Şeria ve 48’de
işgal edilen topraklarda) bulunan Arap yerleşimcilerin
sayılarının çok hızlı bir şekilde artış göstermesini
de ilave edersek, Netenyahu ve hükümetinin, Filistinlilerin
askeri operasyona kalkışmaları halinde büyük bir operasyona
girişeceği ihtimali ortaya çıkmaktadır.
İşte bu anlatılanlarda da gördüğümüz
gibi yahudiler, bir kez daha müslümanları boğazlamayı ve
binlercesini göç ettirmeyi planlamaktadırlar. Filistin
topraklarına ilave olarak Suriye, Lübnan, Mısır ve Ürdün
topraklarını işgal etmeye kalkışacaklardır. Irak’taki nükleer
santralı vurdukları gibi Pakistan’daki nükleer santralı da
vurmaya hazırlanmaktadırlar. Tunsu’ta Amman’da ve her
yerde saldırılarda bulunacaklar…
Ama ne yazık ki müslümanların
başlarındaki yöneticilerin; batılıların elinde, hareket
ettirdikleri zaman hareket eden, kendilerinden istenildiği
zaman da boyun eğen, itaat eden bir aletten, kukladan farksız
bir halde olduklarını görüyoruz.
H.17
Safer 1419
M. 12
Haziran !998
AFRİKA’DA DEVLETLER ARASI ÇEKİŞMENİN
ŞİDDETLENMESİ
Kenya’nın başkenti Nairobi ve Tanzanya’nın
başkenti Dârüsselâm’daki Amerikan elçiliklerine yönelik
yüzlerce ölü ve binlerce yaralının olduğu bombalı
saldırılar, patlamalar, Afrika’daki devletlerarası çekişmenin
şiddetlenmesinin çoğaldığı bir ortamda vukuu buldu. Afrika’da
kuvvetli Amerikan hamlesi, bakire siyah kıtanın bir bölgesinde
nüfuzunu yayma teşebbüsü, Clinton’un kıtanın birkaç
büyük devletlerine yaptığı önemli ziyaretinden sonra
dikkati çeken bir husustur.
Amerika’nın, Afrika boynuzu devletlerin ve
büyük kıyı devletlerinde hegemonyasını sağlama
başarısı Fransa, İngiltere, Belçika, İtalya gibi o bölgelerdeki
etkin Avrupa devletlerine şiddetli bir tokat niteliğindeydi.
Nitekim Fransa; Ruanda ve Brundi’de nüfuzunu Amerikan lehine
kaybettiğini itiraf etti. Onun için, Orta Afrika Cumhuriyeti,
Çad, Gabon, Senegal’da ve diğer Fransa güdümlü
devletlerde durumunu düzeltmeye başladı.
Artık Afrika’da diğer eski geleneksel
çekişmeler tekrar başladı. Nitekim, Angola’da Amerikan güdümündeki
hükümet ile İngiltere’ye bağlı Yunita Hareketi arasında
problemler meydana çıktı. Nijerya ve Liberya’da çekişme
sona erdi, İngiliz nüfuzu oralarda hakim oldu. Libya’da
Kaddafi, Sahra devletlerini toplayıp onları Amerikan
maslahatları aleyhinde seyretmek ve Amerika’nın ve
devletlerarası topluluğun Lockerbie olayından dolayı Libya’ya
uyguladığı hava ambargosunu sarsmaya çalışmak için
örgütlemeyi başardı.
İngiltere ve Fransa’nın, Amerikan nüfuzunun
Afrika’ya uzanmakta ısrarlı olması ve Doğu Afrika’daki
Amerikan üstlerinden güneye ve batıya yönelmeye başlamış
olmasındaki şiddetli tehlikeyi hissetmeleri her iki devleti de
durumlarını gözden geçirip düzeltmeye ve bu yayılmayı
ellerindeki bütün vesilelerle önlemek için çalışmaya sevk
etti.
Nairobi ve Dârüsselâm’daki Amerikan
elçilikleri önündeki bombalı patlamalar olayı, ateşe
benzin döküp bölgenin temelden alevlenmesine sebep olur.
O iki elçiliğe yapılan bombalı
saldırıya ilk tepkiler de Amerika tutumu ile Avrupa’nın
tutumu arasında açık bir ihtilafın olduğu gözlenmiştir.
Nitekim Beyazsaray resmi sözcüsü James Crowley, bu iki saldırının
amatörce değil profesyonel olduğunu söyledi. Amerikan Dışişleri
Bakanı Albright da bu patlamaların ardında bir devletin
olduğuna işaret etti. Amerika Dışişleri Bakan yardımcısı
Thomas Bekring, araştırmaların Afrika dışında ve içinde
yoğun bir şekilde sürmekte olduğunu söyledi.
Bu açıklamaları dakik bir şekilde
inceleyen, bu patlamaların sorumluluğunu İslâmi hareketlere
yüklemekten kaçınıldığını, buna karşılık bu
patlamaların arkasında devletlerin olabileceğine dikkatin
çekildiğini görür. Bu açıklamalar, Afganistan’da hakim
olan Taliban hareketinin açıklamaları ile de uyumludur.
Taliban hareketi, elçiliklere yönelik patlamaların Üsame b.
Ladin İslâmi Hareketi ile bir alakası olmadığını tekit
etti. Avrupa ve İngiltere basınının çoğu Üsame b. Ladin
Hareketinin bu patlamaların arkasında olmakla itham
etmişlerdi. Nitekim, Taliban’ın sözcüsü Abdulhay Mutmain,
Franis Pres ajansına telefonla yapmış olduğu açıklamada
saldırılarda Üsame b. Ladin’in parmağı olduğuna dair göndermenin
herhangi bir esasa dayanmayan ve İslâmi hareketin itibarını
sarsmayı hedefleyen boş bir iddia olduğunu söyledi.
Avrupalı siyasilerin ve basının bu iki
patlama olayı ile ilgili tutumlarına gelince; Avrupa basını
özellikle de İngiltere, Fransa basını ve onlara katılan
İsrail basını bu patlamaların sorumluluğunu otomatik olarak
–hatta açıklamalar başlamadan önce- İslâmi hareketlere
yüklediler. İslâmi hareketlere bağlamak için deliller
aramaya çalışıyorlar. Bu basın, patlamalardan az önce
elçiliklerin yakınlarında Arap görünümlü, Ortadoğu’dan
bazı şüpheli kişilerin görüldüğünü iddia ettiler. Diğer
taraftan İngiliz basını özel bir şekilde Amerika’ya
karşı Afrikalıları ayaklandırmayı kasteden tahrik eden
raporlar yayınlıyor. Bu raporlarda Amerikalılar yaralıları
kurtarma faaliyetlerinde sadece Amerikalılara önem verip Kenya
ve Tanzanyalı yaralılara önem vermemekle itham etmekteler. Bu
basın aynı şekilde FBI mensuplarının aralarında İsrail’in
de olduğu kurtarma ekiplerini; özel araştırmalar
yaptıkları hassas bölgelere yaklaşmaktan şiddetle ve
tahkirle engel olduklarına da dikkat çekmekteler. Açıkça
ortaya çıkıyor ki Amerikalılar, Yahudilerin araştırmalara
burunlarını sokup, araştırmaların neticelerini
sulandırmaktan korktukları için araştırmaları sadece
kendileri yapmaya çalışıyorlar.
Bu patlamalar arkasında hangi yön olursa
olsun şüphesiz ki Amerika’nın başkalarını umursamadan
Afrika kıtasının her köşesine nüfuzunu yayma teşebbüsünde
şiddetli bir şamar sayılır. Afrika’da çekişme şüphesiz
ki, şiddetlenmiştir ve ateşi tutuşmuştur. Clinton’un şu,
“Bu patlamalardan maksat, Amerika’nın kuvvetini geri
çekmesini sağlamak ise, bu olmayacak bir iştir” sözü, bu
çekişmenin gerçeğini tekit etmekte ve Amerika’nın
şiddetli bir dirençle karşılaşsa da Afrika’nın meçhullerinde
nüfuzunu yaymaktaki kararlılığına delâlet etmektedir.
H. 19
Rabiulevvel 1419
M.
12/08/1998
NİJERYA’DAKİ GELİŞMELER
Son günlerde Nijerya siyasi açıdan
dramatik özelliğe sahip birtakım girift olaylara sahne oldu.
Dolayısıyla bu ülkede gelişen olaylardaki sis perdesinin
kaldırılarak olayın iç yüzünün ortaya konulması
gerekmektedir.
Bu gelişmeler geçtiğimiz Haziran ayının
sekizinde Nijerya'nın askeri lideri Sani Abaça'nın kalp
krizinden öldüğünün ilan edilmesi ile başladı. Abaça
demir yumrukla ülkede yönetimi elinde tutuyordu. Abaça'nın
ölümünün ardından yönetimi devralan General Abdüsselam
Ebu Bekir, selefinin takip etmiş olduğu siyasetten tamamen
farklı olarak barışçıl bir politika uygulayacağını
bildirdi. Bu nedenle siyasi tutukluları serbest
bırakacağını, siyasi muhaliflerine konulan engelleri
hafifleteceğini ve en kısa sürede yönetimi sivillere bırakacağını
açıkladı. Daha sonra Abdüsselam Ebu Bekir batılı
ülkelerin sorumluları ile görüşerek, 1993 yılında iptal
edilen seçimlerde büyük bir başarı sağlayacağı sanılan
muhalif lider Meşhud Ebola'yı serbest bırakacağı sözünü
verdi.
Nijerya'da etken olan bu siyasi gelişmelerin
ve beklenmeyen olayların hemen akabinde birtakım gelişmeler
olmuştur. Amerika, Birleşmiş Milletlerle işbirliği yaparak
hemen harekete geçti ve Amerikan Dışişleri Bakan
Yardımcısı Thomas Bekring başkanlığındaki bir heyeti
Nijerya'ya göndererek hapishanede olan Meşhud Ebola ile
toplantı yapmasına izin verdi. Birleşmiş Milletler Genel
Sekreteri Kofi Annan ise Nijerya'yı daha sonra ziyaret etti.
Nijerya'yı ziyaret eden şahısların her ikisi de Ebola'nın
serbest bırakılması ile ilgili konuda Abdurrahman Ebu
Bekir'le görüştü. Ancak Ebola'nın 8 Temmuz günü
beklenmeyen bir şekilde hapishanede aniden ölmesi ile görüşmeciler
ne yapacaklarını şaşırdılar ve anlaştıkları konuların
uygulanmasını durdurdular. Bu olayın hemen ardından
Ebola'nın ölüm nedeninin araştırılması için
devletlerarası tıbbi komisyon oluşturdular. Otopsi raporunda,
her ne kadar Ebola'nın bazı organlarında sağlık açısından
birtakım yetersizlikler olsa da ölümün doğal bir ölüm
olduğu yazıldı. Böylece Nijerya’nın yeni askeri lideri
devletlerarası bir baskı ile karşılaşmaksızın yönetimde
tek başına söz sahibi oldu. Ortamı yatıştırmaya, havayı
yumuşatmaya, insanlar tarafından kabul gören kararlar almaya
devam etti. Eski lidere karşı başarısız bir darbe
girişiminde bulunmakla suçlanan bir grubu serbest bırakarak
siyasi rakiplerine karşı sınırsız bir hoşgörü
içerisinde bulunduğunu gösterdi.
Daha sonra 20 Temmuz 1998 günü yaptığı
önemli bir konuşmada Aralık ayında yapılması
kararlaştırılan seçimlerin gelecek yılın başlangıcına
ertelendiğini ve 1999 yılının Mayıs ayında yapılacak seçimleri
kazanan sivillere yönetimi devredeceğini açıkladı.
Ardından eski diktatör tarafından kurdurulan siyasi
partilerin çok kötü partiler olduğu itiraf ederek
kapatılmasını emretti. 1993 yılında yapılan seçimlerin "birtakım
kurumlar, şahıslar ve siyasi örgütler tarafından yapılan
oyunlar ve manevralardan ibaret olduğunu" kabul ederek
93 seçimlerini organize eden Milli Seçim Kurulu'nun da iptal
edilmesini emretti.
Tüm bunlar, bir buçuk ay gibi gerçekten
çok kısa bir zaman içerisinde hızla gelişen şaşırtıcı
olaylara neden olan etkili bir senaryodur.
Şüphesiz ki bu türden bir senaryo,
Nijerya'daki çıkarlarını korumak amacıyla büyük bir
devlet tarafından hazırlanmıştır. İngiltere eskiden
Nijerya'yı sömürüyordu, Dolayısıyla şekli olarak
bağımsızlık tanıdıktan sonra da sonsuza kadar Nijerya'dan
çıkmak istemeyecektir.
Nijerya, yüz milyonu aşkın nüfusu ile
kara Afrika'nın en büyük ülkesidir. Servet açısından çok
zengin bir devlettir. En önemli serveti doğal gaz ve petroldür.
Bunun yanında ülkenin önemli bir bölümünü kapsayan
verimli arazilere otlaklara sahiptir. Nijerya Hıristiyanlarının
büyük bir kısmı İngiltere’deki Anglikan kilisesine
bağlı Hıristiyanlardan oluşur. Resmi dili İngilizce olup
İngiliz Commenwelt Topluluğuna üye ülkelerdendir. Nijerya
Batı Afrika ülkeleri içerisindeki en önemli ülkelerden
birisidir. Bölgedeki diğer ülkeler üzerinde önemli etkinliği
vardır. Sierra Leone'de egemen olan bir grup askeri devre
dışı bırakmak ve seçilen yönetici Ahmed Kibah’ı tekrar
yönetime getirmek için Nijerya ordusunu kullanmak İngiltere
siyasetinde var olan hususlardandır. Yapılan bu inkılapta
İngiliz Şirketi Sendlain International’ın Nijerya ordusu
ile yardımlaşması İngiltere'nin bu hedefine işaret
etmektedir. İngiltere ve Avrupa Birliği büyük çaplı
Nijerya pazarını tekeline almak ve Amerika'yı bu pazardan
mahrum etmek için çalışmaktadır. Bu arada Amerika,
Komenwelt bağlantısı ve koruma politikaları nedeniyle
Amerikan ürünlerine kapalı olan Nijerya pazarını açmak
için çaba göstermektedir.
Amerika, İngiltere'nin ve Avrupa'nın
Nijerya üzerindeki egemenliğini kırmak için, Nijerya'nın
İngiltere'ye bağlı kalmasını sağlayan ve Amerika'nın
Nijerya'ya girmesini engelleyen askerleri yönetimden uzaklaştırmak
amacıyla doksanlı yılların başlarında Nijerya'ya baskı
yapmaya başladı. Bu amaçla demokratik seçimlerin yapılması,
yönetimin sivillere devredilmesi için girişimlerde bulundu.
Nijerya'nın eski lideri İbrahim Babancida'yı görevinden
uzaklaştırma hususunda büyük devletlerin de yardımını içeren
Amerika'nın bu baskısı sonuç verdi. Bu amaçla Babancida
1993 yılında demokratik seçimleri yapma kararını aldı.
Ancak İngiltere'nin dostu olan askerler, Amerika tarafından tümüyle
desteklenen Meşhud Ebola'nın seçimleri kazanacağını
anladıklarında seçimleri iptal ettiler, Ebola'yı
tutukladılar ve Babancida'yı yönetimden uzaklaştırdılar.
Askerlerin iradesini ülke genelinde sağlayabilecek güçte
olması nedeniyle general Sani Abaça'yı göreve getirdiler.
Abaça yönetimde kaldığı süre içerisinde ülkeyi askeri
diktatörlükle yönetti. Kendisine karşı çıkan düşünürleri
idam ettirdi, kendi görüşüne muhalif olan hiçbir kimseyi bırakmadı.
Böylece Amerika'nın önündeki tüm imkanları ortadan
kaldırdı. Bu nedenle seçimlerden bu yana Amerika'nın
elindeki fırsatlar kaybolmuş oldu.
Ancak Amerika'nın ve devletlerarası baskı,
Abaça'ya karşı çıkışları artırdı. Özellikle çok
kötü niteliklerle özdeşleşmiş olan askeri görüntü
Nijerya'ya baskı uygulayan devletlerin katılımını
artırdı. Nijerya devletine karşı farklı cezaların
uygulanması yönünde fikirlerin gündeme gelmesi ile birlikte
İngiltere, Abaça’yı değiştirmek için çalışmaya
başladı. Amerikan New York Times gazetesinin Abaça’nın
zehirlenerek öldürüldüğünü açıklaması da bunu göstermektedir.
Amerika Dışişleri Bakanlığı adına konuşan James Rubin: “raporların
böyle söylediğini biliyoruz" diyerek bu hususa
işaret etmekte ve kesin olmasa da böylesi bir raporun varlığını
reddetmemektedir.
Biz ise Abaça’nın öldürüldüğü
görüşünü tercih ediyoruz. Çünkü şu anda yönetimi
elinde bulunduran General Abdüsselam Ebu Bekir, Abaça’nın
ölümünü bekler bir hava içerisinde Abaça’nın
politikasını hemen değiştirdi. Şayet Abaça’nın ölümü
beklenmeyen bir olay olsa idi bu derece hızlı bir şekilde
politika değişikliği olmazdı.
Görünen o ki İngiltere, Abdüsselam Ebu
Bekir’in şahsında, sivil görüntü altında makbul ve makul
bir şekilde askeri yönetimi uygulayabilme özelliğini gördü.
Askerleri öne çıkarmaksızın sivilleri ikna ederek yönetimde
imiş gibi bir uygulama söz konusu olacaktı. Meşhud Ebola,
birçokları tarafından gelecekte yapılacak seçimlerde hem
Müslümanların hem de Hıristiyanların beğenisini elde
edebilecek, oylarını alarak seçimi kazanabilecek en kuvvetli
kişi olarak değerlendiriliyordu. Ancak Ebola’nın
ölümüyle, sivil bir üslupla ülkeyi yönetmeleri için
meydan askerlere kaldı. Büyük bir ihtimalle Türkiye veya
benzeri yerlerdeki uygulamalarda olduğu gibi. Olayın böyle
olduğunun göstergesi General Abdüsselam Ebu Bekir’in yaptığı
açıklamalardır. Zira General Abdüsselam’ın, 1993 seçimlerinin
iptal edilmesinden üzüntü duyduğunu söylemesi ve daha önce
açıkladığının tam tersine yeni seçimlerin gelecek yıl
kesinlikle yapılacağı sözünü vermesinin nedeni; askerlerin
kazanmalarını garantileyecek şekilde seçim şartlarının
hazırlanması ve böylece Amerika’nın Nijerya’ya girme
fırsatının elinden kaçmasını sağlamaktır.
30
Rabiulevvel 1419
24/07/1998
ERİTRE-ETYOPYA ÇEKİŞMESİ
Eritre güçlerinin iki ülke sınırındaki
bölgeleri işgal etmesi ile Habeşistan (Etyopya) ile Eritre
arasındaki son çatışmalar başladı. Daha önceleri Etyopya
parasını kullanmakta olan Eritre bu para birimini kullanmayı
iptal ederek kendisine ait özel bir parayı kullanmaya
başladı. Yine Eritre’nin 1995 yılında Kızıldeniz’deki
Haniş adasına saldırıda bulunduğu ve orada bulunan
Yemenlileri kovduğu bilinmektedir.
Dikkat edilirse Eritre, Etyopya’dan
bağımsızlığını koparmasından yıllar öncesinden bağımsızlık
düşüncelerini yüceltmeye, bölgesel rolünü sınırlandırmaya,
Etyopya’dan bağlarını koparma ve Etyopya’nın
egemenliğinden kurtulma girişimlerine başlamıştı. Eritre’den
bağımsızlığını kopardıktan sonra da, devlet ismi
altında yani bir yönetime sahip olmasından öte, Etyopya’nın
bir parçası olmaktan kurtulamamıştır.
58 milyon nüfusa sahip olan Etyopya, Eritre
birliklerinin ticari açıdan can damarı sayılan limana kadar
ulaşmaktadır. Etyopya, üç milyonluk Eritre’nin dış
ticaretinin %70’den fazlasının gerçekleştirildiği limanla
olan bağlarını kestiği zaman Eritre yok olma noktasına
gelmektedir.
Bu nedenle Eritre, Etyopya’nın
boyunduruğundan tamamen kurtulmaya, ekonomik kaynaklarını çeşitlendirmeye
ve toprakları üzerindeki egemenliğini iyice yerleştirmeye
çalıştı.
Ancak her iki ülke de Amerika’ya tabidir.
Amerikan yönetiminin Ruanda’nın Ruanda’daki yönetim,
Fransız nüfuzundan Amerikan nüfuzuna geçtiği zaman Eritre
ve Etyopya tarafından destek bulmuştu ortak girişimlerde
bulunma önerisini, Etyopya hemen kabul etti. Ancak Eritre,
kendi toprakları olduğu gerekçesi ile işgal ettiği
topraklardan çekilme çağrılarına çekince koydu. Amerika
ise Eritre’nin girişimlerini baltaladı. Bu noktada Eritre’nin
hariciye dairesi müdürü 6/6/98 tarihinde El-Cezire el-Fedaiye
kanalına verdiği demeçte şöyle diyordu: “Amerika-Ruanda
girişimleri, hükümetin incelemeleri ile tamamlandı.”
Diğer taraftan ise İngiltere Kaddafi
aracılığı ile Libya’nın girişimlerde bulunması önerisi
ile olaya bununu sokmaya çalıştı. Elinde Eritre başkanı
Ayad Ali Üsayes Ufurkı’nın bulunmasına istinaden İsrail
de aynı türden bir teşebbüste bulunduysa da bu durum, girişimlerde
bulunması için bir neden oluşturmadı.
Eritre’nin Amerika’nın girişimlerine
çekince koyması, Amerika’ya boyun eğmediği anlamına
gelmez. Eritre, bağımsızlığının muallakta kalmaması için,
Etyopya ile aralarındaki sınırları kesin bir şekilde
çizilmesinde Amerika’yı yardımcı olmaya ikna etmek
istemektedir. Zira Etyopya’nın Eritre ile olan
sınırlarının belirlenmemesi, Etyopya’nın düşünceleri
hakkında Eritrelilerin şüphelerini devam ettirecektir.
Bu isteğin tekidi ve yerleşmesi için
Eritre, iki devlet arasında sürekli olacak yeni sınırların
çizilmesi meselesinde Afrika Birliği Örgütü’nü olaya
müdahale etmeye çağırdı.
20
Sefer 1419
17
Haziran 1998
AFGANİSTAN’DA TALİBAN HAREKETİNİN
İLERLEMESİ
Mezarı Şerif şehrinin Taliban güçlerinin
eline geçmesiyle birlikte Tacik Askeri Lider Ahmet Şah Mesud’un
denetiminde bulunan Pançir vadisi ve Şii " Birlik
Partisinin" denetiminde bulunan bazı bölgeler dışındaki
tüm bölgeler Taliban güçlerinin eline geçti.
Taliban güçleri Afganistan üzerinde
devletlerarası otoritesini kabul ettirebilmek için tüm Afgan
toprakları üzerinde hakimiyet sağlamak üzere Ahmet Şah
Mesud’un egemen olduğu bölgelere doğru ilerlemesini sürdürecektir.
Taliban güçlerinin elde etmiş oldukları
bu hızlı başarılar, bölgedeki devletlerarası ve yerel
durum üzerinde uygulanmakta olan politikalarda çok önemli
siyasi değişikliklerin olacağına işaret etmektedir. Bu
hususa delalet eden en önemli göstergeler ise şunlardır.
A-Yıllardan beri Afganistan da savaşan
eski mücahit grupların son günlerde seslerinin gittikçe
kesilmesi ve gerilemeleri,
B-Aynı zamanda Taliban güçlerinin hızla
ilerlemeleridir.
Taliban hareketinin güçlenmesini devam
ettirebilmek için Pakistan’ın eski mücahit guruplara sağladığı
desteği çekmesinin dışında bu gurupların geri planda
kalmalarının bir başka nedeni yoktur.
Pakistan, Afganistan siyasi haritası
üzerinde etki yapabilecek güçte bölgesel tek devlettir. Zira
Afganistan nüfusunun önemli bir bölümünü oluşturan Peştu’ların
Pakistan’da kabilevî uzantıları vardır. Aynı zamanda
Pakistan, Afganistan’ın doğal coğrafi uzantısıdır.
Pakistan olmasaydı mücahit guruplar on yıl boyunca
direndikleri Rusları seksenli yılların sonlarında Afganistan’dan
kovamazlardı.
Pakistan’ın Afganistan’da Ruslara
karşı savaşan gurupları desteklemesiyle mücahitler on beş
binden fazla Rus askerini öldürmeyi başardılar. Bu
guruplardan desteğini çektiğinde ise savaşı kaybettiler.
Aynı guruplar ne askeri açıdan ne de siyasi açıdan tecrübeye
sahip olmayan Taliban hareketinin önünde ise yenildiler. Bu
durum Pakistan tarafından desteklenen herhangi bir hareketin
veya grubun Afganistan da başarılı olacağı, aksi halde ise
başaramayacaklarını göstermektedir.
Ancak Pakistan’ın Afganistan’daki eski
guruplardan desteğini çekmesinin, onlardan kurtulmak
istemesinin ve bunların yerine tüm Afganistan üzerinde
Taliban hareketinin egemen olmasını arzulamasının nedenini
anlamak için Amerikanın Afganistan üzerindeki düşüncelerine
dönmek gerekir. Zira Amerika eski mücahit gurupların
başarısızlıklarını gördükten sonra Afganistan’da
istikrarlı ve güçlü bir devlet kurma isteğini artırdı.
Çünkü bu gruplar arasında var olan kabile, ırk veya mezhep
ayrılıklarına dayanan anlaşmazlıklar, Amerikanın hedefini
gerçekleştirmeye engel oluyordu.
Amerika açısından Afganistan’da güçlü
ve istikrarlı bir devlet kurulmasının gerekliliği;
Amerikanın hayati çıkarlarının var olduğu Özbekistan,
Tacikistan ve Türkmenistan topraklarına Afganistan’ın
bitişik olmasından kaynaklanmaktadır.
Afganistan, bu konumu ile büyük bir
stratejik önem kazanmaktadır. Pakistan ve İran gibi iki
devletin arasında bulunması ise bir diğer durumdur.
Afganistan, İkinci Dünya Savaşından sonra
Sovyetler Birliğinin İran yoluyla körfeze ve Hint yarımadasına
inmesinin önünde güvenlik şeridi konumundaydı. Bu şerit
1961 yılında Kennedy ile Khrouchev arasında yapılan “Viyana
konferansı” ile tarafsız bölge haline getirildi.
Daha sonraları Rusya Afganistan’daki yönetimi
değiştirip 1979 yılında saldırıya başladığında Amerika
mücahitlere her türlü silah yardımı yaparak Rus
saldırısına tepki gösterdi. Aynı türden yardımı Amerika’ya
tabi olan İran, Suudi Arabistan ve Pakistan gibi devletlerde
yaptı. Yaptığı saldırının faturası Rusya’nın
üzerinde kaldı. Askeri ve ekonomik açıdan büyük zararlara
uğradı. Devletler arası itibarı sarsıldı. Sonunda yenik
bir şekilde Afganistan’dan çekilmek zorunda kaldı.
Afganistan’ın güçlendirilmesi,
Afganistan’daki Amerikan nüfuzunu güçlendirmek içindir.
Zira Afganistan’ın gücü bölgede Amerikanın başlıca
üssü olan Pakistan’ın güçlü olmasına dayanmaktadır.
Afganistan’ın güçlenmesi Rusya‘ya tabi olan bağımsız
ülkelerin güvenliğini ve istikrarını tehdit edecektir.
Gerekli gördüğü zaman Rusya’ya karşı kullanması için
Amerika’ya baskı kartını kullanma imkanı tanıyacaktır.
Afganistan’ın istikrara kavuşması aynı zamanda Amerika ve
müttefiklerine ait şirketlere, doğal gaz ve petrol boru
hatlarının Türkmenistan’dan Hazar denizi ve Afganistan yolu
ile Pakistan’a ve Hint Okyanusuna kadar uzatılması
imkanını sağlayacaktır.
İşte Amerikanın bu çıkarlarını
sağlanabilmesi için Afganistan’da güçlü ve istikrarlı
bir devlete ihtiyaç vardır.
Ancak Afganistan’a komşu olan ülkelerden
Tacikistan, Özbekistan ve Rusya’nın Taliban karşıtı olan
Afganlı grupları desteklemesi iki nedenden ötürü Talibanın
ilerlemesini etkilemez:
1- Afganistan’da bulunan Özbek ve
Taciklerin Pakistan tarafından desteklenen Peştu’lardan daha
az sayıda olmaları.
2- Rusya ve beraberinde bulunanların -Özbekistan
ve Tacikistan- ekonomik durumları Taliban gibi milis güçleri
besleyecek kapasiteden yoksun olmaları.
İran’ın Taliban karşıtı bir tavır
takınmasının nedeni ise; Hazarlar olarak bilinen ve Şii “Birlik
Partisi” altında örgütlenen Afganlı Şiilerin
kazanmalarını sağlamak içidir.
Ancak İran’ın bu tutumu Taliban
hareketinin ilerlemesi karşıtı cepheyi güçlendirmeyecektir.
Çünkü Afgan halkının çoğunluğunu Sünniler oluşturmaktadır.
Öte yandan Taliban hareketinin tüm
Afganistan üzerinde egemenlik sağlayabilmesi hususunda İran
ile Pakistan arasında pazarlığın yapılması da söz
konusudur. Bu pazarlıklar, Afganistan’daki İran çıkarlarının
korunmasını Pakistan’ın kabullenmesiyle sonuçlanacaktır.
Taliban karşıtı güçlerin askeri danışmanlık ve casusluk
faaliyetlerinde bulundukları gerekçesi ile Taliban
güçlerinin Mezarı Şerife girişlerinde tutukladıkları on
bir İranlının serbest bırakılması da bu çıkarlar
arsında yer almaktadır.
Ancak Taliban hareketi ile diğer karşıt
gruplar arasını bulmak amacıyla yapılan bölgesel ve
devletler arası arabuluculuk faaliyetleri ise ciddi değildir.
defalarca başarısızlığa uğramış olması ise bunların
kasıtlı davranışlar olduğunu göstermektedir. Bu nedenle
Taliban hareketinin tüm Afganistan üzerinde başarı
sağlayabileceği, Birleşmiş Milletlerin ölçülerine göre
Afganistan da yasal devlet niteliğine sahip bir konumda
olduğunun devletler arası toplum tarafından tanınması
amacına ulaşabileceği ve -ne yazık ki –Amerika’nın da
çizilen hedeflerini gerçekleştirebileceği söz konusudur.
H.
26 Rabiulahir 1419
M.
19.08.1998
|