-2-
İSLÂMİ TAVIR NEDİR?
Peki müslümanlara yönelik bütün bu baskı,
zulüm, saptırmalara, saldıralara karşı takınmaları
gereken İslâmi tavır nedir? Sorusuna gelince: Elbette ki bu
sorunun cevabını da akidemiz gereği olarak Yüce Rabbımız
Allahu Teâla’nın hitabında aramamız gerekmektedir. Bu
hususla ilgili bir kaç ayeti kerimeye dikkatleri çekmek
istiyoruz:
"De ki; O ancak bir tek ilahtır. Ben
sizin ortak koştuklarınızdan uzağım.” (En’am:
19)
“İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda
sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar
kavimlerine demişlerdi ki; Biz sizden ve sizin Allah’tan
başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz
(reddediyoruz). Siz bir tek Allah’a inanıncaya kadar sizinle
bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirtmiştir.”
(Mümtehine: 4)
“De ki; Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta
olduklarınıza tapmam. Şu anda siz de benim kulluk ettiğime
kulluk etmiyorsunuz. Ben de sizin taptıklarınıza asla tapacak
değilim. Siz de benim kulluk ettiğime kulluk etmezsiniz. O
halde sizin dininiz size, benim dinim bana." (Kafirun:
1-6)
“Onlar seni yalanlarsa de ki; Benim işim
bana, sizin işiniz de size aittir. Siz benim yaptığımdan
uzaksınız, ben de sizin yaptığınızdan uzağım."
(Yunus: 41)
Bu ayeti kerimelerde görüldüğü gibi
Allah’u Teâla, Resulünden ve ona tabi olanlardan;
kâfirlere, müşriklere karşı kesin red tavrı ortaya
koymalarını talep etmektedir. İnanç, fikir, söylem ve eylem
bazında onlardan olmadıklarını, müslüman olduklarını açıkça
ilân etmelerini talep etmektedir. Bilinen bir usulü tefsir
kaidesine göre Allah’u Teâla’nın Resulüne hitabı, ona
hasredilmedikçe ümmetine de hitaptır. Buna göre Allah mü’minlerden,
müşriklere, kâfirlere karşı “Biz sizden değiliz,
sizin inanç ve fikirlerinizi, eylemlerinizi benimsemiyor ve
paylaşmıyoruz. Bizim safımız budur. Bu safımız ve
tavrımızı da değiştirici değiliz” tavrını
sergilemelerini talep etmektedir.
Buna göre bugün müslümanlar çağdaş müşriklere,
laiklere, kemalistlere, demokratlara ya da krallara karşı “Biz
laikliği, kemalizmi, demokrasiyi, liberalizmi, krallığı
benimsemiyoruz. Biz müslümanız” demeleri gerekmektedir.
Yoksa laik, kemalist, demokrat, liberalist, kralcı olduğunu söylemeleri,
bu düşünce ve sistem kalıplarında, eylemlerde bulunmaları
değil!..
Allahu Teâla mü’minlerden Kelime-i Tevhid
çizgisinde kesin İslâmi tavır ortaya koymalarını talep
ediyor ve nusretini, yardımını bu çizgide sebat etmeye bağlı
kılıyor. Nitekim şöyle buyuruyor:
"Allah iman edenleri dünya hayatında
da ahirette de sabit söz ile (kelime-i tevhid ile) ayaklarını
sabit kılar. Allah zalimleri ise şaşırtır. Allah
dilediğini yapar.” (İbrahim: 27)
Yani "Lailahe illallah" kelimei
tevhidinde sabit kalıp o çizgide tavır sergileyenlerin
ayakları dünyada hidayetin dışına çıkmaz. Ahirette de
azaba düşmez. Allah o ayakları sabit kılar. Zalimler ise
kelime-i tevhid çizgisini yani hidayeti görüp
benimsemeyenler, benimseyip gereğini yapmayanlardır. Allah
öylesi kimseleri de ne yapacağını bilmezliğin
şaşkınlığına düşürür de doğruyu göremez olurlar.
"De ki; Şüphesiz benim namazım,
ibadetlerim, hayatım ve ölümümün hepsi alemlerin Rabbı
Allah içindir. O’nun ortağı yoktur. Bana böyle emrolundu.
Ve ben müslümanların ilkiyim." (En’am: 162-163)
Peygambere hitap kendisine hasr olunmamışsa
ümmetine de hitaptır. Burada da öyle bir hasr söz konusu değildir.
O halde; “Ey müslümanlar şöyle deyin: Bizim namazımız,
ibadetlerimiz, hayatımız, ölümümüz alemlerin Rabbı Allah
içindir. O’nun hiç bir ortağı yoktur. Hayatımızda O’ndan
başka kimsenin hükümranlığını kabul etmeyiz. Böyle
olmakla emrolunduk. Biz müslümanlarız, deyin” demektir.
İşte Allah (c.c.) bizim söylem, eylem, tavır
ve kişiliğimizi böyle tayin ve talep ediyor.
“Ben müslümanlardanım deyip salih amel
işleyerek insanları Allah’a davet eden kimsenin sözünden
daha güzel sözlü kim olur?" (Fussilet: 33)
Allahu Teâla’nın bu şekilde methettiği
bir husus, şiddetle talep ettiği bir husustur. Öyle olmayı
farz kılmaktadır. Yani İslâm şahsiyetini söz ve eylemle
izhar edip şeri hükümlerle kayıtlı kalarak Allah’ın
dininin hakimiyetine davet etmeyi farz kılmaktadır.
"De ki; Ey kitap ehli! Sizinle bizim
aramızda eşit bir kelimeye (kelime-i tevhide) geliniz. Allah’tan
başkasına tapmayalım. O’na hiç bir şeyi ortak
koşmayalım. Ve Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi
ilahlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse işte o
zaman; Bizim müslüman olduğumuza şahit olun, deyiniz.”
(Ali İmran: 64)
İster kitap ehli olsun ister başka din ehli
olsun, onlar ile müslümanlar arasında ilişki, dialog değil
sadece Kelime-i Tevhid’e davet şeklinde olur. Onlar bu davete
icab etmediklerinde ise müslümanlar kendi kişilik ve
çizgilerini korurlar ve bunu ilan ederler. Biz müslümanız,
derler, onları küfürleri ile kabullenmezler. Ancak onlarla
zimmet ahkamına göre muamele olunur. Bu durumda ise onlar
müslümanların zimmetindedirler, yani müslümanlardan aşağı
konumdadırlar.
Müslümanlar müslüman ismini ve kimliğini
taşımaktan onur duymalıdırlar, bir kompleks ya da eziklik
değil.! Zira onlara bu ismi Allah vermiştir. Ki bu kişilik
ile insanlığa şahidlik yapsınlar, yani onlara risaleti
hidayet ve nur olarak götürsünler.
“Peygamberin size şahid olması sizin de
insanlara şahid olmanız için, gerek bundan önceki
(kitaplarda) gerekse bunda (bu kitapta) size ‘müslümanlar’
ismini O (Allah) verdi. Öyle ise namazı kılın, zekatı verin
ve Allah’a sarılın. O ne güzel mevladır ve ne güzel yardımcıdır.”
(Hac: 78)
Allahu Teâla müslümanları bu
kişiliklerini unutmalarından sakındırıyor. Şöyle buyurmuştur:
"Ey iman edenler! Allah’tan korkun
(takvalı olun). Herkes yarına ne hazırladığına baksın.
Allah’tan korkun ‘takvalı olun). Zira Allah
yaptıklarınızdan haberi olandır. Allah’ı unutup da, Allah’ın
da kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar
fasıktırlar." (Haşr: 18-19)
Kişinin Allah’ı unutması takvadan
uzaklaşması yani amellerinde şeri hükümleri gözetmemesi
ile olur. Bu durumda ısrar eden kimse ise bir müddet sonra
kendisinin müslüman kişiliğini de unutup fasıklar
topluluğuna karışır… Bu durum bir müslümanın başına
gelebilecek en büyük felaketlerdendir. Allah korusun!
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun
(takvalı olun) ve dosdoğru söz söyleyin. Allah işlerinizi düzeltsin
ve günahınızı affetsin. Kim Allah’a ve Rasulüne itaat
ederse büyük bir kurtuluşa erişmiş olur." (Ahzab:
70-71)
Rabbımız Allahu Teâla, mü’minlerden batıl-yanlış,
kaypak, muğlak söz değil dost doğru hak söz söylemeyi
talep ediyor. Bunu takvalı olmanın gereği kılıyor. Kavli
ile fiili, söylemi ile eylemi İslâmi açıdan tutarlı
olduğunda, Allah mü’min kullarının işlerini düzelteceğini
ve günahlarını affedeceğini de vaad ediyor. Bu çerçevede
Allah ve Rasulüne itaatın, mü’mini büyük kurtuluşa
eriştireceğini de bildiriyor. Yani dünyada dalalet ve
zilletten, ahirette ise azaptan-hüsrandan kurtuluş…
İşte bu ve benzeri bir çok ayeti kerimeler
ile Allahu Teâla mü’minlerden kâfirlere karşı nasıl
tavır takınacaklarını açıkça ortaya koymakta ve bu
çizgiden çıkmaktan onları sakındırmaktadır.
Bazılarının zannettikleri gibi Rabbımızın mü’minlerden
talep ettiği bu tavır mü’minlerin güçlü oldukları dönemlere
mahsus bir tavır değildir. Bilakis Allahu Teâla’nın bu
talebi mü’minlerin en zayıf oldukları dönemlerde gelmiştir.
Bu ayetlerin büyük çoğunluğu Mekke döneminde gelmiştir.
Nitekim ilk müslümanlar Allahu Teâla’nın bu talebini
davranışlarına yansıtmışlar, böylelikle Allahu Teâla’nın
rızası ve nusretine nail olmuşlardır.
Buna bir örnek; Mekke’de müşriklerin
dinlerinden dönmeleri için müslümanlara baskılarını
artırdıkları bir dönemde bir gurup müslümanın Rasulullah
(S.a.v) Efendimizin tavsiyesi üzerine Habeşistan’a
gittiklerinde sergiledikleri tavırdır. Oraya hicret edip
iltica eden mü’minler imkanları bol ve maddi açıdan güçlü
bir durumda değildiler. Onlar oraya vardıklarında, bundan
haberdar olan Mekke müşrikleri Habeş kralına elçi gönderip
mü’minlerin iltica taleplerini reddettirmeye çalıştılar.
Mekke müşriklerinin elçileri Krala, kendisinden iltica
talebinde bulunan o kimselerin bozguncu, anarşist
olduklarını, toplumlarında huzursuzluk çıkardıklarını,
baba ile oğlu birbirinden ayırdıklarını, o toplumda
atalarından kalma dinlerini terk edip yeni bir din icad
ettiklerini, kurallara uymadıklarını, bu toplumda da
huzursuzluk sebebi olacaklarını, kralın kurallarına
uymayacaklarını, meselâ, kralın huzuruna gelince rukü ve
secde yapmayacaklarını söyleyerek, onu mü’minler aleyhinde
kışkırtmak istediler. Ancak Kral hemen onların telkinleri
ile karar vermeyip kendisine iltica talebinde bulunan mü’minleri
de dinlemek istedi ve onları yanına çağırttı. Mü’minler
kralın kurallarına, yasalarına rağmen huzuruna gelince rukü
ve secdeye varmadılar ve karşısında dimdik durdular. Kral
onlara bunun sebebini, kim olduklarını ve davalarının ne
olduğunu sorunca da; “dost doğru” konuşarak,
kendilerinin müslüman olduklarını, Allah’ın gönderdiği
Rasulullah Muhammed’in (s.a.v) getirdiği İslâm Dini’nin
mensubu olduklarını, onun için sadece Allah’ın huzurunda
rukü ve secde yaptıklarını açık sözlülükle dosdoğru
bir şekilde anlattılar ve kişiliklerinden, çizgilerinden
zerre kadar taviz vermediler. Yalpa yapmadılar… Sizin Rasulünüz
size ne getirdi diye Kral onlara sorunca da onlardan birisi
hemen Meryem suresini okudu. Ki bu surede Kralın inancının
çürütülmesi var. hak sözün açığa vurulması var…
Fakat Kral bütün bunlara rağmen mü’minlerin ülkesinde
kalmalarına izin verdi. Allah onun kalbini yumuşattı…
Bundan da anlaşılıyor ki, mü’minler o
kadar zor ve zayıf anlarında dahi varlıklarını koruma
uğruna Kelime-i Tevhid çizgisinden ve kişiliklerinden asla
vazgeçmemişlerdir. Allah’ın yardımına da böylece
müstehak olmuşlardır.
“Efendim, şimdi biz zayıfız, kâfirler
güçlü onlara karşı böylece açık-keskin İslâmi tavır
sergilersek, o zaman bizi ezerler, yok ederler. Onun için onların
şerlerinden korunmamız ve varlıklarımızı muhafaza
edebilmemiz için güçlenesiye kadar onlardan görünelim,
onların hoşlanmadığı söylem ve eylemleri terk edelim. Biz
de demokrat, liberalist, kemalist, milliyetçi, laik,
cumhuriyetçi, kralcı söylem eylemlerde bulunalım.”
v.b. gerekçelerle tavırlar ortaya koymak, şer’an caiz
olmadığı gibi akıllıca bir iş de değildir. Zira akıllı
iş Allah’a kulak vermek ve O’nun komutlarına teslim
olmaktır.
İSLÂMİ TAVRIN PRATİĞİ
Allahu Teâla’nın, yukarıdaki talebi olan
İslâmi tavır ve kişilik sergilemenin pratiği nasıl olacak?
Meselâ; başörtüsü yasağı karşısında müslümanların göstermeleri
gereken tepki nasıl olmalıdır? Bunun cevabı yukarıdaki
ayeti kerimelerin ışığında şöyle olur:
-Başörtüsünü, tesettürü yasaklayanlar,
Allah’ın emri olduğu için yasakladıklarını
gizlemiyorlar. Toplum ve devlet yaşantısına dini yani
Allah’ın emirlerini esas alamayız. Biz laikiz onun için
devlete ait kurumlarda Allah’ın emri de olsa başörtüsünü
yasaklarız, diyorlar… Buna karşı müslümanlar elbette
tepki göstermeleri gerekir. Bu tepkilerini kendilerine yakışır,
ağır başlılık, olgunluk vakar ile yapmalıdırlar. Polis ve
jandarma ile çatışmaya girmeden, okul ve binaları tahrip
etmeden toplantılarla, mitinglerle, yürüyüşlerle,
konferanslarla, röportajlarla v.b. her türlü meşru yöntemlerle
ancak İslâmi çizgi, söylem ve tavırlarla
sergilemelidirler. Bu da;
- Lailahe illallah Muhammedun Rasulullah!
Allahu Ekber!
- Biz ancak Allah’ın emirlerine boyun
bükeriz. Başörtüsü de Allah’ın emridir! Ne laik ne
demokrat. Adım müslüman! Rabbımız Allah! Allahu Ekber…
demeleri ve sadece bu temaları işlemeleri gerekir. Demokrasi,
insan hakları, özgürlükler v.b. batıl sözleri ve eylemleri
bu pak hakikatlara karıştırmamaları gerekir.
İşte akidelerinin ifadesi olan bu söylemler
onlara güç kazandıracaktır. Neticeyi sadece Allah’tan
bekleyerek bu tavrı sergilemeleri onlara kafir düşmanlarının
karşısında heybet ve vakar kazandıracaktır. Kâfirlerin
kalbine korku saçacaktır. Nitekim Allahu Teâla, mü’minlere
kâfirlerin demokrasi, özgürlükler, laiklik, insan hakları
gibi telkinlerine değil de sadece Kendisine güvenmelerini o
zaman müşrik ve kâfirlerin kalplerine korku salacağını ve
sonlarının kötü olacağını şöyle bildiriyor:
"Ey iman edenler! Eğer kafirlere
uyarsanız, sizi dininizden döndürürler. O takdirde
büsbütün kaybedersiniz. Bilakis mevlanız Allah’tır. Ve O,
yardımcıların en hayırlısıdır. Allah’ın hakkında hiç
bir delil indirmediği şeyleri O’na ortak koşmaları
sebebiyle, kâfirlerin kalplerine yakında korku salacağız.
Gidecekleri yer de cehennemdir. Zalimlerin varacağı yer ne kötüdür!”
(Ali İmran: 149-151)
Her zaman mü’minler kâfirlere karşı
zaferi maddi üstünlükleri ile değil iman güçleri ile elde
etmişlerdir. Mü’minlerin güce ve nusrete bakışları şöyledir:
Mutlak güç ve kuvvet sahibi sadece Allah’tır. Biz zafer
elde etmeyiz. O bize zafer verir. Allah’ın yardımı ve
zaferine nail olmak ise sadece O’na güvenmek ve O’nun razı
olacağı salih amel işlemektir… Mü’minler böyle inanırlar.
Çünkü Allahu Teâla şöyle demektedir:
"Kim Allah’a tevekkül ederse, o
kendisine yeter. Şüphesiz Allah emrini yerine
getirendir.” (Talak: 3)
"Nusret, yalnızca güç ve hikmet
sahibi Allah katındadır.” (Ali İmran: 126)
“Allah size yardım ederse, artık size
üstün, galip gelecek hiç kimse yoktur. Eğer sizi
bırakıverirse, ondan sonra size kim yardım eder? Mü’minler
ancak Allah’a güvenip dayansınlar.” (Ali İmran:
160)
“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a
yardım ederseniz (emirlerine uyarsanız) Allah da size yardım
eder, ayaklarınızı sabit kılar. Kâfirlere gelince, onların
hakkı yıkımdır. Allah onların amellerini
şaşırtmıştır. Bunun sebebi, Allah’ın indirdiğini
beğenmemeleridir. Allah da onların amellerini boşa çıkarmıştır.”
(Muhammed: 7-9)
İSLÂMİ TAVRI TERK EDENLERE ALLAHU TEÂLA’NIN
İHTARI
Müslümanlar bütün bu gerçeklere rağmen
yukarıda da değindiğimiz geçersiz gerekçelerle İslâm
akidesinin çizgisini ve tavrını terk ederler de "Biz
hakiki laiklik istiyoruz! Özgürlük istiyoruz, demokrasi
istiyoruz! Cumhuriyetin kurucusu ve bekçisiyiz!"
diyerek bir çıkış yolu elde edeceklerini sanıyorlarsa
boşunadır. Zira Allah bu tür tavrı kesinlikle reddediyor ve
ehlini şiddetli zemmediyor. Şöyle ki:
"Onlar Kur’an’ı tedebbür
etmiyorlar mı? (Kapsamlı, ayetleri birbiriyle ve
vakıalarıyla bağlantılı bir şekilde düşünmüyorlar mı?)
Yoksa kalpleri kilitli mi?
Şüphesiz ki kendilerine doğru yol belli
olduktan sonra, ona arka dönenleri şeytan ümitlendirerek
sürüklemiştir, kandırmıştır.
Bunun sebebi, onların Allah’ın
indirdiğinden hoşlanmayanlara ‘bazı hususlarda size itaat
edeceğiz’ demeleridir. Oysa Allah onların gizlediklerini
biliyor.
Ya melekler onların yüzlerine ve sırtlarına
vurarak canlarını alırken halleri nice olur?
Bunun sebebi, onların Allah’ı
gadablandıran şeylere tabi olmaları ve O’nu razı edecek
şeylerden hoşlanmamalarıdır. Bu yüzden Allah onların
yaptıkları işleri boşa çıkarmıştır.
Kalplerinde hastalık olanlar, yoksa Allah’ın,
besledikleri kinlerini açığa çıkarmayacağını mı
sandılar? (Muhammed:24-29)
Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Rasule
itaat edin. İşlerinizi boşa çıkarmayın.” (Muhammed:
33)
Görüldüğü gibi bu ayetlyerde Allahu
Teâla insanları nifaka, şeytanın güdüm alanına düşüren
ve kötü akibetlere düçar eden hallere dikkat çekerek mü’minleri
uyarmaktadır.
Şeytanın umutlandırması, tuzağına düşürmek
istediği kişilere haram bir şeyi göstererek "bunu
yaparsanız şu büyük menfaatı, imkanı elde edersiniz.
Onunla da daha büyük sevap işler, günahınızı
affettirirsiniz," şeklinde telkinlerde ve vesveselerde
bulunmasıdır. Bu oltadaki ya da tuzaktaki yem gibidir. Av için
o yemde elbette bir menfaat vardır. Ancak av, aydın bakmaz da
sadece yemi görürse, oltaya ya da tuzağa takılır kalır da
kaybedenlerden olur. İşte mü’min aydın bir şekilde düşünüp
Kur’an’ın nurundan aydınlanmaz, ufkunu açmazsa şeytanın
yemlerine takılıp güdüm alanına girer de hidayeti göre
göre ona sırt çevirir… Allahu Teâla bunu beyan ve tesbit
ettikten sonra bir kişinin şeytanın güdüm alanına
girmesinin sebebini ve ivmesini de şöyle beyan ediyor: “Onlar
Allah’ın indirdiğinden hoşlanmayanlara ‘biz bazı
hususlarda size itaat edeceğiz’ dediler” işte asıl
dikkate alınması gereken husus da budur. Yani şeytan kişiye
bu konumda iken etki edebiliyor. Bu, kişiyi şeytanın güdümü
alanına düşürmeye hazırlayan bir tavır ve konum olarak gösteriliyor.
Zaten şeytanın güdüm alanına girince artık o kişi
yaptığı her yanlışı, çirkini, münkeri, haramı güzel ve
doğru görür. Çünkü şeytan onun amellerini süslü
gösterir.
“Şeytan kendilerine yapmakta olduklarını
süslü göstermiş de onları doğru yoldan saptırmıştır.
Bunun için hidayete giremiyorlar.” (Neml: 24)
Şimdi kişiyi şeytanın güdüm alanına
girmeye hazır hale getiren o sebebi günümüzün vakıası ile
bağlantısını kurarak incelersek şunu görürüz: Allah’ın
emirlerine, şeriatına, düzenine nefret eden, ondan asla hoşlanmayan
çağdaş müşriklere, tağutlara, laiklere, kemalistlere,
kralcılara gidip “Biz bazı hususlarda size tabi
olacağız. Cumhuriyeti koruyacağız, laikliği
uygulayacağız. Demokrasiyi benimseyeceğiz, Krala tabi
olacağız. Siz de bize fazla baskı yapmayın. Vakfımıza,
okulumuza, yurdumuza, şirketlerimize dokunmayın”
şeklinde bir tavır sergilemek, işte kişiyi şeytanın güdüm
alanına düşürür…
Ayrıca Allahu Teâla, kişinin akibetinin kötü
bir ölüm olmasını hazırlayan sebebi de şöyle açıklıyor:
“Onlar Allah’ı gazaplandıran işlere tabi olur. Allah’ın
rızasına götürecek işlerden hoşlanmazlardı.” Yani
hangi maksatla olursa olsun farzları terk, haramları işlemek
Allah’ı gazaplandırır. Farzları ve mendupları işlemek de
Allah’ı razı eder. İşte Allahu Teâla buna dikkati çekip
Allah’ı kızdıracak işlere tabi olmanın ve Allah’ın
hoşlandığı hususlardan hoşlanmamanın kişiyi kötü bir akıbete
düçar edeceğini, dünya ve ahirette amellerini boşa çıkaracağını
açıkça beyan etmektedir.
Bununla birlikte, Allahu Teâla, iman
edenleri bu duruma düşmemeleri için, şeytanın güdüm alanına
düşürecek söylem, eylem ve tavırları terk edip Allah ve
Rasulünün talep ettiği eylem, söylem ve tavırlara tabi
olmaya davet edip aksi halde amellerinin boşa çıkacağına,
nifaka düşeceklerine dikkat çekerek uyarıyor.
İşte asıl akıllı davranış Alemlerin
Rabbı, mutlak kudret sahibi Allahu Teâla’nın bu
ikazlarına, hitap ve taleplerine kulak vererek O’nun
hoşnutluğunu, nusretini, af ve mağfiretini kazanmaya çalışmaktır.
Günümüzde müslümanlar kafirleri hoşnut kılmak için
gösterdikleri gayreti Allah’ı hoşnut kılmak için
gösterselerdi halleri kesinlikle böyle olmazdı. Zira
Rabbımız Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:
“Rızasını arayanı Allah onunla (göndermiş
olduğu nur ve apaçık olan kitap ile) kurtuluş yollarına götürür.
Ve onları izni ile karanlıktan aydınlığa çıkarır. Dost
doğru yola iletir." (Maide: 16)
O halde müslümanlar, günümüzde düşmanları
kâfirlerin çeşitli saldırıları karşısında akidelerinin
çizgisinde dost doğru durup İslâmi kişilik ve tavırdan
taviz vermemelidirler. Kuvvet, izzet ve nusreti yalnız Allah’tan
beklemeliler ve O’nun hoşnutluğunu kazanmaya çalışmalılar.
Kâfirlerin hoşnutluğunu da zaten kâfir olmadıkça
kazanamayacaklarını, dolayısı ile o yolda hep
kaybedeceklerini unutmamalılar. Akıllarını başlarına alıp
“Rabbımız Allah’tır”, “Allah’tan başka ilah
yoktur”, “Allahu Ekber”, “Ne laik ne demokrat, adımız
müslüman” demelidirler. Bu çizgide Allah’ın dininin
ikamesi yani hakim kılınması için şeri hükümler
çerçevesinde çalışmalıdırlar… Bilmelidirler ki onları
içinde bulundukları tağuti zulüm ve zulümattan nura,
adalete ve selâmete çıkaracak olan Allah’ın nuru olan
Dinini hayata hakim kılacak ve aleme nur ve hidayet olarak
cihad ve tatbik yoluyla taşıyacak olan Raşidî Hilâfet
Devleti’dir. İşte onun kurulması için ihlasla çalışmaları,
onların dünya ve ahirette kurtuluşlarının vesilesi
olacaktır inşaallah. Bunun için, tüm müslüman kardeşlerimizi
bu kutlu çalışmaya katılmaya şu ayeti kerimelerin
ışığında davet ediyoruz:
"Dini ikâme edin (dosdoğru tutun,
hakim kılın). Onun hakkında ayrılığa düşmeyin. Müşrikleri
kendisine çağırdığınız husus (Allah’ın dininin
hakimiyetine girme çağrısı) onlara ağır geldi. Allah
dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru
yola iletir.” (Şura: 13)
“Haydi kâfirlerin hoşuna gitmese de Allah
için dindar ve muhlis olarak Allah’a davet edin." (Mü’min:
14)
“Rabbımız Allah’tır deyip sonra
dosdoğru yaşayanlara korku yoktur ve onlar
üzülmeyeceklerdir." (Ahkaf: 13)
|