“Ümmetim on beş şeyi yapmaya
başlayınca ona büyük belanın gelmesi vacib olur…Onların
en alçağı (erzeli) başlarına yönetici olduğu zaman…
kızıl rüzgarı, (zelzeleyi) yere batışı (hasfı) veya
suret değiştirmeyi (meshi) veya gök ten taş yağmasını (kazfi)
bekleyin.” (Tirmizi, K. Fiten, 2136)
17 Ağustos 1999 günü gece saat 03:02’de
Marmara bölgesinde meydana gelen deprem bölgede çok büyük
hasarlara yol açtı. Biz deprem ve sel gibi olağanüstü
afetlerin Allah’ın emri olduğuna ve insanların bunu
değiştirmesinin veya engellemesinin mümkün olmadığına, bu
türden afetlerin Kur’an’da da bildirildiği üzere insanlar
için bir ibret olması gerektiğine inanıyoruz. Ancak bir Müslüman
olarak yaşanan deprem felaketinin yanında bizi en fazla
üzüntüye sevk eden olay deprem sonrasında yaşananlardır.
Depremin oluşunun üzerinden çokça uzun bir zaman geçmeden
birçok radyo ve TV kanalı deprem bölgesinden canlı yayın
yapmaya başladılar. Felaketin görüntüsünü, insanların
çaresizliğini, maruz kaldıkları olay karşısında çırpınışlarını,
ortada devlet denilebilecek bir unsurun kesinlikle yer
almamasını ve buna isyanlarını tüm dünyaya yaymaya başladılar.
Televizyon ekranlarına yansıyan bu manzaralar karşısında
ancak saatler sonra devlet yöneticilerinden hiç de hoş
olmayan, devlet adamlığına yakışmayan utanç verici şu sözler
sarf edildi: “Felaketin büyüklüğü nedeniyle iletişim
hatları kesildi, bölgeyle bir türlü iletişim kuramadık,
haber alamıyoruz. Yollar tahrip olduğu için yardım gönderemiyoruz”
Bir devlet düşünün ki depremin ilk
dakikalarından itibaren radyo ve televizyonların canlı yayın
yaptıkları bir ülkede cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar ve
diğer devlet yöneticileri halkın gözünün içine baka baka
utanmadan, sıkılmadan saatler boyu iletişim kuramamaktan
bahsetmektedirler. Fakat devlet gücüne sahip olmayan bu
ümmetin hayırsever insanları bireysel gayretleri ile devletin
gidemediği, iletişim kuramadığı bölgeye ulaşabilmişlerdir.
- Bir devlet düşünün ki başörtülü
olarak, iffeti ve namusu ile üniversitede okumak isteyen
Müslüman kızlarımızın başörtülerini açmak için
bütün gücünü seferber ediyor, bu amaçla gösteri yapan
Müslümanların üzerine polis köpeklerini saldırtıyor,
panzerlerle üzerlerine su sıkıyor, tutukluyor ve onlara en
ağır cezaları layık görüyor. Fakat aynı devlet deprem
gibi bir felaket anında ortalıklarda gözükmüyor, enkaz altında
bulunan insanları kurtarmak için eğitilmiş elinde tek bir
tane dahi köpek bulunmuyor. Köpeklerini halkını kurtarmak için
değil halkının üzerine saldırmaları için eğitiyor.
- Bir devlet düşünün ki laiklik, Kemalizm
ve cumhuriyeti korumak hususunda demir yumruk ve hatta şahin
olabiliyor, hızlı, sert ve muktedir olabiliyor. 12 yaşından
küçük çocukların Kur’an okumasını yasaklamaya, devlet
dairelerinde ve orduda çalışan insanların eşlerinin başörtülü
olduğunu, namaz kıldıklarını titizlikle takip ve tespit
ediyor, askerleri ordudan ve memurları devlet dairelerinden
atmaya gücü yetiyor. Orada mahir, muktedir ve demir el
olabiliyor.
- Bir devlet düşünün ki felaketin en yoğun
bir şekilde yaşandığı, otuz bin civarında insanın öldüğü
İzmit ve Gölcük gibi bölgelerde enkaz kaldırmak için
gönderilen iş makinelarının tamamını insanların feryatlarını hiçe sayarak üç tane amiralin enkaz altındaki
cesetlerini kurtarmak için Gölcük’teki Donanma Komutanlığı
emrine sevk ediyor. Enkaz altında canlı veya cansız olarak
yatmakta bulunan yüz binlerce insanı hiçe sayarak, gece geç
saatlere kadar ordu evinde tepinen, Allah’a, dinine ve
müminlere meydan okuma küstahlığını gösteren üç
amiralin cesetlerini kurtarmayı kendisine önemli bir vazife
biliyor.
- Bir devlet düşünün ki deprem felaketi
ile karşı karşıya kalan insanlara yiyecek, içecek, ilaç,
battaniye, çadır, iş makinası gibi birtakım yardımları
anında sevk etmekten aciz olduğu gibi bireysel gayretleri ile
insanlar tarafından bölgeye ulaştırılan tonlarca yardımı
dağıtmaktan, bozulup telef olmaması için depolamaktan da
aciz kalıyor.
- Bir devlet düşünün ki tabii afetler anında
insanlara yardım amacıyla kurduğu, trilyonlarca liralık mal
varlığına sahip olan ve insanların Allah rızası için
kestikleri kurban derilerinden her yıl önemli miktarda pay
alan “Kızılay”, deprem bölgesinde kesinlikle
gözükmüyor.. Bir tane dahi çadır, seyyar mutfak, hastane
kurmuyor. Bununla ilgili olarak önümüzdeki günlerde Kızılay
görevlileri hakkında yazılar yazıldığı zaman büyük bir
ihtimalle şu cevabı vereceklerdir: “Bildiğiniz gibi geçtiğimiz
günlerde Kosova’dan gelen mülteciler için çadırken
kurduk, ayrıca Kosova’ya binlerce çadır ve yardım
malzemesi gönderdiğimiz için elimizde yeterli miktarda çadır
ve yardım malzemesi kalmadı. Kurumumuzun en büyük gelir
kaynaklarından birisini oluşturan kurban derilerinden elde
ettiğimiz gelirler de azaldığı için bundan daha fazlasını
yapamıyoruz. Elimizdeki imkanlar kadar yardım yapabiliyoruz.”
- Bir devlet düşünün ki enkaz altından
ölü olarak çıkarılan insanlar için ceset torbasına, çok
basit bir şekilde yapılabilecek el sedyesine, deprem bölgesindeki
insanların defi hacetlerini karşılamada kullanılacak seyyar
tuvaletlere sahip değil ve dışarıdan seyyar tuvalet
dileniyor!
- Bir devlet düşünün ki enkaz altından
çıkartılan ölülerini kepçelerle kazdığı kuyulara ve
çöplüklere adeta hayvan gömer gibi gömüyor. Diyanet
İşleri Başkanlığı gibi organize bir kuruluşa sahip iken
cenazeler kefenlenmeden, yıkanmadan, namazları kılınmadan
defnediliyor. Cenazelerin yıkanmaları, ve kefenlenmeleri için
seyyar gasilhaneler kuramıyor. Ama öte yandan Gölcük’teki
donanma komutalığından getirdikleri birkaç amiral, albay ve eşleri
için Ankara ve İstanbul’da özel cenaze törenleri
düzenliyor!
- Bir devlet düşünün ki enkaz altındaki
vatandaşlarını kurtarmak için olağanüstü felaketlerden
önce gerekli tedbirleri alması, enkaz kaldırma ve kurtarma
ekipleri kurması gerekirken Amerika’dan, İsrail’den, Rusya’dan
Fransa’dan vs diğer ülkelerden enkaz kurtarma ekipleri
göndermelerini istiyor. Halktan topladığı vergilerle bütçeden
pay ayırıp yüzlerce memur çalıştırdığı Sivil Savunma Müsteşarlığı
ve bağlı kuruluşları ile ortalıkta gözükmüyor. Yardım
adı altıda Amerika’dan gönderilen üç gemi, altı doktor
ve üç bin askerin adeta askeri çıkartma yapmasına izin
veriyor.
- Bir devlet düşünün ki Türkiye’nin ve
Avrupa’nın en büyük petrol rafinerilerinden birisi olan
Tüpraş rafinerisinde çıkan yangını elektriklerin kesik
olduğu, jeneratörlerin çalışmadığı gerekçesi ile
söndürmediği gibi orada bulunan tüm personele de tesisi boşaltmalarını
emrediyor, adeta kasıtlı olarak yangının daha da büyümesine
katkıda bulunuyor. Acaba bu saçma sapan emri veren kimseler
kime hizmet etmek için ve hangi amaçla verdiler? Yoksa bu emri
verdikleri zaman henüz aldıkları alkolün etkisinden
kurtulmamış bir halde miydiler?
Bir devlet düşünün ki seçim zamanı seçim
meydanlarını karış karış arşınlayan, insanlara bol
keseden vaatlerde ve bir takım göstermelik yardımlarda
bulunan, yol açan, asfalt döken siyasileri elleri ceplerinde,
fötr şapkası başında, lacivert takım elbiseleri ve kravatları,
altlarındaki son model arabaları ve helikopterleri ile bölgede
adeta karabatak gibi gözüküp sonra da kaybolmaktadırlar.
Yolların kapalı olduğu için bölgeye gidemediklerini
söylerlerken insanlar işte görsün mantığı ile hareket
ederek emirlerindeki helikopterlerle bölge üzerinde tur
atabilmektedirler. Acaba insanlara yük olmaktan, korkuluktan başka
işe yaramayan cesetlerini taşıyan bu helikopterler ve uçaklar
anında bölge insanına yardım taşıyamaz mıydı?
Bir devlet düşünün ki bağlı bulunduğu
NATO, BM vb. kurumların direktiflerini hemen yerine getirmeye
muktedir olabiliyor. IMF tarafından dayatılan özelleştirme,
tahkim ve emeklilik yaşı ile ilgili dayatmaları halkına
rağmen kanunlaştırıyor.
Bir devlet düşünün ki halkın, kamunun ve
fertlerin hakları çiğnenirken, malları çalınırken onları
korumakta, mafya, çete ve hırsızlar karşısında adaleti
tesis etmekte, teröristler ve katiller karşısında aciz
kalıyor ve halk da bu hususta devlete hiç güvenmiyor. Halkına
sağlık hizmeti sunamıyor, insanlarının parasızlıktan
hastane kapılarında beklemesine, geri çevrilmesine sessiz kalıyor.
Gençliğin çeşitli sapıklıklara düşmesini, alkol ya da
uyuşturucu müptelası ve hippi olmalarını engelleyemiyor.
Bütün bu olaylarda devletin yetersizliğinin
nedeni teknik ve ekonomik imkansızlık değildir. Tek neden,
devletin ve yöneticilerinin halkına değer vermeyişidir, laik
demokratik sistemdir, kapitalizmdir. Zira bu ülkede ilk defa
deprem, tabii afet vukuu bulmuyor. Daha geçen sene Adana’da
deprem oldu. Geçen sene Batı Karadeniz bölgesinde sel
felaketi oldu. Her sene yaz aylarında orman yangınları olur.
Her gün trafik kazalarında onlarca insan ölür. Ve her
seferinde devletin acziyeti, hantallığı, umursamazlığı ve
yetersizliği değişmiyorsa bunun bir tek izahı vardır,
devlet halkına önem vermiyor demektir.
Nasıl ki devlet, yakında bir savaş
tehlikesi olmasa da her an savaş olabilir kaygısıyla eli
altında savaşa hazır bir ordu bulunduruyorsa tabii felaketler
için de öylesi hazır bir yardım, kurtarma ekibi ve
donanımını her yerleşim biriminde bulundurabilir. Bunu da
ordu bünyesinde yapabilir. Ordu içinde bir kesim bu alana
istihdam edilip bu yönde eğitilir ve donatılır. Gerekli
yeterli imkanlar hazır tutulur. Mesela bir jandarma karakolunun
olduğu her yerde bir de kurtarma ve yardım ekibi niçin olmasın?
Bu ekip her türlü kurtarma yardım malzemeleri ile
donatılmış olmalı ve o bölgede yeterli gerekli yardım
malzemeleri bulundurulmalıdır. Nasıl savaş tehlikesi
ihtimaline karşı gerekli her türlü mühimmat hazır
bulunduruluyorsa ve askerler de onları kullanmak için eğitiliyorsa,
bu alanda eğitim alan bir ekip niçin olmasın? Üstelik yardım
ve kurtarma işi savaş anında da gerekli olan bir iştir.
Bu öneri ekonomik, teknik ve istihdam açısından
imkansız bir husus da değildir. İmkan dahilindedir, yeter ki
halka değer verilsin, “Bir ırmak kenarında bir koyunun
ayağı sürçüp de suya düşerse o benden sorulur” diyen
hayırlı yöneticinin sorumluluk bilincinde olunsun.
Öyleyse devlet niçin vardır? Bu güne
kadar karşılaştığımız ve bu günden sonra da karşılaşabileceğimiz
sorunlardan nasıl kurtulacağız? Nasıl bir devlete sahip
olmalıyız? Bunun için ne yapmalıyız?
Hangi devlet olursa olsun belli bir toplumda
yaşayan insanların masla- hatlarını belli bir dünya görüşü
ile gözetmesi, koruması için vardır. Bu maslahatların
başında gelenleri ise şunlardır:
İnsanların canlarını; düşman
saldırılarından, eşkıyalardan, teröristlerden korumak, sağlık
hizmetlerini sunmak
Hırsızlardan ve yolsuzluk yapanlardan
mallarını korumak.
Çeşitli sapıklıklardan, alkol ve
uyuşturucu müptelasından nesillerini korumak.
Asayişi sağlamak, adaleti tesis etmek
Deprem, sel, yangın gibi tabii afetlerde
insanların yaralarını en hızlı bir şekilde sarmak.
Varsa ideolojik misyonunu aleme taşımak.
Nasıl bir devlet olmalı?
Bu topraklarda yaşan insanlar 3 Mart 1924
tarihine kadar Hilafet Devleti’nin çatısı altında
yaşıyorlardı. Osmanlı Devleti’nin yani Hilafet Devletinin
yıkılmasıyla Müslümanlar, korumasız kaldılar, anne
şefkatiyle kendilerini kucaklayacak bir devletten mahrum
oldular. Her ne kadar tarihin çeşitli devirlerinde
sıkıntılı anlar yaşandı ise de Hilafet devletinin temeli
Allah’ın Resülu Muhammed (sav) tarafından Medine’de
atılmıştı. Bu devlet İslam Devleti idi. İslam Devleti
yaklaşık on üç asır boyunca hayatta kaldı, bu süre
içerisinde kendi halkına adeta bir anne şefkati ile itina gösterdi.
İslam tarihinde bunun sayılamayacak kadar çok sayıda
örnekleri vardır.
Bu devlet; halkının en sıkıntılı
halinde bile rahatlığını elinden bırakmayan, eli cebinde,
lacivert takım elbiseleri ile ortalıkta dolaşan sorumsuz yöneticilerin
değil, halifeliği döneminde insanlar yataklarında uyurken
halkının herhangi bir sıkıntısı olup olmadığını öğrenmek
için Medine sokaklarını dolaşan Ömer’in devleti olmalıdır.
Zira Ömer bir gün Medine sokaklarında dolaşırken evin
birisinde açlıktan ağlamakta olan çocuk seslerini duyunca
bundan kendisini sorumlu tutar, hemen onlara yiyecek getirir ve
eliyle yedirir. Bu devlet, insanlar arasında onlarca koruma
ordusuyla, zırhlı araçlarla dolaşan, köşklerde saraylarda
yaşayan hain yöneticilerin bulunduğu bir devlet değil, bir
ağacın gölgesinde Allah’tan başka kimseden korkmaksızın
rahat bir şekilde uyuyabilen Ömeru’l Faruk’un devleti gibi
bir devlet olmalıdır. Bu devlet, dağdaki bir patikada yürürken
düşüp ayağını kıran keçinin hesabını nasıl
vereceğini düşünüp ağlayan, müminlerin emiri Ömer b. el-Hattab’ın
halife olduğu Raşidi Hilafet Devleti olmalıdır.
Bu devlet halkı açlık ve çaresizlik
içerisinde iken, lojmanlarda oturan, altlarında son model
arabalarla gezen, yoksuldan dahi vergi alan, her türlü
olumsuzluğun faturasını halkına yükleyen, kafirlere uşaklık
yapan hain yöneticilerin bulunduğu bir devlet değil, aylar
sonra hanımının yaptığı bir tatlı nedeniyle aldığı
aylığı çok bulan ve maaşını azaltan; Medine’de kıtlık
olduğunda Mısır’dan gelen yiyeceklerden Medine halkının
tamamı yiyip, karınlarını doyurmadıkça ağzına bir lokma
almayan, evine getirilen deve etini geri çeviren Ömer’in
halife olduğu ve Allah Resülu Muhammed (sav)’in kurduğu
İslam Devleti olmalıdır.
Bu devlet zekat verilecek bir fakirin dahi
bulunmadığı Ömer b. Abdülaziz gibi halifelerin bulunacağı
bir devlet olmalıdır. Bu devlet, Medine’de bir Müslüman
kadının elbisesinin açılmasına neden olan Yahudi kabilesine
anında haddini bildiren ve onları Medine dışına süren
Resulullah (sav)’in kurduğu devlet gibi olmalıdır.
Bu devlet, üniversitelerinde okuyan kızlarının
başlarını açan, onları okumaktan mahrum eden, hanımları
başörtülü olduğu gerekçesi subaylarını ordudan ihraç
eden bir devlet değil, Bizans sınırında yaşayıp Bizans
askerlerinin tacizine uğraması üzerine “ey Mutasım
neredesin” feryadına cevap vererek büyük bir ordu ile
Bizans üzerine yürüyen ve Müslüman kadının feryadına
anında cevap veren Halife Mutasım gibi halifelerin
bulunacağı bir Hilafet devleti olmalıdır.
Bu devlet İslam topraklarının kafirlerin
istilası altında bulunmasına ses çıkarmayan, Amerika ve
İngiltere gibi efendilerine kölelik yapan, Filistin’de bir
Yahudi devletinin kurulmasına göz yuman ve destek veren,
Yahudilerle İslam’a ve Müslümanlara karşı anlaşmalar
imzalayan en alçak insanların yönetici olduğu karton devlet
değil; Filistin haçlı hakimiyeti altında iken rahat uyku
uyumayan ve gülmeyen Selahaddin Eyyubi gibi komutanların;
Yahudilerin Filistin'den parayla toprak satın alma tekliflerine
“Hilafet Devleti ayakta kaldığı müddetçe buradan bir karış
dahi toprak alamayacaksınız, ne zaman ki bu devlet yıkılır
ancak o zaman emelinize ulaşabilirsiniz” cevabını veren
Sultan Abdülhamit gibi şahsiyetli devlet adamlarını
yetiştirecek bir devlet olmalıdır.
Ey Müslümanlar! Şunu hiç bir şekilde
unutmayınız ki Cumhuriyet tarihi boyunca yaşadığınız her
türlü sıkıntıların temelinde; Allah’ın dininin yeryüzünde
hakim olmaması, küfür sistemi olan demokrasinin hakim olması
yatmaktadır. Demokratik kapitalist sistem hayatiyetini sürdürdüğü
müddetçe başımızdan belalar asla eksik olmayacaktır.
Halkına düşmanlık yapan köle ruhlu bu yönetici
müsveddelerinden ve onların zulümlerinden kesinlikle
kurtulamayacağız. Deprem bölgesinde bulunan insanlar bir defa
ölmekte, bir defa yaralanmaktadırlar. Fakat demokratik
kapitalist sistem hayatta kaldığı müddetçe geride kalanlar
her gün ölecekler, her gün yaralanacaklardır. Unutmayın ki
daha önceki deprem veya benzeri afetlerde olduğu gibi halktan
trilyonlarca para toplamalarına rağmen bunları gerekli
yerlere ulaştırmamışlardır. Bu deprem felaketinde de
halkın şimdiye kadar görülmemiş bir şekilde ayni ve nakdi
yardımlarda bulunmasına, açılan banka hesaplarına
milyarlarca dolar tutarında para yatırılmasına rağmen
bunlar, depremi bahane ederek yeni vergi uygulamaları
getirecekler. Daha önceleri yaptıkları gibi bu paraları
birkaç bankacıya peşkeş çekeceklerdir.
Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur:
“Size emirlerinizin (yöneticilerinizin)
en hayırlıları kimlerdir, en şerlileri kimlerdir haber
vereyim mi? Onların en hayırlıları sizlerin sevgisine mazhar
olanlar, sizleri sevenler, sizin onlara hayırla dua ettiğiniz,
onların da size hayırla dua ettiği kimselerdir. Emirlerinizin
şerlileri de sizin buğz ettikleriniz, onların da size buğz
edenleridir. Siz onlara lânet edersiniz, onlar da size lânet
ederler.” (Tirmizi, K. Fiten, 2190)
|