Numan Erhacıoğlu
YÖNETİMDE
REFERANSIMIZ; AKIL VE BİLİM DEĞİL, VAHY OLMALIDIR
!
Allah’ın
dinini toplum ve devlet yapısından uzak kılmak için tağuti
düzenin çağdaş kılıfına bürünmüş meleme
(beceriksiz) siyasetçileri ve mel’amları (mollaları),
ümmetin İslam’a olan bakışını saptırmaya var
güçleriyle devam etmektedirler.
Dillerine
doladıkları ve savundukları görüşlerden bir kaçını
şu şekilde sıralamak mümkün:
-Devlet
yönetiminde referansımız İslam değil,
akıl ve bilimdir. (Recai
Kutan İs. ve La. S. 159)
-Hakimiyet
kavramı siyasi ve teşrii değildir. Vahy büyük çoğunluğu
itibarıyla dünya
hayatını esas almıyor. (Yunus Vehbi Yavuz İs.ve La.
S. 109)
-Şimdi
siyasete gelince Kur’an’ın kendi içerisinde herhangi
bir şekilde, yönetimin
ne şekilde olması, yöneticinin ne şekilde seçilmesi
gerektiğine ilişkin hiç bir unsur yok. İslam’ın
kendisi üzerinde konuştuğumuz zaman onun ne kadar karmaşık
bir şey olduğunu görürüz. (Ahmet Arslan
İs.ve La. S. 20)
-İslam öyle
bir sistem arzu ediyor ki, bugünkü global sistemin
ilkeleri; katılımcı bir yönetim, hukuk, insan haklarının
sağlanması, serbest piyasa ekonomisi bütün dünyada
yerleşsin. (Fehmi
Koru İs.ve La. S.37)
-Bir görevimiz
var, kaynaklarımızı tenkit
ve tahlil süzgecinden geçirip yeniden gündeme getirmek
zorundayız. (Cemal Sofuoğlu İs.ve La. S. 40)
-Hz.
Muhammed’in (sav) kurduğu şehir devletine gelince,
temelinde şahısların asli haklarına saygı ve adalet
bulunan bu şehir devletin, tarihte çok yumuşak bir
laiklik ilkesine dayanan ilk devlet olduğunu söyleyebiliriz.
Aslına bakılacak olursa, vahye dayanan üç büyük semavi
dinin hiç birinde, vahy yoluyla bir devlet
biçimi empoze edilmiş değildir. (Ahmet Yüksel
Özemre İs.ve La. S.166)
Bu ve buna
benzer her gün yüzlerce görüşün serdedildiği göz
önünde bulundurulacak olursa, Müslümanlar üzerinde
büyük oyunlarla düşüncelerinde spekülasyon yapılması
amaçlandığı gözükecektir. Bütün bu saptırmaların
fonksiyonel (işlevlik) kılınmasını sağlayan elbette ki
İslam ümmetinin başında bulunan küfür sistemlerinin
desteğiyle gerçekleşen icraatlardır. Bütün bu görüşlerin
temelinde, akıl ve bilim baz alınmakta ve asıl amaç
olarak ta ellerindeki elitlerle ümmettin iman kalesinde
derin uçurumlar açarak dinleri hakkında septik (şüpheci)
bir hava oluşturmaktır. Bu doğrultuda İslam’ın hayata
dönüşünün önünde aşılması zor bentler oluşturularak
çirkef dolu tağuti sistemlerin ömrünü uzatma hedeflenmiştir.
Olayların
seyrinden de anlaşılacağı üzere Müslümanların vahy
ve vahye dayalı şer’i hükümlere olan bağlılıktan
uzaklaştırmak için son günlerin popüler kelimeleri
elastiki tarzlarda kullanılarak zihinlerde kargaşa
oluşturulmaktadır. Bu kelimelerden akıl ve bilim
her hususta ölçü membaı (kaynağı) kılınarak vahye
dayalı düşünce sekteye uğratılmak istenmektedir.
Ümmetin bulunmuş olduğu fikri zafiyetinden faydalanan
küfrî yönetimler, ümmetin akıl ve bilim potasında eritilerek
vahiyden uzaklaşmasını esas alan profilde, İslami
kılıfa bürünmüş mel’am tipli şahsiyetleri aktörler
olarak görevlendirmişlerdir.
Rasyonalizmin
tesiri altında kalanlar, tabii olaylar ve toplumların
kural ve yasalarını rasyonalist bakışla
çözebilecekleri vehmine kapılırlar. Hatta daha da ileri
giderek rasyonalizmin her şeye egemen olduğunu, bilim
dışı açıklamaları ve irdelenmemiş nakillerin delil ve
ölçü olamayacağını akılcı bir model olarak kabul
ederler. Yani Allah’tan gelen vahy irdelenmeye açık
değilse ve akıl ve bilim çerçevesinde ele alınmıyorsa,
rehber olarak görülmeyeceği gibi safsata veya hurafe
olarak nitelendirilmelidir. Bu bakış açısı vahye dayanan,
nakil içerikli şer-i hükümlerle kurumsallaşmış bir yönetim
şeklini açıkça dışlamaktadır. Daha açık bir ifade
ile rasyonalist düşünce bugün yeryüzünde İslam
devleti Hilafet düşüncesini kabullenemediği gibi bir saçmalık
olarak görmektedir.
Rasyonalist
düşünce altında pragmatist yaklaşımlarla meseleye
yaklaşan bu zihniyet, Müslümanlar için elbette ki
hayatlarını yönlendirmede teşri kaynağı hakkına sahip
olamayacaklardır. Müslümanlar hayatlarını yönlendirmede
(hukuk ve nizamlar hususunda) objektif bakma hakkına sahip
olmadıkları gibi teşrii kaynakları ve ondan çıkan
hukuk konusunda da pozitif ve negatif çerçevede sorunlarını
değerlendirme yetkisine sahip değildirler.
Bu noktada
referansımızın ne olması ve nasıl bir yol takip
edilmesine bir bakış açısı getirme zorunluluğu hasıl
olmuştur. Akıl ve bilim konusu mücmel halden çıkarılıp
mufassal bir şekilde ortaya konarak, alanları hakkında
berrak bir fikir ortaya koymak gerekir. Bu çerçevede
konuya eğilmek istiyoruz.
Akıl; Sezginin
madde veya vakıayı duyu organları vasıtasıyla beyne
taşıması ve beynin bu madde veya vakıayı ön bilgilerle
yorumlamasıdır. (Takiyyuddin en N. Düşünme Metodu
s. 18)
Bilim
(ilim); tabiat, kimya ve tecrübeye dayanan diğer
ilimler gibi dikkatlice bakmak, deneye tabi tutmak ve ondan
sonra bir neticeye varmak yoluyla alınan bilgilerdir.
(Takiyyuddin en N. İs. Şah. C1/321 )
Aklın
fonksiyonu vakıaları idrak etmek ve bunu ön bilgilerle
yorumlamaktır. Aklın idrak ettiği şeyler insan, hayat ve
kainattır. Buda gösteriyor ki aklın idrak ettiği şeyler
de sınırlıdır. Aklı olan herkes duyusunun iliştiği
şeylerin sadece varlığından, onları yaratmış olan bir
Halıkın mevcut olduğunu anlar. İslam, insan fıtratına
uygun, akla kanaat, kalbe güven verici bir ikrarı kabule
bağlı tutmuştur. Bundan dolayı İslam yalnız bir temel
üzerine kurulmuştur ki, o da akidedir. Yani her şeyi
kuşatan Allah’ın varlığını tastikdir. Ki bu
çözüm, hayatta tutulacak yola ve hayatın nizamlarına müteallik
her fer-i fikrin dayandığı fikri kaide ve akidedir.
Müslüman olan her şahıs ve toplum hayat müşküllerini
ancak bu çerçevede çözümlendirebilir. Burada şu husus
açığa çıkıyor ki; kesin tastikle Allah’ın
varlığına iman eden kişi için Ondan gelen emir ve
nehiylere uyması mutlaktır. Bu noktadan sonrası için
insan hayatının tanzimine yönelik fikirler insan aklının
kavrayacağı veya kavramaktan aciz kalacağı şekilde de
olsa uygulamaktan başka alternatifi yoktur. Allah (cc) bu
hususta şöyle buyurdu:
“Hoşunuza
gitmediği halde savaş size farz kılındı. Sizin için
daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür.
Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de
mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”
(Bakara 216)
Resulullah
(sav)’de bu hususta şöyle buyurdu:“Sizden
birisi iman etmiş olmaz ta ki ben onun akletmekte olduğu
aklı olasıya kadar.”
Akıl
insanların fiilleri hakkında hüküm vermeye kalkışırsa
yanılır. Heva ve hevesine göre hüküm verecek ve ilah
konumuna gelecektir. Aklın görevi Allah’ın hitabını
anlamak, eşyada Onun kudretini idrak etmektir. Yani akıl
teşri kaynağı değildir.
Bilime
(ilime) gelince; Bilim geneldir. Bilim evrensel olup özel
olarak herhangi bir ümmete ve topluma ait değildir. Bilim
bir teşri kaynağı da değildir. Onda asıl olan deneme ve
yanılma yolu ile elde edilen tecrübeye dayalı kati
olmayan bilgiler elde etmektir. Yani bilimde daimi olarak
zan bulunmaktadır. Oysaki akide de zanla hareket edilemez.
Allah (cc) bu hususta şöyle buyuruyor:
“Onlar
sadece zan ve tahminde bulunuyorlar.”
(Bakara 78)
“Onların
çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan
(ilimden) hiçbir şeyin yerini tutmaz. Allah onların yapmakta
olduklarını pek iyi bilendir.”
(Yunus 36)
“Yeryüzünde
bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah'ın
yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi
olmaz, yalandan başka söz de söylemezler.”
(En’am 116)
Bilimin insan
fiillerine yön verme ile hiç bir alakası yoktur.
Ticarette, sanayide, uzay ilimlerinde ve denizcilik
alanlarında gerçekleştirilen ve tecrübe sonucu ortaya çıkan
gelişimleri yasa kılmak veya bir millete mal edilmesi
mümkün değildir. Bilimin teşri kaynağı olduğu
iddiası mesnetsizce bir iddiadır.
Bu izahlardan
sonra aklı ve bilimi yasama kaynağı kabul eden
şahsiyetlerin meseleye yüzeysel yaklaştıklarını ve
vakıanın etrafında döndüklerini görüyoruz. Bu işin içerisinde
kasıt olsun veya olmasın sorunlara böylesi bir yaklaşım
yanlıştır. Müslümanın meseleye yaklaşımı ancak
İslami çerçevede olmalıdır. Batı kültüründen
etkilenen bir bakış Müslümanları onlar gibi düşünmeye
sevk eder.
“Ey
iman edenler! Eğer kafirlere uyarsanız, sizi gerisin
geriye (eski dininize) döndürürler de, hüsrana uğrayanların
durumuna düşersiniz.”
(Al-i İmran 149)
Oysa ki Müslümanın
referansı ancak İslam akidesi ve ondan neşet eden şer-i
hükümler olmalıdır. Allah (cc) bu hususta şöyle
buyurdu:
“Hüküm
sadece Allah'a aittir. O size kendisinden başkasına ibadet
etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat
insanların çoğu bilmezler.”
(Yusuf 40)
Ayet ve
hadislerde bu içerikli naslarla da ortaya çıkmaktadır ki
Müslüman için yönetim hususunda referans akıl değil
ancak vahiydir. Yani bu hususta rasyonalist bir düşünce
İslam’ın esaslarıyla bağdaşmaz. İslam yönetimle
ilgili bütün hususları beyan etmiştir.
Yönetim; hüküm,
sultan, mülk kavramlarıyla aynı anlamları taşır.
İnsanlar ancak belirli yasalarla aralarındaki alakaları düzenleyebilirler.
Buda yönetimin tümünü kapsamaktadır. Hakimin hükümleri
uygulayan otoritesi anlamına da gelir. Devlet yönetimi;
savaş hukuku, siyasi hukuk, ceza hukuku, sosyal hukuk,
medeni hukuk ve benzeri hukuki içeriklerini bağrında barındıran
organik bir bağdır.
İslam’da yönetim
şekli olmadığını iddia edenler, bu batıl ve sapık düşünceleri,
İslama olan kinlerinden kaynaklanarak Müslümanların
zihinlerini bulandırmak için ortaya koydukları açıkça
müşahede edilmektedir. İslam’da yönetim şekli vardır
ve bununla ilgili bir çok ayet ve hadis vaaz olunmuştur.
Allah (cc) şöyle buyuruyor:
“Allah’a
itaat edin, Resule itaat edin ve sizden olan emir
sahiplerine de.”
(Nisa 59)
“Onu,
Resule ve onlardan olan ulul emre götürselerdi.”
(Nisa 83)
“Onların
aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet. Haktan sana
gelenden sapıp onların
hevalarına uyma.”
(Maide 48)
“İnsanlar
arasında hükmettiğinizde adaletle hükmedin.”
(Nisa 58)
“Kısasta
sizin için hayat vardır, ey akıl sahipleri.”
(Bakara 179)
“Sizin
çocuğunuzu emzirirlerse onlara ücretlerini verin.”
(Talak 6)
Resulullah
(sav) şöyle buyuruyor: “Bizim bu dinimizden olmayan
bir hususu sonradan ihdas eden reddolunur.” (Buhari,
Müs.)
Buna benzer
ayetler ve hadisler incelendiğinde İslam, Allah’ın
emirleriyle yönetmeyi ve bu şekilde bir yönetimi esas kıldığı
ortaya çıkar. İslam’ın varlığından bahsedebilmek
için ancak İslam hükümlerinin bir devletçe fiilen
uygulanması gereklidir. Devlet ve yönetim İslam’dan
birer parçadır. İslam’ın hayatta olmaması demek,
canlılığını kaybetmesi ve Şari’inin hitabının uygulanmaması
anlamını taşır.
Hayatlarını
tanzim etmede İslam’dan başka referans arayanları
itidalli bir düşünceye davet ediyoruz. Konumları ne
olursa olsun bu tavrı sergileyenlerin önce Müslüman olup
olmadıklarını sorgulamaları gerekir. Küfür
sistemlerinin işlerini gütmek ve onlara şirin gözükmek
için dünya ve ahiret hayatlarını bir çırpıda silenler
gerçekten zavallı insanlardır. Küfür düzenleri
avaneleri olan bu insanlar İslam’a olan kinlerinden
dolayı azaba duçar olacaklardır. Allah (cc) onlar
hakkında şöyle buyuruyor:
“Allah'ın
âyetlerini ve O'na kavuşmayı inkar edenler -işte onlar-
benim rahmetimden ümitlerini kesmişlerdir ve onlar için
acıklı bir azap vardır.”
(Ankebut 23)
Son olarak bütün
Müslümanları itidalli olmaya davet ediyor, sapık
fikirlerle ümmetin zihnini bulandırmak isteyen küfür
düzenini ve bu düzenin koruyucuları ve savunucularını
iyi tanımalarını istiyoruz. İslamın hükümranlığı
ve hilafetin yeniden ilanı elbette onların sonu
olacaktır. Asıl korkuları da bu olsa gerek...
“...Sonra
da nübüvvet metodu üzerinde hilafet olacaktır.”
(Ahmed b. Hanbel)
|