Raşidi Hilafet Dergisi Yıl 12  Sayı 131  1421/ 2000   

 

Numan Erhacıoğlu

YÖNETİMDE REFERANSIMIZ; AKIL VE BİLİM  DEĞİL, VAHY OLMALIDIR !

Allah’ın dinini toplum ve devlet yapısından uzak kılmak için tağuti düzenin çağdaş kılıfına bürünmüş meleme (beceriksiz) siyasetçileri ve mel’amları (mollaları), ümmetin İslam’a olan bakışını saptırmaya var güçleriyle devam etmektedirler.

Dillerine doladıkları ve savundukları görüşlerden bir kaçını şu şekilde sıralamak mümkün:

-Devlet yönetiminde referansımız İslam değil, akıl ve bilimdir. (Recai Kutan İs. ve La. S. 159)

-Hakimiyet kavramı siyasi ve teşrii değildir. Vahy büyük çoğunluğu itibarıyla dünya hayatını esas almıyor. (Yunus Vehbi Yavuz İs.ve La. S. 109)

-Şimdi siyasete gelince Kur’an’ın kendi içerisinde herhangi bir şekilde, yönetimin ne şekilde olması, yöneticinin ne şekilde seçilmesi gerektiğine ilişkin hiç bir unsur yok. İslam’ın kendisi üzerinde konuştuğumuz zaman onun ne kadar karmaşık bir şey olduğunu görürüz. (Ahmet Arslan İs.ve La. S. 20)

-İslam öyle bir sistem arzu ediyor ki, bugünkü global sistemin ilkeleri; katılımcı bir yönetim, hukuk, insan haklarının sağlanması, serbest piyasa ekonomisi bütün dünyada yerleşsin. (Fehmi Koru İs.ve La. S.37)

-Bir görevimiz var, kaynaklarımızı tenkit ve tahlil süzgecinden geçirip yeniden gündeme getirmek zorundayız. (Cemal Sofuoğlu İs.ve La. S. 40)

-Hz. Muhammed’in (sav) kurduğu şehir devletine gelince, temelinde şahısların asli haklarına saygı ve adalet bulunan bu şehir devletin, tarihte çok yumuşak bir laiklik ilkesine dayanan ilk devlet olduğunu söyleyebiliriz. Aslına bakılacak olursa, vahye dayanan üç büyük semavi dinin hiç birinde, vahy yoluyla bir devlet biçimi empoze edilmiş değildir. (Ahmet Yüksel Özemre İs.ve La. S.166)

Bu ve buna benzer her gün yüzlerce görüşün serdedildiği göz önünde bulundurulacak olursa, Müslümanlar üzerinde büyük oyunlarla düşüncelerinde spekülasyon yapılması amaçlandığı gözükecektir. Bütün bu saptırmaların fonksiyonel (işlevlik) kılınmasını sağlayan elbette ki İslam ümmetinin başında bulunan küfür sistemlerinin desteğiyle gerçekleşen icraatlardır. Bütün bu görüşlerin temelinde, akıl ve bilim baz alınmakta ve asıl amaç olarak ta ellerindeki elitlerle ümmettin iman kalesinde derin uçurumlar açarak dinleri hakkında septik (şüpheci) bir hava oluşturmaktır. Bu doğrultuda İslam’ın hayata dönüşünün önünde aşılması zor bentler oluşturularak çirkef dolu tağuti sistemlerin ömrünü uzatma hedeflenmiştir.

Olayların seyrinden de anlaşılacağı üzere Müslümanların vahy ve vahye dayalı şer’i hükümlere olan bağlılıktan uzaklaştırmak için son günlerin popüler kelimeleri elastiki tarzlarda kullanılarak zihinlerde kargaşa oluşturulmaktadır. Bu kelimelerden akıl ve bilim her hususta ölçü membaı (kaynağı) kılınarak vahye dayalı düşünce sekteye uğratılmak istenmektedir. Ümmetin bulunmuş olduğu fikri zafiyetinden faydalanan küfrî yönetimler, ümmetin akıl ve bilim potasında eritilerek vahiyden uzaklaşmasını esas alan profilde, İslami kılıfa bürünmüş mel’am tipli şahsiyetleri aktörler olarak görevlendirmişlerdir.

Rasyonalizmin tesiri altında kalanlar, tabii olaylar ve toplumların kural ve yasalarını rasyonalist bakışla çözebilecekleri vehmine kapılırlar. Hatta daha da ileri giderek rasyonalizmin her şeye egemen olduğunu, bilim dışı açıklamaları ve irdelenmemiş nakillerin delil ve ölçü olamayacağını akılcı bir model olarak kabul ederler. Yani Allah’tan gelen vahy irdelenmeye açık değilse ve akıl ve bilim çerçevesinde ele alınmıyorsa, rehber olarak görülmeyeceği gibi safsata veya hurafe olarak nitelendirilmelidir. Bu bakış açısı vahye dayanan, nakil içerikli şer-i hükümlerle kurumsallaşmış bir yönetim şeklini açıkça dışlamaktadır. Daha açık bir ifade ile rasyonalist düşünce bugün yeryüzünde İslam devleti Hilafet düşüncesini kabullenemediği gibi bir saçmalık olarak görmektedir.

Rasyonalist düşünce altında pragmatist yaklaşımlarla meseleye yaklaşan bu zihniyet, Müslümanlar için elbette ki hayatlarını yönlendirmede teşri kaynağı hakkına sahip olamayacaklardır. Müslümanlar hayatlarını yönlendirmede (hukuk ve nizamlar hususunda) objektif bakma hakkına sahip olmadıkları gibi teşrii kaynakları ve ondan çıkan hukuk konusunda da pozitif ve negatif çerçevede sorunlarını değerlendirme yetkisine sahip değildirler.

Bu noktada referansımızın ne olması ve nasıl bir yol takip edilmesine bir bakış açısı getirme zorunluluğu hasıl olmuştur. Akıl ve bilim konusu mücmel halden çıkarılıp mufassal bir şekilde ortaya konarak, alanları hakkında berrak bir fikir ortaya koymak gerekir. Bu çerçevede konuya eğilmek istiyoruz.

Akıl; Sezginin madde veya vakıayı duyu organları vasıtasıyla beyne taşıması ve beynin bu madde veya vakıayı ön bilgilerle yorumlamasıdır. (Takiyyuddin en N. Düşünme Metodu s. 18)

Bilim (ilim); tabiat, kimya ve tecrübeye dayanan diğer ilimler gibi dikkatlice bakmak, deneye tabi tutmak ve ondan sonra bir neticeye varmak yoluyla alınan bilgilerdir. (Takiyyuddin en N. İs. Şah. C1/321 )

Aklın fonksiyonu vakıaları idrak etmek ve bunu ön bilgilerle yorumlamaktır. Aklın idrak ettiği şeyler insan, hayat ve kainattır. Buda gösteriyor ki aklın idrak ettiği şeyler de sınırlıdır. Aklı olan herkes duyusunun iliştiği şeylerin sadece varlığından, onları yaratmış olan bir Halıkın mevcut olduğunu anlar. İslam, insan fıtratına uygun, akla kanaat, kalbe güven verici bir ikrarı kabule bağlı tutmuştur. Bundan dolayı İslam yalnız bir temel üzerine kurulmuştur ki, o da akidedir. Yani her şeyi kuşatan Allah’ın varlığını tastikdir. Ki bu çözüm, hayatta tutulacak yola ve hayatın nizamlarına müteallik her fer-i fikrin dayandığı fikri kaide ve akidedir. Müslüman olan her şahıs ve toplum hayat müşküllerini ancak bu çerçevede çözümlendirebilir. Burada şu husus açığa çıkıyor ki; kesin tastikle Allah’ın varlığına iman eden kişi için Ondan gelen emir ve nehiylere uyması mutlaktır. Bu noktadan sonrası için insan hayatının tanzimine yönelik fikirler insan aklının kavrayacağı veya kavramaktan aciz kalacağı şekilde de olsa uygulamaktan başka alternatifi yoktur. Allah (cc) bu hususta şöyle buyurdu:

“Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara 216)

Resulullah (sav)’de bu hususta şöyle buyurdu:“Sizden birisi iman etmiş olmaz ta ki ben onun akletmekte olduğu aklı olasıya kadar.”

Akıl insanların fiilleri hakkında hüküm vermeye kalkışırsa yanılır. Heva ve hevesine göre hüküm verecek ve ilah konumuna gelecektir. Aklın görevi Allah’ın hitabını anlamak, eşyada Onun kudretini idrak etmektir. Yani akıl teşri kaynağı değildir.

Bilime (ilime) gelince; Bilim geneldir. Bilim evrensel olup özel olarak herhangi bir ümmete ve topluma ait değildir. Bilim bir teşri kaynağı da değildir. Onda asıl olan deneme ve yanılma yolu ile elde edilen tecrübeye dayalı kati olmayan bilgiler elde etmektir. Yani bilimde daimi olarak zan bulunmaktadır. Oysaki akide de zanla hareket edilemez. Allah (cc) bu hususta şöyle buyuruyor:

“Onlar sadece zan ve tahminde bulunuyorlar.” (Bakara 78)

“Onların çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan (ilimden) hiçbir şeyin yerini tutmaz. Allah onların yapmakta olduklarını pek iyi bilendir.” (Yunus 36)

“Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka söz de söylemezler.” (En’am 116)

Bilimin insan fiillerine yön verme ile hiç bir alakası yoktur. Ticarette, sanayide, uzay ilimlerinde ve denizcilik alanlarında gerçekleştirilen ve tecrübe sonucu ortaya çıkan gelişimleri yasa kılmak veya bir millete mal edilmesi mümkün değildir. Bilimin teşri kaynağı olduğu iddiası mesnetsizce bir iddiadır.

Bu izahlardan sonra aklı ve bilimi yasama kaynağı kabul eden şahsiyetlerin meseleye yüzeysel yaklaştıklarını ve vakıanın etrafında döndüklerini görüyoruz. Bu işin içerisinde kasıt olsun veya olmasın sorunlara böylesi bir yaklaşım yanlıştır. Müslümanın meseleye yaklaşımı ancak İslami çerçevede olmalıdır. Batı kültüründen etkilenen bir bakış Müslümanları onlar gibi düşünmeye sevk eder.

“Ey iman edenler! Eğer kafirlere uyarsanız, sizi gerisin geriye (eski dininize) döndürürler de, hüsrana uğrayanların durumuna düşersiniz.” (Al-i İmran 149)

Oysa ki Müslümanın referansı ancak İslam akidesi ve ondan neşet eden şer-i hükümler olmalıdır. Allah (cc) bu hususta şöyle buyurdu:

“Hüküm sadece Allah'a aittir. O size kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yusuf 40)

Ayet ve hadislerde bu içerikli naslarla da ortaya çıkmaktadır ki Müslüman için yönetim hususunda referans akıl değil ancak vahiydir. Yani bu hususta rasyonalist bir düşünce İslam’ın esaslarıyla bağdaşmaz. İslam yönetimle ilgili bütün hususları beyan etmiştir.

Yönetim; hüküm, sultan, mülk kavramlarıyla aynı anlamları taşır. İnsanlar ancak belirli yasalarla aralarındaki alakaları düzenleyebilirler. Buda yönetimin tümünü kapsamaktadır. Hakimin hükümleri uygulayan otoritesi anlamına da gelir. Devlet yönetimi; savaş hukuku, siyasi hukuk, ceza hukuku, sosyal hukuk, medeni hukuk ve benzeri hukuki içeriklerini bağrında barındıran organik bir bağdır.

İslam’da yönetim şekli olmadığını iddia edenler, bu batıl ve sapık düşünceleri, İslama olan kinlerinden kaynaklanarak Müslümanların zihinlerini bulandırmak için ortaya koydukları açıkça müşahede edilmektedir. İslam’da yönetim şekli vardır ve bununla ilgili bir çok ayet ve hadis vaaz olunmuştur. Allah (cc) şöyle buyuruyor:

“Allah’a itaat edin, Resule itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de.” (Nisa 59)

“Onu, Resule ve onlardan olan ulul emre götürselerdi.” (Nisa 83)

“Onların aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet. Haktan sana gelenden sapıp onların hevalarına uyma.” (Maide 48)

“İnsanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmedin.” (Nisa 58)

“Kısasta sizin için hayat vardır, ey akıl sahipleri.” (Bakara 179)

“Sizin çocuğunuzu emzirirlerse onlara ücretlerini verin.” (Talak 6)

Resulullah (sav) şöyle buyuruyor: “Bizim bu dinimizden olmayan bir hususu sonradan ihdas eden reddolunur.” (Buhari, Müs.)

Buna benzer ayetler ve hadisler incelendiğinde İslam, Allah’ın emirleriyle yönetmeyi ve bu şekilde bir yönetimi esas kıldığı ortaya çıkar. İslam’ın varlığından bahsedebilmek için ancak İslam hükümlerinin bir devletçe fiilen uygulanması gereklidir. Devlet ve yönetim İslam’dan birer parçadır. İslam’ın hayatta olmaması demek, canlılığını kaybetmesi ve Şari’inin hitabının uygulanmaması anlamını taşır.

Hayatlarını tanzim etmede İslam’dan başka referans arayanları itidalli bir düşünceye davet ediyoruz. Konumları ne olursa olsun bu tavrı sergileyenlerin önce Müslüman olup olmadıklarını sorgulamaları gerekir. Küfür sistemlerinin işlerini gütmek ve onlara şirin gözükmek için dünya ve ahiret hayatlarını bir çırpıda silenler gerçekten zavallı insanlardır. Küfür düzenleri avaneleri olan bu insanlar İslam’a olan kinlerinden dolayı azaba duçar olacaklardır. Allah (cc) onlar hakkında şöyle buyuruyor:

 

“Allah'ın âyetlerini ve O'na kavuşmayı inkar edenler -işte onlar- benim rahmetimden ümitlerini kesmişlerdir ve onlar için acıklı bir azap vardır.” (Ankebut 23)

Son olarak bütün Müslümanları itidalli olmaya davet ediyor, sapık fikirlerle ümmetin zihnini bulandırmak isteyen küfür düzenini ve bu düzenin koruyucuları ve savunucularını iyi tanımalarını istiyoruz. İslamın hükümranlığı ve hilafetin yeniden ilanı elbette onların sonu olacaktır. Asıl korkuları da bu olsa gerek...

“...Sonra da nübüvvet metodu üzerinde hilafet olacaktır.” (Ahmed b. Hanbel)

 

 

"Raşidi Hilafet" İslam Fikrine Dayalı Siyasi Dergi