KARA BİR GÜNÜ HATIRLARKEN, BİR ÜMİT IŞIĞI PARLAMAYA BAŞLIYOR

Esad Mansur

Müslümanlara şaşıyorum!.. Öyle ki; hem Müslümanız derler, hem de küfür sistemine boyun eğerler! Daha doğrusu küfür sisteminin savunuculuğunu yaparken, aynı anda da Müslüman olduklarını iddia ederler. Allah aşkına!.. Böyle davrandıkça Müslümanlıkları nerede kalır?! Yoksa bunlar ne yaptıklarının hiç farkında değiller mi?! İslam’ın ne olduğunu hiç bilmezler mi?! Ya da İslam ile küfür arasında ki farkı hiç anlamazlar mı?! Nedir bu hal?!

Kur’anın vermiş olduğu mesajdan habersiz hayat nizamı için koymuş olduğu anlamdan yoksun olarak, Kur’ana inandıklarını söyleyerek Kur’anı öper başının üstüne kor, ya da evin bir duvarına asılı olarak bulundururlar. Cenaze veya mübarek günlerde Kur’anı alıp okurlar. Kur’anın ve Sünnetin yani İslam’ın, bir hayat nizamı olduğunu anlamadan körü körüne bir hürmet ve saygı içerisinde bulunurlar. Bu mudur Kur’ana ve Sünnete hürmet?!

Diğer taraftan, Resulullahı sevdiklerini de iddia ederler. Lakin Resulullah (sav)’e tâbi olmazlar? Onun sünnetinden sadece ibadet tarafını alırlar, giyimini taklit ederler veyahut onunla ilgili şekillere benzemeye çalışırlar. Ama onun mücadelesini metod edinmezler. Nasıl devlet kurdu ve başkanı oldu? Nasıl İslam’ı uyguladı ve davasını yüklendi diye öğrenmezler. Öğrenirlerse de o metodu izlemezler. Değişik bahaneler ve tevilleri gösterirler. Derler ki, müminler kardeştir, Müslümanlar arasında fark yoktur, hepsi tek ümmettir. Fakat bakıyorsun, herkes kendi milletini veya kendi ırkını övmeye, kendi milliyetini veya kendi ırkını üstün kılma uğraşındadır. Hatta, vatan ve milliyet uğruna Müslüman kardeşini öldürebilmektedirler.

Şâyet siz onlara; “ne milli nede milliyetçi, ancak İslamî bir devlet çatısı altında tek bir vücut olalım, yönetici zenci bir Müslüman olsa dahi onu itaat gerekir, bütün sınırları kaldıralım, Lozan anlaşmasında sömürgecilerin çizdikleri sınırları silelim ve kurdukları devletçikleri yok edelim, tekrar Hilafet devleti hâkim olsun” derseniz, hemen size karşı gelirler! Nasıl oldu da milli ve milliyetçi devletler kendilerine kabul ettirildi?! Hilafet Devleti, Resulullah (sav)’in sahabelerin uyguladığı devlet şekline nasıl nefret ettirildi? Müslümanlar neden böyle oldu? Nasıl bu hale düştüler? Yoksa Ebu Bekr, Ömer, Osman, Ali, Hasan, Hüseyin, Halid bin Velid, Saad bin Vakkas, Zübeyr’in inandıklarına inanmıyorlar mı? Ebu Hanife, Şafii, İbni Hambel, Malik, Cafer, Zeyd, Ebu Yusuf’un ve imam Mahammedin inandıklarına inanmıyorlar mı? Zira bunlar, diğer sahabeler, alimler ümmetin birliğine ve farziyetine inandılar ve de onu korumak için mücadele ettiler. Günümüz Müslümanları acaba Selahattin el-Eyyubi, Fatih ve Yavuz’un inandıklarına inanmıyorlar mı? Bu isimler (Allah onlardan razı olsun) Hilafeti güçlendiren birer kahramandırlar.

Eğer Müslümanlar, onlar gibi inanıyorlarsa küfür sistemini reddetmeleri gerekir. Küfür sistemine inanmazlar, sadece şeriata boyun eğerler, milli ve milliyetçi devletleri asla kabul etmezler. Sadece İslam Hilafet Devletinden razı olurlar ve onun halifesine itaat ederler. Kafirler ile mutlak barışı kabul etmezler.

Bütün insanlar “La ilahe illallah Muhammedur Resulullah” deyinceye kadar veya bunun hakimiyetine boyun eğinceye kadar cihaddan geri kalmazlar. Onların lûgatında mutlak barış yoktur. İslam hakimiyeti gerçekleşirse barış olur, aksi takdirde cihad devam eder.

Kafirler 77 sene önce nasıl oldu da Hilafeti kaldırabildiler ve İslam kanunlarını devletten, siyasetten uzaklaştırabildiler? Bugün 3 Mart 2001’dir. Bu tarihten tam 77 sene evvel önceye yani 3 Mart 1924’e dönün, bu günü hatırlayın. O güne kadar Müslümanların devleti Hilafet ve Allah’ın şeriatı vardı. Eksik uygulamalar olsa da vardı, ıslah edilmesi mümkündü. Fakat kaldırılmasıyla bundan sonra her şey silindi, tamamen İslam’dan uzak olan hayat ve sistem meydana geldi. Müslümanlar bir iki yerde ufak direniş gösterdiler. Fakat bunu devam ettiremediler, başka yerlere de bu direnişi yayamadılar.

Bunun sebebi nedir?! Nasıl oldu da her şey alt üst olup kolayca Hilafetin yıkılışı gerçekleşti, Müslümanlar yabancı sisteme boyun eğdiler ve İslamî mefhumları değişiverdi.

Müslümanlar 1700’lerden itibaren cihad konusunda gevşeklik göstermeye başladılar. Bundan sonra kafir batılılar İslam devletine askeri, siyasi, fikri ve kültürel saldırılar başlatmışlardı. Müslümanlar buna karşı hiç bir ciddi mukavemet göstermediler. Çünkü cihadda gevşeklik göstermişlerdi. Kafirlerin fikirlerini çürütmek için hareket etmediler. Çünkü, İslam fikrini ihmal etmiştiler ve fikren zayıf idiler. Oysa İslam kültürü, Kur’an ve tefsiri, hadis ve hadis ilmi, fıkıh ve usulü, Arapça ve İslam tarihi gibi konuları kapsamaktadır. Müslümanlar züht ile ilgili bölümü alıp, Hindistan’dan gelen felsefeye benzetip tasavvufu çıkarttılar. İslam kültüründen sırf bu bölümü öğreniyorlar, hem de Hint felsefesine benzeterek öğreniyorlardı. İslam fikri zayıf olunca bunun siyaseti de zayıf olur. Çünkü, siyaset belli fikirlere göre yürütülür. Bu nedenle 1800’lerin ortalarına gelince, Müslümanlar fikren ve siyaseten batının tesiri altında kaldılar. Batı kanunlarını değişik fetvalar ve teviller altında kabul etmeye başladılar. İslam fikirleri ile batı fikirleri arasında bağdaştırma hareketini başlattılar. Demokrasiyi şûraya temel hürriyetleri köleleri azat etme manasını taşıyan hürriyete benzeterek batı fikirlerini savunmaya başladılar. 1909’da ittihatçı darbeciler tarafından küfür anayasalarına benzeyen anayasa ittihaz edilmesine karşı direniş zayıf oldu, Müslümanlar direniş göstermediler. Daha doğrusu, İttihatçı terakki partisine saldırmadılar. Bu ahmak ittihatçıların siyaseti yüzünden İslam vasfı taşıyan Osmanlı devleti kafir Almanya’nın yanına da birinci cihan savaşına sokulup yenilgiye uğratıldı. İngilizlerin, Fransızların, İtalyanların ve Yunanlıların işgaline maruz kaldı. Osmanlı devletinin topraklarını aralarında paylaştılar. İslam beldelerini böldüler yeni sınırları çizdiler. Bölünen ve sınırları gösterilmiş olan memleketlerde milli devletler kurdular, bunların nizamlarını ve rejimlerini tesis ettiler. Yönetimin başına yetiştirdikleri ajanları tayin ettiler. Her devlet için bir bayrak, bir anayasa ve milli misak çıkarttılar. Ordu ve polis teşkilatlarını kurdurdular. Bunların görevi sınırları, anayasaları ve rejimleri korumaktır.

Müslümanların mefhumları o kadar karıştı ki, milli devlet, bayrak, milli misak ve sınırları kutsal olarak kabul ettiler. Bunları savunmayı en büyük görev saydılar. Bunların uğrunda ölmek “şehitliktir!” dediler. Bunlara “vatan” adı verildi. Buna göre değişik sözler çıkarttılar! “Önce vatan” “her şey vatan için” “vatan için can feda olsun” “vatan sevgisi imandandır” vs. Oysa bunlar kutsal değil cahilliyedir ve hepsi tağuttur. Bunlar Müslümanların memleketlerinin bölünmesi, İslami hayattan uzaklaştıran birer unsurlardır.

Bütün dünya Allah’ın mülküdür. Bu nedenle, sadece Allah’ın sözü ve şeriatı hakim olmalıdır. Beşerin sözü ve kanunları tağut ve cahilliyedir, ve de zulmün ta kendisidir. Bu tağut, cahilliye ve zulmü kaldırıp mülk sahibi olan Allah’ın sözü ve şeriatını hakim kılmak için cihad farz kılındı. Ancak bunun uğrunda ölmek şehitliktir. Bu sebeple Müslümanlar bugünkü sınırları tanımamalıdırlar. Bütün dünyayı tek İslam Devletinin kapsamına getirmeliler. Resulullah (sav) Medine’de devleti kurduktan sonra hemen cihad ilan etti ve şöyle dedi: “İnsanlar La ilahe illallah Muhammedur Resulullah deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum” (Buhari). Allah’u Teala şu ayeti indirdi:

“Kendilerine Kitap verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Resûlünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini kendine din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.” (Tevbe 29)

Bu ayet kafirlerin (istisnasız) hepsini kapsamaktadır. Allah’a ve ahirete inanmayanlar, Resule, Kur’ana ve akidelere inanmazlar. Allah ve Resulünün haram kıldıklarını haram kılmayanlar, bunlar Kur’anı ve Sünneti bir şeriat olarak kabul etmezler. Anayasa ve kanunların şeriattan alınmasını reddederler. İşte bunlar; Laikler, demokratlar, diktatörler ve şeriatın hakimiyetini reddeden herkestir. Veyahut hak dini İslama inanmayan Yahudi ve Hıristiyanlardır.

Müslümanların mefhumları karıştığı, İslamı doğru şekilde öğrenmedikleri için cahilliye, tağutun sembolleri ve sloganlarını kabul ediyorlar. İki yüz senedir Müslümanlar dinlerinden saptırılmaya çalışılıyor. Batılıların askeri, fikri, siyasi ve kültürel saldırıları acı meyvesini verdi. Müslümanların mefhumlarını değiştirebildiler. Bu nedenle Hilafeti yıkabildiler ve Müslümanları şeriat yönetiminden uzaklaştırabildiler. Hilafet yıkılınca onların nezdinde sanki fazla bir şeyin değişmediği gözlendi. Bundan dolayı hiç hareket etmediler. Onu ölüm kalım meselesi olarak telakki etmediler. Hâla bir çok Müslüman Hilafeti meselesini ölüm-kalım meselesi saymıyor. Bu nedenle onu kurmak için fedakarlık göstermiyorlar. Bir çok kimse Hilafetin manasını kavramış değildir. Bunlar Hilafet üzerine İslamın dayandığını bilmezler. Oysa, Allah’ın şeriatını uygulayan, koruyan, yayan, Müslümanları koruyan, onları izzetli kılan, onları kalkındıran ve ilerleten Hilafettir. 1924’ten itibaren Allah’ın şeriatı yasaklandı, artık herkes Müslümanlara saldırıyor. Bosna Hersek ve Kosova’da Sırplar, Hindistan ve Keşmir’de Hindular, Irak ve diğer yerlerde Amerikan ve Avrupalılar, Filistin’de Yahudiler, Kafkaslarda ve Çeçenistan’da Ruslar, Burmada Budistler. Gerçek, Resul (sav)’in hadisinde dediği gibi “Köpeklerin yiyeceklerine saldırdıkları gibi küfür milletleri de size saldıracaktır.” Müslümanlar bunu işitince sordular “O zaman biz azmı olacağız?” Resulullah onlara; “Hayır tam tersi” diye cevap verdi. “O zaman sizler çok çok olacaksınız” Resulullah onlara bunun sebebini anlatıyor; “Müslümanlara vehn olacaktır” O nedir? Resulullah (sav): “O dünyayı sevmek ve ölümden nefret etmektir” buyurdu.

Ümmet her yerde ve her taraftan darbe yemekle, hatta yöneticileri tarafından ağır şekilde ezilmektedir. Dininde sıkıştırılıyor, şeriatı özel meselelerde yaşamaları önleniyor, kadınların başörtülerini takmaları yasaklanıyor. Bu şekilde ümmetin başındaki yöneticiler, ümmetin düşmanları oldular. Bu hain yöneticiler dış düşmanlara bağlanarak ümmetle savaşıyorlar. Ümmet ezildikçe içinde düşünme hareketi büyüyor. Bu nedenle ümmet içerisinde düşünen gruplar doğmaya, bu düşünenler örgütlendikçe daha etkili olmaya başladı. Bu gruplar ümmeti düşündürmeye, uyandırmaya ve kurtuluşu gerçekleştirmeye çalışıyorlar. İslam bakışına dayalı siyasi hizbi tesis ettiler. Devlet, toplum ve fertlerle ilgili fikirler, nizamlar benimsediler. Bunları uygulamak için İslamî metoda bağlandılar. Bu metod ise devletin kurulmasıdır. Zira kurtuluşun tek yolu ümmeti kalkındırmaktır. Kalkınmanın manası, ümmetin fikri seviyesini yükseltmektir. Bunun için önce fikirleri tespit etmek, ondan sonra bu fikirleri yayacak ve ümmete kavratacak hizip tesis etmek gerekir. Ümmet fikirleri kavradıktan sonra bu hizip ümmete liderlik edecek, değişimi gerçekleştirecektir. Dolayısıyla mevcut olan rejimleri yıkıp bu fikirleri uygulayacak devlet kurulacaktır. Bu devlet hemen İslamı uygulayacak ve diğer İslam memleketlerini birleştirmeye çalışacaktır. Sanayisini ve teknolojisini tesis edip geliştirecek, kendi silahını üretecek, hem de düşmanı korkutacak stratejik silahı imal edecektir.

Kafirler İslam devletini yıkabildiler, İslamı hayattan ve devletten uzaklaştırdılar, ümmeti parçaladılar. Bu halklara hakim oldular, kurdukları rejimler ve tayin ettikleri yöneticiler yoluyla ümmete egemen oldular. Fakat, ümmet (bunlar tarafından fikren ve siyaseten saptırılmaya rağmen) yok olmadı. Resulullah (sav)’in dediği gibi “Ümmetimden kıyamet gününe kadar hayır vardır.” Yukarıda açıkladığımız kurtuluş yolunu izleyen on binlerce genç ümmetin çocukları vardır. Hepsi Hilafeti kurmak için fedakarlık göstermektedir. Ümmetin fikri seviyesini yükseltmeye, fikri ve siyasi olarak uyandırmaya çalışırken, rejimlerin zulümlerine karşı da mukavemet göstermektedir. İşte, bu kara günü hatırlatırken bize ümit veren budur. Ve esas ümidimizin kaynağı Allah’ın vaadidir, sözüdür:

“Allah, sizlerden iman edip iyi davranışlarda bulunanlara, kendilerinden öncekileri sahip ve hakim kıldığı gibi onları da yeryüzüne sahip ve hakim kılacağını, onlar için beğenip seçtiği dini (İslâm'ı) onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve (geçirdikleri) korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlayacağını vâdetti. Çünkü onlar bana kulluk ederler; hiçbir şeyi bana eş tutmazlar. Artık bundan sonra kim inkar ederse, işte bunlar asıl büyük günahkârlardır.” (Nur 55)

Ve Resulullah (sav) şöyle buyurdu: “... Ondan sonra diktatörlük, sonra peygamberlik metodu üzerine yürüyen Raşidi Hilafet olacaktır.” (İbni Hambel)