Necati Erdem
3 mart 1924;
Müslümanların âsasının kırıldığı, kalkanın yere düştüğü
kara bir gündür. Bu leke, hâlen Müslümanların alınlarında
sefaletliğin, izzetsizliğin ve korkaklığın bir sembolü
olarak durmakta ve bu hâl, düşmanlarını cesaretlendirmekte ve
gururlandırmaktadır.
Hilafetin
yıkılışı ile Müslümanlar bu hale gelmiştir. Resulullah
(sav) : “ İmam (halife) kalkandır, onunla savaşılır ve
onunla korunulur” buyurmuşlardır.
Hilafetin
ilgasından bu yana Müslümanların vahim durumu herkesçe müşahede
edilmektedir. Öyle ki, dünyanın her ne tarafına yüzümüzü
çevirirsek çevirelim, her tarafta hemen hemen aynı manzarayla
karşı karşıya kalırız. Bir tarafta Müslüman’ın daha
kanı kurumadan, diğer bir tarafta yenisi akıtılmaktadır. Bütün
kâfirlerce Müslüman’ın, insan olması hasebiyle bile değeri
yoktur. İslam ümmeti bu hale nasıl geldi? Bu çınar nasıl
oldu da yıkılıverdi? İşte yazımızda bu sorulara cevap
arayacağız.
*İslam'ın
şafak sökmesinden beri İslamiyet'in fikirleriyle küfrün
fikirleri, Müslümanlarla kafirler arasında amansız bir mücadele
devam etmektedir. Bu mücadele Resul (sav)’in insanlara
gönderilmesinden Medine'de İslam Devleti kurulmasına (Müslümanların
müstakil bir kuvvete ve orduya sahip olmasına) kadar sırf fikrî
olarak devam etti. Bundan sonra (Medine’de) Resul (sav) fikri
mücadelesine cihad ile mücadeleyi de ilave etti. Cihad ayetleri
nazil oldu. Kıyamete yani yerlerde ve göklerde Allah'tan başka
hakim kalmayıncaya kadar bu metod, fikri mücadelenin yanı sıra
kanlı mücadele devam edecektir.
*Fikri mücadele,
İslamiyet'in fikirleri, küfrün fikirlerine galip gelinceye,
Allah İslamiyet'i muzaffer kılıncaya kadar 13 sene en şiddetli
bir şekilde devam etti. Nihayet Medine'de, Müslümanların
mallarını, ırzlarını koruyacak, cihad yoluyla insanlar
arasında Îslamiyet'i yayacak bir devlet kuruldu. İslamiyet'le küfür,
Müslüman ordularıyla küfür orduları arasında son derece
şiddetli savaşlar başladı. Müslümanlar bazı çarpışmalarda
hezimete uğradılarsa da ilk altı asırda meydana gelen
harplerden hiç birini kaybetmediler. Tam altı asır muzaffer
olarak kaldılar. Bu şekildeki bir muzafferiyet beşer tarihinde
Müslümanlardan ve İslam Devletinden başkasına müyesser olmadı.
Fakat kafirler ve bilhassa Avrupa devletleri İslamiyet'e darbe
indirmek, Müslümanların varlığını temelinden sarsmak için
fırsat arıyorlardı. Her fırsatta hücum ediyorlar veya
entrikalar çeviriyorlardı. Hicrî 6, (Miladî 11.) asrın
sonlarıyla yedinci asrın (Miladî 12.) başlarında İslam
Devletinin hükmetme nizamının gevşediğini, vilayetlerin
merkezden ayrıldığını, valilerin malî, sulta ve askerî gibi
mühim olan dahilî meselelerde ve idarede müstakil bir hale
geldiklerini, tek bir devletten ziyade müttefik bir devletler
topluluğu halini aldıklarını, bazı vilayetlerde halifenin adının,
minberlerde anılmasından, paralarda isminin yazılmasından,
haraç olarak aldığı bir miktar maldan başka bir otoritesi
kalmadığını gördüklerinde bir asır müddetle devam eden
ehli salip hücumları başladı. Bu harplerde Müslümanlar mağlup
oldu.
*Avrupa
devletlerinin, bilhassa İngiltere, Fransa ve Rusya'nın İslam
Hilafetini ortadan kaldırmak için giriştikleri gayretler böylece
devam etti. Yalnız Osmanlı devletine, arkadan vurmak için
muntazam ordular, harpler ve muharebelerle yaptıkları teşebbüsler
akîm kaldı. Bunun sebebi, halifenin kuvvetinden ziyade
devletlerarası durum ve ganimetleri taksim etmekte düşülen
ihtilaftı. Fakat bu devletlerin Avrupa'da, Sırbistan,
Macaristan, Bulgaristan ve Yunanistan'da vs. yerlerde giriştikleri
hareketler milliyetçilik ve istiklal gibi unsurlar vasıtasıyla
semere verdi. Bunun için Avrupa devletleri halifenin hükümranlığı
ve İslam bayrağı altında bulunan bütün memleketlerde bu
metodu benimsediler.
*1875 senesinde
Beyrut'ta "Gizli Cemiyet" kuruldu. Bunun kurucuları
Beyrut Protestan Fakültesinde tahsil yapan 5 Hıristiyan genç
idi. Yanlarına bazı kimseleri de celbetmişlerdi. Bu cemiyet
siyasi bir fikir üzerine yerleşerek siyasi parti halini aldı.
Ve Arap milliyetçiliği üzerine yerleştirildi. Bu İslam
memleketlerinde Arap milliyetçiliği esasına dayanan ilk siyasi
parti idi. Araplığa, milliyetçiliğe çağırıyordu. Osmanlı
Devletine karşı düşmanlığa davet etmeye ona Türk Devleti
demeye, dini devlet işlerinden ayırmaya, Arap milliyetçiliğini
esas almaya ve Müslümanlar arasında sadakati İslam akidesinden
ayırıp yalnız Arap milliyetçiliğine göre ayarlamak için
çalışmaya başladı. Bu cemiyet gizli neşriyatta bulunuyor,
neşriyatında ve tabirlerinde Türkiye'yi itham ediyor, cemiyeti
yönetenler İslamiyet'e karşı kin besliyorlardı. Halifeliği
Araplardan gasbettiklerini, İslam dinine tecavüzde bulunduklarını
ve dini bozduklarını söylüyorlardı. Böylece ırkçılık ve
milliyetçilik hareketleri yayılmaya başlamıştı. İşte
Avrupa devletlerinin Beyrut merkezinden elde ettikleri neticeler,
ajanlar ve casuslar yetiştirip fikirlerde ve ruhlarda tahrifat
yapmaktı. Fikrî tesiri korkunç olmakla beraber siyasî bakımdan
zayıftı.
İstanbul
merkezine gelince: Kafir Garplılar Osmanlı Devletini çökertmek
için burada bir çok işlere giriştiler. Bunların en korkunçları
ve en mühimi "Jön Türkler veya îttihat ve Terakki"
cemiyetleriydi. Jön Türkler önce Paris'te teşekkül etti.
Kurucuları Fransız kültürüyle yoğrulmuş ve Fransız
ihtilalini iyice tanımış Türk gençleriydi. Gizli bir
ihtilalci cemiyet halinde kuruldu.
Hedefleri
ise, Türk milletini dünya gözünde takdir kazanmış, onlarla
(İngiliz, Fransız, Yunan vs.) yan yana yaşayabilmesi için
gerekli hakları kazanmak ve onlarla birlikteliği sağlamak. Bu
korkunç düşünce, Müslümanlara iki yönden ağır darbe
vurmuştur. Bunlardan birisi; Müslümanları milliyetçilik gibi
iğrenç duygularla bölmek, ikincisi ise; Avrupa devletlerinin
İslam devleti için düşündükleri korkunç planlarını
uygulama zeminini bulmuş oldular. Öyle ki, İstanbul’da çeşitli
mektep ve üniversitelerde kendi düşüncelerini, masum
Müslüman çocukların zihinlerine akıtmakla kalmayıp, İslam’ın
temelleriyle şer’î hükümleri tahrif etme ve değiştirme
yoluna gitme cesaretini kendilerinde buldular.
*1856 dan
beri Garp kanunlarını kabul etme hareketi başlamıştı. Batı
devletlerinin bilhassa İngiltere, Fransa ve onların fikirleriyle
meşbu ajan olan Müslümanların ısrarı üzerine devlet,
Abdülmecid devrinden beri batı kanunlarını almaya başlamış,
tatbik mevkiine koymuştu. Kadılar bu kanunlara göre hüküm
veriyorlardı. H. 1275 (M. 1857) de Osmanlı Ceza Kanunu, H. 1276
(M. 1858) de Ticaret ve Hukuk kanunu yapılmış ve tatbik
edilmeye başlanmıştı. H. 1288 (M. 1870) de mahkemeler ikiye
ayrıldı: Şerî mahkemeler, Nizamî mahkemeler. Bunlar için
usul vazedildi. H. 1295 (M. 1877) de "Nizamî Mahkemeleri Teşkil"
kanun layihası çıkarıldı. H. 1296 (M.1878) de Hukuk ve Ceza
Mahkemeleri usulü kanunu vazedildi. Bunların şeriata aykırı
olmadığından, alınmasının caiz olacağına dair Şeyhülislam
ve ulemadan fetva alındı. Alimler medeni kanunun kabulü için
bir mazeret bulamadıklarından muamelatta tatbik edilmek üzere
"Mecelle" hazırlandı. Medenî Kanun uzaklaştırıldı.
(H. 1286 M. 1868) Mecellenin hazırlanılmasında eski Fransız
"Medeni Kanunu" göz önünde tutuldu. Hatta Fransız
Medenî Kanununun dayandığı nassın kendisi değil
"kanunun ruhu esastır" kaidesi alınıp bir madde
halinde konuldu. Bu kaide şöyledir, "Akitlerde itibar lafızların
ve terkiplerin değil, manaların ve maksatlarındır. " Böylece
bazı hükümleri şeriattan alınmakla beraber hakimlerin hüküm
verdikleri kanunlar İslam Şeriatı değilde Avrupa batı kanunları
olmuştu.
Şeyhülislamın
ve bazı alimlerin demokrasi nizamını ve Garp kanunlarını
almanın caiz olduğuna dair verdikleri fetvanın üç sebebi vardır
1- Bu güne
kadar zihinlerde şu yer etmiştir ki; bir şey İslamiyet'e
muhalif değilse ve hakkında yasaklayıcı bir naas da yoksa onu
kabul etmek caizdir.
2- Mubah,
mahzurun varlığında mahzur bulunmayan şeydir. Mahzur olan bir
şeyin ortadan kalkması o şeyin Mubah olmasının yeter sebebidir.
Böylece nehy edilmeyen bir şeyin kabulü mubahtır.
3- Geçmiş günlerde
ve zamanımızda halen moda olan mesele şudur: Demokrasi
İslamiyette vardır. Zira, meşveret, adalet, müsavat ve
hakimiyetin halka bırakılması esaslarına dayanır. İslamiyet'in
getirdiği şeyler bunlardan başkası değildir.
* Devlette
gevşeklik ve doğru yoldan inhiraf, bu sebeplerden dolayı
meydana geldi. Çünkü, bu üç maddede ileri sürülen meseleler
muhtelif sebeplerden dolayı İslam'ın anlaşılmasında esaslı
hatalardır:
1- Akaid ve
ahkam-ı şeriyyeye müteallik fikirlerle, ilimlere, fenlere,
sanatlara, icatlara vs. ait fikirler arasında fark vardır. İlim
ve fenlere ve benzerlerine müteallik fikirler İslamiyet'e muhalif
olmadığı zaman alınabilir.
2- Resul (sav)
getirmediği şeyleri almaktan bizi sarih bir şekil de men
etmiştir. Müslim Aişe (ra.) dan şu hadîsi rivayet eder :
Resulullah (sav) "Kim dinde olmayan bir şeyi dinde icad
ederse icadı merduttur."
3- Resul
(sav)’e hakkında vahiy inmemiş bir mesele sorulduğu zaman
cevap vermez, bu husustaki hükmün inzalini beklerdi. Resulün
vahiy gelmedikçe bir şey hakkında fikir beyan etmekten kaçınması,
hakkında vahiy gelene kadar başka hiç bir şeyin
alınamayacağına delildir.
4- Allah
Resulün emrettiklerini kabul etmemizi, menettiklerinden de kaçınmamızı
istiyor. Bize Resulullah (sav)'in hükmüne başvurmayı yani,
onun getirdiklerini Allah emrediyor:
“Hayır,
Rabbine andolsun ki aralarında
çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da
verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın
(onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.”
(Nisa 65)
5- Şer'i hüküm,
kulların fiillerine taalluk eden Şarinin hitabıdır. Müslümanlar
hareketlerinde Şarinin hitabıyla hükmetmekle ve ona göre
hareket etmekle mükelleftirler. Her hangi bir hareketlerinde ve
tasarruflarında ona muhalif olmayan bir şeyi kabul etmekle şerî
hükümden başkasını almış olurlar.
6- Resulün,
kafirlerin akidlerini ikrar etmesi Resul olması itibariyledir.
Çünkü onun ikrarı, sözü ve fiili gibi teşriîdir. Bu
salahiyet ise başkasına verilmemiştir. Resulün işlediği,
dediği, ikrarı, teşrî ve vahiyledir.
7- Mubah mahzur
olmayan demek değildir. Mahzurun kalkmasıyla bir şeyin muhayyer
olması icap etmez. Zira bir şeyden nehy etmek aksini emretmek
demek değildir.
8- Demokrasi
İslamiyet'le esaslarda ve teferruatta tam bir tenakuz halindedir.
Bundan anlaşıldığına
göre demokrasinin hükümlerini ve Garp kanunlarını almak
yalnız bir hata değil, küfrün hükmünü kabuldür. Şeriata
uysun uymasın bu haramdır. Bir şahıs şeriat olduğunu nazarı
itibara almaksızın, bir hükmü kabul etse bu kabulü yine
haramdır.
*Eğer bu kültürel
ve teşriî istilalar olmasaydı kafir devletler İslam Devletine
bu öldürücü darbeyi vuramazlardı. Bunun İçin Hilafetin varlığını
nihaî olarak yıkmayı düşünmeye başladılar. Birinci Cihan
Harbi'nde, Osmanlı Devleti Almanya yanında harbe girince garp
devletleri Hilafeti yıkma fırsatının geldiğini anlayıp harekete
geçtiler. Bunlar da gösteriyor ki, müttefiklerin en mühim
maksatlarından biri Hilafeti zayıflatıp ortadan kaldırmaktı.
İngilizlerle işbirliği yaparak Hilafetin kendilerine geçmesini
isteyen hain Müslüman Araplar da dahil Müslümanların hiç
biri Hilafetin ilgasını istemiyor ve kaldırılmasınıda kabul
etmiyorlardı. Genç Türklerde dahil bütün Türk'ler Hilafete
karşı kalplerinde derin bir sevgi besliyorlardı. Hilafeti
kaldırmaya çalışmak şöyle dursun, hiç bir kimsenin
Hilafetin kalkmasına razı olacağı ve kabul edeceği dahi
işitilmemişti.
Kafir
batı, ümmetin Hilafete karşı olan bu duygularını
bildiklerinden dolayı, planlarını gayet gizlilik içerisinde
uyguluyorlardı. İşte bu noktada sahneye Mustafa Kemal
giriyordu. M. Kemal zeki, uyanık ve devlet aleyhine çalışan
basit bir subay idi. İsmi Anafartalar muharebesinden sonra
duyulur oldu ve bu sayede üne kavuştu. Bundan sonra
İngilizlerle birlikte, o büyük korkunç planı uygulamaya yöneldi.
Birçok uydurma kahramanlıklar, İzmir’de yunanlıları denize
dökme senaryoları, Samsun çıkartması, İngilizlere karşı
girişmiş olduğu bazı hareketler M. Kemal’i halk nezdinde yükseltiyordu.
Hiçbir fırsatı kaçırmadan planını uyguluyor halkı galeyana
getiriyor, yer yer memlekette gizli yağmalama, yangınlar,
anarşi ortamları düzenliyor ve sarayı bu noktada sorumlu
tutarak halkı kışkırtıyordu. Bu sinsi çalışmalar, Ankara’da
bir devlet, muntazam bir ordu kurmakla devam etti. Aynı zamanda
“Hakimiyeti Milliye” adlı bir gazete çıkartıyordu.
*Avrupalılara
seslenerek “Siz bütün Arap memleketlerini işgal
edebilirsiniz, ancak Türkiye’yi işgal etmenize müsaade etmem.
Milli sınırlar içerisinde hür bir millet olmak istiyoruz”.
Millî Meclisin açılışında ve daha sonraları şu sözünü
ilan ediyordu: "Alınacak bütün tedbirlerden ancak
hilafetin ve saltanatın korunması, Sultanın kurtuluşu ve
memleketin yabancıların boyunduruğundan kurtarılması gayesi güdülüyor”
Sonra bir demeç daha verdi. Bu demecinde şöyle dedi: “Sultan,
Başkentte istediği gibi hükmeden yabancı devletlerin elinde
esir olduğundan, dolayısıyla hür bir sultan olmadığından ve
hiç bir egemenlikten istifade edemediğinden şimdilik muvakkaten
memleketin, ilişkilerini büyük Millet Meclisi idare edecektir”.
dedi. Bunun akabinde memleketin işlerini deruhte eden yeni bir
icra heyeti seçildi.
İşin ilginç
tarafı, M. Kemal’in yunanlılara karşı galip gelmesidir. Bu
senaryonun da arkasında İngilizler vardı. Göstermelik
şişirilen bu galibiyet, tüm İslam âleminde geniş yankılar
yaparak, M. Kemal’inde Hilafeti yıkabilmesi için aradığı
zemin böylelikle oluşmuş oluyordu.
*20 Kasım
1922 de Lozan Konferansı açıldı. Osmanlı Devleti namına
yalnız Ankara heyeti hazır bulunuyordu. Bu heyet 1. Cihan
Harbinde mağlup olan Osmanlı Devletinin mümessili addedildi.
İngiliz heyetine Hariciye Vekili Curzon başkanlık ediyordu.
Çünkü Loyid Jorj'un Kabinesi 19 Kasım 1922 de istifa etmişti.
Konferans çalışmalara başladı. Konferansın akdi esnasında
İngiliz heyeti başkanı Curzon, Türklere istiklal verilebilmesi
için dört şart ileri sürdü. Bu şartlar şunlardı: Hilafet
tam manasıyla ilga edilecek, Halife hudut dışına sürülecek,
malları müsadere edilecek, devletin laikliğe dayandığı ilan
edilecektir. Konferansın neticeye varabilmesi bu dört şarta
bağlandı. Bunun için konferans 4 Şubat 1923 de dağıldı. Hiç
bir netice elde edemedi. İsmet, Türkiye'ye döndü. Mebuslar İsmet’e
hücum edip, onu Curzon ile yapılan müzakerelerde ahmakça
hareket etmekle itham ettiler. Onun meclisten muvafakat alınmadan
gönderilmesini tenkit ettiler. Sonra onun uzaklaştırılıp
yerine müzakere yapacak birisinin Lozan'a gönderilmesini sağlamaya
karar verdiler. Mustafa Kemal'in aklı başından gitti. Tehdit
etmeye, Mebusları Rauf Bey’e karşı kışkırtmaya başladı.
Nihayet İsmet’in uzaklaştırılmasına dair kararı suya düşürdü.
Zira İsmet onun sır arkadaşı, İngiliz’le olan münasebetlerinde
emniyet ettiği ve ona münakaşa etmeksizin itaat eden kimse ve
elçisi idi. Başkasını göndermek Mustafa Kemal'in bütün
planlarınını suya düşürüp onun sonunu getirmekti. Bunun
için onun uzaklaştırılıp yerine başkasının gönderilmesine,
ölümü göze alarak mani oldu.
*İngiliz
Hariciye Vekili Curzon'un konferanstan bir netice alabilmesi için
yapılmasını şart koştuğu dört maddenin icrası mümkün
görünmüyordu. Bu şartları icra edebilmesine imkan verecek bir
tedbir alması gerekiyordu ve bunları icra edebilmek, cumhuriyeti
tesis etmek, cumhurbaşkanın seçtirebilmek ve hilafetin tam
olarak ilgasını sağlamak için Millî Meclisten karar alması
gerekiyordu. Millî Meclis ekseriyetle aleyhine olunca projelerini
tatbik etmesi ve onları harekete geçirmesi beklenemezdi. Bunun
için Meclisi feshedip yeni seçimler yaparak kendi adamlarından
bir Meclis teşkil etmeyi düşündü. 29 Ekim 1923 de Meclis
mühim bir toplantı akdetti. Mustafa Kemal, kürsüye gelerek bir
hitabede bulundu. Bu hitabede Türkiye'nin Cumhuriyet olmasını
ilan etti. Bu hitabede şöyle dedi: "Siz, durumu bu
tehlikeli vaziyetten kurtarmak için beni istediniz. Lakin
bugünkü durumu siz meydana getirdiniz. İçinde bulunduğumuz
krizin kaynağı geçici değil. Aksine hükümet nizamının
esasındaki bir hatadan meydana geliyor. Meclis hem teşrî, hem
de icra kuvvetini elinde tutuyor. İçinizden her mebusun Kabineye
ait bir kararın çıkışma için iştiraki gerekiyor. Devletin
her türlü işine ve bir bakanın kararına parmağını sokuyor.
Efendiler! Bu gibi durumlarda hiç bir bakan vazifeyi ve onun
mesuliyetini kabul etmez. Anlamanız gerekir ki, böyle esaslar
üzerine bir hükümet değil, curcuna olur. Bu düzeni değişmeniz
gerekiyor. Bunun için de Türkiye'nin seçimle iş başına gelen
bir reisicumhurun idaresi altında cumhuriyet olmasına karar
veriyorum." Mebuslar bu karara karşı kriz geçirdiler ve
hiç bir şey diyemediler. Zira onlar bunu beklemiyorlardı. Oya
konunca mebuslann % 40’ı iştirak etmedi. Fakat daha önce
Türkiye'nin Cumhuriyet olması kararlaştırılmıştı. Mustafa
Kemal, Türkiye Cumhuriyetinin ilk reisicumhuru seçildi. Meclis
1923 senesinin Mart aylarının başında toplandı Meclise
hilafetin ilgasını isteyen bir teklif sunuldu. Arkasından
Halifeyi kovup, dini devlet işlerinden ayırdı. İnfial gösteren
mebuslara karşı şu konuşmayı yaptı: "Her ne pahasına
olursa olsun cumhuriyeti tehlikeden kurtarıp onu ilmî ve sağlam
temeller üzerine kurmak gerekir. Halife ve diğer Osman
Oğullarının gitmeleri de icap eder. Eski dinî mahkemeler kaldırılıp
yerlerine asrî kanunlara dayanan mahkemeler kurulmalı, dinî
medreseler kaldırılıp yerlerine laik ve hükümetin kontrolü
altında mektepler kurulmalı" dedi. Oturum esnasında
şiddetli münakaşalar ve çekişmeler cereyan etti. Hiç bir
netice alınamadı. Ertesi günü meclis, bu teklifi incelemek
için tekrar toplandı. Toplantı sabah 6.30’a kadar şiddetli münakaşalarla
devam etti. 3 Mart 1924 sabahı Büyük Millet Meclisi'nin
hilafetin ilgasına ve dinin devlet işlerinden ayrılmasına,
karar verdiği ilan edildi. Aynı gece Mustafa Kemal, İstanbul
Valisine “yarın sabaha kadar Abdülmecit’in Türkiye’yi
terk etmesi lazımdır” emrini gönderdi. Mustafa Kemal bütün
Osman Oğullarını toplayıp memleketin dışına çıkardı. Bütün
dînî vazifeler ilga edildi. Müslümanların vakıfları, devlet
malı haline getirildi. Dinî medreseler sivil mektebe çevrilip,
Maarif Vekaletinin kontrolü altına girdi.
*Böylece
Mustafa Kemal, İngiliz Hariciye Vekili Curzon'un istediği dört
şartı yerine getirdi. 24 Temmuz 1923 istiklalini tanıdılar.
İngilizler, İstanbul’da Lozan barışı imzalandı. Yabancı
devletler Türkiye ve Boğazlardan çekildiler. Bunu müteakip
İngiliz Mebuslarından biri Avam Kamarasında Türkiye'ye
istiklal verilmesinden dolayı Curzon'a hücum etti. O’ da;
"Türkiye'ye hakikaten son verilmiştir. Bundan sonra belini
doğrultamaz. Zira biz onun manevî kuvvetini mahvettik ki bu
kuvvet; hilafet ve İslamiyet’tir." diye cevap verdi.
*Bu şekilde
hilafetin kökünden yıkılması tamamlandı. İslamın, devletin
anayasası, ümmetin yasası ve hayatın nizamı olması seyrî,
İngilizlere hizmet eden ve onların ajanı olan Hain Mustafa
Kemal eliyle durduruldu. Dolayısıyla samimi olan kimseler,
İngilizlerin bütün kafir devletler arasında küfrün başı
olduğunu söylemekle, bu cümlenin tam ifade ettiği manayı kastediyorlar.
Onlar hakikaten küfrün başı ve İslamın en azılı düşmanıdır.
Müslüman kadınlar, çocuklarını emzirdikleri sütlerle
beraber İngiliz düşmanlığını ve onlardan intikam almayı da
emzirmelidirler. Yer yüzündeki ve Türkiye'deki Müslümanlar,
istememelerine rağmen İngilizler, Mustafa Kemal vasıtasıyla
İslamiyeti ve Hilafeti ortadan kaldırdılar. Böylece yer
yüzünün bütün bölgelerinden Allah'ın indirdiğiyle hükmetmek
kalkıp onun yerine küfür ve Allah'ın indirmediği hüküm kaldı.
Evet...
Kafirler, M. Kemal gibi ajanları vasıtasıyla Hilafeti
kolaylıkla yıktılar ve Hilafetin siyasi varlığını böylece
yeryüzünden silmiş oldular. Bu büyük yıkımın oluşumu
sırasında ümmet, Resul (sav)’in emaneti, Allah (cc)’un
ancak ondan razı olduğu İSLAM HİLAFET DEVLETİ’NDEN asla
vazgeçmemeliydi. Çünkü bu mesele Müslüman için ölüm-kalım
meselesidir. Ya muzaffer olunur, yada bu uğurda ölünür. Zira
Resulullah (sav) Efendimiz bunu, Müslümanlara böylece öğretmişti.
Günümüzde
Çağdaş taguti yönetimlerin pençesinde kalarak şaşkına dönen
insanlığı, nura ve hidayete götürecek, dünya ve âhiret
saadetine kavuşturacak yegane ümmet İSLAM ÜMMETİ- DİR. O
halde hiç vakit kaybetmeden, dünya ve âhiret için tek kurtuluş
yolu olan Râşidi Hilafet Devletini kurmak için, bütün varlığımızla
çalışalım.
“Siz,
insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış
en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten men eder
ve Allah'a inanırsınız” (Al-i İmran 110)
*Kaynak; “Hilafet Nasıl Yıkıldı.” |