A. Seyfulislâm
Türkiye şu an iç
ve dış siyaset arenesında zor bir dönemece girmiştir.
Ekonomik sarsıntı, siyasetteki çıkmazlar, polisasker çekişmesi,
kurumlararası dengesizlik, politikada yenilikci hareketler,
ABD ve AB’ın
oluşturduğu siyasi baskılar, Türkiye Cumhuriyetinin kurulduğu
ilk günden bu güne kadar yaşadığı en zor bir dönemdir.
“Osmanlı
Hilafet devleti”nin yıkılmasının ardından modernleşme süreci,
(!) batı kanunları ve kültüründen başka hiç bir şey
getirmedi. Bu ister istemez kültürel sembollerin, modern toplum
ilkeleri ile karıştırılmasına ve özdeşleştirilmesine neden
oldu. Cumhuriyet Devrimi'nin ilk dönemi de bu konuda tavizsiz bir
şekilcilik içeriyordu. Desbot bir anlayış ise herzaman ülkeye
hakim olmuştur. Bu ilke, içeride saldırganlığı dışarıda
ise menfaat ve korkaklığı doğurdu. Batılı ve onun kültürünü
benimseyen bir ülke olmaya çalışması bir çok olumsuzlukları
beraberinde getirdi. Batılı bir ülke olduğu kanaatini
oluşturmak için yoğun bir tarzda şekilcilik esasını
benimseyen bir siyasi yapılanma sergilemektedir. Bu siyasi
yapılanma önünde asıl engel teşkil eden ise tabi ki Müslümanlardır.
Bu da Müslümanların bağlı oldukları akideden
kaynaklanmaktadır. Müslümanlar nezdinde hakim olan kanaat,
üzerlerinde ki yönetimlerin İslam akidesiyle çeliştiği için
bu düzenle asla barışık yaşanamayacağıdır.
Devlette
demokrasi ve demokratik şekilciliğin önünde engel kabul ettiği
Müslümanları ve İslamî varlığı en büyük tehlike olarak
addedererek onlara karşı savaş açmıştır. Başörtüsü, vakıflar,
Kur’an kursları, İslami yayınlar gibi İslamı temel alan her
şeye alenen savaş açmıştır. Türkiye'nin öteden beri
kendisine batılı gibi bir görüntü vermek, giderek daha fazla
batılı, sözde uygar bir ülke olma hevesi, maruz kaldığı
bunca darbelere rağmen hâla sürmektedir. Bu girişim doğal
olarak içeride iç çatışmaları doğurmaktadır. Her halükarda
TC’nin bir güdümlü devlet olduğu dolayısı ile gelişen
olaylarda mutlaka dış güçlerin etkinliğinin olduğunu da
unutmamak gerekir.
Beyaz enerji
operasyonu
Ekonomik kriz
içerisinde bulunan Türkiye, bilindiği gibi IMF ile bazı
antlaşmalarda bulunmuştu. Bu antlaşmalar çerçevesinde IMF’den
sağlanacak kredi karşılığı hızla özelleştirmeye gidileceği
taahhüt edildi. Bu kapsamda bankalar, enerji sektörleri, haberleşme
ağları hızla özelleştirilmesi kararı alındı. Devlet bu
kararları uygulama aşamasında iken beklenmedik bir anda Jitem
tarafından bu kurumlara baskınlar düzenlendi. Siyasilerin şaşkın
bakışları arasında tutuklamalar başladı ve akabinde
askersivil çatışması gündeme taşındı. Bunların sebeplerine
baktığımızda;
1Asker (ki,
derin devlet yönlendirmekte) bu kurumların % 51 veya farklı yüzdeliklerle
ABD ve AB patentli şirketlere satışı öngören antlaşmaları
iptal etmek. Bunun için de kurumların güvenirliğinin
bulunmadığını yolsuzluklarla güncelleştirip yabancı
şirketlerin alım gücünü kırmak hedeflenmiştir. Yoksa bu
kurumlarda yolsuzlukların olduğu yeni bir mesele değildir. Ayrıca
bu kurum ve şirketlerden asker belirli orantılarda pay
almaktadır. Bu şirketlerin yabancı konsorsiyumlara geçmesi
halinde Türkiye ekonomisinde en kârlı iş yaptığı bilinen
Telekom, THY, Tedaş, gibi şirketlerden asker pay alamayacağı
gibi aynı anda devletin hayatiyeti, çetin tehlikelere maruz
kalacaktır. Bu kurumlarda oluşturulan depremler karşısında
IMF masası şefi Cotterelli apartopar Türkiye’ye geldi ve şöyle
bir açıklamada bulundu: “Cari açık ve özelleştirme
konusunda taahhütlerinizi yerine getirin, aksi halde krizden çıkamazsınız.”dedi.
Ayrıca “Telekom’un da % 33.5’nin mart ayına kadar satılmaması
halinde finans kuruluşlarının Türkiye’ye güveninin sarsılacağı”
uyarısında bulundu. (Türkiye 18/01/2001) Arkasından
IMF bankasının Avrupa Müdürü Johannes Linn 19 Ocak 2001
tarihli Financial Times'da “Türkiye... çürümüş bir
ülkedir.”! diye bir demeç verdi. Özelleştirmelerin
bu olaylardan sonra yavaşlayacağı söz konusudur. Baskıların
dozunu artırdığı takdirde bir erken seçim ufukta
gözükmektedir. Nitekim, ekonomistler son günlerde bu hususta
görüş beyan etmeye başladılar. Ayrıca hükümet ekonomi alanında
aktif kişi ve kurumların temsilcileri ile görüşmelere başladı.
2Derin
devlet askerî güç sergileyerek her konuda otoriter varlığını
iç ve dış odaklara göstermek istemiştir. Kıskaç içerisinde
bulunan, siyasi varlığını yitirmiş bir hükümetin muhatap alınmamasını
ve istedikleri kanunların çıkarılmasının geciktirilmesinden
dolayı siyasilerin kamuoyundaki imajının sarsılması
hedeflenmiştir. Yeni siyasi yapılanmaya zemin oluşturulması için
hazırlıklar yapılmaktadır. Eski politikacıların yolsuzluklara
ortak olduğunu gösteren bir çok belge askerin elinde
bulunmaktadır. Zamanı geldikçe bunlar kamuoyuna sunulacaktır.
Derin
devlet menfaati doğrultusunda bazı dosyaları açma gereği
duymuştur. Bu gelişme karşısında başbakan dahi: ‘‘Beyaz
Enerji Operasyonu'nu neden jandarma yürütüyor?’’
sorusuna ‘‘Bu benim de zihnimi kurcalıyor” diye
yanıt vererek şaşkınlığını ifade etmektedir. Diğer yandan
asıl büyük yolsuzlukların üstü, bu yolsuzluklarla kapatılmak
istenmektedir. Bu hususu Mesut Yılmaz şu şekilde teyit etmektedir:‘‘Askerî
dönemlerde daha çok yolsuzluk oluyor’’ (Hür. 12/01/01)
Mesut Yılmaz’ bu demeçle önemli bir hakikati de ortaya koymuştur
ki, o da; 28 Şubattan günümüze kadar geçen dönemde
askerlerin aktif siyaset içerisinde bulunduğu gerçeğidir.
3Askerler,
AB’nin sivilleşme isteğine karşı tavır aldıklarını her
alanda etkin çıkışlar yaparak göstermeye çalışmaktadırlar.
İnsan hakları, sivilleşme, ekonomi gibi alanlarda AB’nin
hassasiyetini bildiklerinden dolayı bu alanlarda olumsuz
girişimlerde bulunmaktadırlar. Bu teşebbüsler AB’nin
Türkiye’ye bakış açısını etkileyecektir. Avrupa kamuoyu,
askerî bir yönetim altında olan bir ülkeyi bünyesine kabul
etmeyeceği malumdur.
28
Şubat ve postmodern darbe
28 Şubat,
asıl itibarı ile Türkiye’nin gidişatına bir balans ayarı
verilmesi gerekliliğinden doğmuştu. Türkiye Cumhuriyetinin inşasından
günümüze kadar asker otoriter varlığını daima korumuştur.
Bu hal TC. varlığını koruduğu müddetçe de devam edecek
gibidir. 28 Şubatta gerçekleştirilen sivil darbe, zaman içerisinde
bütün katılığı ile kendini hissettirdi. Şu an 28 Şubat kararları,
hükümetin siyasi iradesinde etkin rol oynamaktadır. Bütün işler
“Batı çalışma gurubu” “Sivil çalışma gurubu” ve “Başbakanlık
takip kurulu” tarafından yönlendirilmektedir. Bu gerçeği hiçbir
siyasetçi inkar etmemektedir. Yeni tadilatların gerçekleştiği
şu günlerde asker, 28 şubatın bir darbe olarak karşısına çıkarılmasından
artık rahatsızlık duymaktadır. Bu konuda gelen uluslararası
baskıdan ve halktaki tedirginlikten haberdardır. Bundan dolayı
28 Şubatta sivil bir darbe yapıldığını kabul etmekte ve bu işte
emeği geçen bazı kişilerin hukuki veya kamu vicdanında
yargılanmasına ılımlı bakmaktadır. Nitekim Genelkurmay Genel
Sekreteri Erol Özkasnak: “Postmodern darbe, tereyağından
kıl çeker gibi, eski darbelere benzemeyen, kan akıtmadan,
kimseyi üzmeden, demokratik uygulamalarla, MGK'da benimsenerek,
devletin başındaki en büyük insandan bakanlara dek dahil
edilerek yürütülen süreçtir.” (Radikal 15/01/2001)
diyerek bu gerçeği kabullendiklerini ortaya koymuştur.
Bu karar:
aKendilerine bir
zarar getirmeyecektir.
bGünümüze
kadar geçen süreç içerisinde 28 Şubatla oluşturulmak istenen
sivil kadrolaşma bütün kurumlarda yerini almıştır. Her köşeye
yerleştirilen emekli generaller ve subaylar ve bunun yanında
Jitem’in her olaya müdahalesi gibi.
cİç ve dış
siyaset tamamen tekellerine girmiştir. Yasa ve kanuna gerek
duymadan kararnamelerle her istediklerini yaptırma imkanlarına
sahip olmuşlardır.
d28 Şubat
sürecinde emeği geçen kişilerin devre dışı
bırakılmasının nedeni bu işte emeği geçen asker ve
siyasilerin derin devlet içerisindeki kanadı tasfiye
edilmiştir. Çevik Bir kanadının devre dışı bırakılması
gibi. Dikkat edilirse 28 Şubat karaları tartışmaya açık
değildir. Hatta bütün şiddeti ile olay kapatılmak
istenmektedir. Ancak şahıslar üzerinde bir tartışma söz
konusudur.
Güneydoğu
politikası ve Gaffar Okkan cinayeti
Güneydoğu Türkiye’nin
en yumuşak karnıdır. O bölgeyi canlı kılan üç ana unsur
vardır:
1İngiltere
Osmanlı devletini Atatürk eşliğinde yıktıktan sonra, çizdiği
haritada doğu bölgesini sorunlu bir bölge olarak bırakmıştı.
Güneydoğu, Sevr antlaşmasında geçen haritada birkaç bölgeye
bölünmüş şekilde belirlenmişti. Bu gerçeği siyasiler kamuoyundan
saklamaktadırlar. Yani günümüzdeki Türkiye sınırları
tartışmaya açık, “azınlıkların” hak iddia edebileceği
şekilde belirlendiği bilinmektedir. Avrupa ve Amerika Güneydoğuda
bir veya birkaç Kürt devleti, doğuda Ermenilere toprak
iddiası, Trakya’ da Trakya Türk devleti ve Karadeniz
bölgesinde bir Laz devleti kurma girişimlerinin önünde yatan
hiçbir engel yoktur. Diğer İslam beldeleri gibi, Türkiye’nin
kurulması ve haritasının çizilmesine kafir İngilizler çıkarları
doğrultusunda gerçekleştirdiler. Çıkarları gereği bölmekte
de tereddüt etmezler. Ermeni meselesinin gündeme taşınması,
İngiltere basınında doğu bölgelerinin bölünmüş
haritalarının yayınlanması ve İngiliz ve diğer batı
devletlerinin meclislerinde millet vekillerinin, bir değil birkaç
Kürt devleti kurma tartışmaları yapmaları artık güncel bir
hale dönüşmüştür. İngilizler, Türkiye’deki ajanlarına güvenlerini
yitirmiş olmalılar ki, artık Türkiye’nin temel taşlarını
sarsmaya karar kıldılar. Bunun en bariz örneği; İngiliz
basını 27/01/2001 tarihli The Guardian gazetesinde kendi ajanları
olan Mustafa Kemal’in Selanik doğumlu bir Yahudi olduğunu
ve onun Hitler’in altında ezilen binlerce Yahudiye kucak açtığını
yayınlamaya başladılar. Türkiye siyasetinde veya çizilen
rotada kalmadığı an İngilizler ideolojileri ve gelenekleri
icabı bölmeye ve darbe vurmaya çekinmeden meyledebilirler.
Nitekim Yemen gibi beldelerde bu işi gerçekleştirmişlerdir.
Bunu her şeyi ile çökmüş, kukla bir devlet olan Türkiye
için yapmaktan çekinecek değillerdir. Yakın gelecekte bölme
girişimleri yoğunlaşabilir. Avrupa’da azınlıklar meselesini
ön plana çıkaran da yine İngilizlerdir. Bu sadece
Fransızlarla sınırlı kalan bir olay değildir. Bütün bu
olanlar karşısında TC acizlikten başka bir şey gösterememektedir.
Şu ana kadar Türkiye, Fransızların onayladığı Ermeni
tasarısı karşısında etkisiz söylemler dışında hiçbir
siyasi eğilim göstermiş değildir. Aksine yeni ticari
anlaşmalar gerçekleştirilmektedir. Karşı çıkma cüretkarlığında
da bulunamazlar, çünkü Türkiye yöneticileri bugün Türkiye’nin
gerçeğini ve geçmişte yaptıkları ihanetleri (imzaladıkları
antlaşmalar, kafirlere kucak açtıklarını) çok iyi
bilmektedirler ve de başlarına geleceklerden korkmaktadırlar.
“Şark Meselesi” olarak ta adlandırılan yüzyıllık bir meselenin
batılıların zihninden silinmediğini yeni yeni anlamaya başladılar.
Bundan dolayı da general eşliğinde askerî bir heyet siyasi
görüşmeler yapmak için aniden İngiltere’ye gitti.
Batılılar bölgede
kendi güçlerinin üzerinde bir oluşumu asla kabul etmeyeceklerdir.
Türkiye son dönemlerde hızla silahlanmakta ve bölgede etkin
siyasi güç oluşumuna yönelmektedir. Bu durum gelecek için batılılarda
endişe uyandırmaktadır. Bu endişeleri, gelecekte Müslümanların
eline geçmesi korkusundan dolayıdır. Bundan dolayı da Irak’a
topluca saldırmışlardı.
2Doğu bölgesinin
ekonomik ağırlıklı olması ki bu bağlamda üç etkin unsur
göze çarpmaktadır:
aGaz, petrol ve
verimli topraklar batılıların iştahını yıllardır
kabartmaktadır. Geçtiğimiz dönemler verimli topraklar ve sular
İsrail’e peşkeş çekildi. Batılı girişimcilere açık olan
alanlar Müslümanların ellerinden çok ucuz fiyatlarla satın
alındı.
bKara
taşımacılığında Ortadoğu ve Asya’ya geçiş bölgesi
olması. Aynı anda Türkiye Jeopolitik yapısı ile Asya gaz ve
petrolleri, aynı anda Ortadoğu petrollerinin de taşınmasında
tercih edilen en uygun geçit özelliğine sahip olması. Yani
ucuz taşımacılık için en uygun geçittir.
cDünyanın en büyük
kaçakçılık ağının geçiş merkezi olması. Uluslararası
narkotik raporlarında yılda ortalama 500 Milyar dolar olduğu
tahmin edilen narkotik kaçakçılığının önemli bir ayağının
bu bölgeden geçtiği belirtilmektedir. (Hürriyet. 29/01/01)
Burada geçen rakam daha önce yayınladığımız (150 Milyar
Dolardan) rakamlardan kat kat fazladır. Türkiye Cumhuriyeti bu
meblağdan yüklü kâr elde etmektedir. Bundan dolayı o bölgede
pay kapma yarışında sadece Türkiye yoktur. Bu mekanizmanın
işleyişinde başka güçlerde vardır. Bariz olarak faaliyet
gösteren; PKK var, uyuşturucu çetesi var. CIA var, MOSSAD
var. (Akşam 29/1/2001)
Gaffar
Okkan olayını da bu bağlamda iki ana temel üzerine dayandığını
görebiliriz:
1Kaçakçılık
olayının organizesinde polisasker anlaşmazlığının
bulunmasıdır. Bilindiği gibi hükümet asayişi temin etme dahil
doğu bölgesi için “107 maddelik Güneydoğu Eylem Planı’’
hazırlamış, bu bölgeyi öncelikli bölge olarak ön plana
çıkartmıştı. Bu bağlamda bölgeye yatırımlar, siyasi ve
kültürel faaliyetler, halkla kaynaşmanın yani bölgenin
sivilleştirilmesi tasarımları vardı. Yıllardır bölge “olağan
üstü hal” adı altında askerlerce idare edilmektedir. Fakat
şu bilinen bir gerçek ki, bölgede halk askeri sevmemektedir.
Polise yakınlığı da bundan dolayıdır. Polis bu yakınlaşma
doğrultusunda payını artırma yönüne gitmiştir. Diğer bir
ifade ile askerin kaçakçılık alanına elini uzatmıştır. Son
dönem narkotik şube tarafından yüklü miktarda ele geçirilen
eroin bunun açık bir delilidir. Asker bu gidişattan hoşnut
değildir. Polis üzerinde baskı kurarak engellemek istemektedir.
Ayrıca bölge sakin olduğu müddetçe kaçakçılık rahat
yürüyemeyecektir.
2Yukarıda da
belirttiğimiz gibi bölge tartışmalı ve karışık bir bölgedir.
Şu an bölgede 200 bin Türk askeri bulunmaktadır. Bölge
sükunete kavuştuğu an bu askerlerin kışlalarına dönmeleri
gerekecektir. Böyle bir oluşum ise temelleri dikilmiş olan Kürt
devletinin ilan edilmesinin önünde duran engel ortadan kalkacaktır.
PKK kozları elinden alınan asker, bölgede tutunabilmek için
yeni senaryolar üretmek zorundadır. Gaffar Okkan olayı bu
sahnenin bir parçasıdır. Gaffar Okkan ve bölgede sivriltilen
Hizbullah olayı ile birlikte bölgede oluşturulan huzursuzluk
ortamından asker faydalanma yoluna gidecektir. Bölgeden
çekilmesi için baskı yapan Batılı devletlere karşı da
elinde yeterli sebeplerin bulunduğunu gösterecektir. Nitekim bir
işaretle basın bu olayı Hizbullah’ın bölgede PKK’dan çok
daha fazla etkin olduğu şeklinde manşetlere taşıdı. Bu
noktada Genelkurmay başkanı Kıvrıkoğlu’nun verdiği şu
demeç dikkat çekicidir: “Diyarbakır’daki suikasttan
önce bu yönde bir saldırının olacağı konusunda istihbarat
gelmişti. Ancak örgütün içine adam sokamadığınız sürece
neyin ne zaman olacağını bilebilmemiz mümkün değildir.”
(Hürriyet 31/1/01) Daha açık bir ifade ile zinde güçler bu işi
askere yaptırmışlardır. Asker silahların Irak topraklarından
içeri girdiğini beyan etmiştir. Halbuki o bölgeler kendi
kontrolü altındadır. Delillendirme açısından da, önceden
planlanmış senaryo ile Irak’tan giren bir petrol tankerinde
yapılan aramada yüklü miktarda silahın asker tarafından ele
geçirildiği duyuruldu. Böylece asker bölgede sürekli
kalabilmek ve gerektiğinde Irak içlerine kadar girebilmek için
zemin hazırlamış oldu. Önümüzdeki günlerde bölgede karışıklıklar
artarak sürecek, hatta gerilim tırmandırılacaktır.
Siyasi yelpazede
yeni biçimlenmeler
1İç
siyasette Türkiye, siyasi alanda istikrarı yakalamak için
şovmen ve kozmopolit tipi siyasetçilerden kurtulup, her hususta
cumhuriyetin temel ilkelerini baz alan, hukuki alanda tecrübeli,
ulusçu şahsiyetlerden teşekkül yeni siyasi yapılanma içerisindedir.
Bu, yeni partilerin doğması veya var olan partilerde yeni düşünce
ve şahsiyetlerin ön plana çıkması anlamına gelir. Yeni çıkacak
partiler militarizm karşıtı, dini motifli partiler olacağı
gibi, Avrupa ve emperyalizm karşıtı sloganlarla donatılmışta
olabilir. Dikkat edilirse son günlerde darbe, militarizm ve
Avrupa karşıtı her çıkış prim toplamaktadır. Son dönemde
hukukçuların ön plana çıkartıldığı gözlemlenmektedir. 28
Şubattan bu güne kadar muhalif kanat görünümü de veren
askerler yeniden perde arkasına çekilebilirler. Böyle bir değişimin
gerekli olduğunu Mümtaz Soysal şu endişesi ile dile getirmektedir:
“Halktaki ve ulusun yazgısına sahip çıkmak isteyenlerdeki
sabırsızlık büyümekte, sistemin çökme hızı artmaktadır.”
(23/1/2001 Hürriyet.) Bu doğrultuda ki gelişmelere gelince:
aAni bir seçim
kapıdadır. Tahminen ekim ayı veya 2002 yılının ilkbaharında
seçim gözükmektedir. IMF ile varılan kararların askıya alınması
yakında bir seçimin olacağına delalet etmektedir. Siyasi
çizelgede, CHP Baykal önderliğinde dini motiflerden de
faydalanarak Müslümanlara yakın davranmaya, bir kısım eski
solcuların, eski CHP'lilerin, derin devletçilerin,
antiemperyalistlerin, militaristlerin ve benzer kesimlerin oylarını
almaya yönelecektir. DSP ulus birliği, yolsuzlukları ön planda
tutarak yeni bir lider (Zekeriyya Temizel) eşliğinde
birinciliği MHP'ye kaptırmamak için atağa geçecektir. MHP
ikinciliği veya üçüncü parti konumunu garanti altına almadan
bir erken seçime sıcak bakmadığı ortadadır. Şu an iktidar
olma niyeti de yoktur. Öte yandan siyasette, Sadettin Tantan’ın
popülaritesi kamuoyunda yüksek seviyelere ulaşmıştır.
Hayatının en radikal çıkışlarını yapan, önemli bir
kesiminin yolsuzluklara battığı Mesut Yılmaz’ın partisi
ANAP’ın barajın altında kalmasına kesin gözle bakılırken
ANAP, DYP ve FP partisinden kopan oylar derin devletin belirleyeceği
üç partide odaklaşması için yoğun faaliyetler yapılmaktadır.
Fazilet partisinin kapatılması halinde, bu partinin yerini
alacak herhangi bir parti girişimleri halen gerçekleşmiş
değildir. Bu girişimin önünü kesen engel ise halen Anayasa
mahkemesinde sürüncemede olan FP’nin kapatılma davasıdır.
Kapatılmasa dahi FP iktidar olmak için asla bir mücadeleye
girmeyeceği kesindir. DYP’nin konumu FP’nden farklı
değildir. İktidar olmasının önünde bir çok engeller
bulunmaktadır. İki parti ilk etapta "derin devlet" ve
"çıkarcı medya" ile barışık hale gelmeleri
gerekir. İnsan hakları ve yolsuzluklar konusunda sessizce
ilerleyen "Liberal Demokrat Partisi"nide unutmamak
gerekir. 28 Şubat'ı ikame eden ve siyasete dizayn vererek
bugünkü tabloyu hazırlayan irade, mevcut Meclis aritmetiği içinde
DSP'nin mutlak olarak Başbakanlığı aldığı bir hükümet
modelinden başkasına sıcak bakmıyor. Her halukarda kimin
iktidar olacağına karar verecek olan yine “derin devlettir”.
bİç siyasette
menfaat ilkesini terk ederek tavizsiz cumhuriyet ilkelerini
politikada benimseyerek ve ılımlı yaklaşım anlayışından
vaz geçmek. Son dönemlerde sert politika kamuoyunda da
hissedilir hale geldi.
cMüslümanları
düzenle kaynaştıramayan devlet, yeni bir formül ile bunu
gerçekleştirmek istemektedir. Bu doğrultuda mümkün olduğu
kadar Müslümanlar ile anti militarist aydın kişilere (!)
birbirine yaklaştırmak istemektedir. Sözde bugünkü devletin
despot uygulamalarından hoşnut olmayan demokratlar, aydın gözüken
solcu kesimlerlerle Müslümanları bir araya getirmektir. İslamî
kesim devlet karşıtı gözüken bu kişi ve kurumlara, düzene
karşıt olmaları çerçevesinde yakınlaşma sağlanarak angaje
edilmek istenmektedir. Demokrat, solcu, aydın yazarlar (!) ve
İslamcı (!) yazarlar kol kola gezebilmekte aynı görüşleri
çeşitli platformlarda sarf etmektedirler. Bu konuda en büyük
rol de sivil örgütlere verilmiştir. İHD ve MAZLUMDER gibi
kurumların aynı çizgide hareket etmeleride buna bir örnektir.
2Dış siyasette
ABD ve AB’nin kıskacında kalan TC. bu kıskaçtan
kurtulabilmek için seçim atmosferine ve içerideki kargaşaları
göstererek zaman kazanmak isteyecektir. FP bu konuda hazır koz
olduğu gibi, Güneydoğuda başlatılan olaylar bunun bir
semeresidir.
Dışa
karşı uluscu bir politika benimsemek, milliyetçilik duygularını
kullanarak dıştan gelen baskıları halkla beraber omuzlamak, güçlü
bir ordu ile beraber bölgesel siyasette aktif rol alarak etkin
devlet rolü üstlenmekte yeni siyasi şekillenmeler
çerçevesinde müteala edilebilir.
İslam ve Müslümanlarla
savaşa tavizsiz devam edilmesi
TC ayakta
kalabilmesini ancak İslam’la mücadelesine bağlamıştır.
İslam ile mücadele etmek için kurulan bu devlet batılılara
şirin görünmek için bu yolu terk etmeyecektir. MGK toplantılarında
ana mesele ilk sıralarda İslam’la savaştır. Basınyayın, bütün
kurumlar, asker ve devlet Müslümanlara karşı yoğun faaliyet yürütmektedir.
Bu savaş, şekli ve fikri alanda yoğunluk kazanmaktadır.
aŞekli
alanda, başörtüsü problemi güncelliğini korumaktadır.
Zekeriyya Beyazla sergilenen senaryoda, bu devletin hiçbir eğitim
kurumunda İslamî şekli görmek istemediğini ortaya koydu.
Marmara üniversitesinde gerçekleşen olayı YÖK başkanı Kemal
Gürüz “Kubilay” olayına benzetti. Doğru bir tespitte
bulunan Gürüz’ün bu sözünü ne yazık ki Müslümanlar pek
de anlamış değillerdir. TC planladığı Kubilay olayı ile
tarihte bir çok Müslüman’ı katletmiş ve bir çok önde
gelen Müslüman’ı da darağacında sallandırmıştı. Marmara
üniversitesinde gerçekleştirilen provokasyondan sonra da bir
çok eğitim kurumlarında başörtüsü yasaklandı. Bütün bu
girişimlerle varılmak istenen nokta:
1 Başörtüsü
olayının İslamî simge olmaktan çıkarılması, hukuki
çerçevede vicdani bir mesele olarak görülmesi,
2 Devlet
kademesinde, özel okullarda ve vakıflar desteğinde verilen bütün
İslamî eğitimin denetim altına alınması,
3 İmamlar dahil
İslamî faaliyet içerisinde bulunan şahısların devletin
benimsediği İslam anlayışını kabullenmeleri,
4 Bu etnik
girişimlerden sonra devlet mekanizmasının dışında bir
odaklaşmaya yönelen İslamî kesime darbe vurmak için
hizbullah, başörtüsü, irtica, tekke ve zaviyeler gibi konular
gündemde tutularak gerektiğinde üzerine gidebilmesi. Devletin
asıl çekindiği zahiren her şeyleri ellerinden alınan Müslümanların,
İslam’ı, gayri resmi guruplar halinde kendi aralarında öğrenmeye
teşebbüs etmesidir.
b Devlet,
cumhuriyetin inkılabının sebebi olan İslam’ı tamamen hayattan
uzaklaştırmak için kanunlarla uyuşmayan her eylemin önüne
sert bir tavırla çıkacaktır. Bunu fiili alanda yaptığı gibi
fikri alan içerisinde de gerçekleştirmek istemektedir. Bu bağlamda:
İslam’ı
fikren müdafaa eden, fikri çerçevede devletle çelişen her
hususun terör eylemi olarak adlandırılması, aklın her hususta
hakim olduğu,vahyin ancak akla uygun gelmesi halinde alınabileceği,
şer’i hükümleri tarihi sürece hapsetmeye yönelik çalışmalar.
İslam’ı
anlamada ve anlatmada tek merci olarak İlahiyat Mezunlarının görüşlerine
baş vurulması, hatta Diyanet Teşkilatında bu doğrultuda
hareket etmeyen kişilerin görevden uzaklaştırılması. İşin
en vahim tarafı vaiz ve imamlığın da askerlere devredilmesinin
gündeme getirilmesidir. Verilen bir öneride; Diyanet İşleri
Başkanlığı'na sunulan öneri Genelkurmay Başkanlığı'nda da
kabul görürse, 23 İlahiyat fakültesinden mezun olan gençler 3
ay askeri eğitim aldıktan sonra, kadrosu boş bulunan camilerde
görevlendirilerek, köy ve ilçelere “yedek subay imam” olarak
atanacaklar. (Hür. 30/1/2001)
3/Mart/1924
tarihi, yani Hilafetin İngiliz ve onların yerli işbirlikçisi
Mustafa Kemal tarafından kaldırılmasının üzerinden 77 yıl
geçmesinin ardından gelinen durum, gerçekten içler acısıdır.
Kurulduğu günden itibaren ümmetin üzerinde yaban otu gibi sırıtan
bu sistem çökmeye mahkumdur. Ümmetle ilk günden itibaren bir
türlü barışamayan militarist, despot, kafir rejim Müslüman
halkı kendisine en büyük düşman kabul etmiştir. Müslümanlarda
bu küfür sistemlerine ısınamamış, Amerikan, Yahudi ve
İngiliz işbirlikçi bu yönetimleri düşman olarak addetmiştir.
Ümmeti bu halden kurtaracak ve halkla barışık yaşayacak tek
devlet Hilafet devletidir. Ümmet ancak onunla izzet ve şeref
bulacaktır.
|