Yıllar önce Müslümanların gündemine
sinsice sokulup, sürekli Müslümanların gündemini oluşturan
ve halen günümüzde de körüklenen bir meseleden
bahsedeceğiz ki oda; İslam dininin mahiyetinin saptırılması
hususudur.
Geçmişte İslâm dininin mahiyeti ve
sahasını çarpıtma konusunda ciddi çalışmalar yapılmış
olup, günümüzde de bu tür çalışmaların uzantısı olan
sinsi planlar ve tahribatlar devam
etmekte ve Müslümanların zihinleri bulandırılmaktadır. Dünyanın
her tarafında
yapılan bu gayretler, Türkiye’de de belirgin bir şekilde
kendini göstermektedir. Bu konu üzerine sayısız platformlar,
toplantılar, vaazlar, paneller ve açık
oturumlar yapılmakta, basın ve yayın
organlarıyla da bu konu sık sık gündeme taşınmaktadır.
Peki bu hummalı çalışmaların
nedeni nedir? Bu sorunun cevabı gayet açık
ve net. Zira kafirler iyi biliyorlar ki, İslâmın gelmesiyle
yani, İslâm Hilafet devletinin
tekrar kurulmasıyla kendileri yok olacak, yada aşağılanmış
bir şekilde İslâm sultasına boyun eğeceklerdir. Boyun
eğdirilmeleri hususunda Allah (cc) şöyle buyuruyor:
“Eğer savaşta onları yakalarsan, ibret
almaları için onlar ile (onlara vereceğin ceza ile) arkalarında
bulunan kimseleri de dağıt.”
(Enfal:.57)
“Eğer onlar barışa
yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'a tevekkül et,
çünkü O işitendir, bilendir.”
(Enfal: 61)
Küfür rejimlerinin planlarını uygulama
safhasında,
ne acıdır ki bilerek veya bilmeyerek alet olmuş Müslüman
âlimleri! görüyoruz.
Halbuki onlar, dinin vazıh bir şekilde anlaşılmasına yardım
edecekleri yerde, tam tersine tamamen bir kaos ortamı
oluşturma gayreti içerisine girmişlerdir. Konumuzu bir
misalle açacak olursak meselenin ne kadar ciddi boyutlara uzandığına
hep beraber şahit olacağız. Bakın, sayın Karaman’ın
İslâm’ın mahiyeti ve sahası ile ilgili düşünceleri
nelerdir;
“Peygamberimiz, biz inanlara göre Allah’tan
vahiy yoluyla aldığı bilgileri, bulunduğu şehirde,
bulunduğu topluma tebliğ etmeye başladığında yalnızca
dini tebliğ ediyordu. Yani devlet talebiyle başlamadı, iman,
inanma, ibadet ve ahlâk talebiyle başladı. İçinde yaşadığı
toplum buna izin vermedi, yani orada bir devlet vardı. Orada
cemaat-cemiyet arası bir oluşum vardı, bunun
bir idaresi de vardı. Buna tırnak içinde “devlet”
diyebilirsiniz. Devlet, otorite tebliğe izin vermedi. Din hürriyetinin
unsurlarını bir düşünelim. Din hürriyetinin malumu
âliniz ikinci önemli unsuru ibadettir. Kâbe’nin içinde
saklı putlar ve herkes kendi putuna
tapıyor. Peygamberimiz inananlarla birlikte, Kâbe’nin bir
köşesinde Allah’ına ibadet
etmeyi talep etti, otorite buna da izin
vermedi. Peygamberimiz başka yerlere, mesela; Taif’e gitti,
“benim dinimi tebliğ edip yaşamama
izin verir misiniz?” dedi, onlar da izin
vermediler. Geri döndü, şehre sokmadılar. Birinin
himayesinde, -o sistemde bir himaye ilkesi vardır, o himaye
ilkesine başvurarak- şehre girdi, bunun üzerine sıkıştırma,
tehdit, baskı devam etti. Sonunda onları yurtlarından çıkarmaya,
imha etmeye karar verdiler.”
“Burada Mekke izin verseydi, Peygamber
efendimiz orada cemaatiyle birlikte, dini
yaşayarak
devam etseydi ne olacaktı? sorusunu
sormamız gerekiyor. Sonra gelelim Medine’ye. Medine’de (içeriğine
girmiyoruz) “Medine Vesikası”
çerçevesinde hayat devam etseydi ve ihanetler olmasaydı,
yani sözleşmeyi bozup Müslümanları arkadan vuran,
dolayısıyla din hürriyetini ve bir yerde oturma hakkını
engelleyen davranışlar olmasaydı
o zaman ne olacaktı? İkinci soru bu. Belki de çok farklı bir
siyasi-sosyal oluşum içerisinde Müslümanlar ve
Müslümanlık yaşayacaktı diğerleriyle
birlikte. Bu da olmayınca, o zaman zaruretten
hareketle Müslümanlar bu iki ilkeyi herkes için
tesis etmek üzere devlete talip oldular. İnsanları
yurtlarında yuvalarında oturtmak, din ve vicdan
özgürlüğünü sağlamak üzere hakimiyeti ele almaya talip
oldular. Dolayısıyla İslâmın devlet talebi direkt değil,
dolaylı bir emirdir.
Bir kural var, gerekli olan bir şey, bir başka şeyi gerekli
kılıyorsa o da gereklidir.
(Hayreddin Karaman. Abant Platformu)
İslâm dininin mahiyeti ve sahası:
İslâm dini; Allah (cc) tarafından konulan
ve vazifelendirdiği Resul (sav) vasıtasıyla akıl sahibi
olan insanlara tebliğ edilen, onlara
dünya ve âhirette saadet yollarını gösteren
ilâhi sisteme denir. Bir başka deyişle; insanın kendi
nefsiyle olan alâkasını, insanın diğer insanlarla olan alâkasını,
insanın Allah (cc) ile olan alâkasını düzenleyen
sistemdir. İslâm, sadece inanç,
ibadet ve ahlaktan ibaret olan bir din değildir. Bunlarla
beraber İslâm bir hayat nizamıdır. İnanç onun akîdesidir.
İbadet ve ahlak İslâm şeriatından birer
parçadır. Yoksa şeriatın tamamı demek değildir. Zira İslâm
şeriatı; ibadet, içtimai nizam, ekonomi, yönetim, eğitim-öğretim,
iç-dış ve harp siyaseti ile bir bütündür. Ayrıca bütün
bunları uygulamak, yaymak ve korumak
için bir metodu ve ceza kanunları vardır.
Elbette bunların tamamını hayata geçiren bir devleti
(Hilafet) ve kendisine şeriat ahkâmını uyguladığı müddetçe
itaat edilmesi
farz olan bir reisi (halifesi) vardır.
İslâm dini bir hayat nizamıdır.
İnsanların yaşamları
boyunca karşılaşacakları problemlerin çareleri, İslâm
akîdesinden çıkan İslâm
nizamından alınır. Şayet siz, hayat ile ilgili müşkülleri
insan kendi aklıyla çözer derseniz, o zaman o din İslâm
olmaz, o kapitalizm
dini olur. İslâm’ın ilk temellerinin atıldığı döneme
gidecek olursak, işte o zaman İslâm dininin mahiyeti ve sahası
çok net olarak
görülebilir. Resulullah (sav)’e Peygamberlik geldiği dönemlerde,
insanlık tam bir cahiliye hayatı yaşıyorlardı. Şeref ve
izzet sahibi ancak elinde serveti olanlar idi, diğerlerinin
hiçbir şeref ve haysiyetleri yoktu. Kadınlar onlar için eğlenceden
öte bir değer taşımıyordu. Faiz, hile ve zulüm hat safhaya
varmış idi. İşte o an, bu kokuşmuş toplumun üzerine
Resulullah (sav)’in Peygamberliğiyle yeni bir güneş ve umut
ışığı doğmuştu.
Hikmet-i İlâhi, akîde davasının,
risaletin gelmeye başladığı ilk günden beri en önemli davayı
teşkil etmesi gerektiğini irade
buyurdu. Resulullah (sav)’in bu dava yolunda ilerlerken ilk
adımlarını insanları “Allah’tan
başka ilah bulunmadığına şehadet etmeye” davet ederek
atmasını ve insanlara hak olan Rabb’larını tanıtarak,
ondan başkasına ibadet etmemelerini temin ederek, davasını yürütmesini
irade buyurmuştu....Onlar, “Allah’tan başka ilah yoktur”
cümlesinin yeryüzündeki her türlü hakimiyet
ve sultalara isyan mânasına geldiği, ulûhiyetin
hususiyetlerini gasp edenlere, karşı
çıkmak mânasına geldiğini, Allah’ın müsaadesi dışında
sırf kendi yanlarından korudukları nizamlara
ve prensiplere göre yürütülen sulta ve hakimiyetlere karşı
gelmek
mânasında olduğunu çok iyi biliyorlardı. İşte bunun için
İslâm davasını
yahut ta bu inkılap hareketlerini o derece şiddetli bir şekilde
karşıladılar... (Fi Zilal-il Kuran Cilt:5).
Araplar,“Lâ ilâhe illallah”
Kelime-i Tevhidin ne mânaya geldiğini
çok iyi biliyorlardı. Resulullah (sav) ilk işe bu Kelime-i
Tevhid ile başlamış, ve bu hareket hızla her yerde duyulur
ve hissedilir olmuştu. Yoksa Resulullah (sav) sadece Kâbe’nin
bir köşesinde
yüce Allah’a ibadet etme mücadelesi vermedi ve bu noktada
asla müşriklerden izin talebinde
bulunmadı. Bizzat Kelime-i Tevhid ile onların egemenliğine,
kanunlarına, nizamlarına ve ibadetlerine karşı çıkarak,
onlara cephe aldı. Bütün bunları azim ve sabırla
yapıyor, aynı zamanda da insanları tek olan Allah’a çağırıyor
ve İslâm’a davet ediyordu. Bu hususta birçok vakıalar
mevcuttur.
Örneğin, Resulullah (sav)’in, Ebu Cehil’i İslâm’a
davet edişi ki; Ebu Cehil en azılı müşriklerden idi.
Mugıre Bin Şube şöyle anlatıyor:
Ebu Cehil B. Hişam ile birlikte Mekke sokaklarında gidiyorduk.
Hz. Peygamber bize rastladı ve Ebu
Cehil’e “Ey Ebu Hakem! Allah’a ve Resulüne gel! Seni
Allah’a davet ediyorum!” dedi. Ebu
Cehil; “Ey Muhammed! Sen bizim mâbutlarımıza küfretmekten
vazgeçer misin? İster misin, biz senin tebliğ ettiğine
şahitlik edelim! Biz şahitlik ederiz ki, sen tebliğ
yaptın. Allah’a yemin ederim, eğer ben senin söylediklerinin
hak olduğunu bilseydim sana tâbi olurdum!”
dedi. Bunun üzerine Resul-u Ekrem yanımızdan geçip gitti.
Ebu Cehil, bana yönelerek şöyle dedi; “Allah’a
yemin ederim, ben onun söylediklerinin hak olduğunu
biliyorum. Fakat
ona tâbi olmaktan beni men eden bir şey var. Kâbe’nin
anahtarı bizdedir.” Başka bir
misalde bu konu tamamen netlik kazanmaktadır
ki, o misal, Resulullah (sav)’in Kureyş reislerini İslâm’a
davet etmesi. Kureyş reisleri Resulullah (sav)’e bir haberci
göndererek, kavminin kendisiyle görüşmek ve konuşmak
istediklerini bildirdiler. Bunun üzerine Resulullah (sav)
süratle onların
yanlarına geldi. Onların İslâm’a meylettiklerini zannetmişti.
Allah’ın
Resulü, can-ı gönülden onların Müslüman olmalarını
istiyordu. Onların doğru yolda reşit olmaları onun hoşuna
gider, onların İslâm’a karşı çıkmaları, fesatları ve
helâkları onu üzerdi. Resulullah (sav) onların yanlarına
oturunca, şöyle dediler: “Ey Muhammed! Senin hakkında mazur
sayılalım diye seni çağırdık. Allah’a andolsun, senin
kavmin üzerine getirdiğin felaketi Araplardan bir kimsenin
getirdiğini bilmiyoruz.
Sen bizim atalarımıza küfrettin, dinimizi ayıpladın,
akıllarımızı hiçe saydın. Tanrılarımıza küfrettin,
cemaatimizi parçaladın. Hiçbir çirkin iş yok ki onu
aramıza sokmuş
olmayasın. Eğer sen bu hadiseyi mal elde etmek için getirmişsen,
sana mallarımızdan toplayalım, hepimizden zengin olacağın
kadarını verelim. Eğer bunu bizim içimizde şerefe nail
olmak, baş olmak için yapmışsan seni
başımıza getirelim, eğer kral olmak için
yapmışsan, seni kral tayin edelim...” Allah’ın Resulü
onlara cevap olarak şöyle buyurmuştur; “Sizin söylediklerinizin
hiçbiri bende yoktur. Size Peygamberliğimi mallarınız için
getirmiş değilim.
İçinizde şeref kazanmak ve başınıza geçmek içinde
getirmiş değilim. Kralınız olmak içinde getirmedim. Cenabı
Hak beni size Peygamber olarak gönderdi. Bana bir kitap
indirdi. Sizin için müjdeleyici ve uyarıcı olmamı emretti.
Ben Rabbimin risaletini tebliğ ettim ve size nasihatte
bulundum. Eğer kabul etmezseniz, Allah (cc) benimle sizin
aranızda hükmedinceye kadar sabır göstereceğim.”
Evet... Resul (sav) efendimizin müşriklere
karşı takındığı tavır, gayet açık ve nettir. Ne onlardan
ibadet için izin talebinde bulundu,
nede onlarla uzlaşmacı gözüken bir tavır
sergiledi. Çünkü, Allah (cc) onu bu uğurda ya muzaffer
edecek, yada bu uğurda şehit olacaktı. Allah’tan aldığı
mesajı, şüphesiz insanlara dosdoğru iletmekle sorumlu idi.
Bu davada asla
geri dönüş yoktu. O, âlemlere
rahmet olarak gönderilmişti. Allah
(cc) şöyle buyuruyor:
"De ki: Allah'a itaat edin; Peygambere de
itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz şunu bilin
ki, Peygamberin sorumluluğu kendisine yüklenen (tebliğ görevini
yapmak), sizin sorumluluğunuz
da size yüklenen (görevleri yerine getirmeniz) dir. Eğer
ona itaat ederseniz, doğru yolu bulmuş olursunuz. Peygambere düşen,
sadece açık-seçik duyurmaktır."
(Nûr 54)
İslâm dininin mahiyeti ve sahası konusundaki
çarpıtmalardan biriside hiç şüphesiz “Medine
Vesikası” dır. Bu tartışma konusunu gündeme
getirenlerin amacı; “demokratik çoğulcu, katılımcı”
bir toplum özleminde olup, Müslümanların da bu noktada
zihinlerini bulandırıp, küfür olan bu düşüncelerini,
hayatta rahatlıkla tatbik etmek ve ömürlerini biraz daha
uzatabilmektir. Bundan dolayıdır ki, bâtıl
olan düşüncelerini İslâmî göstermek için, bu vesikayı
delil almaktadırlar. Daha sonra bu delilden hareketle ortaya şöyle
iddialar
attılar:
- Bu belge, çoğulculuk ilkesini benimsemektedir.
Zira tek hukuk anlayışı, zulmün en katısı ve şiddetli
olanıdır. Resulullah (sav) yahudi ve müşrik araplara
onların kendi hukuklarıyla hükmetmiştir. Zira, onlara Allah’ın
şeriatını tatbik
etmiş olsaydı, büyük zulüm işlemiş olacaktı.
- Yaşama özgürlüğü, yaşama biçimindeki
hukuksal düzeni seçme hakkı.
İnsanların dilediği hukuka göre yargılanması ve dinlerinde
tamamen serbestiyet verilmesi. Resulullah (sav) Medine’ye
geldiğinde; yahudiler ve müşrik araplarla birlikte ortaklaşa
bir devlet kurdular. Böylece ortaya çıkacak olan toplum; siyasal,
kültürel, hukuksal ve diğer meseleleri
kendi iradesi ve dinlerine
göre hareket edecektir. Dinler arası diyalog,
uzlaşmacı din ve hoşgörü v.s söylemler bunun paralelinde
bir uzantısıdır.
Bütün bu iddia ve yakıştırmaların
delili "Medine Vesikası" çerçevesinde dönmektedir. Bu
vesikanın metni incelendiğinde görülecektir ki, bu vesika
onların ortaya attıkları iddialara kesinlikle yol
vermemekte, bilakis onların iddialarını
çürütmektedir. Bu vesikanın içeriği şöyledir:
1- Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla.
Bu, Nebi Muhammed (sav) tarafından yazılmış
bir yazıdır. Yani, yahudi ve müşrik arapların katılımıyla
yazılmış bir vesika değildir.
2- Medine’deki Yahudiler yönetimde değil,
İslâm devletinin tebâsı durumunda Müslümanlara
tâbi olacaklardır.
3- Medine’deki
yahudiler, İslâm otoritesine boyun eğmek zorundadır.
Öyleki, hem savaş masraflarına
ortak olacaklar, hemde Medine’yi ancak Resulullah (sav)’in
izniyle terk edebilecekler.
4- Bu vesikada, ismi geçen yahudi ve müşrik
Araplara da Allah’ın hükmüyle hükmedilecektir.
Çıkan ihtilaflar mutlak Allah (cc) ve Resulüne
(sav) götürülecektir.
"Medine vesikası" dedikleri bu yazının
içeriği böyledir. Görülen odur ki, yahudiler, o dönemde
İslâm devleti çatısı altında zımmî konumundadırlar. Yönetimde
asla yerleri yoktur. Hatta İslâm devletinden izin almadan Medine’yi
dahi terk edemeyeceklerdi. Hal böyle iken nasıl olurda;
katılımcı, çoğulcu, özgürlükçü toplumdan
söz edilebilir?!. Soruyoruz; çok hukukçuluk acaba bunun
neresindedir?!. Bu vesikayı yukarıda izaha çalıştığımız
şeklin dışında, çarpıtmaya çalışmak Resulullah (sav)’e
en büyük iftirayı atmak demektir. Aksini düşünen ve
savunanlara yazıklar
olsun!..
İslâm dini, kafirlerin Müslümanlar
üzerinde yönetici olmalarını kesinlikle reddetmektedir.
Allah (cc) şöyle buyurmaktadır:
"Allah, müminler üzerine kafirler için
asla bir yol kılmaz."(Nisa 141)
"O (Allah), müşrikler
hoşlanmasalar da (kendi) dinini bütün dinlere üstün kılmak
için Resûlünü hidayet
ve Hak Din ile gönderendir.”(Tövbe 33)
Evet... İslâm dininin vakıası ve gerçeği budur. Onun
devleti (Hilafet), evrensel bir devlettir.
Bütün âlemin İslâmın ve Müslümanların koruyucusudur.
Küfrü ve kafirleri kendine âmade kılıp zelil eden,
haksızlık yerine
adaleti, gerçek saadeti getiren tek devlet, İslâm Hilafet
devleti idi. Kafirler, M. Kemal gibi ajanları vasıtasıyla
bu devleti yıktılar. Son dönemler Hilafetin tekrar
hakim olması için bütün İslâm memleketlerinde ciddi çalışmalar,
Müslümanlarda da büyük çapta uyanış
olmaktadır. Buna karşılık kafirlerde boş durmamaktadır.
Müslümanların zihinlerini alt-üst etme gayretleri her
yönüyle devam etmektedir.
Yukarıda izaha çalıştığımız meselelerde, bunlardan bazılarıdır.
İnşallah Müslümanlar bu gibi saptırmalara karşı uyanık
olurlar da, kafirlerin
ve onların uşaklarının oyunlarına gelmezler. Hakkı hak
bilip onu tutarlar,
batılı da batıl bilip onunla mücadele ederler. Böylelikle
de eskiden olduğu gibi, tekrar izzet ve şeref bulurlar.
|