İşte şu açıklamadan sonra, sanırım Allah’ın
Resulünü korkutan şeyin ne olduğunu daha iyi anlayacağız.
Resulullahın korktuğu şey; toplumun çirkin gördüğü bir
şey olan, babanın
evlatlığının boşadığı eşiyle evlenmeyi, Allah’ın
emriyle bizzat gerçekleştirmekle
karşı karşıya kalma durumunda olması idi.
Düşünün, babanız size evlatlık bir kardeş
alsaydı, sonra bir gün onu evlendirip yuvalarını kursaydı
ve daha sonra onlar ayrılınca babanız, kardeşinizin bu
hanımını nikahı altına alsaydı,
bu size garip gelmezmiydi? Ben bunu, İslam’ın bu gibi
engelleri ortadan kaldırdığı şu ortamda söylüyorum. Bu
garipsemenin boyutunu
bir de Allah’ın Resulünün dönemi içerisinde
düşünün. Soy-sop ilminin revaçta olduğu,
insanların köle-hür statüsüne büründüğü asalet-sefalet
kavramlarının topluma hakim olduğu, kölelerin insan mı
yoksa değil mi düşüncelerinin
zihinlerde dolaştığı dönemi düşünün.
Herkesin birbirini tanıdığı bir ortamda, toplumun
ayıp olarak nitelendirdiği bir şeyi yapacaksınız. Allah’ın
Resulü utangaç bir bekar kızdan daha çok haya sahibi
idi. Ve işte o Nebi böyle bir ortamda (tabir caizse) toplumca
ayıp addedilen bir işi bizzat yaparak bunu Allah indinde
ayıp olmadığını gösterecekti. O da bir insandı Hz. Zeyd
kendisine gelip de evliliklerinin
yürümeyeceğini haber verince, Allah’ın hükmüne
bağlandığı anın yaklaştığını hissediyor ve toplumun ayıp
dediği şeyin, artık adım adım kendisine yaklaştığını görmeye
başlayınca korkusu ve kaygısı da başlıyordu. Ama Allah’ın
Resulü Hz. Zeyd’e Onu nefsinde tutmasını ve Allah’tan
korkmasını tavsiye etti. Bu hal üç kez tekrarlanınca Allah’ın
Resulü onların arasını
tefrik etti. İşte toplumun ayıp dediği şeyi Allah’ın
Resulü o haya boyutunun genişliğinden dolayı insanlara söyleyemiyor,
onlardan gizliyordu.
Konuyla ilgili ayet şöyle:
“(Resûlüm!)
Hani Allah'ın nimet verdiği,
senin de kendisine iyilik ettiğin kimseye: Eşini yanında tut,
Allah'tan kork! diyordun. Allah'ın açığa vuracağı şeyi,
insanlardan çekinerek
içinde gizliyordun. Oysa asıl korkmana lâyık olan
Allah'tır. Zeyd, o kadından ilişiğini kesince biz onu sana
nikâhladık ki evlatlıkları, karılarıyla ilişkilerini
kestiklerinde
(o kadınlarla evlenmek isterlerse) müminlere
bir güçlük olmasın. Allah'ın emri yerine getirilmiştir.”
(Ahzab 37)
Buraya kadar olan açıklamalarımız ayet
hakkındaki yüzeysel bilgi idi. Şimdi gelelim vahyi gayri
metluv’a delaletine. Dikkat ederseniz ayette şöyle bir ibare
geçmişti, “Allah'ın
açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek
içinde gizliyordun..”
Peygamberin nefsinde gizlediğinin ne olduğunu
tekrar edecek olursak, Hz. Zeyd, Hz. Zeyneble boşandıktan
sonra Resulullahın, Hz. Zeyneble evlenecek olmasıdır. Allah’ın
Resulü bunu insanlardan gizliyordu
ve çekiniyordu.
İkinci delilimizin başında Resulullahın
gaibi
bildiğini açıklamıştık. O halde soruyoruz:
İleride Hz. Peygamber efendimizin Hz.
Zeyneble evleneceğini Allah (cc) Kur-an’ın herhangi bir
yerinde vahyetmemişken Hz. Peygamber Allah’ın açığa
vuracağı bu gaibi bilgiyi
nereden bildi? Oysa Hz. İsa dahi olsa bir
insanın nefsinde ne olduğunu bilmeyeceğini Kur’an bize
haber veriyor. (Maide116)
Peygamber Efendimizin ileride olacak olan böyle
bir hadiseyi bildiğini Allah (cc) ikrar ediyor
ve diyor ki; “Allah’ın açığa
vuracağı şeyi insanlardan çekinerek
içinde gizliyorsun.” Peygamber
(as)’ın nefsindekini bilgiyi ve bu bilgiyi Kur-an’ın
herhangi bir yerinde daha önce vahyedilmiş olarak da bulamayacağına
göre bu bilgiyi nereden buldu? Resulullah bir kahin değildir
ve kahine gidip onu tasdik
edenin kafir olacağını da söylemektedir.
(Resailüs Selefiyye, Şevkani,s.13)
O halde bu bilgi Resulullah’a, Allah (cc)’dan
vahyin üç yoldan biriyle gelmiş bulunmaktadır.
(Şura 51) Ve bu bilgi Kur’anın iki kapağı arasında
bulunmamaktadır. Demek
ki, Allah’ın Resulüne Kur-an’da bulunmayan vahiyler de
gelmektedir. “İmana yer bulabilmek
için bilgiyi inkar ettim” (Din felsefesi, Mehmet s. Aydın,
s20) dediği
gibi, “Kur-an’ın sıhhatini korumak için sünnetin
vahiy olduğunu inkar edip terk ettim.” diyenler,
acaba Kur’andan bir hakikati inkar
ettiklerinin farkındalar mı? Allah Zulcelal, bu cehalete hidayet
buyursun.
3-Delil:
Hz. Peygamber (sav) Efendimiz, Mekke’de
iken, Kâbe’ye doğru namaz kılmakta
idi. (Celaleyn, s.25; Medarik, c.I, s.143) Fakat daha sonra Allah’ın
Resulü Medine’ye hicret edince,
on altı ay veya on yedi ay Beyt-ül Makdise doğru namaz
kıldı. (Celaleyn,s. 25,
Medarik, c. I,s.143) Hz. Peygamber Efendimiz ve müminler
bu kadar bir süre Beyt-ül Makdise doğru namaz kıldıktan
sonra Cenab-ı Allah, müminlerin
Kabe’ye doğru dönmeleri için vahy
göndermiştir. (Bakara
149-150)
Burada önemli olan ve irdelenmesi gereken
bir husus vardır. Acaba Allah’ın Resulü dinde, keyfine
göre hareket edebilir miydi? Şüphesiz ki buna verilecek
cevap, hayır olacaktır. Hz.
Peygamber de diğer müminler gibi Allah’a
ibadet etmek, onun emir ve nehiylerine itaat etmekle görevlendirilmiş
ve bununla da hesaba çekileceği bildirilmiştir.
Bu hususta Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:
“De ki: Ben
dini, Allah’a halis kılarak O’na kulluk
etmekle emrolundum. Müslümanların ilki
olmakla emrolundum. De ki: Rabbime karşı gelirsem, doğrusu büyük
günün
azabından korkarım. De ki: Ben dinimde ihlas ile ancak Allah’a
ibadet ederim.” (Zümer
11-14)
Ayetten de anlaşıldığı gibi
Resulullahın dinde her hangi bir değiştirme veya din belirleme
yetkisi yoktur. Bilakis Allah (cc)’dan gelen dini O’na has kılarak
diğer müminler gibi kullukta bulunmasıdır. Din yalnız Allah’tan
gelir. Din koyucu Resul değil Allah (cc)’dir.
Örneğin, yukarıda değindiğimiz kıble
meselesinde Resulullah, Allah Zülcelalden gelen emre göre
namazında bir yöne doğru yöneliyordu.
Medine’de Beyt-ül Makdise doğru on altı veya
on yedi ay namaz kılmış, daha sonra gelen ayetlerle de Kabe’ye
doğru yönelmiştir.
Kıbleyi belirleyen Resulullahın kendisi
demek, O’nu ilah kabul edinme demektir. Oysa Resulullah, heva
ve hevesine değil, ancak Allah’ın kendisine vahyettiğiyle
muamele olunmakla
emrolunmuştur. (Maide 48-49) Cenab-ı Allah hiç bir kimsenin
insanlara bir takım şeyleri dini kaide kılmasının, emir ve
nehiy de Allah’a ortak koşmasına izin vermemiştir.
(Şura 21) Resulullah asla kendi hevasından din koyucu, din
belirleyici değil, bilakis din koyucu Allah’ın huzurunda bir
“kul” ve biz bunu her kelime-i şahadette tekrar
eder ve tasdik ederiz.
Resulullah din belirleyici, ibadet belirleyici
değildir. O (sav) Mekke’de iken de Kabe’ye doğru namaz
kılıyor, Medine’de hicret edince
Beyt-ül Makdise doğru namaz kılıyor. Daha sonra gelen
ayetlerle de Kabe’ye dönmesi emrediliyor.
Resulullahın Kabe’ye
dönmesini emreden ayetler bellidir. Peki Beyt-ül Makdise
dönmesini emreden vahiy nerededir? Kur-an’ın her hangi bir
yerinde Allah (cc), Resulünün
Beyt-ül Makdise doğru namaz kılmasını emretmiş değildir.
O halde bu emir Resulullah’a
hangi yolla gelmiş olabilir? Elbette ki,
vahyi gayri metluv olan vahyin ikinci
yoluyla. Demek ki, Resulullah (as) Kur-an’da mevcut olmayan
veya mevcut olan mücmel ifadenin kapsamını, detaylarını nefsinden
veya tecrübesinde değil, bizzat Allah Zülcelalden gayri metluv
vahiyle almaktadır.
Hakikat bu iken, sünnet münkirlerinin,
(daha genel bir ifadeyle vahyi gayri metluv münkirlerinin)
bu hakikatlar karşısında teslim olmalarını beklemiyoruz.
Bilakis şahit olduğumuz vecihle, onlar güneşi balçıkla
sıvama gibi teviller getireceklerdir. Mesela; onlar diyeceklerdir
ki; “Allah’ın Resulü önceki ümmetlere veya kendi görüşüne
uydu.” Yani onlar bu sözleriyle,
Resulullahın Beyt-ül Makdise yönelmesinin Allah’u Tealadan
gelmediğini
anlatmak isteyeceklerdir. Bu, onların, dinde samimi
olmadıklarının bir sonucudur. Onlar hak zahir olunca işittik
ve itaat ettik diyenler
değil, (Nur 51) ifsat etmelerine rağmen, “Biz ancak
ıslah edicileriz” (Bakara 11) diyecek kadar nankör
olmalarındandır.
Oysa bu kimseler, Resulullahın hiç bir
haram ve helal koyamayacağını, eğer böyle bir şey kabul
edilirse Allah’ın Resulünün, ilah kabul edinilmiş
olacağını söyler ve bu sözleriyle de bütün ulemayı
tenkit ederler. O halde bu kimseler söylesinler, Allah’ın
Resulü tecrübesinden veya
Allah’tan bir haber gelmeden aklınca
önceki şeriata uyduğunu söylemekle acaba, Resulullahı ilah
edinenler bizzat kendileri olmuyorlar mı? Biz diyoruz
ki, bu emir Allah (cc)’ın emridir ve Resulullahda bu emre uymuştur.
Şu garipliğe bakın ki, Allah’tan başka
ilah edinilmesin diye yola çıkan bu kimseler hem Allah’ın
Resulünü ilah ediniyorlar,
hem de Allah’ın dininde dilediği gibi irade buyurup
vahyini gayri metluv olarak vahyetmesine karşı gelerek Allah’ın
isteğine sınırlandırmalar getirebilecek bir yetkiyi kendilerinde
görmekle kendi şahıslarını ilahlaştırıyorlar.
Oysa Cenab-ı Allah her bir ümmete ayrı bir
şeriat vermiştir. (Maide 48) Resulullah kendi şeriatındaki hükmü
bilmeden keyfince önceki
bir dinin hükmüne göre meseleyi çözümleme yetkisine
sahip değildir. Peygamberin
dini evirip çevirmeye ona kendi indinden
bir şekil vermeye hak ve salahiyeti yoktur. Aksini iddia
edenler, peygamberliğin vakasını takdir edemeyenlerdir.
Hz. Peygamber (sav) tecrübesine de dayanmıyordu.
Eğer öyle şey olsaydı, Resulullah Kudüs’e değil, Kabe’ye
doğru namaz kılardı. Çünkü, o zamanlarda, Mekke Arapları
Kabe’yi kıble ediniyorlardı, Kudüs’ü değil. Namaz
Medine’de değil, Mekke’de farz kılınmıştı. Resul
elbette ki kişilerin arzularına veya onların
hatırları için Kabe’yi Kudüs’e döndürecek değildir.
Hatta,
uzak yerleşim bölgelerinde bir çok hacı adayları, o zaman,
Kudüs’ü değil Kabe’yi tavaf ediyorlardı ve Mekke
yönetimi bu kimseler için su ve yiyecek işlerini
düzenleyen bakanlıklar kurmuşlardı. Kabe onlar için kutsaldı
ve tecrübe söz konusu olsaydı, Resulullah Kabe’ye dönerdi,
orasını kıble edinirdi.
Resulullah (as) namazda Kudüs’e yönelirken
de bizzat Allah’a itaat ediyordu. Zira kendisine
vahyedilenlerden hiç dışarı çıkmaz,
vahy gelmeden bir mesele hakkında karar vermezdi. Yüce
Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“De ki: Ben size, Allah'ın hazineleri benim
yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem.
Size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben, sadece bana
vahyolunana uyarım.
De ki: Kör ile gören hiç bir olur mu? Hiç düşünmez
misiniz?” (En-am
50)
“De ki: Ben ancak Rabbim den vahyolunana
uyarım.” (Araf
203)
“Onlara âyetlerimiz açık açık okunduğu
zaman (öldükten sonra) bize kavuşmayı beklemeyenler:
Ya bundan başka bir Kur'an getir
veya bunu değiştir! dediler. De ki: Onu kendiliğimden
değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben, bana
vahyolunan dan başkasına uymam. Çünkü Rabbim’e isyan
edersem elbette büyük günün azabından korkarım.”
(Yunus 15)
“De ki: Ben
peygamberlerin ilki değilim. Bana ve size ne yapılacağını
da bilmem.
Ben sadece bana vahyedilene uyarım. Ben sadece apaçık bir
uyarıcıyım.” (Ahkaf
9)
Vahyedilenden başkasına uymam diyen
Resulullah’a, hayır, uyabilirsin deyip de Kudüs’e
dönmesini kendi arzu ve hevasına bağlayanlar hata etmişlerdir.
Eğer Resulullah kendi
heva ve hevesine uyduysa bu kıbleden,
yani Beyt-ül Makdis kıblesinden memnun
olması gerekirdi. Oysa Resulullah yahudilerin çıkardığı
dedikodulardan dolayı kıbleyi, Hz. İbrahim’in
kıblesi olan Kabe’ye dönmeyi çok arzu
ediyordu. Şöyle buyuruyor yüce
Rabbimiz:
“(Ey Muhammed!) Biz senin yüzünün göğe
doğru çevrilmekte olduğunu (yücelerden haber beklediğini) görüyoruz.
İşte şimdi, seni memnun olacağın bir kıbleye döndürüyoruz.
Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. (Ey
Müslümanlar!) Siz de nerede
olursanız olun, (namazda) yüzlerinizi o
tarafa çevirin.
Şüphe yok ki, ehl-i kitap, onun Rablerinden gelen gerçek olduğunu
çok iyi bilirler. Allah onların yapmakta olduklarından habersiz
değildir.” (Bakara
144)
Bu ayetle, Resulullahın Medine’de yöneldiği
Beyt-ül Makdisten değil de, gönlünün Kabe’yi arzuladığı
açıktır. Eğer Beyt-ül Makdise kendi isteğiyle dönmüş
olsaydı, neydi
onu Kabe’ye dönmekten men eden şey? Neden Beyt-ül Makdise
kendi isteğiyle döndüğü
gibi Kabe’ye de dönmüyordu?
Elbette ki Allah’ın emrini
bekliyordu. O her iki yöne de Allah’ın emriyle dönmüştü.
Zaten bundan öte bir yetkisi de yoktur.
|