Dünya hayatında insanın aklına çok önemli şeyler hakim olabilmektedir. Bu önemli şeyleri gerçekleştirmek için insan, her türlü imkanı seferber eder ve kendini ona vakf eder. Bu önemli hususları incelediğimizde, aralarında farklılıklar arz edip onların tamamen içgüdüler ve uzvi ihtiyaçlarla çok sıkı bağlantılı olduğunu görürüz. Onun için insanların bu önemli hususlara karşı duydukları ilginin oranı da farklılıklar arz eder ve kişiden kişiye değişir. Bu farklılıklar ise, insanların içgüdülere bakış açısının farklı oluşundan kaynaklanmaktadır.

İnsanın hayatta karşılanması/doyurulması gereken ihtiyaçları vardır. Bazı ihtiyaçların karşılanması diğer ihtiyaçları olumsuz yönde etkileyebilmektedir. Böyle olduğu öncelikli ihtiyaçların karşılanması şarttır. Burada şu örnek verilebilir: Allah-u Teala, eli iş görebilen bir kişinin kendisi, ailesi ve çocuklarının nafakalarını temin etmek üzere çalışmasını farz kılmıştır. Aynı zamanda Allah-u Teala, Müslüman bir kimsenin İslam davasını yüklenmesini ve dava ile ilgili gerekli olan tüm işleri yerine getirmesini de farz kılmıştır. Hatta İslam şeriatı, Müslümanın İslam davasını öncelikli işlerden sayarak her şeye egemen kılmasını talep etmiştir. Zira Allah-u Teala İslam davasını taşımayı ve onu omuzlamayı öncelikli kılmış, İslam devletinin ve her Müslümanın asıl görevinin İslam davasını taşımak olduğunu belirtmiştir. Bu meyanda Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur: “İnsanlar Lailaha illallah deyinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum. Eğer onu kabul ederlerse, kanlarını ve mallarını benden -kelimeyi şahadet hariç- korumuş olurlar ve hesapları Allah’a aittir.” (Tirmizi:3264, Kitabu tefsirül Kur’an). Yani Müslümanın İslam davasını taşıması artakalan zamanda yapabileceği bir iş değil, onun asıl görevidir. Allah-u Teala buyurur ki:

“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Resûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah, emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” (Tövbe 24)

Bütün işler birer vesile olup belli bir gaye için yapılır. Bu gaye ise İslam’a davet etmektir. İslam’a davet etmenin çeşitli belirtileri vardır. Bu belirtilerin en belirgin olanı ise “emri bil-maruf ve nehyi anil münker” (iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymaktır) dir. Bununla ilgili Kur’an-ı Kerimde onlarca ayet geçmektedir. Zira İslam, iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymayı her Müslümanın üzerine farz kılmıştır.

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymak, İslam’a davet etmek yani İslami bir hayat başlatmak, İslam davasını taşımadan dolayı meydana gelmesi istenen sonuçlardır. Dolayısıyla bu sonuçları elde etmek için belli işleri yapmanın gayretinde/teşebbüsünde bulunulması gerekir. Bu işlerin önemi ise, doğurduğu sonuçların öneminden az değildir. Çünkü bu işler yapılmadan istenen sonuçların tahakkuk etmesi de o nispette mümkün değildir. İslam davasına bağlı ve İslam davasını taşıyan bir Müslümanın yerine getirmesi gereken işleri incelediğimiz zaman birden fazla olduğunu görürüz. Ancak en önemlileri beş madde halinde şöyle sıralanabilir:

1. İSLAMİ YÜKÜMLÜLÜKLER:

İslam davasını taşıyan kimseler için hayati konum, İslam’ın prensiplerine tam olarak bağlanıp kayıtlı kalmaktır. Zaten helal-haram prensibine riayet etmeyen bir kişinin İslam davasını taşıması beklenilmez. Onun içindir ki, helal-haram prensibi, bir dava taşıyıcısı için disiplin mekanizması, yaptığı bütün amellerin ve düşüncesinin, yani onun hayatının temeli olması gerekir. Burada en önemli husus, Müslümanın sadece cenneti arzulamasında veya cehennemden korkmasında ve her şeyden önce Allah’ın rızasını kazanmasında kişisel olarak yaşadığı samimi duygular değil, içtenlikle hissettiği bu samimi duyguları fiili ve fikri olarak etrafında bulunan insanlara aktarmasıdır. Bu samimi duygular dava taşıyıcısının davranışları, konuşması, günlük hal ve hareketlerinde belirmediği sürece insanları harekete geçirmesi mümkün değildir. Ne zaman ki insanlar arasında yürüyen bir dava durumuna gelirse, bu samimi duygular etraftaki insanlara doğal olarak sirayet eder ve insanlardan etkilenen değil onları etkileyen olur. Dava taşıyıcısı böyle bir duruma geldiği zaman, harekete geçmesini sağlayan, samimi duyguları ön plana çıkaran, her türlü işler ve zorluklar karşısında fedakarlık gösteren bir ümmetin doğmasının ilk sinyalini de vermiş olur.

2. KUR’AN-I KERİMİ OKUMAK:

Şüphesiz Kur’an-ı Kerim, bütün dünyaya karşı gurur duyduğumuz İslam ideolojisinin temelini teşkil eder. Zira O;Resulullah’a indirilen, ayetleriyle ibadet yaptığımız yüce Allah’ın kelamıdır. Ayrıca Kur’an-ı Kerim, okunmasında büyük bir ecir ve sevap olduğu gibi İslam davasını taşıyanların büyük azim, gayret ve moral verme, “La ilaha illallah Muhammedun Resulullah” kelimesini yüceltmek için çalışan nefislere yardım etme özelliğine de sahiptir. Zira İslam davasını taşıyanların üzerinden daha ağır yüklü kimse yoktur. Bundan dolayı Kur’an-ı Kerimi ilk ve en çok okuması gereken kimse İslam davasını taşıyanlardır. Zira Kur’an-ı Kerim, mü’minlere şarj verecek ve yere çakılmış kimseleri harekete geçirecek müthiş bir güce sahiptir. Bu güç sayesinde bütün zorluklar aşılır ve cenneti, daha doğrusu Allah’ın rızasını kazanmak için dünya hayatının bütün lezzetleri değersizleşir. Durum böyle olunca Allah’u Tealanın yardımının kesinkes geleceğine inanan kimseler olarak Kur’an-ı Kerimin feyzinden feyzlenmeye ve O’nun manalarına aşırı hırs ve büyük önem vermemiz gerekmiyor mu?! Dolayısıyla kendisinde zafiyet hisseden bir Müslüman için Kur’an-ı Kerimi anlayarak okumaktan daha iyi bir ilaç düşünülemez. Mücadele etmenin ve fedakarlığın sorumluluğu, İslam davasının özünde yatan çok önemli özelliklerdir. Bunların birbirlerinden ayrılmaları mümkün değildir. Bu yüzden Kur’an-ı Kerimi okumayı ihmal etmek demek, İslam davası, mücadele ve fedakarlık ile ilintisinin koparılması ve bir o kadarda İslam davasının imani atmosferinden uzaklaşması demektir.

3. İNSANLARLA DAVA EKSENLİ CANLI TEMAS KURMAK:

Şüphesiz İslam davasının en belirgin ve göze çarpan tarafı insanlarla temas kurmaktır. İnsanların süreklilik arz eden ilişkilerini anlamadan kendimize İslam davasının taşıyıcısı unvanını nasıl yakıştırabiliriz? Emredilecek ve nehyedilecek kimseler olmadan “emri bil-maruf ve nehyi anil-münker” yapılabilir mi?!İnsanlardan uzak kalınırsa İslam davası onlara ulaşır mı?! Zira insanoğlu sosyal bir varlık olup insanlardan ayrı bir ortamda yaşayamaz. Dolayısıyla bir Müslümanın İslam davasının taşıyıcısı olabilmesi için davayı tanıması yeterli değildir. Bunun ölçüsü, Müslümanın insanlarla temas kurması, onlara yakın olup sıcak davranması, onların duygularını doğru bir şekilde yönlendirmesi ve her şeyden önce onların bozuk düşüncelerini İslami fikir ve çözümlerle tedavi etmesidir. Burada garip olan durum, bir Müslümanın davayı hakkıyla tanıyıp bildiği halde derin bir uykuya dalıp küfür düzeniyle amansız mücadelenin ön siperinde bir ünite olarak davayı belirgin bir şekilde göstermesi gerekirken, yüklendiği misyonu unutması veya unutmuş gibi hareket etmesidir. Tarih İslam davasını benimseyenlerin insanlardan (toplumdan) uzak durup çile haneye çekildiklerine şahit olmamıştır. Bunun en açık delili Ebu Zer El-Gıfari’dir. Bu sahabe İslam’a inandıktan sonra Resulullah onun kendi kabilesine geri dönmesini emretti. Fakat o müşrikleri çatlatırcasına bir şeyler söylemeden Mekke’den ayrılmayacağını ifade etti. Ebu Zer El-Gıfari sırf şahadet sözünü haykırdığı için dağların taşımayacağı kadar ağır eziyetlere maruz kaldı. Halbuki bu sahabe kelime-i şahadetten başka bir şey bilmiyordu.

İslam evrensel bir din olup bireyselliğe değil topluma dayalı bir ideolojidir. Diğer bir deyişle o topluluk içinde, yönetimde ve uluslararası ilişkilerde tezahür eder. İslam davasını taşımak isteyenler, hak sözü söylemede cüretkar ve azimli olması gerekir ve cemaat duygusuna sahip olması lazım gelir. Hiçbir kınayanın kınamasından korkmadan hak sözü söylemek, yöneticileri muhasebe etmek, iyiliği emredip ve kötülükten alıkoymak gibi dava ile ilgili tüm şer-i hükümler bireyselliğe değil toplumlaşmaya sevk eder. Bu da davanın Müslümanın içine hapsedilmemesini gerektirdiği kadar İslam davasını hakkıyla taşıyanların korkak ve ümitsiz olmamasını da gerekli kılar. Zira müminin kalbine korku ve ümitsizliğin sızmaması gerekir. İslam davasını taşımada sık sık mazeretlere tevessül eden kimse de ileride sıkılmadan yalan söylemesine -Allah korusun- neden olabilir. Yüce Allah bizi bu tür hastalıklara düşürmesin. Kısacası, Müslüman, davanın kültürünü delilleriyle beraber kavradıktan sonra, dava ile ilgili işleri yapmaması ve canlı bir şekilde başkasına aktarmaması için geçerli hiçbir mazereti yoktur.

4. KAYNAK ARAŞTIRMAK VE OKUMAK:

Burada kaynak araştırıp okumaktan kasıt, gerek davanın kültürünü gerekse fıkhi, fikri veya siyasi kültür içeren diğer kaynaklardır. Fakat aklımıza şöyle bir soru gelebilir: Madem ki genç, dava ile ilgili belli şer-i hükümler benimsemekle yükümlü ise, kırk dereden su getirerek gibi neden diğer kaynakları araştırıp okumada ihmal davranalım? Bu sorunun cevabına gelince:Biz, İslam davasını taşırken ilgili fikirleri benimsemekle yükümlüyüz. Ancak her ne kadar dava ile ilgili benimsenen şer-i hükümler derin ve aydın fikre sahip da olsa, bunlar tamamen dava ile ilgili gereken özet ve kısa fikirlerdir. Bu ise vakıaları ve olayları anlamak için yeterli değildir. Bu yüzden üzerinde durulan bir meselenin hükmünü açıklamakla yetinmek doğru değildir. Örneğin: şer-i hüküm olan Hilafet devleti kurmanın farz olduğu delilleriyle beraber bilinmektedir. Ancak bu şer-i hükümle ilgili önemli bilgileri, bulunduğu kaynakları araştırıp incelemek gerekir. Hilafet kavramının ne anlama geldiği, otoritesiz olup olmayacağı konularında İbni Abbas, Abdullah bin Ömer, Abdullah bin Mesud, İbni Teymiye, Ebu Hanife, El-Maverdi, Şafi’i, El-Nevevi, El-Evzai, El-Kurtubi, Ahmed bin Hambel, El-Curcani, Malik bin Enes gibi sahabeler, müçtehitler ve muteber olan İslam ulemasının görüşlerine başvurmak gerekir. Rüzgarın karşısında kuş tüyü gibi olmayıp davanın kültürünü bilinçli olarak kavrayıp anlamamız için, diğer kitap ve kaynakların (vakıalarla ilgili bilgi içerdiğinden dolayı) araştırılıp incelenerek okunması kaçınılmazdır. Bu yüzden sürekli araştırıp inceleyen ve okuyan Müslüman davanın fikri ve kültürünü anlaması ve kavraması daha sağlam ve güçlü olur.

Öte yandan insanları etkileyip toplumu değiştirmek, onların sahip oldukları fikir ve düşünceleri tanımayı gerektirir. Sürekli araştırıp inceleyen bir Müslüman, insanların yanlış fikir ve kanaatlerini değiştirmede daha yetenekli ve ikna etme kabiliyetinin daha kuvvetli olmasını sağlar. Burada biz okumanın aklı geliştirebileceğini, fikirleri kavrama gücünü artırabileceğini, kaynak araştırıp okuyan kişinin kendisine siyasi uyanıklılığı sağlayabileceğini demek istemiyoruz. Özetle, İslam davasını taşımanın etkili bir şekilde olabilmesi için kaynak araştırmanın önemini vurgulamak istiyoruz.

5. SİYASİ OLAYLARI SÜREKLİ OLARAK TAKİP ETMEK:

Siyasi olayları takip etmekten kasıt ise; cereyan eden olaylar ve günlük haberlerdir. Bu ise, dördüncü maddede geçen kaynak araştırmadan apayrı bir şeydir. Siyasi olay ve gelişmeleri takip etmek; siyasi dergi, gazete okumak ve haberleri sürekli olarak takip etmek suretiyle olur. Zira bunların hepsi siyasetin alfabetiğini oluşturur. Onsuz siyaset düşünülemez. Burada “siyasi olay ve gelişmeleri sürekli olarak takip etmek gerekir” sözünden kasıt, aralıksız olarak güncelliği takip etmek demektir. Çünkü günlük gelişmeler ve siyasi olaylar zincirleme olarak birbirlerine bağlı olup kopuk şeyler değillerdir. Onların hakkında doğru hüküm verebilmek için de süreklilik arz eden ve birbirlerine bağlı olan gelişmeleri yine sürekli olarak takip etmek gerekir. Siyasi çalışmada siyasi olayları tahlil etmek çok önemli bir hadisedir. Bu olaylar hakkında fikir beyan etmek ise daha da önemlidir. Bunların her ikisinden daha da önemlisi ise bu tahlilin İslam ile alakalandırılmasıdır. Bunların gerçekleşmesini, günlük olayları, haberleri ve siyasi gelişmeleri takip etmeye bağlıdır. Zira cereyan eden siyasi olaylar hiç durmadan gelişmektedir. Siyasi olayları, takip edecek kimseyi beklemeden devam edip gider. Gelişen siyasi olayları takip etmeyen kimsenin Hilafet devleti kurulduğunda bu konuda öncülük yapması düşünülemez. Gelişen ve gelişmekte olan olaylara vakıf olan genç, toplumun güvenini ve itibarını kazanır, ilgisini çeker, aralarında hayat ve enerji dolu bir kişi olur. Ki böylelikle onlara liderlik yapabilir.

İşte bu yükümlülükler kişinin fikri varlığını dava içinde -insan vücudu gibi- yer alan bir hücre olarak canlı olmasını sağlayan işlerdir. Diğer bir ifadeyle, kişinin dava içinde kalması için asgari olarak yapması gereken işlerdir. Ancak bundan şu anlaşılmamalıdır; bu asgari işler yerine getirildiği zaman İslam davası taşınmış olur. Eğer kişi bu nefsiyete kendini endekslerse kısa süre içinde zafiyete uğrar, davadan ayrılmaya, belki de dalalete düşmeye -Allah korusun- maruz kalır. Bu yükümlülükler, kişiyi davaya bağlayan tek ve ince pamuk ipine benzer.

Belki bu yükümlülükleri yerine getirmeyen bir Müslüman, belli mazeretlere tevessül ederek kendini rahatlatabilir. Ancak şunu unutmamak gerekir ki, Allah’u Teala gizlinin gizlisini ve kalplerin gizlediğini çok iyi bilir. Onun için bu yükümlülükleri yerine getirmede kişi, sürekli olarak Allah’u Tealanın şu buyruğunu hatırlasın:

“İki melek (insanın) sağında ve solunda oturarak yaptıklarını yazmaktadırlar. Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf 17-18) Ayrıca bu konuda itici yegane faktörün Allah korkusu olduğunu da unutmasın.

Bir Müslümanın, İslam davasının taşıyıcısı olabilmesi için bu yükümlülükleri yerine getirmeye azami gayret göstermesi gerekir. Bunların yapılması çok zor veya güç bir iş değildir. Kişinin, bu yükümlülükleri yerine getirmesi, dünya ile ilgili işini gücünü bırakıp eşinden aşından vazgeçmesi de gerekmez.

Bütün bu yükümlülükleri özetlememiz gerekirse kendimize şu soruyu yöneltmemiz yeterlidir: İslam davası eksenli bir hayat düşüncesi bizde merkezi bir mefhum haline gelmiş midir? Eğer cevap evet ise, seve seve ve bütün gücümüzü sarf ederek yerine getiririz. İslam davası, vücuda can vermek üzere damarlarda akan kan gibi aklımıza, düşüncemize ve bütün davranışlarımıza hakim olmuş ise, bizim için bu mesele bir ölüm-kalım meselesi haline dönüşür. Değindiğimiz hususların karşılığında da Allah indinde bitmek tükenmek bilmeyen ecrimiz vardır.

“Eğer O'ndan yüz çevirirseniz, yerinize sizden başka bir toplum getirir, artık onlar sizin gibi de olmazlar.” (Muhammed 38)

Yüce Allah, rızasını gözetleyerek İslam davasını hakkıyla taşıyanların yar ve yardımcıları olsun. Amin