Alemlerin Rabbi olan Allah'u Tealanın gönderdiği
İslam dini, Peygamber (sav) zamanındaki insanlar tarafından
çok net bir şekilde anlaşılıyordu. Ne yazık ki günümüzdeki
Müslümanlar,
Allah'a iman, kader, rızk, sabır, ecel ve tevekkül gibi vs.
konuları onların anladıkları şekilde
kavrayamadılar.
Ümmet bulunmuş olduğu mevkiden düşüp
küfrün hegemonyası altına girmiş ve kendisine
tembellik, güvensizlik ve ümitsizlik hakim olmuştur.
Ümmet bu halde iken kendisini tekrar diriltip ve layık olduğu
mevkie geri getirmeye
çalışan davetçilere destek ve yardımcı olamamıştır.
Bunun nedeni, kendilerinde vakıası bulunmayan
ve sadece şekli tevekkül anlayışının varlığıdır. Bu
anlayış, ümmetin kafasından sökülüp atılmalı, yerine
kendisini canlandıracak ve tekrar zirvelere tırmandıracak
doğru tevekkül anlayışını yerleştirmek gerekir. Bundan
dolayı; Tevekkül
nedir? Niçin ümmetteki tevekkül anlayışı yanlıştır?
Peygamberimiz ve Sahabelerde tevekkülün pratik yönü nedir?
Tevekkülün anlamı:
Tevekkül Arapça bir kelime olup Türkçe’ye
de aynı şekilde geçmiştir. Sözlük anlamı; “Vekil
kılma, başkasına havale etme” şeklindedir. Tevekkülün
Şer-i manası ise; "Allah’tan başkasından ummamak,
sadece O'na yönelmek, sırf Ona sığınmak, yapılacak
işlerde ancak O'nun yardım edebileceğini bilmek, başka
yardımcı ve güç tanımamak, O'nun dilediği şeyin
olacağını bilmek, Allah'a dayanmak ve güvenmektir",
diğer bir ifadeyle kişinin herhangi bir işe azmetmesiyle
(karar kılmasıyla) işe başlamadan önce Allah'a tevekkül
etmesi yani O'na dayanıp O'nun yardımına güvenmesidir.
“Kararını verdiğin zaman da artık
Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri
sever. ” (Al-i İmran 159 )
Allah'a tevekkül, Kur-an naslarıyla sabittir.
“Allah size yardım ederse, artık size
üstün gelecek hiç kimse yoktur. Eğer sizi bırakıverirse,
ondan sonra size kim yardım eder? Müminler ancak Allah'a
güvenip dayanmalıdırlar.”
(Al-i İmran 160)
“Allah; O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur.
Müminler yalnız Allah'a dayanıp güvensinler.”
(Tağâbün 13 )
“(Ey Muhammed!) Yüz çevirirlerse de ki:
Allah bana yeter. O'ndan başka ilâh yoktur. Ben sadece O'na
güvenip dayanırım. O yüce Arş'ın sahibidir.” (Tevbe
129)
“Halbuki kim Allah'a dayanırsa,
bilsin ki Allah mutlak galiptir, hikmet sahibidir”
(Enfal 49 )
“Allah'a güven. Vekîl olarak Allah yeter.”
(Ahzab 3)
“Müminler ancak, Allah anıldığı zaman
yürekleri titreyen, kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğunda
imanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen
kimselerdir.” (Enfal
2)
“Ölümsüz ve daima diri olan Allah'a
güvenip dayan. O'nu hamd ile tesbih et. Kullarının günahlarını
O'nun bilmesi yeter.” (Furkan
58)
“Sen O mutlak galip ve engin merhamet
sahibine güvenip dayan ” (Şuara
217 )
İşte bu ayetler, Allah'a tevekkül etmenin
farz olduğuna kesin olarak delalet etmektedir.
Çünkü bunlar, Allah'a tevekkül ile ilgili sarih emirler
ihtiva ediyorlar. Ayrıca ayetlerde geçen tevekkül emri, “Allah,
tevekkül edenleri sever” gibi
karinelerle birlikte zikredilerek methedildiği için,
daha da bir kesinlik kazanmaktadır.
Allah'a tevekkül etme hususuna sarih olarak
delalet eden bir çok hadisler de vardır. Nitekim
Buhari’nin İbni Abbas’tan naklettiği bir hadis
şöyledir: "Ümmetimden yetmiş bin kişi, hesapsız olarak
cennete girecektir. Bunlar,
okuyarak ve üfleyerek tedavi olmayan, fala bakmayan,
ümitsizliğe kapılmayan, tedavi için dağlanmayan
ve ancak Rablerine tevekkül edenlerdir. ”
Ahmed ve Tirmizi’nin rivayet ettikleri bir
hadis ise şöyledir: "Siz, hakkıyla Allah'a tevekkül
etmiş olsaydınız,
aç olarak yuvasından çıkan, tok olarak yuvalarına dönen kuşları
rızıklandırdığı gibi sizi de Allah rızıklandırırdı.
”
Bu deliller, tevekkül konusunda Müslümanların
bir an bile tereddüt etmesine yer bırakmamaktadır.
Kur'an ayetleri kat-i delil
oldukları için bunları inkar eden kafir
olur. Bu ayetler, Allah'a tevekkül etmenin en önemli farzlardan
bir farz olduğuna delalet eder. Bu delillerin hepsinde Allah'a
tevekkül emri herhangi bir şarta bağlı olarak geçmiş değildir.
Bu deliller, mutlak olarak geçtikleri için Allah'a tevekkül
etmek de mutlak olarak farz olur. Bu tevekkülün bütün işlerde
Allah'a yapılması
farzdır. Deliller, bizim herhangi bir işe azmettiğimiz zaman,
Allah'a tevekkül etmemizin farz olduğuna
delalet eder.
Ümmetteki tevekkül
anlayışı
Konumuzun başında da belirttiğimiz gibi
ümmetin tevekkül anlayışı ne yazık ki, ilk Müslümanların
tevekkül anlayışından farklıdır. Halbuki İslam'a
inanmış ümmet
arasında tevekkülü inkar eden hiç bir kimse bulunmaz. Bu
farklılığın (daha ziyade yanlış anlayışın) nedenlerini
araştırdığımızda ilk başta tasavvuf ve bir takım ilim
sahipleri gelmektedir. Bunların tevekkül hakkında
ortaya koymuş oldukları görüşler, ümmetin zihnini
karıştırmıştır. Mesela; tasavvufta tevekkül şöyle
izah edilir: “Tevekkül Allah'a doğru
manevi yolculukta aşılması gereken konaklardan biridir. Bu
konakta bulunan kişi, Allah'tan
başka hiç bir şey ve kişiye güvenmez. Allah'ın
yazdığından başka hiç bir şeyin insana nasip
olmayacağını, her
türlü kuşkudan uzak
olarak bilmek
suretiyle, kendisi ile
ilgili her türlü önlemi terk etmesi, her türlü güçten
yoksun olarak, (Aynı şeyhe olan teslimiyette
verilen örnekte olduğu gibi) ölü yıkayıcının elleri
arasındaki ölü gibi kendisini Allah'ın ellerine
bırakmasıdır. Kulun, her türlü davranış, hareket ve iş
sahibinin
Allah olduğunu bilerek onun vekilliğini tam olarak
kabul etmesi gerekir.” İşte bu
tasavvuftaki tevekkül anlayışıdır. Yani tamamen kaderiyecilik,
her türlü amel ve fiilden uzaklaşıp kadere teslim olmaktır.
Bu tevekkül anlayışının bir yönüdür. Toplumun
ekserisinde hakim olan diğer görüş ise, bir takım ilim erbaplarının
görüşleridir. Adeta tasavvufun görüşüne savaş açmışçasına
ortaya atmış oldukları görüşlerinde yanılgılar vardır.
Tevekkülü şu şekilde izah ederler: “Maksada
erişmek için lazım
gelen maddi ve manevi sebeplerin hepsine yapışmaktan
ve başka hiç bir şey kalmadıktan sonra Allah'a
bırakmaktır.” "işin sonunu Allah'a bırakmak,
sebeplere sarılıp sonucu Allah'tan beklemek, Tedbir alıp
Allah'a güvenmek” gibi.
Bu görüşlerdeki
yanılgı, tevekkülün sebeplerle karıştırılması ve
sebeplere sarılmayı tevekkülün
ayrılmaz bir parçası olarak görmelerinden dolayıdır.
Sebeplerin veya tedbirlerin tevekkülle alakasına delil olarak;
"Deveyi bağla ve tevekkül
et. ” hadisini zikrederler. Bu delilde tevekkül etmede
sebeplere sarılmanın zaruri olduğunu anladılar.
Daha sonra nefislerde tevekkülün manasını zayıflatmak için
kullanılır hale geldi. Halbuki bu hadis sebep ve müsebbipleri
alma konusuyla alakalıdır.
Tevekkülü, sebep ve müsebbipleri terk
etmek olarak anlayan bir bedeviye, sebep ve müsebbiplere
sarılmanın ehemmiyetini belirtmektedir.
Resulullah (sav) o bedeviye tevekkülün sebep
ve müsebbibi terk etmek anlamına gelmediğini
bildirmek için şu hadisi söylemiştir. Bir adam Resul (sav)
gelir, devesini başıboş olarak salmak ister ve, "Ben
devemi salıvereceğim ve Allah'a tevekkül edeceğim”
der. Resul (sav) de “Onu
bağla ve tevekkül et.”
diye buyurur.
Bu hadis bedeviye devesini bağlaması, yani
sebep ve müsebbiplere sarılmak için bir talimdir. Bundan
dolayı bu Hadis tevekkülle alakalı sebepleri hiçbir şekilde
sınırlandırmış olmaz. Böylece
sebepleri ve tedbirleri nazarı itibara almadan Allah'a tevekkül
farzdır. Sebep ve müsebbibe bağlanmak meselesi Allah'a Tevekkül
etme meselesinden
ayrı bir meseledir. Bu iki mesele
yani tevekkül ve sebepler bir birine kayıtlı değildir. Tevekkül
etmek nasıl farz ise bir takım sebeplere sarılmakta aynı
şekilde farzdır. Tevekkül etmeyen günahkar olduğu gibi, bir
takım sebeplere
sarılmayan da günahkar olur. Sebep ve müsebbibe sarılmayı
emreden bir çok şer-i hükümler
vardır. Mesela: Nafakayı temin etmek için çalışmanın farz
olması, savaş için gerekli hazırlıkların
yapılması, iktisatla, siyasetle, içtima hayatla alakalı
şer-i hükümler gibi hususlar sebeplere sarılmayı emreder.
Sebep ve müsebbipler bir işe sarılmakla
alakalıdır. Allah'a tevekkül etmek ise bu sayılan sebeplere
kayıtlı kalınarak emredilmemiştir. Böylece
hiç bir kayıt olmadan her halükarda Allah'a tevekkül
etmek farzdır. Tevekkül anlayışı yani tevekkül et ve çalış
ile çalış ve tevekkül et anlayışı birbirinden
farklıdır. Ve tesiri bakımından biri diğerinden çok daha
güçlüdür. Tevekkülü
şekli bir konumdan çıkartıp esas hale getirdiği için
nefislerde
bunun büyük tesiri görülür. İşte bu tesir kişide öyle
bir kuvvet meydana getirir ki, büyük ve fevkalade işleri
yerine getirme gücüne sahip kılar. Şöyle bir örnekle izah
etmeye çalışalım: Bir mahallede büyük bir çocuğun,
kendisi gibi küçük çocukları rencide ettiğini gören Ali,
bu büyük çocuğu dövmek ister.
Ali kendisinin boyuna ve gücüne fazla aldırış etmeden
Babasına veya Abisine
dayanarak aldığı güçle hemen harekete geçer.
Fakat babasına veya abisine dayanmayan başka bir çocuk, kendi
boyuna ve gücüne bakarak, büyük çocuğu dövmeye
kalkışamaz. Çünkü o, o anda kendi gücünün sınırına
bakmaktadır. Başka bir örnek: Bir Şirket sahibinin büyük
bir işi yapıp yapmama noktasında
kendi işçilerinin çalışkanlığına ve gücüne güvenerek,
o işe atılması gibi. Buna bezer örnekler insanların hayatlarında
sürekli vuku bulmaktadır. Bir takım insanların
kendi gücünün dışında kat kat büyük işler gerçekleştirdiğini
görürüz. Bu insanda kuvvetinin sınırını aşan gücün
kaynağı, kendisine yardım
eden bir kuvvetin varlığına olan inançtır. İşte bu inanç
insanı pısırık ve basit işleri bile yerine getiremeyen
kişi olmaktan uzaklaştırır. Hatta Allah'a inanmayan ve O'na
tevekkül etmeyen kafirler
bile kendi güçlerinin ötesinde tabiat
veya başka bir isimle ifade ettikleri güçlere
güvendikleri için insan gücünün dışındaki
büyük işlere atılırlar.
O halde insanın fıtratına uygun, akla kanaat ve kalbe
güven veren İslam akidesine inanan Müslümanlar, Allah'a tevekkül
ettikleri zaman acaba nasıl olur? Muhakkak ki o, Allah'a olan
tevekkülünden dolayı bir kafirin gerçekleştirdiğinden kat
kat fazlasını gerçekleştirebilecektir.
Bundan dolayı, Allah'a tevekkül etmek
İslam ümmetini diri ve hayatta tutan prensiplerden
bir tanesidir. Tevekkülün İslami fikirlerin en ehemmiyetlilerinden
biri olduğu unutulmamalıdır. Bu bilinç ve anlayışı
kavraya bilmek için, kaynak ve örnek olan Peygambere
(sav) ve onun ashabına bir göz atmak gerekir.
Peygamberimiz ve sahabelerde tevekkülün
pratik yönü:
İlk Müslümanlar, tevekkül meselesini çok
iyi kavradıkları için büyük işlere kaim oldular. Onlar
şiddete ve işkenceye rağmen, o zor durumlara
karşı, tevekkül ve sabırla göğüs gererek atıldılar ve
de başardılar. Bir kaç örnek verecek olursak: Bedir harbinde
Resul
(sav) 305 kişi ile birlikte Ebu Süfyan’ın kafilesini ele geçirmek
istiyordu. Kureyşlilerin kervanlarını korumak için Mekke’den
çıktıkları duyulunca durum değişti. Artık Ebu Süfyan’ın
kafilesi değil Kureyşle karşı karşıya
gelmek söz konusuydu. Bu hususta Resul (sav) arkadaşlarının
görüşlerini almak istedi. Hz. Ebu Bekir (ra) ayağa kalktı
ve “böylesi daha iyidir” dedi ve arkasından
şunu ekledi: “Ya Resulullah, bu Kureyş’tir ve üstünlüğünü
hep korumuştur.
Üstünlük sağladığı günden beri de hiç yenilmemiştir.
Allah'a and olsun ki, kafir olduktan sonra da iman
etmemişlerdir. Hiç bir zamanda
üstünlüğünü bırakmak istemeyecektir. Ve mutlaka
seninle savaşacaklardır. O halde gerekli hazırlığını yap,
onlarla savaşmaya hazır ol.” Sonra
Mikdat b. Amr kalktı ve şöyle dedi, “Ya Resulullah, Allah'ın
emrini yerine getir biz seninle beraberiz. Allah'a and olsun ki,
biz peygamberlerine ‘Senle Rabbin gidin savaşın, biz burada
oturacağız.’ dediler. Biz de; sen ve Rabbin gidin savaşın,
biz de sizinle birlikte savaşacağız” diyeceğiz.
Seni gerçek üzere gönderene and olsun ki, bizi Yemen'in uzak
bir bölgesine göndersen gideceğiz.” Peygamberimiz çok iyi
dedi
ve hayır duada bulundu. Ama asıl Ensarın görüşünü almak
istiyordu. Çünkü Ensarın yardım etmeyeceğini sanıyordu.
Bunun üzerine Ensarın sözcüsü
olan Sa'd b. Muaz (ra) ayağa kalktı ve dedi ki: “Sen galiba
bir şey için harekete geçmiştin, ama sana başka bir şeyi
yapman vahyedildi. Biz sana inandık, seni onayladık, senin
getirdiğin dinin hak olduğuna şahitlik ettik. Biz sana
bağlılığımızı bildirdik, dinlemek
ve itaat etmek üzere söz verdik. Ey Allah'ın Peygamberi,
nasıl istersen
öyle yap. Seni gerçek dinle gönderene and olsun ki, şayet
bizi şu denize yöneltsen, onu geçsen, biz de seninle geçeceğiz.
Bizden hiç kimse geride kalmayacaktır. Yarın da
olsa biz düşmanla karşılaşmayı kerih görmeyiz.
Biz elbette harpte sabrederiz ve
sadakatten ayrılmayız. Umulur ki Allah, bizimle seni sevindirir.
O halde Allah'ın bereketiyle istediğin tarafa azmet, biz de
gelelim.” Ve Peygamberimiz (sav) sevinçli bir şekilde: “Yürüyün
ve müjdeleyiniz. Çünkü, Allah bana iki taifenin
birini vaat etti. Vallahi ben şu anda o kavmin ölüm yerlerine
bakıyorum.” dedi.
Bunun üzerine Sahabeler yürüdüler.
İşte Resulle birlikte çıkan bu mütevekkiller yaklaşık
1000 kişilik bir orduya karşı çıkacaklardı. Kendilerinde
sadece 70 tane deve ve çok az sayıda silah eksikliği vardı. Buna
rağmen Müslümanların,
her ne kadar bu savaşı yenmeleri mümkün değil gibi gözükse
de, onlar Allah'a tevekkül etmişlerdi. Bu tevekkül anlayışından
uzak olan Mekke'deki münafık ve kalplerinde hastalık bulunanlar,
zafer ve yenilginin gerçek sebeplerini
kavrayamıyorlardı. Bu yüzden o gün, Müslümanların kendi
konumlarına kandıklarını,
dinlerinin onları şımarttığını, bundan dolayı kalabalık
müşrik ordusuna karşı çıkmakla kendilerini
büyük bir tehlikeye sürüklediklerini
sanıyorlardı. Allah (cc) bu hususta şöyle buyurmuştur:
“O zaman münafıklarla kalplerinde hastalık
bulunanlar, (sizin için), "Bunları, dinleri
aldatmış" diyorlardı. Halbuki kim Allah'a dayanırsa,
bilsin ki Allah mutlak galiptir, hikmet sahibidir. (Kendisine güveneni
üstün ve galip kılacak O'dur. Yoksa orduların sayı ve
techizat üstünlüğü değildir). ” (Enfal
49)
İşte asıl gerçek budur. Müminler bu
gerçeği görerek
huzura kavuştular, kendilerinde güven hasıl oldu. Bunu göremeyenler,
işin bu yönünü hesaba katmadılar.
Başka bir misalde; Uhud savaşında Müslümanların
tutumudur.
Allah'u teala Al-i imran suresinin 173. ayetinde şöyle
buyurmaktadır:
“Bir kısım insanlar, müminlere: 'Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar;
aman sakının onlardan!'
dediklerinde bu, onların imanlarını bir
kat daha arttırdı ve 'Allah bize yeter. O ne güzel
vekîldir!' dediler.”
(Al-i İmran 173)
Allah'tan başka güvence tanımayan, O'ndan
hoşnut olan, Onunla yetinen, zorluk karşısında imanları
artan ve insanların kendilerini düşmandan
korkutmaları karşısında “Allah
bize yeter, O ne güzel vekildir”
diyen o mübarek insanlar bu büyük gerçeğin kendi
aralarında yer edinmesi için işte böyle yardımlaştılar.
Sonuçta, sırf Allah'a
dayanıp güvenen, Onunla yetinen ve O'ndan başka her şeyden
soyutlananlara Allah'ın
vaat ettiği zafer geldi. Ve Allah'u Teala Al-i imran suresinde
şöyle buyurur:
“Bunun üzerine, kendilerine hiçbir fenalık
dokunmadan, Allah'ın nimet ve keremiyle
geri geldiler. Böylece Allah'ın rızasına
uymuş oldular. Allah büyük kerem sahibidir.”
(Al-i İmran 174)
Tevekkül, bir mücadelenin Allah ile olan
irtibatıdır, bağıdır. Eğer bu bağ güçlü değilse,
yarının belirsizliği ve bilinemezliği bizi devamlı
korkutacak ve davranışlarımıza
olumsuz etki yapacaktır. Halbuki geçmişin ve geleceğin
sahibi Allah'tır. Bütün hesaplarını Allah'a dayanarak
yapanlar asla yanılmayacaklardır.
Bundan dolayı, her zaman ve her yerde Müslüman davetçiler,
olayları İslam akidesinin terazisiyle
bakmaya, tağutun maddi gücünü büyütmemeye,
yüce Allah kendisiyle beraber olduğuna göre kendi
gücünü küçümsememeye ve yüce Allah'ın müminlere
yönelik şu direktifini
her zaman aklında bulundurmaya gayret göstermelidir. Allah’u
Teala şöyle buyuruyor:
“Halbuki kim Allah'a dayanırsa,
bilsin ki Allah mutlak
galiptir, hikmet sahibidir. ”
(Enfal 49)
|