Günümüzde vakıası incelendiğinde, Müslümanların
arasında tevekkül ve sabır konularının hakkıyla
anlaşılmadığını ve Allah’a
hakkıyla tevekkülün kalmadığını görürüz. Oysa ki,
tevekkül ve sabrın imandan ayrılmayan
birer parçalar olduğunu düşündüğümüzde
meselenin Müslümanların hayatında nedenli önemli bir yer teşkil
ettiğini anlarız.
Tevekkülün Lügat anlamı: Her şeyi Allah’a
bırakma, Allah’tan bekleme, kadere boyun eğme.
Şer-i anlamı ise:
Allah’a iman etmek, dayanmak ve güvenmektir. Biz
konumuzda ıstılahi anlamı itibariyle bu kelime üzerinde
duracağız. Tarihe bir baktığımızda, ilk Müslümanların
tevekkülü hakkıyla anlayıp, Allah’a hakkıyla tevekkül
ettiklerini görürüz. Yahya b. Mürre şöyle anlatıyor: “Ali
(r.a) halife iken nafile namaz kılmak
üzere sık sık geceleri
mescide çıkardı. Bir gece kendisini korumak için ardından
gittik. Namazını bitirince yanımıza geldi
ve sordu:
-Burada oturmanızın sebebi ne?
-Seni koruyoruz.
-Gök halkından mı? Dünya halkından mı?
-Dünyalılardan.
-Gerçekleşmesine gökte
hüküm verilmemiş
hiç bir nesne yeryüzünde meydana gelmez. Hiç kimse yoktur ki
kendisine iki koruyucu
melek verilmiş olmasın. Bu iki melek korumakla mükellef
bulundukları şahsın kaderi
tahakkuku anına kadar kendisini himaye ederler. Kaderinin
gerçekleşme anı gelince
de onu kaderi ile baş başa bırakırlar. Benim
üzerimde Allah’ın sağlam koruyucuları
vardır. Ecelim gelince bu koruyuculuk yanımdan
çekilecektir. Bir kulun alınyazısının hiç şaşmadan
kendisini bulacağını,
alınyazısı olmayan bir şeyinde kendisine ilişmeyeceğini
bilmedikçe imanın tadını alamaz.”
Bu rivayette de gördüğümüz gibi ilk Müslümanlar
tevekkül ifadesini hakkıyla anlayıp, Allah’a hakkıyla
tevekkül edip dayanmışlar ve güvenmişlerdir. Bunun gibi
daha nice örnekler verebiliriz. İlk Müslümanlar Allah’a
öyle bir dayanmış ve tevekkül etmişler ki, en zor ve çaresiz
durumlarında bile, sadece ve sadece Allah’tan
yardım beklemişlerdir. Bir örnek verecek
olursak, Bedir savaşı yerinde bir örnek olacaktır.
Bedir savaşında düşman ordusunun sayıları on bin kişi
iken Müslüman ordusunun
sayısı sadece üç bin kişiden oluşuyordu. Ancak sayılarının
azlığı Müslümanları asla ümitsizliğe
düşürmedi, korkutmadı. Çünkü, onlar iman dolu kalpleri
ile, kanlarının son
damlasına kadar hak davası olan İslam için
savaşarak
zaferin Allah’tan geleceğine inanıyorlardı. Ve nitekim
savaşın neticesi
de öyle oldu. Allah Müslümanları büyük zafere ulaştırdı.
Her şeyden yüce, eksiksiz ve gücü her
şeyi kuşatan, alemlerin Rabbı olan Allah’u Teala sadece Ona
iman etmemizi, Ona güvenmemizi ve sadece Ondan yardım beklememizi
emrediyor. Öyle ki bunu birçok ayetinde açıklamıştır:
“O halde sen Allah'a güvenip dayan.
Çünkü sen apaçık hakikat üzeresin.” (Neml
79)
“Allah'a güven. Vekîl olarak Allah yeter.”
(Ahzab 3)
“Allah; ondan başka hiç bir ilah yoktur,
müminler yalnızca Allah’a güvenip dayansınlar”
(Teğabün 13)
Günümüz Müslümanlarının madde hastalığı
nesiller üzerine hakimiyet kurup, onların
bakış ve anlayışlarında bir takım zaaf ve kusurlar meydana
getirince, tevekkülün gerçeğini anlamaktan uzaklaştılar.
Bundan sonra tevekkül onların hayatlarında
ve fikirlerinde vakıası bulunmayan boş kelimelerden ibaret
hale geldi. Hatta öyle bir noktaya gelindi
ki, tevekkül kelimesi söylendiği zaman
hemen arkasından “deveyi
bağla ve tevekkül et”
hadisi akla gelir oldu. Sanki bu hadis tevekkül
hakkında doğan sebepleri terk etme kuruntusunu defetmek değil
de, nefislerde tevekkülün manasını zayıflatmak için kullanılır
olarak algılandı. Tüm bunlar Müslümanlardaki gayretlerin
sönmesine, azim ve kararlılıklarının
zayıflamasına, hayata bakış açılarının ve ufuklarının
daralmasına yol açtı.
Müslümanların bugün bulundukları acı ve
zelil durumdan kurtulmaları ve tekrar dün olduğu gibi zirveye
ulaşmaları için ilk Müslümanların yapmış olduklar gibi
tevekkül ifadesini hakkıyla
anlayıp, Allah’a hakkıyla tevekkül etmeleri
gerekiyor. Nitekim büyük işlerin başarılabilmesi, güçlerini
sadece insani güçlerin sınırları içinde müteala eden
kimselerin eliyle mümkün olmamaktadır. Zira bir insan sadece
bu insani güce bakarsa onun görüş sınırları içindeki
insan gücü kadar çalışır. O kişi büyük
ve zor işi başarmak bir tarafa, basit işleri bile başarmaktan,
gerçekleştirmekten
aciz duruma düşer. Şöyle ki, Müslüman Allah’a teslim
olan demektir. Bu teslimiyet öyle bir teslimiyet ki, yapacağı
bütün işlerinde Allah’ın koymuş olduğu sınırlar yani
helal-haram çerçevesinde Allah’ın
emirleri doğrultusunda bir yaşantıya gönül vermek ve
azmetmektir. Eğer yaşantısında yüce Allah’ın azametini
ve gücünü
unutup oradaki yani Allah’a olan bağ koparsa,
zayıf mahlukatların karşısında bile acze düşer ve
etkileyen değil etkilenen olur. Büyük
ve zor işlerin adamı değil de, kişiliksiz başkalarının
etkisi ve boyunduruğu altına girmiş basit
kişi olur. Böylesi bir şahsiyetin hayatta ki hedefi sizce ne
olabilir? Fakat arzularını gerçekleştirmede
insan gücünün ötesinde kendisine
yardım eden ilahi gücün, kuvvetin varlığına inanan insanlar
bu kuvvete dayanarak, kendi
kuvvetlerinin ötesinde çok daha büyük
işleri başarabilirler. Hatta bu başarıyı elde ederek dünyada
tek devlet dahi olabildiler. İslam ümmeti tekrar yeniden bu başarıyı
elde edebilir.
Bu hayal değil yaşanılan gerçektir. Onun
için Allah’a tevekkül etmek, İslam
ümmetini diri ve hayatta tutan prensiplerden olduğu gibi,
İslam fikirlerinin de en ehemmiyetli fikirlerinden biridir. Allah’a
tevekkül etmek, Kur’anın kesin nasları ile sabittir. Allah’u
Tealanın buyurduğu
gibi.
“Allah size yardım
ederse, artık size üstün gelecek hiç kimse yoktur. Eğer
sizi bırakıverirse, ondan sonra size kim yardım eder? Müminler
ancak Allah'a güvenip dayanmalıdırlar.”
(Al-i İmran 160)
“De ki: Allah'ın bizim için yazdığından
başkası bize asla
erişmez. O bizim mevlâmızdır. Onun için
müminler yalnız Allah'a dayanıp güvensinler.”
(Tevbe 51)
“(Ey Muhammed!) Yüz çevirirlerse de ki:
Allah bana yeter. O'ndan başka ilâh yoktur. Ben sadece O'na
güvenip dayanırım. O yüce Arş'ın sahibidir.”
(Tevbe 129)
“Kararını verdiğin zaman da artık
Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri
sever.” (Al-i İmran 159)
“Bir kısım insanlar, müminlere:
"Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar;
aman sakının onlardan!"
dediklerinde bu, onların imanlarını bir
kat daha arttırdı ve "Allah bize yeter. O ne güzel
vekîldir!" dediler.”
(Al-i İmran 173)
İşte bu ayetler, Allah’a tevekkül
etmenin kesin olarak farz olduğuna delalet ederler. Ayrıca
ayetlerde geçen bu tevekkül
emri, “Allah tevekkül edenleri sever”
gibi işaretlerle övüldüğü
için daha da bir kesinlik kazanır. Allah’a tevekkül etme
emrine direkt olarak delalet eden
bir çok hadislerde vardır. Buhari’nin İbn. Abbas’dan
naklettiği hadis şöyledir;
“Ümmetimden yetmiş
bin kişi hesapsız olarak
cennete girecektir. Bunlar okuyarak ve üfleyerek tedavi
olmayan, fala bakmayan, ümitsizliğe
kapılmayan, tedavi için dağlanmayan ve ancak Rablerine
tevekkül edenlerdir.”
Ahmed ve Tirmizi’nin rivayet ettikleri bir hadis ise şöyledir;
“Siz hakkıyla
Allah’a tevekkül etmiş olsaydınız, aç olarak yuvasından
çıkan, tok olarak yuvalarına dönen kuşları
rızıklandırdığı gibi sizi de Allah rızıklandırır.”
İşte bu deliller, tevekkül konusunda
Müslüman’ın bir an bile tereddüt etmesine yer
bırakmamaktadır. Çünkü bu deliller
görüldüğü gibi gayet açık ve sarihtir. Özellikle Kur’an
ayetleri kati delil olmaları nedeniyle
bunları inkar edenler kafir olurlar. Ayrıca
bu ayetler, Allah’a tevekkül etmenin en önemli farzlardan
bir farz olduğuna delalet
etmektedir.
Tevekkülün bütün işlerde Allah’a yapılması
farzdır. Bütün bu delillerden anladığımıza göre Allah’a
tevekkül etmeyen bir Müslüman bir farzı terk etmiş olur ki,
bu da onu günahkâr kılar. Allah’a tevekkülü inkar
eden kimse ise kafir olur.
Günümüzde her ne kadar tevekkülün manasını
anlamayan Müslümanlar
bulunsa bile, Müslümanlar arasında
tevekkülü inkar eden yoktur. Ancak günümüz Müslümanlar,
arasında sıkça rastlanan bir söz vardır: “Önce çalış
ve Allah’a tevekkül et. Hiç çalışmadan oturduğun yerde
Allah sana gönderir mi?” böylesi
bir anlayış gerçekten çok yanlış
bir anlayıştır.
Oysa ki, bir Müslüman için doğru olan; tevekkül
et ve çalış anlayışıdır.
Eğer düşünecek olursak, bu iki anlayış arasında
büyük bir farkın olduğunu görürüz.
“Çalış ve tevekkül et”
düşüncesi tevekkülü şekilden ibaret kılar. Dolayısıyla
böyle bir tevekkül ile çalışanın nefsinde, tevekkülün
herhangi bir etkisi olmaz. Ancak “tevekkül
et ve çalış” anlayışı
tevekkülü şekilden ibaret kılmayıp, esas-temel
olarak kabul ettiği için, zihinlerde ve
nefislerde etkisi büyük ve kapsamlı olur. Bu etki onda büyük
bir kuvvet meydana getirir ki, o kuvvet insanı fevkalade
işleri yerine getirmede, büyük ve zor işleri başarmada en
önemli faktör olmaktadır.
Allah’u Tealanın şu ayetlerinde buyurduğu gibi:
“Müminler
ancak, Allah anıldığı zaman
yürekleri titreyen, kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğunda
imanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen
kimselerdir.” (Enfal
2)
“Göklerin ve
yerin gaybı (sırrı) yalnız Allah'a aittir. Her iş O'na döndürülür.
Öyle ise O'na kulluk et, O'na dayan! Rabbin yaptıklarınızdan
gafil değildir.” (Hud
123)
“Ölümsüz ve
daima diri olan Allah'a güvenip dayan. O'nu hamd ile tesbih et.
Kullarının günahlarını O'nun bilmesi
yeter.” (Furkan 58)
Allah’u Teala Müslümanları kendine hakkıyla tevekkül
eden ve bu anlayış çerçevesinde amel eden kullarından
eylesin. Amin
|