Allah’ın zâtı asla idrak edilemez

Allah (cc) insana akıl nimetini verdi. Nitekim, sahabelerden rivayet edildiği gibi, Allah’ın yarattığı şeyler arasında en değerli şey akıldır. Çünkü araştırmak, algılamak ve fikir ortaya koymak için tek araç odur. Zira, Allah insana düşünürken irade ve seçme serbestisi vermiştir.

“O (Allah) takdir etti, yol gösterdi” (Â-lâ 3)

Bundan dolayı, Allah’ın varlığı hakkında araştırma yapmak, insan için tabii ve kaçınılmazdır. Çünkü, tefekkür ve irade imkanına sahip olan tek canlı varlık insandır. İnsan kendini çevresindeki varlıkları inceleyebilir. Başka bir ifadeyle; kainatı, insanı ve hayatı düşünebilir. Bunların durumlarını, alakalarını ve bunlarla ilgili bütün hususları araştırabilir. Böylece, kendisinin en üstün varlık olmasına rağmen, araştırma ve inceleme neticesinde kendisinin de aciz, eksik, sınırlı ve muhtaç olduğunu görür. Ayrıca bu aydın bakışla akıl, düzen sahibi bir yaratıcının var olduğuna kesin olarak kanaat getirir.

Doğru neticeye varabilmek için aydın bakışla bakmak kaçınılmaz olur. Zira insanın kendine ve etrafındaki varlıklara yüzeysel bakışla bakması, hatta derin bakışla bakması yeterli değildir. Doğru gerçeklere ancak aydın şekilde bakarak ve düşünerek varılır.

Aydın veya münevver şekilde düşünmek ise; eşyalar ve olayları onların durumlarını ve onlarla ilgili her hususu derince düşünmekten geçer. Şöyle ki; insan yalnız eşyalara bakar fakat onların durumlarına ve onlarla ilgili hususlara bakmazsa düşüncesi ve araştırması üzerine bir ışık açmış sayılmaz. Varlıkların durumlarına ve onlarla ilgili hususların aciz, eksik ve muhtaç olduklarına bakış araştırma ve düşünme operasyonuna ışık verir. Böylece aydın şekilde düşünmüş olur. Bu düşünme yoluyla doğru neticelere varılır.

“Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!” (Ali imran 191)

İslam akidesiyle ilgili husus ise; düşünmek, öğrenmek ve sormaktır. Allah’ın zatını tartışmak ve cedelleşmek akıl sahiplerinin işi değildir. Çünkü onlar bilirler ki, Allah’ın zâtını anlamak aklın sınırı içerisinde olmadığı için imkansızdır. İnsanın kudretini ve ölçülerini geçer. Nitekim insanın düşüncesi ve ölçüleri sınırlıdır. Mademki ölçüler ve gücü belli bir orandadır öyleyse akıl mutlak olanın zatını idrak edemez. Akıl bunu idrak etmek ve tasavvur etmekten acziyet ve güçsüzlük gösterecektir. Buna göre İslam dini, zatı ilahıyla ilgili sahada aklın meşgul olmasını nehyediyor. Böylece hem akıl korunur hem de zatı ilahi için hakkıyla takdir ve icmali sağlanmış olur.

“Ey insanlar! (Size) bir misal verildi; şimdi onu dinleyin: Allah'ı bırakıp da yalvardıklarınız (taptıklarınız) bunun için bir araya gelseler bile bir sineği dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan geri de alamazlar. İsteyen de âciz, kendinden istenen de!” (Hac 73)

İslam akidesi, akla hitap ederken, aklın üzerinde duracağı sınırları da belirtmiştir. Gayb alemiyle ilgili hususlarda Müslüman akla başvurmaz. Ancak vahye baş vurur. Gaybla ilgili bilgiyi oradan alır. Vahyin bildirdiği ölçüde onunla yetinir.

“Elif Lam Mim. O kitap (Kur'an); onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir. Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar. Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler; ahiret gününe de kesinkes inanırlar. İşte onlar, Rablerinden gelen bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenler de ancak onlardır.”(Bakara 1-5)

Allah’ın zatı hakkında soru sormak, dönüşü olmayan derin sulara dalmak gibidir. İlahın zatından söz eden insanlar sapıklığa düşmüşlerdir. Onların bundan söz etmeleri, ayrı ayrı ihtilaflı guruplara bölünmelerine ve fitneye düşmelerine sebep oldu. Çünkü, bilemeyecekleri ve bilmek için hiç bir zaman bir güce sahip olmayacakları konu hakkında konuşmuşlardır. Bu nedenle Resulullah (sav) Allah’ın zatını düşünmeyi nehyetti:

“Allah’ın yarattığı şeyleri düşünün fakat, Allah’ın zatını düşünmeyin yoksa helak olursunuz.” Bu nehy (yasaklama) akla kilit vurmak için değil, aklı korumak içindir. Çünkü, akıl boş düşünce neticesinde helak olabilir. Zat-ı ilahiye yaratılmışlara asla benzetilemez ve Allah-u Teala kendisinin yaratığı bir şeyle vasıflanamaz. Fakat akıl Allah’ın var olduğunu idrak edebilir. Çünkü, bu konu kendi imkanına dahildir ve gücündedir. Fakat, yaratıcının zatını idrak etmekten acizdir. Çünkü, Allah’ın zat-ı aklın fevkindedir (üzerindedir).

“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklıselim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır.”(Al-i imran 190)

“De ki: "Göklerde ve yerde neler var, bakın (da ibret alın!)" Fakat inanmayan bir topluma deliller ve uyarılar fayda sağlamaz.” (Yunus 101)

Allah’a iman Akidenin zirvesidir

Şüphesiz ki, yaratıcı ve tedbir sahibi olan Allah’a iman, İslam akidesinin en yüksek noktası ve zirvesidir. Akıl; kainat, hayat ve insan gibi aklın ihsası altında vuku bulan her şeyin idrak edilmesinden dolayı Allah’ın varlığı bilinir. Eşyanın varlığın aciz, eksik ve muhtaç olduklarını idrak edince düzen sahibi Allah’ın varlığını idrak eder.

Bundan dolayı, Allah-u Tealanın varlığı akıl tarafından idrak edilebilen bir gerçektir. Gayri müslimlerin inançlarına göre, o zihinlerde tasarlanan düşünce değildir. Genel olarak, mutlak şekilde imandan söz edilince Allah’a iman kast edilmektedir. Başka bir ifadeyle aklın son verdiği, kalbin üzerine istikrar bulduğu ve münakaşaların bittiği noktadır.

Hayatta insanın hareket etmesi hak olan yaratıcının varlığına delalet eder. Fakat, insanın hareketinin ciddi, kerimli ve hedefli olabilmesi için gaye edindiği meseleleri bulunmalıdır. İnsanın hayvanlar gibi sırf yemek içmek ve eğlenmek için yaşaması hiç doğru olmaz. İnandığı meseleler, insanın hareketinin yorgunluğunu atar ve sonuçlarının mesuliyetinin taşımasını hafifletir.

Ayrıca imana bağlı ve Allah’ın sıfatlarıyla ilgili feri meseleler, insanın yaratıcısı olan Allah’la ilişkisine ve hayattaki hareketinin boyutlarına tahakküm eder. Misal olarak; Allah’ın diriltici ve vefat ettirici olmasıdır. İnsanın eceli yalnız Allah’ın elindedir. Rezzak yalnız Allah’ın olması konusu ayrı misaldir. Rızk verenin yalnız Allah olduğuna inanmaktır. İnsanın rızkını sınırlandırma konusunda hiç bir mahlukun rolü yoktur. Ayrıca, zafer veren ve yardımcı olan yalnız Allah’tır. Buna göre, Allah’tan başka hiç bir güçten yardım dilenmez ve yalnız ondan zaferin gerçekleşmesi talep edilir. Başkasından talep edilmez.

Allah-u Teala’ya iman, hayatla ilgili bilgimizi artırır. Çünkü, orada insanın aklının erişemediği çok konular vardır. Delille vakıaya uygun şekilde kesin tasdik hasıl olunca başka ifadeyle yakinen Allah’a inanınca bu iman, bizim kendi sınırlı aklımızla kesinlikle ulaşılamayacak konularda bize ışık tutarak bilgi verir. Allah’ın bize bildirdiği kıyamet günü cennet ve cehennem ve diğer gaybi konularla ilgili bilgimiz gibidir. Yaratıcıya inanmayanların bilgileri kısır ve eksik olur. Müminler ise bu ilmi ve onunla beraber başka bilgiyi elde ederler. Böylece, Allah’a inanmak, imanın zirvesi sayılır. Çünkü, Allah (cc) mutlak sıfatlara sahiptir, yaratıcı odur, rızk veren, dirilten, öldüren, daimi ve ezeli her şeyi bilen odur. Sonumuz ona ve bütün işler ona götürülür. Dönüşümüz ona dır. Bu nedenle, yüce Allah’a iman, imanın en büyüğüdür.

Bu akli iman sayesinde ilk müminler hayat sahnesinde yükselip terakki etmişlerdi. Bunun sayesinde de insani kemale erişmek uğrunda verdikleri mücadelede onlar önde gidiyorlardı. Bu imanın varlığı ile faziletleri elde etmek için yarışıyorlardı. İzzetin, kuvvetin hak etmiş övgünün en yüksek derecesine erişmişlerdi. Onlar değerlilik, haysiyet ve yükseklik konularında bütün insanlık için güzel örnek oldular.

“Halbuki asıl üstünlük, ancak Allah'ın, Peygamberinin ve müminlerindir. Fakat münafıklar bunu bilmezler.” (Munâfıkûn 8)

Şaşılacak bir şey yoktur; Onların nefisleri bu imanla temiz oldu. Nitekim, Allah (cc) onları temize çıkarttı ve dosdoğru kıldıktan sonra onların ahlakları dosdoğru oldu. Onlar sadık, doğru, samimi, ihlaslı, sabırlı, takvalı, rahmetli, mütevazı, iffetli, cömert, Allah (cc) uğrunda mallarını harcayan, ve diğerlerini kendilerine tercih eden kimseler oldular.

“Muhammed Allah'ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kafirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükûya varırken, secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf ve rıza isterler. Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların Tevrat'taki vasıflarıdır. İncil'deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kafirleri öfkelendirir. Allah onlardan inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükâfat vadetmiştir.” (Fetih 29)

Yüce kudrete sahip olanlar, Allah’a iman sayesinde, toplumları salih ve faziletli oldu ve o toplumda yalnız hak daveti ve hak sözü yükseliyordu. Fasıkların münafıkların ve kafirlerin hiç izzetleri kalmadı. İzzet yalnız Allah’a Resulüne ve müminlere aittir. Bu imanla, yeryüzünde Allah’ın sözünü yükseltmek için onun uğrunda hakkıyla cihad etmişlerdi. Allah (cc) uğrunda canlarını ve mallarını harcayıp tüketmişlerdi. Doğudan Batıya İslam sancağını yükseltmişlerdi. Böylece, insanları kula kulluk etmekten kurtarıp; kulları yaratan Allah’a (yalnızca O'na) kulluk etmeye getirdiler. Bu imanla da onlar, izzetli ve otorite sahibi oldular.

Müminler bir daha bu imanla, Amerika, İngiltere, Fransa ve diğer büyük devletleri kendilerine boyun eğdireceklerdir. Nitekim bu devletler, iman yokluğunda ve onunla ehli olan İslam ümmetinin yokluğunda yeryüzünde yükseldi. İslam ümmeti uykudadır. Bu uyku kısa sürecektir. Tekrar kendine gelecektir. Bu Allah’a zor değildir. Allah (cc) emrine galip gelecektir.

Fakat, İnsanların çoğu bilmez.”