('İslam'da İktisat' kitabından alınmıştır.)

Vergiler:

Şeriatın beytülmal için belirlediği gelirler, tebaanın işlerinin yürütülmesi ve faydalanacağı hususlar için yeterlidir. Doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak vergi koymaya gerek yoktur. Fakat bununla beraber şeriat ihtiyatlı hareket ederek ümmetin ihtiyaçlarını iki kısma ayırır:

a- Beytülmalın daimi gelirlerinden karşılanan ihtiyaçlar,

b- Bütün Müslümanlar tarafından karşılanan ihtiyaçlar,

Bu ikinci bölümdeki ihtiyaçları karşılamak için şeriat, Müslümanlardan mal tahsili hususunda devleti yetkili kılmıştır. Bundan dolayı vergiler ihtiyaçların karşılanması için Allah'ın Müslümanlar üzerine farz kıldığı hususlardandır. Halife bu malı toplamak ve uygun gördüğü şekilde harcamak için Müslümanlar üzerine bir vali tayin eder.

Toplanan bu mala “farz kılınmış mal” denilebileceği gibi vergi ismi de verilebilir.

Vergi, Allah'ın farz kıldığı şer'i nasslar ile belirttiği cizye ve harac gibi gelirin dışında, Allah'ın Müslümanların tamamı üzerine kifaye olarak yol, okul gibi ihtiyaçlarını karşılaması için farz kıldığı hususlardan olup, bunların dışındaki ihtiyaçlar için alınmaz. Böylece mahkemeler, daireler ya da başka ihtiyaçlar için ayrıca işlem parası alınmaz.

Müslümanlardan verginin alışın şekli: Vergi, şeriata göre ihtiyaçtan artan gelirden alınır. Şeriata göre ihtiyaç fazlası olarak kabul edilen miktar, temel ihtiyaçların ve örfe (içinde bulunduğu çevrenin yaşam seviyesine) göre lüks ihtiyaçların karşılanmasından sonra artan kısımdır. Kişinin nafakası, içinde yaşadığı çevrenin yaşam seviyesine göre iyi bir şekilde karşılanması ve doyurulması istenen bütün ihtiyaçlara yetecek kadar bir harcama demektir. Bu da bütün insanlar için belirli bir miktar olarak tespit edilemez. Ancak her insanın yaşam seviyesine göre tespit edilir.

Örneğin; bir kişiyle aynı konumda olan diğer bir kişi bir arabaya ve hizmetçiye ihtiyaç duyuyor ise ve aynı konumda olduğu bir kişinin araba ve hizmetçisi varsa bunlar onun için bir ihtiyaçtır. Buna göre bir kişi içinde bulunduğu şartlara göre bütün ihtiyaçlarını karşılayabilecek gelirden daha fazlasına sahip ise, bu fazla gelirden vergi alınır. Bu durumda olmayanlardan vergi alınmaz. Zira bu tür kişiler ihtiyaç sahibi olarak kabul edilir.

Vergi alınmasından amaç, zenginlik ve servet çoğalmasını önlemek değildir, çünkü İslâm hiç bir zaman zenginliği yasaklamaz. Vergi toplamak için devlet herhangi bir ekonomik itibar da gözetmez. Vergi alınırken, beytülmalda bulunan miktarın ihtiyaçları karşılama konusunda yeterliliği esas alınır. Yani vergi, devletin harcamaları için ihtiyaç duyduğu kadar alınır. Vergide tebaanın ihtiyaçları ve Müslümanların ödeme gücü gözetilir. Vergi, ne çok ve ne de çok az olarak tespit edilir.

Bu tespit, mal miktarına bakılmaksızın Müslümanlara bir tek oran olarak tespit olunur ve vergi oranı tespit edilirken Müslümanlar arasında adalet gözetilir. İhtiyaç duyulan maldan vergi alınmaz. Ve sadece gelirden değil, ihtiyaç fazlası gelirden vergi alınır. Bu konuda sermayeye ve gelire bakılmadan kişinin sahip olduğu ihtiyaç fazlası tüm mallardan vergi alınır. Ziraat ve sanayi dallarında çalışmak için gerekli olan üretim araçları ve malzemeleri ile arazi ve tarlalar sermaye sayılmaz.

Bölüşüm:

İslâm, özel mülkiyete bir takım kısıtlamalar getirmiş olmakla beraber, mülkiyeti mübah kılarak, kişilere mülkiyetlerine tabi mallarında tasarruf izni vermiştir. Kişilerin bu mallar üzerindeki tasarruf (harcama) izni de bir takım sınırlamalara tabidir. İslâm, insanlar arasında yaratılış itibariyle gerek aklı ve gerek bedeni bir takım farklılıkları göz önünde bulundurarak aciz ve muhtaçlara yardım edilmesi gibi hususlara dikkat ederek harcama noktasında ihtiyatlı davranmıştır. Bu tür yardımları zenginlerin mallarından alınmak üzere fakir ve miskinler için bir hak olarak farz kılmış, tüm toplumun vazgeçmeyeceği ve gereksinim duyduğu şeyleri de kamu mülkiyetine dahil etmiştir. Bu tür malların özel mülkiyet olarak kullanılmasını caiz görmemiştir. Diğer yandan gelirin, mal ve hizmet olarak tebaya transferinde devleti mesul tutmuş, devlet mülkiyetine ait malları devletin mülk edinmesini de mubah görmüştür.

Tüm bunlar İslâm Devleti’nin idaresi altında yaşayan her bireye hayat güvencesi sağlayıp toplumda tüm insanların birbirleri ile organik bir bütün olarak kalmalarını sağlamıştır. İslâm, devletin varlığını ekonomik sorumluluklarını yerine getirebilecek bir güç içerisinde korurken gerek bireysel ve gerekse toplumsal işlerin yürütülmesini garanti altına almıştır. Tabii olarak tüm bunların oluşabilmesi için toplumda her bireyin gelir dağılımından istifade edecek bir konumda bulunması gerekir. bunun oluşması da bir bütün olarak şeriat hükümlerinin uygulanması ile toplumun böylesi bir sistem atmosferinde olmasına bağlıdır. Diğer yandan halkın tüm bireylerinin de şeriat hükümlerine bağlı kalarak bu hükümleri yerine getirmeye çalıştığı bir toplum yapısında bu sonuçlar sağlanmış olabilir. Fakat İslâm aleminin şimdiki durumunda olduğu gibi, bireyler arasında fahiş bir dengesizliğin hüküm sürdüğü toplumsal ortamlarda durum farklıdır. Böylesi durumlarda ihtiyaçları giderme konusunda, toplumsal kaynaşmayı sağlayabilmek için yeni bir gelir dağılımına ihtiyaç vardır. Zayıf anlayışlardan ve toplumsal dejenerasyondan veya sistemin uygulanmasında devlette doğabilecek zaafiyet ve şer'i hükümlerin tatbikinde insanların kafalarında oluşacak sapmalardan dolayı, işte o zaman tüm halk sistemden yüz çevirmeye toplum da üzerinde yürüdüğü çizgiden çıkmaya başlar. Bunun doğal bir neticesi olarak bencillik, egoizm ve kötü bir hal almış özel mülkiyet oluşur. Bireyler arasındaki gelir dağılımı dengesizleşir ki bu durumda tekrar denge oluşturmak veya dengeyi oluşturacak yollar temin etmek kaçınılmaz olur.

Gerek devletin İslâm nizamını uygulamadaki zaafiyeti ve gerekse halkın İslâm anlayışındaki yanlışlıkları neticesinde meydana gelebilecek gelir dağılımı bozuklukları şu iki nedenle ortaya çıkar:

a-Maddi servetlerin yalnızca zenginler arasında dolaşarak, sadece zengin kesim arasında birikmesinden,

b-Maddi servetlerin insanlar arasında dolaşımını engelleyici tutumlardan kaynaklanır.

İslâm her iki durum için de çözümler oluşturmuştur. Zira İslâm, varlıkların tüm insanlar arasında dolaşımını garanti altına alan şer'i hükümler içermektedir. Bununla da yetinmeyip, toplumda ortaya çıkan gelir dağılımı bozukluklarını giderici dağılımlar uygulamak, birer mübadele aracı olmaları bakımından altın ve gümüşün biriktirilmesini önleyici şer'i hükümlerle, bu mübadele araçlarının toplum içinde dolaşımını zorunlu kılarak, bozulmuş olan ve sapma temayülleri gösteren toplumu tedavi ederek, tüm halkta fert fert gelir düzeylerinin yükselmesine çalışır. Öyle ki her fert kendi temel ihtiyaçlarını karşılayarak ikincil ihtiyaçlarını karşılayabilecek imkanlarla yüz yüze gelebilsin.

Gelir Dağılımında Dengenin Sağlanması

İslâm, tüm mal ve servetlerin tebanın tüm fertleri arasında dağılımını vacip kılmıştır. Bu dağılıma yalnızca belli bir kesim arasında cereyan eden tekelleşmeyi yasaklamıştır. Allah-u Teâla şöyle buyurmaktadır:

“...Ta ki mal içinizde yalnızca zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın.” (Haşr 7)

İhtiyaçların temini noktasında fertler arasında fahiş bir dengesizlik durumunda -ki bunun nedeni İslâmi hükümlerin tatbikinden doğan zaafiyet olsa da- bu durumun düzeltilmesi için yani toplumsal dengenin sağlanması için devletin müdahalesi gereklidir. Devlet bu dengeyi oluşturmak için ihtiyaçlarını karşılamaktan aciz olan kişilere, elinde bulunan menkul ve gayri menkul mallardan vererek sağlamaya çalışır. Mal vermekten amaç, ihtiyaçların geçici olarak tatmini değil ihtiyaçları giderici ve servet veya mülkiyeti çoğaltarak köklü bir çözüm sağlanmasına yardımcı olacak vasıtaları çoğaltmaktır.

Bu dengeyi tesis etmek için elinde yeterince mal bulunmadığı zaman halkın malından temin ederek bunu yapması devlet için doğru olmaz. Yine tesis edilecek bu denge için halk üzerine vergi koyması da doğru olmaz. Zira bu konu tüm Müslümanlar üzerine farz olan işlerden değildir. Bu nedenle devlete düşen görev, bu dengeyi sağlamak amacıyla kamu mülkiyeti ve ganimetler gibi kaynakları çoğaltmaya çalışmaktır.

Böylece devlet toplumda dağılım konusunda görmüş olduğu ekonomik ihtiyaçlarını karşılamaktan aciz olan kişilere beytülmaldan mal vererek tedavi eder. Tabii bunun için beytülmalda mal bulunması gereklidir. Zira Nebî (sav) toplumda bir dengesizlik görünce Nadir oğullarından elde edilen ganimeti muhacirlere tahsis etmiştir. Nitekim rivayete göre: “Nebî (sav) savaş yapmaksızın Nadir oğullarının yaşadığı toprakları fethedip Yahudileri de oradan sürünce, Müslümanlar Nebî (sav)’den bu ganimetleri taksim etmelerini istemişlerdi. Bunun üzerine şu ayet gelmiştir:

“Onların mallarından Allah’ın Resulü'ne verdiği şeyler için siz...” (Haşr 6)

Bu ayetle Allah (cc) Nadir oğullarının ganimetlerini Nebî’ye vererek dilediği şekilde tasarruf imkânı tanımıştır. Nebî (sav) de bu ayet üzerine, elde edilen ganimetleri Ensar'dan Ebu Dücane Semak b. Harse ile Sehl b. Huneyf hariç hemen hemen tamamını muhacirlere dağıtmıştır. Zira Ensar'dan olan bu iki kişi muhacirler kadar fakir kişilerdi.”

İbni Abbas, Nebî (sav)’den şöyle rivayet etmiştir:

“İstiyorsanız evlerinizi ve mallarınızı Muhacirlere bölüşürsünüz. Ben de sizi bu ganimetleri onlarla sizin aranızda taksim ederim. İstiyorsanız ganimetin hepsi onların olur. Ev ve mallarınız sizin olur.” Buna karşı Ensar; “Biz kardeşlerimizle mal ve evlerimizi bölüşürüz, ganimette de onları tercih ederiz” dediler. Bunun üzerine şu ayet indi:

“Onlar ihtiyaç sahipleri olduğu hallerde (o kardeşlerini) kendi nefislerine tercih ederler.” (Haşr 9)

Ganimetin fakir muhacirlere ait olduğuna dair açık ayet vardır. Allah-u Teâla şöyle buyuruyor:

“...Ta ki mal sizden sadece zenginler arasında (dolaşan) bir devlet olmasın.” (Haşr 7)

Ayette geçen ‘O’ lafzı lügatte, toplumun birbirinden alıp verdiği şeylere verilen isimdir. Alınan ve verilen (insanlar arasında dolaşan) mala da denir. Buna göre ayetin manası şöyle olur: “Ta ki fey’ (ganimet) bir hak olarak fakirlere verilsin. Onlarla fakirler geçimlerini temin etsinler. Böylece mal yalnızca zenginler elinde dolaşan bir varlık olmasın.”

Nadir oğullarından alınan fey (ganimet) beytülmalın bir malı olarak bütün Müslümanların hakkı idi. Ancak bunun, zenginlere verilmeyip sadece fakirlere verilmesinin nedeni, zengin ve fakir arasındaki ekonomik dengeyi sağlamak içindi. Böylece beytülmalın gelirinden sayılan fakat Müslümanlardan toplanmayan ganimetler ve kamu mülkiyetine ait mallara da bu şekilde işlem yapılarak ihtiyaçlarını karşılamak için fakirlere verilir. Fakat Müslümanlardan toplanan mallar ekonomik dengeyi temin için kullanılmaz.

Ayette geçen bu tatbikat, her zaman aynı şekilde uygulanır. Çünkü itibar lafzın genelliğinedir, sebebin özelliğine değil. Buna binaen ekonomik dengenin temini için bütün Müslümanların malı olan Beytü’l Maldan tebaasından sadece fakirlere mal vermesi halife üzerine düşen bir vazifedir. Ta ki bu yardım vasıtasıyla istenen ekonomik denge sağlanmış olsun. Yalnız bu konu Beytü’l Malın sabit bir harcaması olarak düşünülmemelidir. Çünkü bu, belli durumlar için yine belirli malların harcaması yoluyla düşünülmüş bir düzenlemedir. ( S.334-343)