Bilinen odur ki; mefhumlar fikirlerin, fikirlerde kelimelerin anlamlarıdır. Fakat verilmek istenen fikir bazen tek bir kelimeyle, bazen bir cümleyle, bazen ise bir kitap ile anlatılır. Bir fikrin şahısta mefhumlaşabilmesi için, zihinde verilmek istenen manânın şekillenmesi gerekir. Bundan dolayı fikirlerin anlamlarının idrak edilebilmesi için öncelikle kelimelerin anlamlarının zihinlerde berrak olması lazımdır.

Günümüzde karşımızdaki şahsa bir şeyi anlatmak şöyle dursun, hissettirmek için dahi saatlerce dil dökmek zorunda kalınıyor. Çoğu kez yine de buna muvafık olunamıyor. (İlah, ecel, kıyamet, kardeşlik vs. konuları gibi.) Zira kelimelerin aslî manasından çıkarılması ve yerine başka manaların yüklenmesi neticesinde; kelime ve kavram kargaşası ile karşı karşıya kalmaktayız. Bundan dolayı insanlar, birbirlerini anlamada veya bir konuyu anlatmada zorluk çekmektedirler. Bu yüzden bugün tam idrak edilmediğini zannettiğimiz bir kelimeyi, yani “zulüm” kelimesini ele almayı uygun gördüm. İnşallah faydalı olacaktır.

Ez-zulüm lügatte; çeviri, sınırı geçmektir. Şer-i manası ise; bir şeyi layık olduğu yerden başka yere koymak manasındadır. Yani bir şeyi, hakkı olan bir yerden, hakkı olmayan bir yere koymaktır. Bu koyuş ya ziyade ile ya noksan ile yada vaktinden veya mekânından sapmak ile olur.

Zulmün vakıasına baktığımız zaman, bunun üç ayrı şekilde ve konumda cereyan ettiğini görürüz. Bunları ayrı ayrı kısaca inceleyecek olursak, konu netlik kazanacaktır ki;

Birincisi:

Kişi bir zulme giriştiğinde evvela kendi nefsine zulmetmiş olur. Nitekim Allah-u Teala ayet-i kerimesinde şöyle buyurmaktadır:

“Şüphesiz ki Allah insanlara hiçbir şekilde zulmetmez, fakat insanlar kendilerine zulmederler.” (Yunus 44)

Allah-u Teala Kur-anı Kerimde 300’den fazla ayette zulüm kelimesini kullanmaktadır.

İnsan ile Yüce Allah arasındaki zulmün en bariz olanı, insanın Rabbine şirk koşmasıdır. Çünkü Allah (c.c.):

“...Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür.” (Lokman 13) buyurmaktadır.

İnsanın tabiatına bakıldığında, yaratılış itibariyle mutlaka birilerine ibadet etmeye, kimilerini kutsamaya veya tapınmaya meyilli bir şekilde yaratıldığını görürüz. İnsandaki acziyet daha çok kendisinden üstün güçler, kâbiliyetler olduğunda veya kendisine büyük nimetler verildiğinde veya büyük zevkler karşısında olur. Bundan dolayı insanın asıl acziyet hissedip, kullukta bulunması gereken yegâne merci, öyle bir yer, öyle makam olmalıdır ki, bütün güçleri elinde bulundurmalıdır. Öyle bir güç ki, yaratılan onun gücü karşısında aciz kalmalı. İşte insanın aciz kalıp, kulluk etmesi gereken güç bu güç olmalı. Yine insan nimetlerinden dolayı birine şükretmek istediğinde nimetlerin aslına, asıl sahibinin kim olduğuna bakması gerekmektedir. Zevkler karşısında kul olmasına gelince; asıl zevklerin yaratıcının emirlerinin tatbik edildiğinde gerçekleştiği bilinmelidir. Bu her iki hayat için de geçerlidir. Bu gerçeklerden sonra, insanın kulluğu; güç ve otoritenin, nimet ve zevklerin gerçek sahibine değil de, başkalarına yapması zulümdür. Çünkü ibadeti layık olan yere değil, layık olmayan yerlere yapmıştır. Hakkı, hakkı olmayanlara vermiştir. Bu yüzden Allah-u Teala bunları azaplandırıp, cezalandırdığında aslâ zulmedici değildir. Çünkü onların yaptıklarından dolayı, onların hakkı azaptır, cehennemdir. Bunu yaptığından dolayı, kendi yarattığını, hatta yarattığına olan sevgisi bir annenin evlâdına olan sevgisinden kat kat fazladır dediğimiz, Allah-u Teala’ya zulümdür demek, aslâ doğru değildir. Çünkü o hakkı kesinlikle olması gereken yere vermektedir. Asıl bunun aksini yaptığında zulüm kâr olur. Bakın Allah-u Teala bu konuya Kur-anı Kerimde nasıl işaret nasıl ediyor.

“Kim iyi bir iş yaparsa, bu kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa aleyhinedir. Rabbin kullara zulmedici değildir.” (Fussilet 46)

“Bu, dünyada iken kendi ellerinizle yapmış olduğunuzun karşılığıdır. Yoksa Allah kullarına zulmetmez.” (Âl-i İmran 182)

“Benim huzurumda söz değiştirilmez ve ben kullara asla zulmedici değilim.” (Kaf 29)

İkincisi:

Bu zulüm; mazlum insanların haklarını gasbetmekle, onların olmaları gereken yerde olmamalarını veya layık oldukları yere, gelmelerini engellemekle olur. Zalimler menfaat ve zevkleri uğruna zulmettikleri yetmiyor gibi, menfaat ve zevklerinin bekâsı için, Allah’a kul olup onun emirlerini yerine getirmek isteyenleri, insan gibi yaşamak isteyenleri sürekli engellemeye çalışırlar. Onların önlerine çeşitli engeller koyarak, onlarla maddi ve manevi şekilde devamlı mücadele ederler. Onların hakları olan yere gelmelerini, layık oldukları izzet ve şerefli bir şekilde yaşamalarını engellerler. İşte zalimlerin insanlığa yaptıkları zulüm budur.

“Ey iman edenler! Kendisinde artık alış-veriş, dostluk ve kayırma bulunmayan gün (kıyamet) gelmeden önce, size verdiğimiz rızıktan hayır yolunda harcayın. Gerçekleri inkar edenler elbette zalimlerdir.” (Bakara 254)

“Onların, bu dünya hayatında yapmakta oldukları harcamaların durumu, kendilerine zulmetmiş olan bir kavmin ekinlerini vurup da mahveden kavurucu bir rüzgarın durumu gibidir. Onlara Allah zulmetmedi; fakat onlar kendilerine zulmediyorlar.” (Âl-i İmran 117)

Üçüncü ise:

Rabbimiz bizlere yapmamız gerekenlerle, kaçınmamız gerekenleri, bunların karşılığında kazanılacak ceza veya mükâfâtı açık ve net bir şekilde bildirdiği halde ve bunların önündeki en önemli engel teşkil eden ecel ve rızık problemlerini çözümlediği halde, bizler halen gerekeni yapmakta aciz kalıyoruz. Halbuki Rabbimiz bizlere bu kadar nimetleri verdikten sonra, bizim olmamız gereken yer şu kısacık dünya hayatının sonundaki ebedî cennettir. Ebedî cehennem değil. Geçici zevkler, hevesler değil ebedi zevklerdir. Allah-u Teala’nın açık bir şekilde insanların yapmaları gerekeni bildirdiği halde, ben Müslüman’ım diyen, yüce Allah’a şehâdet etmekteyim diyenlerin bile, büyük bir hüsranda olduklarını görmekteyiz. Bundan sonraki, Rabbimizin bize öğüdü açıktır:

“Her kim bu çarçabuk geçen dünyayı dilerse ona, yani dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını dünyada hemen verir, sonra da onu, kınanmış ve kovulmuş olarak gireceği cehenneme sokarız.” “Kim de ahireti diler ve bir mümin olarak ona yaraşır bir çaba ile çalışırsa, işte bunların çalışmaları makbuldür.” (İsra 18-19)

Fakat günümüzde birçok Müslüman’ın içine düştüğü büyük bir hata vardır. O da üzerinde bulundukları yolu veya yaptıkları ameli derinlemesine incelemeden, yüzeysel ve kulaktan duyma bir şekilde yapıyor olmasıdır ki, bunun tamâmen Allah’ın rızasına uygun olduğunu, bununla Allah’ın rızasını kazanacaklarına inanıp bununla kendilerini avutuyor olmalarıdır. Arkasını araştırmıyorlar. Gerçekten yapmamız gereken bu mu, bu kadarcık amel, bizim ebedî saadete ulaşabilmemiz için yeterlimi. Bu gerçeğin üzerine gidilmiyor. Bazı Müslümanlara veya dava adamlarına baktığımızda, Yüce Rabbimizin emri olup, ebedi saadet için yapılması gereken birçok ameli, dünyevi amellerle, dünyevi zevk ve menfaatlerle farkında veya farkında olmaksızın değiştirdiklerini görüyoruz. İnsanın kendisini ahirette cezaya ve cehenneme götürecek veya alması gereken bir sevabı, mükâfatı engelleyecek bir fiil yaptığında her ne kadar bu yaptığı şeyin dünyevi bir faydası ve lezzeti var ise de o kimse aslen kendisine zulmetmiş sayılır.Yüce Allah (cc) şöyle buyurmaktadır:

“İman edenler, bununla beraber imanlarına zulüm karıştırmayanlar, işte onlar emin olmak hakkı kendilerindir, onlar doğru yolu bulmuş kimselerdir.” (En’am 82)

Her ne kadar âlimlerden bazıları buradaki “imâna zulüm karıştırmanın” şirk olduğunu söylemişlerse de, buradaki zulmün, amelleri de kapsadığını söyleyen çoktur. Evet Müslümanların ve İslam davâsını yüklendiğini söyleyenlerin büyük çoğunluğu gerçeklerden habersiz kendilerine zulmediyorlar. Eğer Müslümanların imanları ve amelleri tam olsa idi, bugün bulundukları bu sefil ve zelil durumda olmayacaklardı. Onların ırz ve şereflerini, namus ve haysiyetlerini, mal ve nesillerini, bunlardan daha önemlisi dinlerini koruyan, dünyaya Allah için meydan okuyan devletleri yani İslam Hilafet devleti olurdu. Eğer İslam davâsını yüklendiklerini söyleyenler hakkıyla İslam davâsını yüklenselerdi, bu davâ şu andâki durumunda mı olurdu?

“(Resûlüm!) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et! Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayete erenleri de çok iyi bilir.” (Nahl 125)

Buradaki “hikmet”in en güçlüsü en önemlisi davayı taşıyanın bizzat kendisidir. Bir insan ağzından çıkan canlı bir tercümanı ve konuştuğunun müşahhas bir numûnesi olmadıkça, söylediğinin hakiki temsilcisi sayılamaz. Bu sadece davâ adamlarında değil, bizzat davânın kendisinde şek ve şüphe âfetlerinin belirmesine sebep olur. Bu da büyük bir vebaldir. Ancak bu hallerden kurtulup, içi ile dışı bir olduğu takdirde, sözler parlak, kelimeler cazip olmasa dahi, halkın güvenini temin edilebilir. Zira o zaman kelimeler kuvvetini nağmelerden değil, bizzat hakikatlerden alır. Sözün güzelliği parlaklığından değil, mahiyetinde yani içeriğindedir. Ancak bu takdirde söylenen söz, canlı bir enerji kaynağı haline gelir. Tabi söz ile hareket, akide ile ahlak arasındaki mutâbakatı sağlamak kolay değildir. Bu sadakatle çalışmayı ve gayreti icâbet ettirir. Hayatın karışıklığı imânın davet ettiği yolu zorlaştırır. Fani olan insan, ne kadar kuvvetli olursa olsun, ebedi ve ezeli olan kuvvete bağlanmadıkça belli bir noktadan sonra zayıf kalır ve başkasına muhtaç olur.

İşte dünya hayatı, bir imtihan yeridir. Bazı zaman olur ki, sabredip etmediğinin denemesi için kendisine eziyet edilir, Rabbine güvenin olup olmadığının yoklanması için yardım gecikir, şükrün derecesi için rızık artırılır veya kısılır, hastalık ve sağlık hep imtihan içindir. Ama akibet her zaman kesindir. Allah (cc) bizleri, İslam’ı hakkıyla anlayıp, salih amel işleyen kulları zümresine ilhak eylesin.

“O, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş'ın üzerine istivâ edendir. Yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni bilir. Nerede olsanız, O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür.” (Hadid 4)