7. Delil:

Fetih süresi Hudeybiye’den ayrıldıktan sonra nazil olan bir suredir. (Tefsir usulü, İsmail Cerrahoğlu, s81; Kur-anı Kerim ve Türkçe Açıklamalı Tercümesi, Ali Özek başkanlığında, s510) Hz. Peygamber efendimiz Kabe’yi ziyaret etmek istemiş ama müşriklerin muhtemel bir saldırısından da çekinerek civar kabilelerinde bu ziyarete katılmaları için haber göndermiştir. (Fizilalil Kur-an, Seyyid Kutub, c13 s 420) Fakat bazı kabileler Allah Resulünün bu çağrısına icabet etmemiştir. Daha sonra, Hudeybiye’den iki aydan daha az bir zaman sonra vuku bulan Hayberin fethiyle (age c13 s451) elde edilen ganimetler taksim edilmeye sıra gelince, Hudeybiye’de geride kalıp iştirak etmeyen bu bedevi Araplar da ganimetten pay istemişlerdi. İşte bu konuyla alakalı olarak Cenab-ı Allah şöyle buyurmaktadır:

“Siz ganimetleri almak için gittiğinizde seferden geri kalanlar: Bırakın, biz de arkanıza düşelim, diyeceklerdir. Onlar, Allah'ın sözünü değiştirmek isterler. De ki: "Siz asla bizim peşimize düşmeyeceksiniz! Allah daha önce sizin için böyle buyurmuştur.” Onlar size: Hayır, bizi kıskanıyorsunuz, diyeceklerdir. Bilakis onlar, pek az anlayan kimselerdir.” (Fetih 15)

 Ayette de görüldüğü gibi Cenab-ı Allah, Resulüne şöyle demesini emrediyor: “De ki: "Siz asla bizim peşimize düşmeyeceksiniz! Allah daha önce sizin için böyle buyurmuştur.” Oysa Cenab-ı Allah’ın önceden indirmiş olduğu böyle bir emri Kur-an da mevcut değildir. Ama, Allah (cc) bunu daha önce buyurduğunu Resulüne bildirdiğine şahadet ediyor. O halde, Allah bunu Resulüne bildirmiştir ki, ayet buna şahittir. Bu bildirisi Kur-an da mevcut değilse o zaman Kur-an dışında başka bir yolla bildirmiştir ki, oda vahyi gayri metluv yoludur. Ne yazık ki bu delile de itiraz eden aynı yazar, delilin istidlal yönünü kitabında yazar usmani den naklettikten sonra şöyle demektedir: “Ancak münafıkların Hz. Peygamber ile savaşa çıkamayacağına dair Allah’ın sözü gerçekten Kur-an da yok mudur? Bu soruyu cevaplamak için (Tövbe 83) ayetine bakalım.” (İslam Düşüncesinde Sünnet, Kışbaşoğlu, s 271)

Yazarın yukarıda verdiği Tövbe 83 ayetiyle söz konusu tezimizin sahih olmadığını anlatmaktadır. Oysa müfessirler bu ayetin daha sonra indiğinde müttefiktirler. (İbn Kesir, age, c 13 s 7347-7348; Tefsir Usulü, Cerrahoğlu s 87) Yani bizim getirdiğimiz Fetih 15 ayeti delilinde geçen “De ki: "Siz asla bizim peşimize düşmeyeceksiniz! Allah daha önce sizin için böyle buyurmuştur.” ayeti daha önce inmiştir. Bu ayette, Resulullahın münafıklara söylemesi gereken sözü ise, Allah’ın daha önce buyurduğu bildirilmektedir. İşte bu Tövbe 83 ayetinden önce inmesi bizim delilimizin sıhhatini göstermektedir. Zira Fetih 15 ayeti Hudeybiye dönüşü vukuu bulmaktadır. (Fizilalil Kur-an, c 13 s 451; İbn kesir, c13 s 7347) Nitekim Celaleyn ve Medarikte de Fetih 15 ayetinin ilgili olduğu konuyu Hudeybiye ve Hayber meseleleriyle tefsir etmektedirler. (Celaleyn, s470; Medarik c 4 s 159) Ayrıca Hz. Osman, Hz. İbn. Abbas ve Hz. Cafer Sadık’ın nüzul sırasına göre tertip ettikleri mushaflarında Fetih suresinin önce, Tövbe suresinin ise sonra indiği malumdur. (Tefsir Usulü, Cerrahoğlu s87) Tarih olarak belirtecek olursak Hayber Gazvesi 628 tarihinde (İslam Tarihi, Hüseyin Akgül, c 1 s448), Tebük Gazvesi ise 630 tarihinde olmuştur. Nitekim yazarda bu hususu bildiği için bu gerçeğin, itiraz önündeki engeli teşkil ettiğini belirtmiştir. (İslam Düşüncesinde Sünnet, s 271) Fakat görüşünü tutturabilmek için şöyle bir görüş ortaya atar: “Ancak bize göre (Tövbe 83) ayetinin Tebük Gazvesi ile ilgili olduğu görüşünü çözmek durumunda kalacağı bir problem vardır. Bu problem ise şudur: Ayette Hz. Peygamber Tebük Gazvesinden döndüğü varsayımına göre yeni bir savaşa çıkacağı zaman, münafıklarında onunla beraber savaşa gitmek için müsaade isteyecekleri ifade edilmektedir. Tarihi bilinen bir gerçektir ki, Tebük savaşı Hz. Peygamberin çıktığı en son savaştır ve ondan sonra savaşa çıkmamıştır. Bu durumda münafıkların onunla birlikte savaşa çıkma talebinde bulunmaları mümkün olamayacağına göre, bu ayetin Tebük savaşıyla ilgili olduğu görüşünün doğru olamayacağı sonucuna varmamız pekala mümkündür. Sonuç olarak (Tövbe, 83) ve (Fetih, 15) ayetlerinin kendi içlerinde tam bir uyum içinde olduklarını ve bir birini tamamlayıp açıkladıkları söylenebilir.” (age, s 271-272)

Evet, yazara göre Tövbe 83 ayeti şayet Tebük’te inseydi Allah (cc) bir ihtimalden bahsetmeyecekti. Dolayısıyla bu ayet Tebük Gazvesinde inmemiştir. Yazarın “Tarihi bilinen bir gerçektir ki...” diyerek tarihe güven duyup delile itiraz ederken o güvendiği tarihin bu ayetin Tebük Gazvesinde indiğine şahitlik etmesine de güven duymasını en azından durumun böyle olması hasebiyle, acaba telifi kabul bir durumun olup olmadığını araştırması gerekirdi. Ne yazık ki yazar burada bir düşünce hatası yapmıştır. Ama bu basit hataların faturası çok büyük olmaktadır. Öyle ki alimin zellesi çok şeyler yıkıverir. İşte bu yüzden ilim meydanında söz söyleyeceklerin sözlerini söylemeden önce düşüncelerini defalarca gözden geçirmeleri gerekir.

Şimdi ayete dikkatlice bakalım, Cenab-ı Allah burada Resulü vasıtasıyla münafıklara hitap etmektedir. Ayetteki esas alınan bakış açısı, ezeli ilme sahip olan Allah’ın bakış açısı değil, münafıkların bakış açısıdır. Yani Cenab-ı Allah burada, bir daha savaş olacakta onun için şöyle böyle demiyor. Burada ki kasıt şudur: İnsanoğlu gaybı bilecek değildir. (Al-i İmran 179, Cin 26-27)

İşte bu yüzden münafıklar Resulün hayatının son savaşı olduğunu da bilmiyorlardı. “Eğer bu yüzden onlar, ganimetlere kavuşmak için sana gelirde başka savaşlar için senden izin isterlerse böyle bir talepte bulunurlarsa ey habibim, söyle onlara ki onlar seninle savaşa çıkamayacaklardır.Ayetten Cenab-ı Allah’ın kastettiği bir daha savaşın vuku bulup bulmayacağı açısı değil, eğer müşrikler böyle bir iddia da bulunurlarsa Resulün söylemesi gereken şeyi Allah’ın tespit etmesi, bu söyleyeceği şeyi Resulüne talim etmesidir. Ve bu konuda ayet açıktır: “Eğer Allah seni onlardan bir grubun yanına döndürürde (Tebük seferinden Medine’ye dönerde başka bir savaşa seninle beraber) çıkmak için senden izin isterlerse deki; benimle beraber asla çıkamayacaksınız.”

Müfessirlerinde Tebük Gazvesi ile alakalı olarak tefsir ettiği bu ayette (Celaleyn s 187, Medarik c 2s 139) Cenab-ı Allah, münafıkların hevesini gırtlaklarına düğümlüyor ve onlara layık oldukları sözü söylemesi için nebisine “bizimle beraber asla çıkamayacaksınız.” demesini istiyor. Demek ki mesele, Allah’ın (cc) ezeli ilmiyle, bir daha savaş olacağını bilmesi değil, münafıklar böyle bir arzuda bulunursa, Resulün söylemesi gerekeni ona öğretmesidir. Buradan da anlaşılıyor ki; yazarın iddiası, hatalı bir düşünceye istinad etmektedir.

8. Delil:  

İlahi sıfatlara sahip tek varlık, Allah Zülcelaldir. İnsanların davranışlarını haram-helal yönünde kayıt altına almak ilahi bir sıfatı iktiza ettiği için bunu yapacak tek varlık da Allah’tır. Allah (cc) sıfatlarında hiçbir kimseyi ortak etmediği için haram ve helal belirlemede de tektir ve bunun tersi bir düşünceye sahip olanları da kınamıştır.

“Yoksa onların, Allah'ın izin vermediği bir dini getiren ortakları mı var? Eğer erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilirdi. Şüphesiz zalimlere can yakıcı bir azap vardır.” (Şura 21)

İşte sıfatlarında hiçbir ortak tanımayan Allah Sübhanehu, Resulünü kendine ortak tanımamış, bilakis onu da koyduğu dine itaatle sorumlu tutmuş ve bu yüzdende Hz. Peygamber Efendimize hitaben:

“De ki: Ben, Rabbim'e isyan edersem gerçekten büyük bir günün (kıyametin) azabından korkarım.” (En’am 15) buyurmuştur.

O halde dinin kaynağı Kadiri Mutlak Allah (cc) dır. Resul, Rabbimizin emirlerinden bize ulaşmasında kul ile Allah arasında bir elçidir. Dinin bir kısmında Allah’a ortak değil. Diğer bir ifadeyle Resul, Allah’ın mücmel olarak bildirdiği bir hükmü, tecrübesi veya başka herhangi bir anlayışıyla yorumlama, tefsir etme, değerlendirme veya yönlendirmede bulunamaz. Aksi taktirde Resulü, kendi değerlendirdiği düşüncesine itaatten sorumlu tutulması söz konusu olup, Allah insanlara şirk koşmayın derken bizzat kendisi bir aday teklif etmiş olacaktır. Bu konunun daha iyi berraklaşması için biz, Peygamberliğin vakıasını ileride tekrar ele alacağız. Ama burada hararetle vurgulamak isteğimiz nokta, dinin koyucusunun ancak Allah Zülcelal olduğudur.

Resulün Rabbinden gelen dine hiç kendi indinden belirleme yetkisi yoktur. İnsanlığa ışık tutmuş, onları saadete ulaştırmış ve ulaştıracak olan Kur-ana herhangi bir şey eklemesi mümkün müdür, desem siz elbette ki hayır, diyeceksiniz. Esasen doğrusuda budur. Peki, bu Kur-anın açıklamasında Resul, acaba kendi indinden bir şey katıp onu kendi tecrübe veya başka herhangi bir anlayışıyla yorumlama, tefsir etme, değerlendirme veya yönlendirmede bulunabilir mi, desem ne dersiniz? Dinin yegane kaynağı olan Allah’u Teala, dinin mücmel ifadeleri kendine has kılıpta acaba geri kalanını Resulün inisiyatifine mi terk etti?

Vacibül Vücut olan Allah’a iman eden her müminin buna vereceği yegane cevap “Hayır” olacaktır. Çünkü Kur-ana bir şey eklemesine Allah’ın razı olmadığı gibi Resulun eklemesi, Kur-anın tefsiri, açıklaması yani beyanında da olmayacaktır. Nitekim Cenab-ı Allah Kur-anın beyanının kendisine ait olduğunu bildirmektedir.

“(Resûlüm!) Onu (vahyi) çarçabuk almak için dilini kımıldatma. Şüphesiz onu, toplamak (senin kalbine yerleştirmek) ve onu okutmak bize aittir. O halde, biz onu okuduğumuz zaman, sen onun okunuşunu takip et. Sonra şüphen olmasın ki, onu açıklamak da bize aittir.” (Kıyamet 16-19)

Dini oluşturan iki kaynağının Kur-an ve onun açıklaması olan sünnetinde yalnız kendisine ait olduğunu bildiren Allah (cc) din alanında da Resulüne ortaklık teklif etmemektedir. Resulünde diğer insanlar gibi bir kul olduğunu ve Rabbisinden vahyedilene uymakla görevli olup cehennemin münziri ve cennetin de mübeşşiri olduğunu Allah (cc) Kur-anda buyurmaktadır.

“De ki: Ben ancak Rabbimden bana vahyolunana uyarım.” (A’raf 203)

“De ki: Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü Rabbime isyan edersem elbette büyük günün azabından korkarım.” (Yunus 15)

Resulün vahiyden başkasına uyacak hali yoktur. Şimdi, şöyle bir soru soralım: Eğer Resul, Allah’ın Kur-anını kendi tecrübe ve bilgisine dayanarak açıklamış olsaydı ve yanlışlık yapsaydı, bir konuda Allah’ın muradının hilafına beyanda bulunsaydı, Kur-anın manasını değiştirerek nefsinden bir şey uydurmuş olmazmıydı? Ve böylece, vahye uymamış, fakat tecrübesine uymuş olmayacak mıydı? Oysa Allah (cc) yukarda ki ayetlerde onun durumunu belirtip Resulünün vaziyetini o hal üzere ikrar buyurmuştur. Zira Allah, şayet Resul din adına bir şey söyleseydi onu helak ederdi. Ama Resulün nefsinden dini yorumlamasını kabul edipte sonucu Allah’ın sözünü tatbik etmemesine bağlamak, Allah’a kudret noksanlığı atfetmek demektir. (İbn Kayyım el-Cevziyye, Et-Tibyan Fi Aksamil Kur-an)

Oysa Allah’u Teala Kur-anda Resulünün, Allah’ın kendi dininde söylemediği bir şeyi söylemesi halinde Resulünü ani bir ceza, dünyevi bir azapla helak edeceğini belirmiştir:

“Eğer (Peygamber) bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, Elbette onu kıskıvrak yakalardık. Sonra onun can damarını koparırdık (onu yaşatmazdık). Hiçbiriniz buna mâni de olamazdınız.” (Hakka 44,47)

Peygamber Allah’ın dininde, Allah Zülcelalin bir vahy gelmeden söz söylemeye yetkisi yoktur. İşte Resulullahın içtihad etmediği hakikatı ve gerçeğinin esprisi de burada yatmaktadır.

Zira, Peygamber bile Allah-u Tealanın nefsinde olanı bilemeyeceğini Kur-anda bildiren Allah’ın dininde, Resul, bilemediği Allah’ın zatındaki hükmü beklemeden meseleyi bir karara bağlaması, görüş belirtmesi, o husustaki Allah’ın muradını, kastını, değiştirmek ve aksi bir yöne de karara bağlaması demektir. Bu ise, Resul için olacak şey değildir.

“Onlara âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman (öldükten sonra) bize kavuşmayı beklemeyenler: Ya bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir! dediler. De ki: Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü Rabbime isyan edersem elbette büyük günün azabından korkarım.” (Yunus 15)

İşte, buradan hareketle diyoruz ki Resulullah, vahyin geciktiği zamanlarda içtihad da bulunup, o hususu kendi görüşüyle bir karara bağlardı, şeklinde düşünenler, Allah’ın ortak tanımadığı şu dini mübinin de, yukarda ki saydığınız bütün ayetlerin hakikatlerine rağmen vahiyden başka hiçbir şeye uymayıp, Allah’tan vahy gelmediği zaman kendisine meseleler sormaktan sahabesini men eden Allah Resulüne (İslam Fıkhında Rey Taraftarları, M. Esad Kılıçer s16-17), Allah’ın sözünün önüne geçerek indinden görüş belirtme cehaletini caiz görmüşlerdir.

O halde diyoruz ki, Allah’ın külli kaideler içeren Kur-anından ayrı olarak yapılacağını belirttiği Kıyamet suresinin 19. ayetinde ki beyan görevi yine Allah’a aittir. Ve bunu da Resul insanlara Allah’tan alarak belirtecektir. Nitekim Begavi’nin Buhari’den yaptığı bu ayetin tefsiriyle ilgili rivayet: “Onu senin dilinle beyan etmek bize aittir.” (Lubabut Tevil Fi Meanit Tenzil, Alauddin Ali Muhammed b. İbrahim Mu’cemut Tefasir adlı tefsir kitabının 6 cildinde mündemiçtir. S412) şeklinde geçmektedir. Lubabut Tevil Fi Meanit Tenzil adlı tefsirin sahibi ise bunu şöyle tefsir eder: “Yani onu, senin dilinle insanlara beyan etmek bize aittir. Böylece de sen Cibrilin sana okuduğu gibi sende bunu insanlara okursun. Ve yine bu ayet şöyle de tefsir edilmiştir. Eğer Kur-anın herhangi bir manası kapalı gelirse onu sana biz beyan ederiz. Kur-anda ki ahkamı, helalı, haramı beyan etmek bize aittir.”

Beyan lügatte, bir şeyin hakikatini, içyüzünü gösteren söz demektir. (Mu’cemül Vasit bkz. B-Y-N mad.) Demek ki, Kur-anın külli kaideler içeren ayetlerini açıklayacak beyanda Allah Azze ve Celleye mahsustur. Din belirleme, dini kaideler belirleme ancak, Allah’a mahsustur. İşte insan hayatını dini kaidelerle, haram-helal yönünde kayıt altına almak Resulün indinden değil, Allah’ın indinden olacaktır.

Bu kaidelerde iki türlüdür; biri Kur-an, diğeri de Kur-anın beyanı sünnet. Resul, bu iki kaynağı insanlara ulaştırmakla mesuldür. (Maide 67) İşte bu hakikati ifade ederek Allah Resulü şöyle buyuruyor: “Dikkat edin bana Kur-an ve benzeri verildi.” (Ebu Davut Süneni 6)

Ne var ki, sünnet münkirleri bu hadisle alay etmişler, duydukları zaman gülüp geçmişlerdir. Alay ettikleri şeyin bizzat Allah’ın dininden kati olarak küfrü icap ettirdiğini düşünerek onların bu hallerine bakan insanlar, niyetlerinde samimi olmadıklarını ve hakikatleri onların kalplerine gösterme imkanına kavuştukları hallerde yüzlerinin kızarıp inkarlarında devam ettiklerini görmek mümkündür.

Oysa Resul, bana Kur-an verildi ve birde benim onun gibi bir benzeriyle dine ekleme yapma hakkım var, demedi. Bilakis, “Bana Kur-an ve benzeri verildi.”

Yani Allah (cc) bana bu iki yönlü vahiyde bulundu demek istemiştir.