MİLLİYETÇİLİK YAYGARALARININ
VE BAĞIMSIZLIK EĞİLİMLERİNİN UYANDIRILMASI
Avrupa devletlerinin, özellikle İngiltere, Fransa ve
Rusya'nın İslâm Hilâfetini ortadan kaldırmak için giriştikleri gayretler
böylece devam etti. Lâkin; Osmanlı Devleti’ni arkadan vurmak için
tertipledikleri düzenli ordular, harpler ve muharebelerle yaptıkları teşebbüsler başarısız
kaldı. Bunun sebebi, Halifenin kuvvetinden ziyade "devletler arası
durum"
ve "ganimetleri taksim etmede ki ihtilaftı."
Fakat bu devletlerin Avrupa'da; Sırbistan, Macaristan,
Bulgaristan ve Yunanistan'da vs. yerlerde giriştikleri hareketler "milliyetçilik"
ve "istiklal" gibi unsurlar vasıtasıyla netice verdi. Bunun için Avrupa
devletleri halifenin hükümranlığı ve İslâm bayrağı altında bulunan bütün
memleketlerde bu metodu benimsediler. Yani "milliyetçilik duygularını" ve "istiklal" diye isimlendirilen
"ayrılış" hareketlerini körüklediler.
Hususi bir şekilde bu ruh (Türk'lere ve Arap'lara da) aşılandı. İngiliz ve
Fransız elçilikleri İstanbul'da ve mühim İslâmi memleketlerde istiklal (bağımsızlık)
duygularını, milliyetçiliği körüklemeye başladılar. Bağdat, Şam,
Beyrut, Cidde, Kahire gibi yerlerde bu hareketler açıktan açığa icra
ediliyordu. Bunun için başlıca iki merkez seçildi. Devleti merkezinde
baltalamak için "İstanbul'a" bağlı vilayetlerde ve bilhassa Arapça konuşan
Müslümanların bulunduğu memleketlerde başarısızlığa uğratmak için de "Beyrut'u" seçtiler.
Hilâfet’e Karşı Çalışmada Beyrut Merkezinin Rolü
Beyrut'taki merkez için İslâm’ı ve İslâm Devleti’ni
Baltalamak için bir küfür merkezi olması itibariyle "uzak neticeler"
elde etmek ve "uzun vadeli çalışmalar" yapmak için bir plan hazırlanmış;
İstanbul'daki merkez için ise "acil gayeler" ve "semereli sonuçlar"
elde etmek maksadıyla ayrı bir program hazırlanmıştı. Bunun için
Beyrut'taki merkez binlerce Müslüman'ı kafir yaptı. İslâmi ilişkileri küfür
hükümleriyle hareket eden ilişkiler yaptı. Böylece bu merkez öldürücü
bir zehir oldu. İslâm Devleti Birinci Dünya Savaşına girince bunun acı
neticesi görüldü.
Batılı kafirler, İbrahim Paşa'nın Şam vilayetinden çekilmesiyle siyasi hareketlere giriştiler. 1842 de
"Amerikan Misyoner Heyetinin"
murakabesiyle çıkacak bir ilmî heyet teşkil etmek için bir encümen
kuruldu. Beş senelik çalışmadan sonra "İlimler ve Fenler
Cemiyetini" kurdular (1847). Cemiyetin denetimini birer "İngiliz ajanı" olan
Hıristiyan "Butrus el Büstanî" ile "Nasıfel Yazıcı" üzerlerine
aldılar. Bunlardan başka İngiliz Albayı Churchill, Amerikan Eyli Smith,
Kornilyos Von Dyke'te bu cemiyeti idare ediyorlardı. Başlangıçta cemiyetin
gayesi kapalı tutuluyordu. Fakat ilmî bir maske altında büyüklere ve
küçüklere mekteplerde "batı kültürünü" ve "batı fikirlerini"
aşılamaya çalışıyorlardı. Cemiyetin üyelerinin bunca gayretlerine karşılık
iki sene zarfında Şam vilayetinden 50 kadar Hıristiyan'dan başka hiç bir
kimse bu cemiyete bağlanmadı. Yeni üyelerin hepsi Hıristiyan'dı ve çoğu
Beyrut halkındandı. Dürzîlerden ve Müslümanlardan katiyen hiç bir kimseyi
kazanamadılar.
1850 senesinde Cizvitler tarafından "Şark
Cemiyeti" adıyla Fransız papazı Henri Dô Bronair'in başkanlığında
ikinci bir cemiyet kuruldu. Bunun üyelerinin hepsi de Hıristiyandılar.
Arkasından 1857 de yeni bir karaktere sahip olan diğer bir
cemiyet kuruldu. Bu cemiyetin kurucuları Araplardı ve bu cemiyete Araplardan
başka hiç bir kimsenin alınmamasına dikkat edilmişti. Böylece bazı Müslümanlar
ve Dürzîler bu cemiyete Arap olmaları itibariyle üye alınmışlardı.
Cemiyetin üyesi 150 kadardı. Aralarında Araplar arasında sivrilmiş kimseler
vardı: Dürzîlerden Muhammed Arslan Müslümanlardan Hüseyin Bayham, Hıristiyanlardan
İbrahim Yazıcı ve Butrus el-Büstani'nin oğlu. Cemiyetin gayesini besleyen,
bu uğurda daimî olarak çalışan bu son ikisiydi. Bu başarı kafirleri hile
ve gizli yollarla değil; doğrudan doğruya ilim yolunu da takip etmeksizin açıktan
açığa milliyetçilik ve istiklal hareketlerini körüklemeye teşvik etti.
1875 senesinde Beyrut'ta "Gizli Cemiyet" kuruldu.
Bunun kurucuları Beyrut Protestan Fakültesi'nde tahsil yapan 5 Hıristiyan genç
idi. Yanlarına bazı kimseleri de celb etmişlerdi. Bu cemiyet siyasi bir fikir
üzerine kurularak siyasi bir parti halini aldı. Ve Arap milliyetçiliği
üzerine kuruldu. Bu İslâm memleketlerinde "Arap milliyetçiliği"
esasına dayanan ilk "siyasi parti" idi. "Araplığa", "milliyetçiliğe"
çağırıyordu. Osmanlı Devleti’ne karşı düşmanlığa davet etmeye ona Türk
Devleti demeye, "dini devlet işlerinden ayırmaya"; Arap milliyetçiliğini
esas almaya ve Müslümanlar arasındaki dostluğu İslâm akidesinden ayırıp
yalnız Arap milliyetçiliğine göre ayarlamak için çalışmaya başladı. Bu
cemiyet gizli neşriyatta bulunuyor, neşriyatında ve ifadelerinde Türkiye'yi
itham ediyor, Cemiyeti yönetenler İslâmiyet'e karşı kin besliyorlardı.
Halifeliği Araplardan gasbettiklerini, İslâm dinine tecavüzde bulunduklarını
ve dini bozduklarını söylüyorlardı. Böylece ırkçılık ve milliyetçilik
hareketleri yayılmaya başladı. İşte Avrupa devletlerinin "Beyrut
merkezinden" elde ettikleri neticeler "ajanlar ve casuslar" yetiştirip
fikirlerde ve ruhlarda tahrifat yapmaktı. "Fikrî tesiri" korkunç olmakla
beraber "siyasî bakımdan" zayıftı.
Hilâfet’i Vurma Çalışmalarında İstanbul Merkezinin Rolü
Beyrut merkezi böyle idi. İstanbul merkezine
gelince: Kafir batılılar, Osmanlı Devleti’ni; yönetim adamlarının
vasıtasıyla merkezden çökertmek için burada bir çok işlere giriştiler. Bunların
en korkunçları ve en mühimi "Jön Türkler" veya "İttihat ve
Terakki" cemiyetleriydi. Jön Türkler önce Paris'te teşekkül etti.
Kurucuları Fransız kültürüyle yoğrulmuş ve Fransız devrimini iyice
tanımış Türk gençleriydi. Gizli bir ihtilalci cemiyet halinde kuruldu. Başkanlığına
"Ahmet Rıza Bey" getirildi. Halk arasında barınmak ve Batı fikirlerini Türkiye'ye
getirmek istiyorlardı. Bu cemiyetin Berlin, Selanik ve İstanbul'da ayrı
şubeleri açıldı.
Paris merkezi muntazam bir şekilde
tanzim edilmiş; programı müfrit, propaganda vasıtaları kuvvetliydi "Ah
bar" adlı bir gazetesi vardı. Bu gazete Avrupa'dan postalar vasıtasıyla
gizlice İstanbul'a gönderilip bazı Türkler tarafından gizlice
dağıtılıyordu. Başka siyasi yayınlar da aynı şekilde içeri
sokuluyordu.
Berlin şubesi ise; mutedillerden, eski hükümetin bakanlarından,
siyasilerden ve bazı yüksek memurlardan, siyasi kabiliyeti olan kimselerden teşekkül
etmişti. Bunlar "ıslahat" taraftarıydılar. Devletin işlerinin Almanya yönetiminde
olduğu gibi düzenlenmesini, imparatorluğu oluşturan halklardan müşterek
bir federasyon kurulmasını istiyorlardı.
Selanik şubesinin ekserisini orduda nüfuzu olan
kültürlü subaylar teşkil ediyordu. Bunlar ihtilal için hazırlanıyorlardı.
Onlara bazı alimler ve küçük subaylar da katıldı. Bunlar arasında, Cemiyet'in Hükümeti ele geçirdiğinde, başlangıçta Başvekil olan Talat'da vardı.
Bu kadar kuvvetli olmalarına rağmen Paris merkezinin talimatına göre hareket
ediyorlardı. Paris merkezi batı fikirlerine göre görüşlerini yöneltiyor
ve bu yolda mücadele çabasını aşılıyordu.
Mason mahfelleri; bilhassa "İtalyan Büyük Mahfeli" Selanik'te
bu cemiyetin faaliyetlerini kolaylaştırıyor ve edebî bakımdan ona yardım
ediyordu. Mason localarında toplantılar yapılıyor. Casuslar bütün
gayretlerine rağmen bunlara nüfuz edemiyorlardı. Bu locaların azalarının
çoğu İttihat ve Terakki Cemiyeti'ndeydiler. Bu yardımlar ve destekler
sayesinde cemiyetin mensuplarının sayıları ve kuvveti artıyordu. Ayrıca
cemiyet mensupları mason usulleriyle İstanbul ve hatta sarayla irtibat kurmaya
çalıştılar.
Bu cemiyetler (İttihat Terakki-Jön Türkler) toplantılar
yaparak ihtilale hazırlanıyorlardı. 1908 senesine kadar bu böyle devam etti.
Nihayet ihtilal ile yönetimi ele geçirdi, kuvveti açığa çıktı. Avrupa'da
ona memnuniyetini izhar etti. 1908 sonbaharında, Parlamento açılmadan biraz
önce cemiyet üyelerinin katılımıyla Selanik'te bir kongre akdedildi. Bu,
kuvvetlerinin ilk "gövde gösterisi" idi. Bu sırada cemiyetin başkanı Paris
merkezi başkanı ve Kurucusu Ahmet Rıza Beydi. Cemiyet üyelerine: Avrupa devletlerinin
"bu milliyetçilik hareketine iyi niyetini", "memleketin durumundan memnun olduklarını" ve
"partinin başarısından dolayı
memnuniyet duyduklarını" iftiharla
hitap etti.
Bu sırada, 1908 sonbaharında İngiltere, Gerald Luther'ı
İstanbul'a yeni elçi tayin etti. Luther İstanbul'a gelince İttihat ve Terakki
Cemaati tarafından bir kahraman gibi karşılandı. Hatta İttihat ve
Terakki'nin adamları; arabasının atlarını serbest bırakarak, arabayı çeken
atların yerine geçtiler. Bunların hepsi İttihat ve Terakki'nin emir ve
tertibiyle idi. Cemiyetin mensuplarının Batı fikirlerine hayranlıkları
o dereceye vardı ki; benimsedikleri fikirlerin İslâm’la çelişkili
olduğunu anlama bir yana, yönettikleri devletin vakıalarının dahi bu
fikirlere uygun olmadığını anlayamadılar. Şaşkınlıkları, dar görüşlülükleri
o dereceye vardı ki; cehaletleri Avrupalıların dahi dikkatini çekti. Hatta bu sırada
İstanbul'daki diplomatlardan biri "ekseri birinci adımdan önce ikinci adımı
attıklarını" söyledi. İttihat ve Terakkinin adamları, devleti çabucak
"batı
kanunları ve fikirleriyle doymuş" adamların eline verdi. Jön Türkler
Cemiyeti'ne nihayet onlar hakim oldu.
Sonra bunlar, orduya hakim olanın bütün kuvveti elinde
tuttuğunu anladılar. Nihayet yeni tayinleri parti siyasetine bağlamaya
çalıştılar. Subaylar bir fen adamı veya cengaverden ziyade partici idi. Bütün
Osmanlı Devleti tebaasına kanunun Türklere verdiği hakları ve vazifeleri
tanıdılar.
Bu Cemiyet, devletin halihazırdaki ve gelecekteki durumuna hükmetmeye
başladı. Bununla batılıların ellerinde, devlete darbe indirmek ve Hilâfet’i yıkmak
için kullandıkları bir fikir akımı oluştu: Bu asırda; İslâm'ın değil
Batı fikirlerinin,
Batı hadaretinin iş gördüğünü; "Türkçülüğün" en mühim mesele
olduğunu ve her şeyden önce ona göre hareket edilmesi gerektiğini;
istikbalimizin ona bağlı olduğunu benimseyen, iktidar partisi ve
destekleyicileri tarafından da temsil edilen bir fikir haline geldi. Bu parti "vatancılıkla"
övünüyor ve ona ehemmiyet veriyor; "Türkiye'nin ve Türklerin diğer İslâm
memleketlerinden ve milletlerinden üstün olduğunu" söylüyordu.
Diyebiliriz ki, Jön Türkler veya İttihat Terakkinin kurulması,
batılıların İslâm’ı ve İslâm Devleti’ni yıkmak için giriştikleri
en korkunç hareketti. Bunun semereleri acil oldu. Parti idareyi eline alıp
devlete hakim olunca; devletin bünyesine yıkıcı baltalar indirilmeye ve
devletin Müslüman tabakasını ayıran, geçilmesi imkansız hendekler
kazılmaya başlandı. Zira "kavmiyetçilik" insanların arasını açan;
harpler, buğzlar
ve düşmanlıklar meydana getiren en tehlikeli bağdır. Devletin bütün
tebaasının cemiyete alınmamasına rağmen; İttihat ve Terakkicilerin
siyasetleri Osmanlı unsurları arasında milliyetçilik fikrini uyardı.
Ardından hemen "Arnavutlar" İstanbul'da bir cemiyet kurdular. "Çerkezler"
ve "Kürtler" onları takip etti. Bundan evvel "Rumların" ve "Ermenilerin"
düzenli ve gizli cemiyetleri vardı. Bunlara kanunî bir veçhe verdiler.
Araplar da İstanbul'da; "Osmanlı Araplarının
Kardeşliği" adlı cemiyeti kurdular. İstanbul'daki merkezinde bu ibareyi
taşıyan levha asılıydı. Lakin İttihat ve Terakki Araplara karşı hususi
sert bir tavır takındı. Bütün ırkçı cemiyetlerin gelişmesine müsaade
ettiği halde; Arap cemiyetlerine karşı mukavemet başladı. Devlet adına Arap
Cemiyetini lağvedip, merkezini kapattılar. Orduda ırkçılık ayrımı yapmaya
başladılar. Arap subayları memleketlerinden çağırarak İstanbul'a
getirdiler. Almanya'ya ihtisasa gidecek subaylar arasına katılmaya müsaade
etmediler. İttihat ve Terakkiye mensup Arapları cemiyetin merkez komitesine
almamayı kararlaştırdılar. Bu cemiyet Türk, Arnavut, Çerkez vs. farkı gözetmeksizin
Osmanlı Devleti’nin bütün tebaasının ortak bir kurumuydu. Hizip, hükümeti
ele geçirir geçirmez
diktatörce hareket etti. Cemiyette Türklerin nüfuz sahibi olması; Arapları mühim mevkilere
getirmemeleri ile bu cemiyet; bir "Türk cemiyeti" haline geldi. Hükümette de bunu birçok
yeni tayinler takip etti. "Evkaf Nezareti" bir Arap'tan alınıp bir Türk'e
verildi. Hariciye ve dahiliye bakanları Arap olana değil
de özellikle Türklere veriliyordu. Arap memleketlerine kasten "Arapça bilmeyen
Türk valiler" gönderiliyordu.
Bunu Türkçe'nin "resmi dil" olması takip etti. Hatta Arapça
gramer dahi Türkçe kitaplar vasıtası ile öğretiliyordu. Arapça'ya karşı
o derece olumsuz bir tavır takındılar ki; 1909 da Osmanlı Devleti’nin
Washington büyük elçisi bir beyanname ile Amerika'daki Osmanlı tebaasının
sefaret işlerinde Türkçe’den başka dil kullanamayacağını ilan etti.
Halbuki bunlar yarım milyon olmalarına rağmen aralarında Türkçe bilen bir
şahıs dahi yoktu.
Bu çeşit ırkçılık ordudaki Türkler ve Araplar arasında
bariz bir şekilde yayılmıştı. İttihat ve Terakkiye mensup Türk subaylar
bu hissi; muamelelerinde, terfilerde ve yüksek tayinler de gösteriyorlardı.
Arap subaylar bu hareketlere hiddetlendiler. Fakat devlete bağlılıklarında
en küçük bir şüpheye dahi düşmediler. Zira mesele Araplarla Türklerin
birleşmesi meselesi değil; yalnız bir "İslâm ümmeti" ve "halifesi"
meselesiydi ki; Allah, İstanbul'da bulunan halifeye isyanı Allah'a isyan, ona
itaate da Allah'a itaatle bir yapmış; ona asi olmayı kendisine asi olmak
saymıştı. "Zira müslüman müslüman'ın kardeşidir. Ona zulmetmez ve
onu yalnız bırakmazdı." Bunun için Arap subaylardan ileri gelen bazıları
bu durumdan müteessir oldular. 1909 senesinin sonlarında İttihat Terakki'nin
söz sahiplerini bir toplantıya davet ettiler. Onlar da müspet cevap verdiler.
İstanbul'da uzun bir toplantı yapıldı. Bu toplantıya Araplarla Türkler
arasındaki anlaşmazlıkları kesin olarak halledecek çareler arandı. Bu
toplantı neredeyse; birliğin yenilip, ırkçılığın bırakılması ve "İslâm
akîdesi" altında birleşmeyi gerçekleştiriyordu. Fakat Türkçülükleri
İslâmî akîdelerinden daha kuvvetli olan "Ahmet Ağa Bey", "Yusuf Akçura Bey" ve diğer bazılarının da ırkçılığı bırakıp yalnız İslâm
akîdesinin sadakatinin kabul edilmesi fikrine karşı Türkçülükleri ağır
bastı. Toplantının başlangıcından daha kötü bir şekilde dağılmasına
sebep olan; Türkleri övüp Araplara hakaret ifade eden kaba kelimeler sarf
ettiler.
Cemiyet eski yolunda yürümeye devam
etti. Tam manasıyla Türklerin eline geçince, programını tadil ederek onu tam
manasıyla Türklere ait bir cemiyet haline getirdiler. Bu tadilatın kötü
sonuçlarından biri de bütün Arapların, Arnavutların, Ermenilerin, İslâmî
akîdeyi tek hakim kabul eden bazı Türklerin cemiyetten ayrılmalarına sebep
oluşudur.
Arapçılık Cemiyetleri ve Partilerinin Kuruluşunda Avrupalı Elçiliklerin
Rolü
Bunun akabinde Avrupa devletlerinin elçilikleri Araplarla
alaka kurma, cemiyetler ve partiler kurma faaliyetini hazırladılar.
"Adem-i Merkeziyet" cemiyetini kurdular. Bunun merkezini
"Kahire";
Başkanını da Refık el-Azm'ı seçtiler. "Reform Cemiyeti" de kuruldu.
Bunun merkezi "Beyrut'tu". Bundan başka "Edebiyatçılar Cemiyeti" ve
buna benzer cemiyetler kuruldu. İngilizler, Fransızlar ırkçılık
duygularını taşıyan Arapların saflarına sokuldular. Onlara memleketlerinin
hazinelerini açtılar. 18 Haziran 1913 senesinde Arap gençliği Fransa'nın
yardımıyla Paris'te bir kongre yaptı. Bu Arap milliyetçilerinin Osmanlı
Devleti’ne karşı İngiltere ve Fransa tarafına geçtiklerinin ilk ilanıydı.
İttihat ve Terakkiciler bunu hisseder etmez; "Türk Ocağı"
cemiyetini yani "Türk Ailesini" kurdular. Bunun gayesi İslâm’ı
mahvedip, Osmanlı unsurlarını Türkleştirmekti. Bundan sonra din aleyhinde
gazeteler ve kitaplar yayınlamayı teşvik etmeye başladılar. Bunlardan biri
meşhur Türk yazarı Celal Nuri Bey'in "Geleceğin Tarihi" adlı
eseridir. Bu kitabında da şöyle diyordu:
"Maslahat, İstanbul Hükümeti'nin Suriyeli'leri vatanlarını
terke mecbur etmesini, Arap memleketlerinin; bilhassa Yemen'le Irak'ın Türkçe'yi
neşretmek ve bir din lügati haline getirmek için Türk müstemlekesi haline
getirilmesini icab ettiriyor. Varlığımızı korumak için mutlaka bütün
Arap memleketlerini Türk memleketi haline getirmek gerektiriyor. Zira yeni Arap
gençliği milliyetini hissetmeye başladı. Şimdiden bu büyük tehlike için
ihtiyat tedbiri almalıyız."
Irkçılık ve vatancılık nefislerde bu derece tahribat
yapmıştı. "Bağlılık İslâmiyet'ten ırkçılığa ve vatancılığa dönüşmüştü."
Bu hal İslâm’ın ırkçılığa ve vatancılığa dokunan bütün kısımlarına
karşı mücadeleye sebep oldu. Devlet otoritesini elinde bulunduranların
etrafındaki adamların ölçüsü İslâm değil, ırkçılık ve
vatancılıktı. Hatta Araplardan ve Türklerden bir sınıf meydana getirmeye
davet etmekteydiler. Cemal Paşa Suriye'de iken Arap gençlerinin Fransa lehine
devlete ihanet ettiklerini; Fransa ve İngiltere'nin direktifîyle hareket
ettiklerini; Şam Fransız Konsolosluğunda ele geçirilen vesikalarla ispat
etti. Bunlar hissedilince devlet, tebaası arasında birliği sağlamak için
Arapların gönlünü almak istedi. Arap liderlerini Şam'da bir yemek
toplantısına çağırdı. Bu toplantıda onları birliğe davet ederek şöyle
hitap etti: (Bu hutbenin bir yerinde şöyle diyordu)
"İstanbul'da ve diğer Türklerle meskun yerlerde müşahede
ettiğiniz gibi Türk camiasının hareketleri Arapların menfaatleriyle çatışmaz.
Biliyorsunuz ki, Osmanlı Devleti’nde Bulgar, Ermeni ve Yunan hareketleri
olmuştur. Şimdi ise bir Arap hareketi başladı. Türkler hangi milletten
olduklarını söyleyemeyecek kadar kendilerini unuttular. Vatanî ve millî ruh
tam bir uykuya daldı. 0 kadar ki Türk milletinin en sonunda yok olmasından
korkuldu. Gelen bu büyük tehlikeye mani olmak için Jön Türkler teşkilatı
takdirle karşılanacak bir uyanıklık gösterdi. Türklere vatanseverlik
ruhunu aşılamak için silaha sarıldılar."
Sonra; "Size garanti veriyorum ki, hiç bir zaman
Arapların ve Türklerin gayeleri birbiriyle çelişmez. Türkler ve Araplar
vatanlarına ait meselelerde birbirlerinin kardeşidirler."
dedi. Sözüne şöyle devam etti: "Hulasa Jön Türklerin (İttihat ve
Terakki’nin) en büyük gayesi Türk milletini bütün dünya milletlerinin
takdir ve hürmetini kazanacak bir millet yapmak; 20. asır milletleriyle yan
yana yaşaması için gereken hakları sağlamaktır."
Bu nutku ile Cemal Paşa Hilâfet sancağı altında Müslümanları toplamak
istemiş; Arapların Türklerden yani Hilâfet’ten ayrılmalarına; İngiliz
ve Fransızlardan bu uğurda yardım istemelerine mani olmak istemişti. "Cemal
Paşa" ırkçı olmakla birlikte; İslâm'ın, işleri düzenlemeye yeterli
olmadığına inanan kafirlerden ve mürted Müslümanlardan, İngiltere ve
Fransa ile beraber, "Hilâfet’in aleyhinde" çalışan hainleri idam
etmekte, hainlerin boynunu vurmakta elbette haklıydı. Bu kimseler kafirlerin
emri ile Hilâfet aleyhine hareketlerde bulununca onun bu hareketi de haklıdır.
Lakin Cemal Paşa ve mensubu bulunduğu İttihat-Terakkînin adamları milliyetçilik
fikri taşıdıklarından hapsedilmeğe, tecziye edilmeğe daha layıktılar. Teskin
etmek maksadıyla söylediği bu söz hatadan, milliyetçilik ayrılığının böyle
sözlerle tedavi edilemeyeceğinden ileri geliyor. Kendinin fasit akîde de
bulunduğunu; Devletin tebaasını birleştirmek için İslâm'ın yegane bağ
olduğunu nazarıitibara almadığını ortaya koyuyordu. "Halbuki, Hilâfet
ancak İslâmiyetle hakim olabilirdi." Ondan başka bir şey olamazdı. Söyleyeceği
tek söz şu idi ve bundan başka bir şey söylememesi gerekirdi. Bu meseleyi
kesip atan söz şudur: "Hepimizin bağlanacağı yer İslâm
akîdesidir. Bundan başka hiç bir şeye bağlanamayız. İşlerimizin mihenk
taşı budur." Halbuki bunun yerine Arapça konuşan Müslümanları
teskin ederken; "Türklerin ve Arapların gayeleri birbiriyle çatışmaz."
diyordu. "Türkler ve Araplar vatan uğrunda
birbirlerinin kardeşleridir" ve "Bu
partinin (Jön Türklerin) en büyük gayesi: Türk
milletini, bütün dünya milletlerinin takdirini ve hürmetini kazanan bir
millet yapacağız; 20. asır milletleriyle yan yana yaşaması için lazım
gelen haklarını tespit edeceğiz." sözleriyle de, kafirler ile yan
yana olmayı; İngilizleri, Fransızları, Yunanlıları ve İtalyanları
kastediyordu. |