TEMEL İHTİYAÇLARIN
GARANTİ EDİLMESİ
İslâm'da temel ihtiyaçların garanti edilmesi
konusu Kapitalist sistemin yamalarındaki garantilerden yani
"Sosyal Sigortalar" ve "Sosyal Adalet" denilen
şeylerden tamamen farklıdır. Günümüzdeki İslâm
memleketlerinde Sosyalistlerin çağırıp durdukları "Devlet
Sosyalizm"inden ve Sosyalizmdeki garantilerden de tamamen
farklıdır. "Gerçek Sosyalizm"den ve ondan bir parça
olan "Marksist Sosyalizm"den de tamamen farklıdır. İslâm'da
temel ihtiyaçların garanti edilmesi iktisat politikasının temel
hedefidir. Her ferde lüks ihtiyaçlarını temin edebilme imkânının
sağlanması, İslâm ekonomi politikasının ikinci konusunu
oluşturur. Zira İslâm'daki ekonomi politikasının hedefi, fert
fert bütün tebaanın temel ihtiyaçlarını tam olarak doyurmayı
garantilemek ve yapabileceği en üst seviyede lüks ihtiyaçlarını
temin edebilme imkânını da sağlamaktır. Temel ihtiyaçların
garantilenmesi iktisat politikasının temelidir. Kapitalist
sistemdeki ekonomi politikasının temeli ise temel ihtiyaçları
garantilemek değil "Milli Geliri" artırmaktır.
Kapitalist sistemin tatbiğinden dolayı zulüm ve fesat ortaya çıktından
sonra, bu sistemdeki fesatı örtbas edebilmek için hayatta var
olan zulümü biraz hafifletmeye yönelik olarak işçiler, memurlar
ve yoksul fakirler için birtakım hükümler konulmuştur. Sigorta,
sistemin esasından değildir. Sistemin açıklarını yamayabilmek
için sisteme sokulmuş zoraki hükümlerdir.
Devlet Sosyalizmindeki garantiler ise, Kapitalist
sistemdeki mülkiyet, işçi ücretleri sermayedarların kârlarından
kaynaklanan fesatın ortaya çıkardığı halleri çözmek için
konulmuştur. Bunlar da Sosyalizmin aslından değil zorlama ile
konulmuş hükümlerdir. Bunlar devlet Sosyalizminin uygulanmasına
imkân sağlamak için vardır.
Gerçek Sosyalizm ve bundan bir parça o lan
Marksist Sosyalizmde ise, Devlet Sosyalizminin tersine olarak her
ferdin temel ihtiyaçlarının garantilenmesi diye bir husus yoktur.
Gerçek Sosyalizm ancak mülkiyet eşitliğini sağlamak için yapılan
çabalardan öteye gitmez. Bu eşitlikle temel ihtiyaçların
garantilenmesi veya garantilenmemesi önemli değildir. Veya bir
başka ifade ile gerçek Sosyalizm, her ferdin temel ihtiyaçlarının
garanti edilmesi değil üretim mülkiyetinden insanların mahrum
edilmesi demektir.
KAPİTALİZMDEKİ
SOSYAL SİGORTALAR
Kişinin, İslâm'ın temel ihtiyaçları
garantilemesi ile buna ulaşmaya çalışan diğer ideolojiler
arasındaki korkunç farkı kavrayabilmesi için her ideolojide bu
konu ile ilgili hükümlere dönmesi gerekir. Kapitalizm,
"Sosyal Garanti" ve "Sosyal Adalet" denilen
şeyi icat etmeye çalışırken "Sosyal Sigorta" düşüncesini
keşfetti. Bu sigortalar, devletin yönetimi altında bulunan
vatandaşlardan iki sınıfa önem vermektedir. Bunlar şunlardır:
1.
Devlet dairelerinde ve KİT'lerde çalışan memurlar ve
hizmetliler, fabrikalarda ve atölyelerde çalışan sürekli işçiler,
makinelerle çalışan tarım işçileri. Bunların bir kısmı
sigorta kapsamına dahil edilirken tarım işçilerinin çoğu, geçici
işçiler, kamyon şoförleri sigorta kapsamına alınmazlar.
Bazıları, makine ile çalışanların dışındaki tarım işçilerini
sigorta kapsamına almazlar. Bu saydıklarımızdan da
anlaşılmaktadır ki "sosyal sigorta" kapsamına
başkalarının yanında ücretle çalışanlar girmektedir.
2. Yoksul fakirler
Yalnızca bu iki sınıf "Sosyal
Sigorta" kapsamına girmektedir ve devlet onlara yardım etmeye
önem verir. Bunların dışında kalan vatandaşlar bu öneme hak
kazanamazlar. Sosyal Sigorta kapsamına giren bu işçilere devletin
önem verme keyfiyeti, devletin onlara emekli maaşı ve tazminatlar
vermesi şeklindedir. İş esnasında işçi kolundan ayağından
veya bir başka yerinden sakatlanırsa/yaralanırsa ve bu durum onu
çalışmadan tamamen veya kısmi olarak alıkoyarsa iyileşinceye
kadar bedava tedavi edilir ve zararından dolayı ona tazminat
ödenir. Eğer sakatlığı onu işten tamamen alıkoyacak bir
boyutta ise devlet ona günlük ücret seviyesinden daha düşük
bir düzeyde bir yardım verir. Bu oran iyileşinceye kadar geçen
sürede günlük ücretinin %80'ine ancak ulaşır. Sakatlığı sürekli
ise, daha önce aldığı aylık maaşına ulaşamayan bir seviyede
kendisine maaş ödenir. Bazen bu oran aylık maaşının %60-70'ine
kadar düşmektedir. Sakat kalan kişi bu ücreti emeklilik yaşına
kadar 60,65 veya 55 yaşına kadar yani bu konuda kanunda belirtilen
yaşa kadar eksik olarak maaşını alır. Bu durum, kişinin sakat
kalması durumundaki bir uygulamayı içermektedir. Eğer hasta
olursa bedava tedavi edilir ve hastalığı esnasında ücreti
ödenir. Aynı şekilde işçiye haftada bir gün dinlenme hakkı,
bayram ve senelik izin hakkı tanınır ve bu tatil günlerinin
ücretini de alır. Çalışmaya devam ederken kişi ölürse,
fabrikada, kurumda ve dairede çalıştığı yıllar göz önünde
bulundurularak ailesine belli bir miktar tazminat ödenir.
Tazminatlar açısından durum budur. Emeklilik
maaşına gelince: Doğrudan doğruya yani sürekli olarak çalışırken
emeklilik yaşına 60-65 veya 55 yaşına veya kanunen belirlenmiş
emeklilik yaşına ulaşınca emeklilik maaşı almaya hak kazanır.
Çalışıp emeklilik yaşına ulaşan herkese çalıştığı
seneler oranında emeklilik ikramiyesi veya emeklilik maaşı
ödenir. Aynı şekilde çalıştığı yıllarla orantılı olarak
işçiye ödenen aylık maaş en iyi durumda çalışması durumunda
aldığı maaşın yarısını geçmez. Ve bu maaşı ölünceye
kadar almaya devam eder. Emeklilikten önce işten çıkarılırsa
hizmet süresi ile orantılı olarak belirli bir ikramiye, tazminat
ödenir. Amerika Birleşik Devletlerinde olduğu gibi bazı
ülkelerde işlerin tatil edilmesi devlette ve fabrikada krize neden
olmaktadır. İşlerin durdurulması nedeniyle işten çıkartılan
işçilere günlük ücretlerinden daha düşük bir düzeyde yardım
yapılır. İşçilerin devlete ve fabrikalara getireceği zarara göre
işleri tatil ettirilen işçilere yapılan yardımlar azaltılıp
çoğaltılabilmektedir.
Memurlar ve işçiler açısından Sosyal
Sigortaların genel durumu budur. Ancak bu sigortaları devlet
değil onları çalıştıranlar öderler. Devlet çalıştırıyorsa
ödemeyi devlet yapar, Kamu iktisadi Teşebbüsleri çalıştırıyorsa
KİT'ler öderler. şirketler, fabrikalar veya bunların
dışındaki özel kurumlar çalıştırıyorlarsa ödemeleri de
bunlar yaparlar. Devlet ödeme yapmaz. Devletin onlara verdiği
önem, bu sigortaları garantileyecek kanunlar koymakla
sınırlıdır. Ancak çeşitli kurumlarda çalışanlar için yapılan
sigorta ödemelerini onları çalıştıran şahıslar yapar. Yani
onları çalıştıran iş adamları bu ödemeleri yaparlar. Devlet
ise kendi memurları ve işçileri dışındaki kişilere ödeme
yapmaz. Ancak ödenen bu paralar nerelerden temin edilir? Devlet işçilerin
ücretinden her ay %5 veya %10 oranında kanunen belirtilmiş bir
miktar kesinti yaparak bu parayı belli bir fonda biriktirir ve
faizle bunları çoğaltır ardında da bu paralarla işçilerin
tazminatlarını, ikramiyelerini ve emekli maaşlarını öder.
Memurların emekli ikramiyeleri/maaşları ise hazine tarafından
ödenir.
Geriye kalan diğer kurumlarda çalışan işçilere
gelince; Devlet bunların ücretlerinden de kanunen belirlenen % 3,
% 5 veya %10 gibi belli bir oranda kesinti yaparak bunlar karşılığında
ödeme yapar. Devlet bu şekilde toplanan paraları faizle işletir
ve işçiler için bağışlar ve yardımlar toplar ve bazen devlet
toplanan bu paralara katılımda bulunur. Toplanan bu paralardan
sosyal sigorta kapsamına giren ödemeler yapılır. Devlet
insanların yaptıkları bağışlardan ve işçilerin
ücretlerinden yapılan kesintilerle onlara ödeme yapar. İşveren
ise ancak işçinin ücretinden yapılan kesinti kadar ödemede
bulunur. Ardından da toplanan bu paralar faizle çoğaltılır.
Sosyal sigortaların kaynakları, işçilerin ücretlerinin bir kısmı
ile yaptıkları katkılar, işverenin işçiden yapılan kesintiye
eş miktarda katılımda bulunması bu paraların faizle çoğaltılması,
insanların yaptıkları bağışlardan ve bazen da devletin çok
cüzi bir miktarda bu fona yapacağı katkılardan meydana
gelmektedir.
İşçiler açısından durum budur. Yoksul
durumdaki fakirlere gelince: Onlara, yaşayabilecekleri kadar para
verilmesi, yiyecek, gıda veya oturabilecekleri bir ev sağlanması
şeklinde yardımda bulunulmamaktadır. Bu tür şeyler kapitalist
sistemde yoktur. Devletin fakirlere sağladığı sigorta, onlar için
sağlık hizmetlerinin ve eğitimin bedava olarak sağlanması ile
sınırlıdır. Fakirleri bedava tedavi edecek hastaneler ve
okumaları için okullar açar. Bunların yanında fakir çocuklarına
ve çocuklarının hatırına fakir annelere, güçsüzlere ve fakir
sakatlara yardımda bulunur. Çocuklara, fakir annelere,
güçsüzlere ve sakatlara yapılan bu yardımlar sadaka kabilinden
onlara birazcık yiyecek ve giyecek verilmesi ile sınırlıdır.
Ancak bunlar hiçbir zaman yukarıda sayılan kimselerin ihtiyaçlarını
karşılayacak bir düzeye ulaşmaz. Tersine birazcık yemek veya süt
vermekle ve kış günlerinde birazcık giyecek vermek şeklindedir.
Kapitalist sistemdeki sosyal sigortaların özeti
budur. Devlet Sosyalizmindeki durum da aynen kapitalist sistemde
olduğu gibidir. Çünkü devlet sosyalizmi, kapitalist sistemin
sosyalist kelimesi ile örtbas edilmeye çalışılmasından
ibarettir. Zira devlet Sosyalizmi de aynen bu sigortaları uygular.
Ancak devlet Sosyalizmi fazladan olarak işçilere sermayeden belli
bir pay verir işçilere ödenecek ücretin alt sınırını
belirler. Faizlere ve kiralara üst sınır koyar. Mülkiyeti kayıt
altına alarak bazı kamu çıkarlarını devletleştirir.
Kapitalist sisteme bazı hükümlerle ilavelerde bulunmakla ve
kapitalizmi örtbas etmesi ile beraber temel ihtiyaçları
garantilemede aynen kapitalist metodu takip
eder.
SOSYALİZMİN
TEMEL İHTİYAÇLARI
GARANTİLEMESİ
Gerçek Sosyalizme gelince: Gerçek Sosyalizm
temel ihtiyaçların garantilenmesi anlamına gelmemektedir. Mülkiyette
eşitlik demek, üretilen her şeyde mülkiyetin yasaklanarak
mülkiyetin yalnızca tüketilen şeylerle sınırlandırılması
demektir. Gerçek Sosyalizm özel bir şekilde işçilere önem
vermektedir. Sosyalizmin temel ihtiyaçların garantilenmesine önem
vermemesi Sosyalizmin uygulandığı ülkelerdeki bütün halkta yaşam
seviyesinin düşmesine ve halkın çoğunluğunun zulüm
içerisinde bulunmasına, ihtiyaçlarını cüzi bir şekilde
doyurabilmelerine neden olmuştur. Bunu Rusya devlet başkanı Kruşçev
defalarca itiraf etmiş hatta ABD eski başkanı Nixon'un önünde
övünerek, Rusya'nın yirmi yıl sonra Amerika'daki yaşam
seviyesini yakalayacağını söylemiştir. 1958, 59 ve 60
yıllarında Irak'a gelen Sovyetler Birliği vatandaşlarının aç
ve perişan bir halde güzel yemeklere saldırmaları mülkiyette eşitliği
sağlamaya çalışmanın bütün halkı fakirleştirdiğinin ve
temel ihtiyaçları karşılamaktan aciz olduklarının delilidir.
İSLÂM’IN
TEMEL İHTİYAÇLARI
GARANTİLEMESİ
İslâm'a gelince:
İslâm'ın ekonominin dört kaynağını kullanarak çalışmayı
ve mülk edinmeyi mübah bırakması ile her ne kadar her ferdin lüks
ihtiyaçlarının yapılabilecek en üst seviyede karşılanması mümkün
ise de öncelikli olarak temel ihtiyaçların tamamının herkes için
sağlanması esastır. Yalnızca herkesin ihtiyaçlarını
karşılayabileceği ortamın oluşturulması ile, temel ihtiyaçların
tamamının bütüncül bir şekilde doyurulması garantilenmiş
olmayacağı gibi iktisat politikasının amaçları da gerçekleşmiş
sayılmaz. Böylesi bir durum her bireye ihtiyaçlarını
karşılama imkânı sağlar, ancak herkese ihtiyaçlarını
karşılama garantisi sağlamaz. Fert fert bütün tebaanın temel
ihtiyaçlarının tamamını doyurmayı ve herkesin lüks
ihtiyaçlarını yapılabilecek en üst düzeyde doyurma imkânını
garantileyecek şekilde her vatandaşa ülkedeki servetin dağıtımını
da gerçekleştirmez. Ekonominin kaynaklarını kullanarak çalışmanın
ve mülk edinmenin mübah bırakılması, yalnız başına iktisat
politikasının hedeflerinin gerçekleşmesi için yeterli değildir.
Zira bu mübahlık, çalışma ve mülk edinme gücüne sahip
olanlara imkân sağlamak ve onlardan çalışacak kimselerin
bulunması içindir. Çalışabilecek güçte olup ta iş
bulamayanlar, zayıflar güçsüz kimseler temel ihtiyaçlarını
karşılamakta bu mübahlıktan faydalanamazlar. Bunun için
şeriat, bütün vatandaşların fert fert temel ihtiyaçlarının
tamamını garantilemek için çalışmanın ve mülk edinmenin
mübahlığına ilave olarak başka şer'i hükümler koymuştur. Böylece
fert fert bütün vatandaşların temel ihtiyaçlarını doyurmayı
garantilemesinin yanında yapılabilecek en üst düzeyde lüks
ihtiyaçlarını doyurma imkânını sağlayabilecek şekilde
ülkedeki servetin bütün tebaaya dağılımı da garantilenmiş
olur. İslâm, temel ihtiyaçların garantilenmesini ne sistemdeki açıkları
kapatmak ve sistemi daha kuvvetli hale getirmek maksadıyla ne de
kapitalistlerin ve devlet sosyalizminin yaptığı gibi yalnızca
belli gruba tahsis etmek amacıyla yapmaz. İslâm bunu sistemle
ilgili hükümlerden bir hüküm olarak kabul eder. Çalışmanın
ve mülk edinmenin mübah olmasına, nafaka ve bütün işlerin gözetilmesine
ait hükümler gibi bunların tamamı teşride, delillerde aynı
seviyedeki şer'i hükümlerdir. Ekonomik düzen, şer'i hükümlerden
meydana gelmiştir ve tamamı kitap ve sünnetten alınmıştır. Bu
hükümler yalnızca belli boşlukların görülmesi durumunda değil
her halde çözümdür. Sadece belli bir gruba ait değil bütün
tebaaya ait hükümlerdir. Öyleyse İslâm ile kapitalizm, İslâm
ile devlet sosyalizmi arasında çok belirgin farklılıklar
vardır. Ayrıca İslâm, gerçek sosyalizm denilenin yaptığı
gibi üretim aletlerinde eşitliği sağlamakla insanların
hayatlarının garantilendiğini de söylemez. Çünkü bu yaşamı
garantilemez, bilakis hayatın ucuzlamasına yol açar. İslâm,
çalışmayı ve mülk edinmeyi mübah kabul etmekle beraber bu
mübahlıktan faydalanma gücünden yoksun olanların kâmil bir
hayat yaşamalarını da garantilemiştir. Sonra, İslâm her ferde
ve her halde kâmil bir yaşama garantisi verir. Bu nedenle İslâm'ın
dışındaki hiçbir sistemin buna ulaşması mümkün değildir. Böylece
ferdin ve bütün vatandaşların temel ihtiyaçları garanti
altına alınmış olur.
Öyleyse şeriata göre
bu temel ihtiyaçların neler olduğunu bilmek gerekir. Bunlar iki
kısma ayrılır:
1.
Tebaadan her birinin temel ihtiyaçları
2.
Bir bütün olarak tüm tebaanın temel ihtiyaçları
Vatandaşlardan her
birinin temel ihtiyaçları yiyecek, giyecek ve meskenden meydana
gelmektedir. Bunlar her ferdin temel ihtiyaçlarını oluşturur.
Herhangi bir insan bunlardan yoksun bırakılamaz. Bu nedenle elde
etmesi gereken haklardan bir hak sıfatına sahip olması nedeniyle
her insanın bunları elde etme, ihtiyacını giderme hakkı
vardır. Temel problemleri bu üç temel ihtiyaç oluşturmaktadır.
Bu ihtiyaçların karşılanması ile bu problemler de çözülür.
Her bireyin temel ihtiyaçları karşılandığında ise ortada
temel problem kalmaz. İslâm açık nasslarla temel ihtiyaçları
bu üçüyle sınırlandırmıştır. Bu temel ihtiyaçların
tamamının fert fert bütün tebaaya doyurmayı garantilemek de açık
nasslarla belirtilmiştir.
Şer'i nasslara göre
temel ihtiyaçların yiyecek, giyecek ve mesken olduğunun deliline
gelince: Allahu Teâla muhtelif ayetlerde şöyle buyurmaktadır.
"Anaların
yiyecek ve giyeceği babaya borçtur."[1] "Kendilerini bunların
gelirleriyle rızıklandırıp giydirin"[2] "Yoksul fakire
yediriniz"[3]
"Bir düşkünü
doyuracak kadar fidye.."[4] "Kendi oturduğunuz yerde
oturtun"[5] "Hoşunuza giden evler"[6]
Rasulullah (sav)'de
muhtelif hadislerde şöyle buyurmaktadır:
"Kadınların
yiyeceklerini ve
giyeceklerini temin etmek erkeklerin borcudur."[7]
"Yiyeceklerinde
ve giyeceklerinde kadınlara karşı iyi davranmak onların
hakkıdır."[ 8]
"Kim
çevresinden emin bir şekilde sabahlarsa, sağlığı yerinde
olursa, yanında günlük yiyeceği bulunursa sanki bütün dünya
onun olur."[ 9]
"Adem oğluna
açlığını giderecek bir ekmek parçası, susuzluğunu giderecek
kadar su, avretini örtecek kadar bir örtü vardır. Bunlardan
fazlası ise bir ikramdır."
Bu nassların
tamamı açık ve net bir şekilde temel ihtiyaçların yiyecek,
giyecek ve meskenden meydana geldiğine delalet etmektedir.
Bunlardan fazlası ise lüks ihtiyaçlardan sayılmaktadır.
İslâm'a
göre fert fert bütün insanların temel ihtiyaçlarının kesin
olarak garantilenmesi gerektiğinin deliline gelince: İslâm, temel
ihtiyaçlardan yoksun olduğu zaman yani nafakaya muhtaç olduğunda
çalışabilecek güçte olan erkeklerin çalışmasını farz
kılmıştır. Allahu Teâla: "Öyleyse yerin sırtlarında
dolaşın"[10] Ebu Hüreyre'den: Dedi ki: Rasulullah (sav)'in
şöyle derken işittim: "Sizden birinizin sırtında
odun taşıyarak para kazanması ve kazandığından harcaması ve böylece
insanlara muhtaç olmaması, bir adamdan dilenerek o adamın ona
para vermesinden ya da vermemesinden daha hayırlıdır"[11]
Zübeyr b Avvam Nebi (sav)'den şunu rivayet eder: "Sizden
birinizin sırtında odun demeti ile gelerek onu satarsa Allah onu
onunla (sırtındaki odun demeti ile) koruyacaktır. Onun bu
hareketi insanlardan dilenerek bir şeyler almasından veya
alamamasından daha hayırlıdır"[12] Hadiste
"hayır" kelimesi ismi tafdil kalıbında -daha iyi-
anlamında kullanılmamıştır. Zira kazanma gücü olduğu halde
dilenmekte hayır yoktur. Buradaki "hayırlıdır"
kelimesi ancak övgü türündendir. Çalışmaya gücü yeten
herhangi bir kişi geçime muhtaç olursa kendini geçindirebilmesi
için çalışması farzdır. Erkeklerden geçinmeye muhtaç ve çalışabilecek
güçte olan bir kimse üzerindeki bu farziyet çalışabilecek güçte
olan bu kimse için temel ihtiyaçları doyurmanın garantisidir. Bu
farziyetin yanında, fakir olsun çalışabilecek güçte olsun ya
da olmasın İslâm, kadınların nafakasını temin etmeyi de
mutlaka farz kılmıştır. İslâm kadına çalışmayı farz
kılmadı. Tam tersine kadının nafakasının temin edilmesini
mutlak surette farz kılmıştır. Aynı şekilde, para
kazanamayacak durumda olsun veya fakir olsun çalışma gücünden
yoksun olan aciz durumdaki erkeklerin nafakasını temin etmeyi de
farz kılmıştır. Ya da çalışmaya gücü yetip de iş bulamayan
hükmen aciz kimse gibi olsun. Her iki grup da aciz sayılır ve
nafakasını temin etmek vaciptir.
Öyleyse bu nafakayı
kim temin edecek? Yani yiyecek, giyecek ve meskenden oluşan bu
temel ihtiyaçları kim doyuracak? Şeriat açık ve net delillerle
bunu tayin etmiştir. Bu çözümü ortaya koyan nassların bir
kısmının delaleti açık ve net olup bir kısım nasslardan
istinbat edilerek belirtilmiştir. Vacib olan harcamanın bu üç
şeyden ibaret olduğunu da bizzat nass belirtmiştir. Yukarıda
sayılan nafakaları kimin temin edeceğini şeriat şu şekilde açıklamıştır:
Karısının nafakasını temin etmeyi kocaya farz kılmış ve
bunların da yiyecek, giyecek ve meskenden ibaret olduğunu açıklamıştır.
Allahu Teâla: "Gücünüz yettiğince oturduğunuz yerde
onları da oturtun"[13] buyurmuş ardından da:
"Varlıklı olan kimse nafakayı varlığına göre
versin."[14] "Zevceleri
hakkında onlara neyi farz kıldığımızı biz biliriz."[15]
buyurmuştur. Rasulullah (sav)'de şöyle buyurmaktadır: "Kadınların
yiyeceklerini ve
giyeceklerini temin etmek (erkekler) sizin görevinizdir."
"Yiyeceklerinde
ve giyeceklerinde kadınlara karşı iyi davranmak onların
hakkıdır."[16]
Kadının nafakasını temin etmenin kocanın görevi olduğu
hususunda bunlar açık nasslardır. Ve yine vacib olan nafakanın
yiyecek, giyecek ve meskenden meydana geldiği hususunda da nasslar
açıktır. "Kadınları oturtun"[17]
"Kadınların yiyecek ve giyecekleri"[18]
ayetleri bu konudaki açık
nasslardır.
İslâm
çocukların nafakalarını karşılamayı da babalarının üzerine
farz kılmıştır: "Çocukların yiyecekleri ve giyecekleri
babalarına aittir."[19] Aişe'den: "Utbe'nin kızı
Hind Rasulullah (sav)'e gelerek: Ey Allah'ın Rasülü; Ebu Süfyan
cimri bir adamdır. Onun bilgisi olmadan aldıklarımın dışında
bana ve çocuklarıma yetecek kadar para vermiyor, deyince
Rasulullah (sav): Maruf olarak sana ve çocuklarına yetecek
kadar al dedi."[20] Ebu Hüreyre'den: Dedi ki: Nebi (sav)
şöyle dedi:
"Sadakanın en üstünü zenginin bıraktığıdır. Üsteki el
alttaki elden daha hayırlıdır. Veren elle başla. Kadın ya beni
doyur ya da boşa der. Köle beni yedir ve beni çalıştır der.
Çocuk çocuğu olduğumu iddia eden beni doyursun der."[21]
Bu nasslar,
çocukların nafakasını karşılamanın babanın üzerine düşen
bir farz olduğuna dair açıktır. Kadının nafakasına ait
nasslardan da anlaşılacağı üzere nafaka şer'an yiyecek,
giyecek ve meskenden meydana gelmektedir. Ana-babanın nafakası da
çocuklarına farzdır. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır: "Ana-babaya
ihsanda bulunmak"[22] Aişe (r.anha)'dan. Nebi (sav) şöyle
dedi: "Kişinin yediğinin en güzeli, kendinin ve çocuğunun
kazandığından yediğidir." Kime iyilik yapayım diye
soran bir adama Nebi (sav) şöyle dedi:
"Annene, sonra annene,
sonra babana, sonra da sırayla yakınlarına."
Nafaka kelimesi "ihsanen" kelimesinin kapsamına
girmektedir. Çünkü muhtaç oldukları zaman anaya babaya harcamak
ihsandandır. Yine iyilik, hayır kelimesinin içeriğine de
girmektedir. Zira muhtaç oldukları zaman onlara harcamada bulunmak
"birr"dendir, iyiliktendir. "Adamın yediğinin: en güzeli"
sözünde geçen yediğinin kelimesinden yeterli olması babından bütün
nafaka kastedilmektedir. Bu ifade, bilinen bir şeyin bir parçasının
zikredilerek tamamının kastedilmesi türünden bir ifadedir. Yani
adamın harcadığının en güzeli kazancından ve çocuğunun
kazancından harcamasıdır ifadesi ana babaya infakın vacib
olduğuna delildir. Bu nasslardan ebeveynin nafakalarını temin
etme görevinin çocuklarına ait olduğu hükmü istinbat edilmiştir.
Nafaka ise şer'an, giyecek, yiyecek ve meskenden meydana
gelmektedir.
İslâm,
evlenilmesi haram olan yakın akrabaların nafakasının teminini de
farz kıldı. Ayetle Allahu Teâla: "Anaların yiyecek ve
giyeceğini uygun bir şekilde sağlamak çocuk kendisinin olan
babaya aittir."[23] sözünden sonra: "Mirasçıya da
aynı şeyi yapmak borçtur" buyurmaktadır.
"Rasulullah
(sav) yanındaki bir Dinar'ı ne yapması gerektiği hakkında soru
soran adama kendine
harca dedi. Başka bir Dinar'ım daha var deyince: Ailene
harca dedi. Bir başka Dinar daha var deyince: Hizmetçine
harca dedi." Yine Rasulullah (sav): "Bakıma
muhtaç olan annenden, babandan, kız kardeşinden sonra da diğer
yakın akrabalarından başla"[24] Hadiste geçen "başla"
kelimesi harca anlamında kullanılmıştır. Çünkü söz, nafaka
konusunda geçmektedir.
"Behz b. Hakim
babasından onun da dedesinden: Dedi ki: Ya Rasulullah'a kime iyilik
edeyim? dedim. Dedi ki: annene.
Sonra kime? Dedi ki Annene. Sonra kime iyilik edeyim Ya
Rasulullah? dedim. Annene dedi. Sonra kime? dedim: Babana
sonra da sırası ile akrabalarına iyilik et dedi."[25]
Mikdam b. Maad Yekrib'den: Dedi ki: Nebi (sav)'ı şöyle söylerken
işittim: "Şüphesiz
ki Allah annelerinize, sonra babalarınıza sonra da sırayla
akrabalarınıza bakmayı emreder."[26]
"Küleyb b.
Menfaa dedesinden: Nebi (sav)'e geldi ve şöyle dedi: Ya Rasulullah
kime iyilik edeyim? Dedi ki Annene, babana, kızkardeşine, erkek
kardeşine, ve ardından gelen mevlan (kölen), vacip bir hak ve
gözetilmiş bir rahim."[27]
Bu
nasslardan, mahrem olan (evlenilmesi yasak olan) akrabaların
nafakasının temini akrabalarının görevi olduğu hükmü
istinbat edilmiştir. Çünkü nafakanın vucubiyeti ile ilgili
olarak varisin çocuğun babasına atfından dolayı nafakanın
vucubiyetinin delili ayette gayet açıktır. Zira ayette Allahu Teâla:
"Çocuğun kendisine ait olduğunu söyleyen babaya
aittir" ifadesine "mirasçıya da aynı şeyi
yapmak borçtur" ifadesini atfetmektedir. Hadislerde ise
"Onu ehline harca" ifadesi geçmektedir. Ehli kelimesinin
içeriğine; "Oğlum benim ailemdendi"[28] "Ailemden
bir vezir"[29] "Beni ve ailemi kurtar."[30] "Erkeğin
ailesinden bir hakem"[31] "Öldürülenin ailesine
diyet ödensin"[32] ayetlerinin delaletiyle evlenilmesi haram
olan yakınlar girmektedir. Bu durumda anlam şöyle olur: Ehline
yani akrabalarına, yakınlarına harca. Hadisin sonunda Allah'ın
Rasulü şöyle dedi:
"Sonra sana
yakınlık sırasına göre hareket et."
Bu ifade son iki hadiste geçen "sonra sırayla
yakınlarına" ifadeleri gibidir ki bundan akrabalar
kastedilmektedir. Dedi ki "Kime iyilik yapayım" nafaka
iyilik kelimesinin içeriğine dahildir. Aynı zamanda hadiste geçen
"vasiyet eder", "bakımı sağlanacak kimse" ve
"gözetilmiş bir rahim" ifadelerinin kapsamına da
girmektedir. Hadiste "sırayla yakınların" ifadesi geçmektedir.
Muteber olan yakınlık mahrem olan kimselerin yakınlığıdır. Bu
durumda yukarıda zikredilen nasslar, mahrem olan akrabaların
nafakasını karşılamanın şer'an farz olduğunun delilidir.
Nafaka ise
şer'an, yiyecek, giyecek ve meskenden meydana gelmektedir. Bu
nafakayı karşılamak mecburiyetinde olan kimseden devlet zorla
alır. Ve bunlar diğer borçlardan önce gelir. Bir adamın bir
başkasına borçlu olduğuna hükmedilse ve nafaka borcu da
bulunsa, nafakanın tahsili borcun tahsilinden önce gelir.
Öncelikle nafaka borcu tahsil edilir. Nafaka borcundan sonra adamın
parası kalırsa kalan paradan borç tahsil edilir. Hiç parası
yoksa borcu tecil edilir. Allahu Teâla darda olan kimsenin
gözetilmesini emretmiştir: "Borçlu darda ise eli genişleyinceye
kadar ona süre ver."[33] Ancak Allahu Teâla, nafakanın
ödenmesini emretmiş, farz olduğu sürece diğer hususları
dikkate almamıştır. Nafakanın ödenmesinde sıkıntıda olma
gerekçesi kabul edilmez. Borç hükmünde ise sıkıntıda olma
gerekçesi kabul edilir. Karısının nafakasını ödemek
mecburiyetinde olan bir kimsenin karısının adama borcu varsa ve
adam kadının nafakasını borcu ile kapatmak isterse, eğer
kadının durumu iyi ise yani zengin ise ve de nafaka borcunun
alacak ile karşılanmasına kadın razı olursa, nafaka borcu
alacak ile kapatılabilir. Çünkü kimin üzerinde borç varsa
borcunu mallarından dilediği ile ödeme hakkı vardır. Zira
alacak kişinin malından bir parçadır. Ancak kadının maddi
durumu iyi değilse, güç durumda ise nafaka borcu alacak ile kapatılamaz.
Çünkü borcun ödenmesi ancak ihtiyacından fazla olan maldan
olması gerekir. Bu ise fazla olan para değildir. Çünkü Allahu
Teâla'nın: "Eli genişleyinceye kadar ona süre
verin."[34] ayetine göre, Allahu Teâla darda kalana süre tanınmasını
emretmektedir. Dolayısıyla borcundan dolayı onun beklenmesi vacib
olmaktadır.
Ancak
nafakasını ödemek mecburiyetinde olduğu kimse karısının
dışında oğlu, babası, kardeşi veya her-hangi bir mirasçı ise
ve üzerinde de nafaka borcu olan kimselerden alacağı varsa ve de
alacağı ile nafaka borcunu kapatmak isterse bu işleme izin
verilmez. Çünkü fakir olmalarının dışında karısının
dışındaki kimselerin nafakalarını karşılaması vacib
değildir. Bu durumda; "Borçlu darda ise eli genişleyinceye
kadar ona süre ver."[35] ayeti gereğince borcunu hemen
ödemesi gerekmez. Nafakasını temin etmeye mecbur tutulur ve
nafakasını karşılaması gereken kimselerden alacağına
karşılık borcunu ödemesi bekletilir. Bütün bunlar, nafakaları
yani temel ihtiyaçları garantileme hususunda şeriatın ne kadar
kararlı olduğunu göstermektedir.
Kadının, ana
babanın çocukların ve mahrem olan her yakının nafakasının
garantilenmesi ile, mahrem yakını bulunmayan veya nafakalarını
temin etmekten aciz kalan kimselerin dışında bütün vatandaşların
temel ihtiyaçlarının tamamı doyurulmuş olur. Şeriat her iki
durumda bulunanları da kuşatmış ve onlar için de belirli
hükümler koymuştur.
Nafakayı
karşılamak mecburiyetinde bulunan kimsenin bulunmaması veya
bulunup da harcama gücünden yoksun olması durumunda şeriat
nafakayı karşılama görevini Beytü'l Mal'a yani devlete vermiştir.
Ebu Hüreyre'den: Dedi ki: Rasulullah (sav) şöyle dedi: "Kim geride kimsesiz birisini bırakırsa ona bakmak bize
aittir. Kim de geride mal bırakırsa varisine verilsin."[36]
Çocuğu ve babası olmayan herkes güçsüz, zayıf kimsedir. Yine
Ebu Hüreyre'den Nebi (sav) şöyle dedi: "Herhangi bir
mümin ölürde geride mal bırakırsa mirasçıları o mala varis
olurlar. Kim de geride borç ya da bakıma muhtaç aile bırakırsa
bana gelsin. Onun mevlası (ihtiyaçların karşılayacak olan)
benim"[37] Hadiste geçen ed-day'a kelimesi için Kamus
El-Muhit'te şu ifade yer almaktadır: "aile anlamına da
gelmektedir." El-Hitabi bu hadisin şerhinde ed-day'a kelimesi
hakkında şunları söyler. ed-day'a "kelimesi bir ölüye
halef olan kimseye ait bir sıfattır. Yani bir şeyi olmayan
kimseler demektir." Dolayısıyla bu hadis nafakanın devletin
görevi olduğunun delilidir.
Bu türden
nafakalar, devletin harcama yapmak zorunda olduğu diğer harcamalar
gibi değildir. Bunların diğer bütün harcamalardan önceliği
vardır. Beytü'l Mal'da para bulunsun ya da bulunmasın devletin bu
nafakayı karşılama mecburiyeti vardır. Beytü'l Mal'da para
yoksa devletin müslümanlar üzerine vergi koyması ve diğer
vergiler gibi devlet gücü ile onu tahsil etmesi ve bu tahsilattan
bu nafakaları karşılaması gerekir. Çünkü nafakaların
karşılanması devletin görevi olduğu gibi aynı zamanda müslümanların
da görevidir. Ancak Beytü'l Mal'ın bu konudaki sorumluluğu
yukarıdaki iki hadiste açıkça bellidir. Müslümanların
üzerine vacib oluşunun delili ise Rasulullah (sav)'in şu
hadisidir: "İçlerinde aç bir kimse olduğu halde
sabahlayan bir kavim Allah'ın zimmetinden uzak olur."[38]
Bu hadis talep içermektedir. Talebin kınama ile bir arada
zikredilmesi kesin talebe delalet eder ki bu da müslümanlar
üzerine farz olduğuna delildir. Bu nedenle devletin, Beytü'l
Mal'da para bulunmadığı zaman nafakası karşılanması gereken
kimselerin ihtiyacının karşılanması için vergi koyması ve bu
vergilerle gerekli harcamaları karşılaması gerekir. Vergi koyup
bu vergilerin tahsili süresince zarar olmasından korkulursa
devletin borç alması ve aldığı bu borçları zarara
uğramalarından korkulan kimselere harcaması gerekir. Çünkü
zararın giderilmesi farzdır. İbni Abbas'ın şöyle dediği
rivayet edilir. Rasulullah (sav) şöyle dedi: "Zarar
vermek de yoktur zarar uğratılmak da yoktur."[39] Yine
Rasulullah (sav): "Kim zarar verirse Allah
da ona zarar verir. Kim zorluk çıkarırsa Allah da ona zorluk çıkarır."[40]
Nafakalarının karşılanması zorunlu olan kimselerin
uğrayacakları zararın giderilmesi, onlara yapılacak ödemede
acele etmek demektir. Bu durum, devlet tarafından nafaka
harcamalarının garantilenmesinde şeriatın ne kadar hırslı
olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla şeriat bunun için her
türlü tedbiri almıştır.
Burada şöyle
bir itiraz ileri sürülemez: Şeriat, akrabaların nafakayı
karşılama gücünden yoksun oldukları zaman ancak devletin
nafakayı karşılamasını Farz kılmaktadır. Nafakayı ödemekle
öncelikle akrabalar zorunlu kılınmıştır. Bu durum ise,
ellerinde olan malın kendileri ile akrabaları arasında
paylaşımından dolayı akrabaları fakirleştirir ve hepsinin
yaşam seviyesinin düşmesine yol açar.
Böyle bir
itiraz ileri sürülemez. Çünkü şeriat, temel ihtiyaçlarından
ve lüks ihtiyaçlarından fazla miktarda mala sahip oldukları
zaman akrabaları nafakayı ödemekle mecbur tutmuştur. Yanından lüks
ihtiyaçlarından fazla mal bulunmayan kimsenin üzerinde nafaka
borcu yoktur. Zira şeriat nafakayı, ödeyecek güce sahip olanlara
farz kılmıştır. Şeriata göre nafakayı karşılayabilecek güce
sahip olmak demek, içerisinde yaşadığı toplumda kendisi gibi
olan kimselerin sahip oldukları yiyecek, giyecek, mesken, evlilik,
hizmetçi ve ihtiyacını karşılamada kullanacağı binek gibi
bilenen şeylerden daha fazla miktarda mala sahip olması demektir.
Buhari Said b. el Müseyyeb'in Ebu Hureyre'den onun da Nebi
(sav)'den işittiği şu hadisi rivayet eder: "Sadakanın
en hayırlısı zenginlikten verilendir."[41]
Hakim b.
Hizam (ra) Rasulullah (sav)'den şunu rivayet etti: "Üstte
olan el altta olan elden üstündür. Vermeye ailenden başla.
Sadakanın en hayırlısı zenginlikten verilendir."[42]
Hadiste geçen sadaka kelimesi nafaka kelimesi ile aynı anlama
gelmektedir. Zira buradaki sadaka, ancak nafaka için harcanan parayı
ifade etmektedir. Zenginlik, kişinin yaşadığı toplumdaki
yaşantıya uygun bir şekilde lüks ve temel ihtiyaçlarının
tamamını karşılayabileceği yeterlilikten fazla miktarda mala
sahip olmaktır. Allahu Teâla: "Varlıklı olan nafakayı
varlığına göre versin"[43] buyurmaktadır. Rasulullah (sav)
ise bir hadisde şöyle buyurmaktadır: "Sizden biriniz
fakir olduğu zaman harcamaya kendinden başlasın. Eğer fazla
malı varsa ailesine, daha fazla varsa akrabalarına
harcasın."[44] Nafaka ancak fazla olandan verilir.
Dolayısıyla nafaka borcu ihtiyacından fazla miktarda mala sahip
olan kimseye farzdır. Diğer bir ifade ile lüks ihtiyaçlarını
doyurabilecekleri miktarda maldan daha fazlasına sahip olup bu
fazlalıktan yapacağı harcama onun yaşam seviyesine etki
etmiyorsa, onun ekonomik gücünü zayıflatmıyorsa o zaman nafaka
vacib olur. Lüks ihtiyaçlarından daha fazla mala sahip değilse
nafaka borcunu karşılamak yakınlarına değil devlete vacib olur.
Dolayısıyla lüks ihtiyaçlardan daha fazla olan maldan yapılan
harcamalar nedeniyle akrabaların yaşam seviyelerinin düşeceği,
fakirleşeceği şeklinde bir durum söz konusu olamaz.
Buradan da anlaşılmaktadır
ki İslâm, fert fert bütün vatandaşların temel ihtiyaçlarının
tamamını yukarıda ortaya konulan çözümlerle garanti altına
almıştır. Bu garanti esasına göre nafaka, her insanın yiyecek,
giyecek ve meskenden oluşan temel ihtiyaçlarını kapsamaktadır.
İslâm'ın bu temel ihtiyaçları tam bir şekilde doyurmayı
garantilediği nafaka ile ilgili delillerde açıkça
görülmektedir. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır. "Anaların
yiyecek ve giyeceğini uygun bir şekilde karşılamak çocuk
kendisinin olan babaya bir borçtur"[45] Ayette geçen
bi'lmarufi kelimesi, o toplumda kendisi gibi olan insanların
yiyeceği, giyeceği ve oturdukları meskene sahip olmak anlamına
gelmektedir. Bu nedenle Rasulullah (sav) Hind'e şöyle dedi: "Sana
ve çocuklarına yetecek kadar olanı maruf (bilinen) ölçüsünde
al"[46] Bu hadise göre Rasulullah (sav) sadece kendisine
ve çocuklarına yetecek kadar miktarda değil yaşadığı
toplumdaki yaşam seviyesini sağlayacak miktarda almasını ona
emretmiştir. Yine Rasulullah (sav) şöyle buyurmaktadır. "Maruf
ölçüsüne (bilinene) göre kadınların yiyeceklerini ve
giyeceklerini karşılamak sizin görevinizdir"[47]
Şer'i nasslar rızkı (yiyeceği) ve giyeceği insanlar arasındaki
yaşantıya uygun bir halde olması şartıyla sınırlandırmış,
belirlemiştir. Bu delillerden, yapılması istenen şeyin temel
ihtiyaçların tam bir şekilde doyurulması olduğu açık net bir
şekilde anlaşılmaktadır. Zira şeriat fert fert bütün vatandaşların
yiyecek, giyecek ve mesken ihtiyaçlarının karşılanmasını farz
kılmıştır. Fakat sadece bunların yetecek kadar karşılanmış
olmasıyla yetinmeyip, Rasulullah (sav) Hind'e sana "yetecek
kadar" ifadesini kullanmıştır. Hatta bu kadarla da
yetinmeyip yeterliliğin sınırını yaşadığı toplumdaki yaşam
seviyesine eş derecede belirlemiştir. Yani Rasül sana yetecek
kadar deyip susmadı. Bilakis yeterliliğin durumunu "sana
ve çocuğuna bilinene göre yetecek kadar al"
sözüyle açıklığa kavuşturmuştur. Sana ve çocuklarına
yaşadığın toplumda senin ve çocukların gibi olanların yaşam
seviyelerini sağlayacak kadar al demektedir. Allahu Teâla,
Bakara-233'de bi'lmarufi "uygun bir şekilde"
ifadesini kullanmakta Rasül (sav) de hadiste "Sana ve
çocuğuna bilinene göre yetecek kadar al" ifadesini
kullanmaktadır. Farz olan nafakanın, temel ihtiyaçları doyuracak
miktarda olması ve bu doyumun da nafakası temin edilmek istenen
kişinin yaşadığı toplumdaki yaşam seviyesine göre olması
gerektiği bunlara açık delildir. Bu açıklık, yetim malının
idaresini üstlenen kişinin yetim malından alacağı nafaka ile
ilgili nassta da görülmektedir. Allahu Teâla: "Büyüyecekler
de geri alacaklar diye onları israf ederek tez elden yemeyin.
Zengin olan iffetli olmaya çalışsın. Yoksul olan da uygun bir
şekilde yesin"[48] ayetiyle Allahu Teâla, yetim malını
elinde bulunduranlara temel ihtiyaçlarını tam olarak
doyuracakları miktarda alma hakkı tanımaktadır. Yani kendisi için
harcama hakkı tanımaktadır. Bu harcamanın da içerisinde bulunduğu
toplumdaki insanların yaşam seviyesine göre olması gerektiğini
bildirmektedir.
Bütün
bunlar, şer'i nassların, yiyecek, giyecek ve meskenden oluşan
temel ihtiyaçları garantilediğine ve bunların da içerisinde yaşanılan
toplumun hayat standartları seviyesinde olması gerektiğine
delildir. Bu nedenle yemek pişirmede lazım olan kap kacak, mutfak
araç ve gereçleri, yakıt, tüpgaz, mutfak dolabı gibi toplumdaki
insanların hayat standartlarına uygun olarak bir mutfakta
bulunması gereken her türlü mutfak malzemesinin, yaşadığı
toplumdaki insanların kullandıkları her evde bulunması gereken
yatak, yorgan mobilya, kanepe, dolap, sandalye-masa, kütüphane,
koltuk, halı-kilim, perde gibi ev eşyaları, yine yaşadığı
toplumdaki insanların kullandıkları giyecekler, koku, sürme,
kalem, krem gibi süs malzemeleri, bunların saklanacakları ve
kullanılacakları dolaplar, aynalar, yiyecekler ve giyecekler, ev
işlerinde yardımcı olacak bir veya daha fazla hizmetçi ve bu
hizmetçilerin nafakasının yaşanılan toplumdaki hayat
standardına göre karşılanması -ki bu da nafakadan sayılır-
gibi hususların tamamı hayat standardı/yaşam seviyesi
kavramının içeriğine girmektedir. Buhari Ali b. Ebi Talib (ra)'den
şu hadisi rivayet eder: "Fatıma (r.anha) Nebi (sav)'e
gelerek ondan hizmetçi istedi"
Bilinene göre
yeterli nafaka, yiyecek, giyecek ve meskenden oluşan üç temel
ihtiyacın tamamlanması ile olur. Dolayısıyla nafakası temin
edilecek kişi için yaşadığı toplumdaki yaşam seviyesine göre
yetecek düzeyde bunların tamamlanması şarttır. Çünkü
"bi'lmarufi" kelimesi hem Kur'an'da hem de hadiste
tekrarlanmaktadır. Hadiste, "bi'lmarufi" kelimesi
"kifayet" kelimesine ilave olarak geçti. "Bilinene
göre sana ve çocuğuna yetecek kadar." Şeriatın, temel
ihtiyaçların eksiksiz bir şekilde karşılanmasını garanti
ettiğine bu hadis kesin bir delildir.
Bizzat fert
fert herkes açısından temel ihtiyaçların garantilenmesi ile
ilgili durum budur. Bütün vatandaşlar açısından temel ihtiyaçların
garantilenmesine gelince: Şeriat bu türden temel ihtiyaçları
garantileme görevini devlete yüklemiştir. Bunlar her ferdin
ihtiyacından farklıdır. Çünkü şeriat her ferdin ihtiyaçlarını
karşılamayı yakınlarının üzerine farz kılarak
garantilemiştir. Ödemedikleri, karşılamadıkları zaman diğer
borçlardan önce bunlar tahsil edilir. Zira nafaka borcu diğer borçlardan
daha öncelikli bir borçtur. Ardından da nafakaların
karşılanması sorumluluğunu devlete yüklemiştir. Fakirlerin
ihtiyaçlarını garantilemek için devlete, müslümanlar üzerine
vergi koyma hakkı verilmiştir. Fakat tebaanın geneli açısından
temel ihtiyaçlarını karşılaması sorumluluğunu şeriat
doğrudan doğruya devlete yüklemiştir. Rasulullah (sav) şöyle
buyurmuştur. "İmam çobandır ve idare ettiklerinden
sorumludur." Vatandaşların hepsine temel ihtiyaçlarını
karşılayabilme imkânının sağlanması sorumluluk kavramı
kapsamına girmektedir. Bu temel ihtiyaçlar şunlardan meydana
gelmektedir:
1-
Güvenlik
2-
Sağlık
3-
Eğitim
Rasulullah
(sav) şöyle buyurmaktadır. "Kim yaşadığı ortamda güvenli
bir şekilde sabahlarsa, sağlığı yerinde olursa ve de yanında günlük
yiyeceği bulunursa sanki dünyaya sahip olmuş olur."
Hadis; güvenliği, sağlığı ve nafakayı temel ihtiyaçlardan
saymaktadır. Demek ki emniyet ve sağlık tıpkı yemek gibi temel
ihtiyaçlardandır. Dolayısıyla vatandaşlar açısından bu ikisi
temel ihtiyaçtır.
Eğitimin de
temel ihtiyaçlardan oluşunun deliline gelince: Buhari Ebu Musa
yoluyla Nebi (sav)'den şu hadisi rivayet etmektedir. "Allah'ın
beni ilim ve hidayetle göndermesi, kendisi ile birçok bitkinin ve
otun yetiştiği toprağa düşen yağmur gibidir. Kuru topraklarda
su toplandı ve Allah o su ile insanları faydalandırdı. İnsanlar
ondan içtiler, suladılar ve ektiler. Diğer bir kısım toprak ise
ne suyu tuttu ne de orada bitki yetişti. Yağan yağmuru tutan ve
üzerinde bitkiler büyüyen, insanların o sudan faydalanmasına
imkân tanıyan toprak, Allah'ın dinini anlayan, ondan faydalanan
ve Allah'ın beni kendisi ile gönderdiği ilmi öğrenen ve öğreten
gibidir. Diğeri de kendisi ile gönderildiğim Allah'ın hidayetini
kabul etmeyen kimse gibidir."[49] Bu hadiste
Rasül (sav), hidayeti ve ilmi kabul edenler ve reddeden insanları
bereketli yağmurları tutan ve onunla insanları faydalandıran
veya tutmayıp da faydalandırmayan toprağa benzetti. Bereketli
yağmurlar insanlar için temel ihtiyaçlardandır. Hidayet ve ilim
de böyledir. Dolayısıyla hadis ilmin de temel ihtiyaçlardan olduğuna
delalet etmektedir. Bunu Rasulullah (sav)'in şu hadisleri de
desteklemektedir.
"İlmin
kalkması ve cahilliğin yayılması kıyamet
alametlerindendir."[ 50]
"İlmin
azalması cahilliğin açığa çıkması kıyamet
alametlerindendir."[51]
Hadis ilmin kaybolmasının bu dünyanın ömrünün sona erdiğinin
alametlerinden olduğuna işaret etmektedir. Böylece burada ilmin
zaruri olanlardan olduğuna delalet vardır. Her ne kadar İslâmi
ilimler, dinin öğrenilmesi için zaruretlerden birisini oluştursa
da bu özellik insanlar için zaruri olan diğer bütün ilimlere de
kıyaslanır. Buna göre şeriatın emniyeti, eğitimi ve
sağlığı temel ihtiyaçlardan saydığı açığa çıkmaktadır.
Bu ihtiyaçların devlet tarafından yerine getirilmesinin
farziyetine gelince: Bu konu ile ilgili olarak gelen delillerde bu
husus açıkça görülmektedir.
Dış güvenlik
açısından emniyet, ülkenin dışa karşı savunulması demektir.
Bu husus cihad ayetlerinden ve Rasulullah (sav)'ın yaptığı
gazvelerle fiili olarak meşhurdur ve bilinmektedir. İç güvenlik
açısından ise insanların haklarına saldırıda bulunanlara
karşı konulan ceza hükümleri ve Rasulullah (sav)'ın fiili ile
bilinmektedir. Ayrıca Rasulullah (sav) şöyle buyurmaktadır:
"Dikkat ediniz kanlarınız ve mallarınız haramdır"[52]
ve
diğer hadisler.
Eğitim açısından
ise; öğretici kimselerin rızklarının, onlara ücret olarak
Beytü'l Mal'dan belirli bir miktarda verilmesi gerektiği hususunda
sahabe icma etmiştir. İbni Ebu Şeybe yoluyla Sadaka
Ed-Dımeşki'den El-Vadiyyetü b. Ata'dan. Dedi ki: "Medine'de
çocuklarını okutan üç tane hoca vardı. Ömer bunlardan her
birine her ay 15 Dinar/dirhem veriyordu."
Bundan önce ise
Rasulullah (sav)'in, Bedir esirlerinin esirlik fidyeleri olarak on
müslüman çocuğu okutmaları karşılığında serbest
bırakması, eğitimin devletin görevi olduğuna delalet
etmektedir.
Sağlık açısından
ise Rasulullah (sav) tedavi olmayı emretmekte ve şöyle
demektedir. "Allah'ın kulları tedavi olunuz. Şüphesiz
ki Allah, şifasını ve ilacını yaratmadığı bir hastalık
vermemiştir."[53] Tedavi mübahlardandır.
Aynı zamanda tebaa ile ilgili işlerden bir iştir. Vücut sağlığı
tebaa ile ilgili işlerin en önemlilerindendir. Tebaanın işlerini
gözetmek ise; "İmam çobandır ve idare ettiklerinden
sorumludur." hadisinin nassı ile devletin görevlerindendir.
İnsanların tamamına, sağlık hizmetlerinin sağlanmaması zarara
yol açar. Zararı gidermek ise devletin görevidir. Aleyhisselam şöyle
dedi: "Zarara uğramak da yoktur zarar da yoktur."
Bu açıdan da sağlık hizmetlerini temin etmek devletin üzerine
vacibdir. Sağlık, devletin gözetmesi gereken işlerden biri
olmasından dolayı da vacibdir. Zira sağlık hizmetlerinin
yokluğu insanların zarara uğramasına neden olur. Bu iki açıdan
da devletin üzerine farzdır. Üstelik Rasulullah (sav)'e bir hekim
hediye edilmişti ve onu müslümanların tedavileri için
görevlendirmişti. Kendisine hediye olarak gelen bir hediyeyi
yalnızca kendi kullanımı için almaması, onu müslümanların
hizmetine sunması bu hediyenin kendisi için değil bütün
müslümanlara ait olduğuna delildir.
İşte bu üç iş:
Güvenlik, sağlık ve eğitim, bütün insanlara devletin temin
etmesi gereken temel ihtiyaçlarındandır. Bunların sağlanması
zengin fakir ayırımı gözetilmeksizin doğrudan doğruya devletin
sorumluluğu altındadır. Çünkü bunlar insanların temel ihtiyaçlarındandır.
Zira ders veren hocalara ödenen paranın yalnızca fakir kimselerin
çocuklarının okutulması için olduğuna dair hiçbir rivayet
yoktur. Ödenen para onlara yalnızca eğitim için ödeniyordu. Bu
ödeme zengin fakir herkesi kapsamaktadır.
Aynı şekilde güvenliğin
sağlanmasında da zengin, fakir, zayıf, güçlü ayırımı gözetilmez.
Güvenlik hizmetleri aynen sağlık hizmetleri gibidir. Ancak bütün
insanlar için bunları sağlamak devlete ait bir görev olması
demek, her-hangi bir kimsenin kendisi için bu türden bir hizmeti
sağlamasının engelleneceği anlamına da gelmez. Öğretmenin,
doktorun ve koruma görevlisinin ücret alması caiz olduğu gibi
bir kişinin kendisi veya evi için özel bir koruma görevlisi
tutması, veya çocukları için öğretmen tutması ücretini
ödeyerek özel bir doktora muayene olması da caizdir. Öğretmenin
ücret almasının caiz olduğunun delili şudur: Nebi (sav)'ın şöyle
dediği rivayet edilir: "Alınan ücretlerin en hayırlısı
Allah'ın kitabını öğretmekten dolayı alınan ücrettir."[5 4]
Bu hadis aynı zamanda kendisi için öğretmen tutmasının caiz
oluşuna da delildir. Ücretle doktor tutmaya gelince: Enes (ra)'
den; "Rasulullah (sav) bir çocuğu çağırdı ve kan
aldırdı. Ardından da ona bir veya iki sa' buğday verilmesini
emretti."[55] O dönemde kan aldırmak tedaviden sayılıyordu.
Bu olay kişinin kendisi için doktor tutmasının caizliğine
delalet etmektedir.
Fert fert bütün
tebaanın temel ihtiyaçlarının tamamını tam olarak karşılamak
ve bütün insanlar için lazım olan temel ihtiyaçların
karşılanması ile ilgili garanti olayının açıklaması
bunlardır. Böylece İslâm'daki ekonomi politikasının öngördüğü
hedefler bu hükümlerle gerçekleşmektedir. Çalışabilecek
durumda olanlara iş bulma, fakirlerin, gerçekten ve hükmen aciz
olanların nafakalarının karşılanmasının garantilenmesi ile
fert fert herkesin temel ihtiyaçlarını doyurmayı garantilemekle
gerçekleşir. Ve böylece de İslâm'daki iktisat politikası gerçekleştirilmiş
olur.
-
Bakara:
233
-
Nisa:
5
-
Hacc:
28
-
Bakara:
184
-
Talak:
6
-
Tevbe:
24
-
Müslim,
Hac, 2137; Ebu Davud, Menâsık, 1628; İbni Mace, Menâsık,
3065
Tirmizi,
Tefsiri’l-Kur’an, 3012; İbni Mace, Nikâh, 1841
Tirmizi,
Zühd, 2268
Mülk:
15
Tirmizi,
Zekâh, 616
Buhari,
Zekâh, 1378
Talak:
6
Talak:
7
Ahzab:
50
Müslim,
Hac, 2137; Ebu Davud, Menâsık, 1628; İbni Mace, Menâsık,
3065
Talak:
6
Bakara:
233
Bakara:
233
Buhari,
Nafakât, 4945; İbni Mace, Ticârâh, 2284; Ahmed b. Hanbel,
Ensâr, 23098
Buhari,
Nafakât, 4936; Ahmed b. Hanbel, Mükessirîn, 7120
İsra:
23
Bakara:
233
Nesei,
Zekâh, 2485
Ahmed
b. Hanbel, Basriyyîn, 19175
Ahmed
b. Hanbel, Şamiyyîn, 16557
Ebu
Davud, Edeb, 4474
Hud:
45
TaHa:
29
Şuara:
169
Nisa:
35
Nisa:
92
Bakara:
280
Bakara:
280
Bakara:
280
Buhari,
Ferâid, 6266; Ebu Davud, Harâc, 2566; İbni Mace, Ferâid, 2728
Buhari,
İstikrâd, 2224
Ahmed
b. Hanbel, Mükessirîn min es-Sahâbeh, 4648
İbni
Mace, Ahkâm, 2331; Ahmed b. Hanbel, Hâşim, 2719; Malik, Akadiyyeh,
1234
Tirmizi,
Salah, 1863; Ebu Davud, Akadiyyeh, 3151
Nesei,
Zekâh, 2487; Ebu Davud, Zekâh, 1425; Ahmed b. Hanbel,
Mükessirîn, 7414
Buhari,
Zekâh, 1338
Talak:
7
Nesei,
Buyu’, 4574; Ahmed b. Hanbel, Mükessirîn, 13755
Bakara:
233
Buhari,
Nafakât, 4945; Ebu
Davud, Buyu’, 3065; İbni Mace, Ticarât, 2248; Ahmed b.
Hanbel, Ensâr, 22988; Daremi, Nikâh, 2159
Müslim,
Hac, 2137; Ebu Davud, Menâsık, 1628; İbni Mace, Menâsık,
3065
Nisa:
6
Buhari,
İlm, 77
Buhari,
İlm, 78; Müslim, İlm, 4824; Tirmizi, Fitni, 2131; İbni Mace,
Fitne, 4035; Ahmed b. Hanbel, Mükessirîn, 12069
Buhari,
İlm, 79
Ahmed
b. Hanbel, Mekkiyyîn, 15405
Tirmizi,
Tıb, 1961
Buhari,
Tıb, 5296
Buhari,
İcârah, 2120
|