İDEAL EKONOMİ POLİTİKASI


 

TEMEL İHTİYAÇLARIN

GARANTİ EDİLMESİ

 

İslâm'da temel ihtiyaçların garanti edilmesi konusu Kapitalist sistemin yamalarındaki garantilerden yani "Sosyal Sigortalar" ve "Sosyal Adalet" denilen şeylerden tamamen farklıdır. Günümüzdeki İslâm memleketlerinde Sosyalistlerin çağırıp durdukları "Devlet Sosyalizm"inden ve Sosyalizmdeki garantilerden de tamamen farklıdır. "Gerçek Sosyalizm"den ve ondan bir parça olan "Marksist Sosyalizm"den de tamamen farklıdır. İslâm'da temel ihtiyaçların garanti edilmesi iktisat politikasının temel hedefidir. Her ferde lüks ihtiyaçlarını temin edebilme imkânının sağlanması, İslâm ekonomi politikasının ikinci konusunu oluşturur. Zira İslâm'daki ekonomi politikasının hedefi, fert fert bütün tebaanın temel ihtiyaçlarını tam olarak doyurmayı garantilemek ve yapabileceği en üst seviyede lüks ihtiyaçlarını temin edebilme imkânını da sağlamaktır. Temel ihtiyaçların garantilenmesi iktisat politikasının temelidir. Kapitalist sistemdeki ekonomi politikasının temeli ise temel ihtiyaçları garantilemek değil "Milli Geliri" artırmaktır. Kapitalist sistemin tatbiğinden dolayı zulüm ve fesat ortaya çıktından sonra, bu sistemdeki fesatı örtbas edebilmek için hayatta var olan zulümü biraz hafifletmeye yönelik olarak işçiler, memurlar ve yoksul fakirler için birtakım hükümler konulmuştur. Sigorta, sistemin esasından değildir. Sistemin açıklarını yamayabilmek için sisteme sokulmuş zoraki hükümlerdir.

Devlet Sosyalizmindeki garantiler ise, Kapitalist sistemdeki mülkiyet, işçi ücretleri sermayedarların kârlarından kaynaklanan fesatın ortaya çıkardığı halleri çözmek için konulmuştur. Bunlar da Sosyalizmin aslından değil zorlama ile konulmuş hükümlerdir. Bunlar devlet Sosyalizminin uygulanmasına imkân sağlamak için vardır.

Gerçek Sosyalizm ve bundan bir parça olan Marksist Sosyalizmde ise, Devlet Sosyalizminin tersine olarak her ferdin temel ihtiyaçlarının garantilenmesi diye bir husus yoktur. Gerçek Sosyalizm ancak mülkiyet eşitliğini sağlamak için yapılan çabalardan öteye gitmez. Bu eşitlikle temel ihtiyaçların garantilenmesi veya garantilenmemesi önemli değildir. Veya bir başka ifade ile gerçek Sosyalizm, her ferdin temel ihtiyaçlarının garanti edilmesi değil üretim mülkiyetinden insanların mahrum edilmesi demektir.

 


KAPİTALİZMDEKİ

SOSYAL SİGORTALAR

 

Kişinin, İslâm'ın temel ihtiyaçları garantilemesi ile buna ulaşmaya çalışan diğer ideolojiler arasındaki korkunç farkı kavrayabilmesi için her ideolojide bu konu ile ilgili hükümlere dönmesi gerekir. Kapitalizm, "Sosyal Garanti" ve "Sosyal Adalet" denilen şeyi icat etmeye çalışırken "Sosyal Sigorta" düşüncesini keşfetti. Bu sigortalar, devletin yönetimi altında bulunan vatandaşlardan iki sınıfa önem vermektedir. Bunlar şunlardır:

1. Devlet dairelerinde ve KİT'lerde çalışan memurlar ve hizmetliler, fabrikalarda ve atölyelerde çalışan sürekli işçiler, makinelerle çalışan tarım işçileri. Bunların bir kısmı sigorta kapsamına dahil edilirken tarım işçilerinin çoğu, geçici işçiler, kamyon şoförleri sigorta kapsamına alınmazlar. Bazıları, makine ile çalışanların dışındaki tarım işçilerini sigorta kapsamına almazlar. Bu saydıklarımızdan da anlaşılmaktadır ki "sosyal sigorta" kapsamına başkalarının yanında ücretle çalışanlar girmektedir.

2. Yoksul fakirler

Yalnızca bu iki sınıf "Sosyal Sigorta" kapsamına girmektedir ve devlet onlara yardım etmeye önem verir. Bunların dışında kalan vatandaşlar bu öneme hak kazanamazlar. Sosyal Sigorta kapsamına giren bu işçilere devletin önem verme keyfiyeti, devletin onlara emekli maaşı ve tazminatlar vermesi şeklindedir. İş esnasında işçi kolundan ayağından veya bir başka yerinden sakatlanırsa/yaralanırsa ve bu durum onu çalışmadan tamamen veya kısmi olarak alıkoyarsa iyileşinceye kadar bedava tedavi edilir ve zararından dolayı ona tazminat ödenir. Eğer sakatlığı onu işten tamamen alıkoyacak bir boyutta ise devlet ona günlük ücret seviyesinden daha düşük bir düzeyde bir yardım verir. Bu oran iyileşinceye kadar geçen sürede günlük ücretinin %80'ine ancak ulaşır. Sakatlığı sürekli ise, daha önce aldığı aylık maaşına ulaşamayan bir seviyede kendisine maaş ödenir. Bazen bu oran aylık maaşının %60-70'ine kadar düşmektedir. Sakat kalan kişi bu ücreti emeklilik yaşına kadar 60,65 veya 55 yaşına kadar yani bu konuda kanunda belirtilen yaşa kadar eksik olarak maaşını alır. Bu durum, kişinin sakat kalması durumundaki bir uygulamayı içermektedir. Eğer hasta olursa bedava tedavi edilir ve hastalığı esnasında ücreti ödenir. Aynı şekilde işçiye haftada bir gün dinlenme hakkı, bayram ve senelik izin hakkı tanınır ve bu tatil günlerinin ücretini de alır. Çalışmaya devam ederken kişi ölürse, fabrikada, kurumda ve dairede çalıştığı yıllar göz önünde bulundurularak ailesine belli bir miktar tazminat ödenir.

Tazminatlar açısından durum budur. Emeklilik maaşına gelince: Doğrudan doğruya yani sürekli olarak çalışırken emeklilik yaşına 60-65 veya 55 yaşına veya kanunen belirlenmiş emeklilik yaşına ulaşınca emeklilik maaşı almaya hak kazanır. Çalışıp emeklilik yaşına ulaşan herkese çalıştığı seneler oranında emeklilik ikramiyesi veya emeklilik maaşı ödenir. Aynı şekilde çalıştığı yıllarla orantılı olarak işçiye ödenen aylık maaş en iyi durumda çalışması durumunda aldığı maaşın yarısını geçmez. Ve bu maaşı ölünceye kadar almaya devam eder. Emeklilikten önce işten çıkarılırsa hizmet süresi ile orantılı olarak belirli bir ikramiye, tazminat ödenir. Amerika Birleşik Devletlerinde olduğu gibi bazı ülkelerde işlerin tatil edilmesi devlette ve fabrikada krize neden olmaktadır. İşlerin durdurulması nedeniyle işten çıkartılan işçilere günlük ücretlerinden daha düşük bir düzeyde yardım yapılır. İşçilerin devlete ve fabrikalara getireceği zarara göre işleri tatil ettirilen işçilere yapılan yardımlar azaltılıp çoğaltılabilmektedir.

Memurlar ve işçiler açısından Sosyal Sigortaların genel durumu budur. Ancak bu sigortaları devlet değil onları çalıştıranlar öderler. Devlet çalıştırıyorsa ödemeyi devlet yapar, Kamu iktisadi Teşebbüsleri çalıştırıyorsa KİT'ler öderler. şirketler, fabrikalar veya bunların dışındaki özel kurumlar çalıştırıyorlarsa ödemeleri de bunlar yaparlar. Devlet ödeme yapmaz. Devletin onlara verdiği önem, bu sigortaları garantileyecek kanunlar koymakla sınırlıdır. Ancak çeşitli kurumlarda çalışanlar için yapılan sigorta ödemelerini onları çalıştıran şahıslar yapar. Yani onları çalıştıran iş adamları bu ödemeleri yaparlar. Devlet ise kendi memurları ve işçileri dışındaki kişilere ödeme yapmaz. Ancak ödenen bu paralar nerelerden temin edilir? Devlet işçilerin ücretinden her ay %5 veya %10 oranında kanunen belirtilmiş bir miktar kesinti yaparak bu parayı belli bir fonda biriktirir ve faizle bunları çoğaltır ardında da bu paralarla işçilerin tazminatlarını, ikramiyelerini ve emekli maaşlarını öder. Memurların emekli ikramiyeleri/maaşları ise hazine tarafından ödenir.

Geriye kalan diğer kurumlarda çalışan işçilere gelince; Devlet bunların ücretlerinden de kanunen belirlenen % 3, % 5 veya %10 gibi belli bir oranda kesinti yaparak bunlar karşılığında ödeme yapar. Devlet bu şekilde toplanan paraları faizle işletir ve işçiler için bağışlar ve yardımlar toplar ve bazen devlet toplanan bu paralara katılımda bulunur. Toplanan bu paralardan sosyal sigorta kapsamına giren ödemeler yapılır. Devlet insanların yaptıkları bağışlardan ve işçilerin ücretlerinden yapılan kesintilerle onlara ödeme yapar. İşveren ise ancak işçinin ücretinden yapılan kesinti kadar ödemede bulunur. Ardından da toplanan bu paralar faizle çoğaltılır. Sosyal sigortaların kaynakları, işçilerin ücretlerinin bir kısmı ile yaptıkları katkılar, işverenin işçiden yapılan kesintiye eş miktarda katılımda bulunması bu paraların faizle çoğaltılması, insanların yaptıkları bağışlardan ve bazen da devletin çok cüzi bir miktarda bu fona yapacağı katkılardan meydana gelmektedir.

İşçiler açısından durum budur. Yoksul durumdaki fakirlere gelince: Onlara, yaşayabilecekleri kadar para verilmesi, yiyecek, gıda veya oturabilecekleri bir ev sağlanması şeklinde yardımda bulunulmamaktadır. Bu tür şeyler kapitalist sistemde yoktur. Devletin fakirlere sağladığı sigorta, onlar için sağlık hizmetlerinin ve eğitimin bedava olarak sağlanması ile sınırlıdır. Fakirleri bedava tedavi edecek hastaneler ve okumaları için okullar açar. Bunların yanında fakir çocuklarına ve çocuklarının hatırına fakir annelere, güçsüzlere ve fakir sakatlara yardımda bulunur. Çocuklara, fakir annelere, güçsüzlere ve sakatlara yapılan bu yardımlar sadaka kabilinden onlara birazcık yiyecek ve giyecek verilmesi ile sınırlıdır. Ancak bunlar hiçbir zaman yukarıda sayılan kimselerin ihtiyaçlarını karşılayacak bir düzeye ulaşmaz. Tersine birazcık yemek veya süt vermekle ve kış günlerinde birazcık giyecek vermek şeklindedir.

Kapitalist sistemdeki sosyal sigortaların özeti budur. Devlet Sosyalizmindeki durum da aynen kapitalist sistemde olduğu gibidir. Çünkü devlet sosyalizmi, kapitalist sistemin sosyalist kelimesi ile örtbas edilmeye çalışılmasından ibarettir. Zira devlet Sosyalizmi de aynen bu sigortaları uygular. Ancak devlet Sosyalizmi fazladan olarak işçilere sermayeden belli bir pay verir işçilere ödenecek ücretin alt sınırını belirler. Faizlere ve kiralara üst sınır koyar. Mülkiyeti kayıt altına alarak bazı kamu çıkarlarını devletleştirir. Kapitalist sisteme bazı hükümlerle ilavelerde bulunmakla ve kapitalizmi örtbas etmesi ile beraber temel ihtiyaçları garantilemede aynen kapitalist metodu takip eder.

 


SOSYALİZMİN

TEMEL İHTİYAÇLARI

GARANTİLEMESİ

 

Gerçek Sosyalizme gelince: Gerçek Sosyalizm temel ihtiyaçların garantilenmesi anlamına gelmemektedir. Mülkiyette eşitlik demek, üretilen her şeyde mülkiyetin yasaklanarak mülkiyetin yalnızca tüketilen şeylerle sınırlandırılması demektir. Gerçek Sosyalizm özel bir şekilde işçilere önem vermektedir. Sosyalizmin temel ihtiyaçların garantilenmesine önem vermemesi Sosyalizmin uygulandığı ülkelerdeki bütün halkta yaşam seviyesinin düşmesine ve halkın çoğunluğunun zulüm içerisinde bulunmasına, ihtiyaçlarını cüzi bir şekilde doyurabilmelerine neden olmuştur. Bunu Rusya devlet başkanı Kruşçev defalarca itiraf etmiş hatta ABD eski başkanı Nixon'un önünde övünerek, Rusya'nın yirmi yıl sonra Amerika'daki yaşam seviyesini yakalayacağını söylemiştir. 1958, 59 ve 60 yıllarında Irak'a gelen Sovyetler Birliği vatandaşlarının aç ve perişan bir halde güzel yemeklere saldırmaları mülkiyette eşitliği sağlamaya çalışmanın bütün halkı fakirleştirdiğinin ve temel ihtiyaçları karşılamaktan aciz olduklarının delilidir.

 


İSLÂM’IN

TEMEL İHTİYAÇLARI

GARANTİLEMESİ

 

İslâm'a gelince: İslâm'ın ekonominin dört kaynağını kullanarak çalışmayı ve mülk edinmeyi mübah bırakması ile her ne kadar her ferdin lüks ihtiyaçlarının yapılabilecek en üst seviyede karşılanması mümkün ise de öncelikli olarak temel ihtiyaçların tamamının herkes için sağlanması esastır. Yalnızca herkesin ihtiyaçlarını karşılayabileceği ortamın oluşturulması ile, temel ihtiyaçların tamamının bütüncül bir şekilde doyurulması garantilenmiş olmayacağı gibi iktisat politikasının amaçları da gerçekleşmiş sayılmaz. Böylesi bir durum her bireye ihtiyaçlarını karşılama imkânı sağlar, ancak herkese ihtiyaçlarını karşılama garantisi sağlamaz. Fert fert bütün tebaanın temel ihtiyaçlarının tamamını doyurmayı ve herkesin lüks ihtiyaçlarını yapılabilecek en üst düzeyde doyurma imkânını garantileyecek şekilde her vatandaşa ülkedeki servetin dağıtımını da gerçekleştirmez. Ekonominin kaynaklarını kullanarak çalışmanın ve mülk edinmenin mübah bırakılması, yalnız başına iktisat politikasının hedeflerinin gerçekleşmesi için yeterli değildir. Zira bu mübahlık, çalışma ve mülk edinme gücüne sahip olanlara imkân sağlamak ve onlardan çalışacak kimselerin bulunması içindir. Çalışabilecek güçte olup ta iş bulamayanlar, zayıflar güçsüz kimseler temel ihtiyaçlarını karşılamakta bu mübahlıktan faydalanamazlar. Bunun için şeriat, bütün vatandaşların fert fert temel ihtiyaçlarının tamamını garantilemek için çalışmanın ve mülk edinmenin mübahlığına ilave olarak başka şer'i hükümler koymuştur. Böylece fert fert bütün vatandaşların temel ihtiyaçlarını doyurmayı garantilemesinin yanında yapılabilecek en üst düzeyde lüks ihtiyaçlarını doyurma imkânını sağlayabilecek şekilde ülkedeki servetin bütün tebaaya dağılımı da garantilenmiş olur. İslâm, temel ihtiyaçların garantilenmesini ne sistemdeki açıkları kapatmak ve sistemi daha kuvvetli hale getirmek maksadıyla ne de kapitalistlerin ve devlet sosyalizminin yaptığı gibi yalnızca belli gruba tahsis etmek amacıyla yapmaz. İslâm bunu sistemle ilgili hükümlerden bir hüküm olarak kabul eder. Çalışmanın ve mülk edinmenin mübah olmasına, nafaka ve bütün işlerin gözetilmesine ait hükümler gibi bunların tamamı teşride, delillerde aynı seviyedeki şer'i hükümlerdir. Ekonomik düzen, şer'i hükümlerden meydana gelmiştir ve tamamı kitap ve sünnetten alınmıştır. Bu hükümler yalnızca belli boşlukların görülmesi durumunda değil her halde çözümdür. Sadece belli bir gruba ait değil bütün tebaaya ait hükümlerdir. Öyleyse İslâm ile kapitalizm, İslâm ile devlet sosyalizmi arasında çok belirgin farklılıklar vardır. Ayrıca İslâm, gerçek sosyalizm denilenin yaptığı gibi üretim aletlerinde eşitliği sağlamakla insanların hayatlarının garantilendiğini de söylemez. Çünkü bu yaşamı garantilemez, bilakis hayatın ucuzlamasına yol açar. İslâm, çalışmayı ve mülk edinmeyi mübah kabul etmekle beraber bu mübahlıktan faydalanma gücünden yoksun olanların kâmil bir hayat yaşamalarını da garantilemiştir. Sonra, İslâm her ferde ve her halde kâmil bir yaşama garantisi verir. Bu nedenle İslâm'ın dışındaki hiçbir sistemin buna ulaşması mümkün değildir. Böylece ferdin ve bütün vatandaşların temel ihtiyaçları garanti altına alınmış olur.

Öyleyse şeriata göre bu temel ihtiyaçların neler olduğunu bilmek gerekir. Bunlar iki kısma ayrılır:

1. Tebaadan her birinin temel ihtiyaçları

2. Bir bütün olarak tüm tebaanın temel ihtiyaçları

Vatandaşlardan her birinin temel ihtiyaçları yiyecek, giyecek ve meskenden meydana gelmektedir. Bunlar her ferdin temel ihtiyaçlarını oluşturur. Herhangi bir insan bunlardan yoksun bırakılamaz. Bu nedenle elde etmesi gereken haklardan bir hak sıfatına sahip olması nedeniyle her insanın bunları elde etme, ihtiyacını giderme hakkı vardır. Temel problemleri bu üç temel ihtiyaç oluşturmaktadır. Bu ihtiyaçların karşılanması ile bu problemler de çözülür. Her bireyin temel ihtiyaçları karşılandığında ise ortada temel problem kalmaz. İslâm açık nasslarla temel ihtiyaçları bu üçüyle sınırlandırmıştır. Bu temel ihtiyaçların tamamının fert fert bütün tebaaya doyurmayı garantilemek de açık nasslarla belirtilmiştir.

Şer'i nasslara göre temel ihtiyaçların yiyecek, giyecek ve mesken olduğunun deliline gelince: Allahu Teâla muhtelif ayetlerde şöyle buyurmaktadır.

"Anaların yiyecek ve giyeceği babaya borçtur."[1]  "Kendilerini bunların gelirleriyle rızıklandırıp giydirin"[2]  "Yoksul fakire yediriniz"[3] 

"Bir düşkünü doyuracak kadar fidye.."[4]  "Kendi oturduğunuz yerde oturtun"[5]  "Hoşunuza giden evler"[6] 

Rasulullah (sav)'de muhtelif hadislerde şöyle buyurmaktadır:

"Kadınların yiyeceklerini ve giyeceklerini temin etmek erkeklerin borcudur."[7] 

"Yiyeceklerinde ve giyeceklerinde kadınlara karşı iyi davranmak onların hakkıdır."[8

"Kim çevresinden emin bir şekilde sabahlarsa, sağlığı yerinde olursa, yanında günlük yiyeceği bulunursa sanki bütün dünya onun olur."[9

"Adem oğluna açlığını giderecek bir ekmek parçası, susuzluğunu giderecek kadar su, avretini örtecek kadar bir örtü vardır. Bunlardan fazlası ise bir ikramdır." 

Bu nassların tamamı açık ve net bir şekilde temel ihtiyaçların yiyecek, giyecek ve meskenden meydana geldiğine delalet etmektedir. Bunlardan fazlası ise lüks ihtiyaçlardan sayılmaktadır.

İslâm'a göre fert fert bütün insanların temel ihtiyaçlarının kesin olarak garantilenmesi gerektiğinin deliline gelince: İslâm, temel ihtiyaçlardan yoksun olduğu zaman yani nafakaya muhtaç olduğunda çalışabilecek güçte olan erkeklerin çalışmasını farz kılmıştır. Allahu Teâla: "Öyleyse yerin sırtlarında dolaşın"[10]  Ebu Hüreyre'den: Dedi ki: Rasulullah (sav)'in şöyle derken işittim: "Sizden birinizin sırtında odun taşıyarak para kazanması ve kazandığından harcaması ve böylece insanlara muhtaç olmaması, bir adamdan dilenerek o adamın ona para vermesinden ya da vermemesinden daha hayırlıdır"[11]  Zübeyr b Avvam Nebi (sav)'den şunu rivayet eder: "Sizden birinizin sırtında odun demeti ile gelerek onu satarsa Allah onu onunla (sırtındaki odun demeti ile) koruyacaktır. Onun bu hareketi insanlardan dilenerek bir şeyler almasından veya alamamasından daha hayırlıdır"[12]  Hadiste "hayır" kelimesi ismi tafdil kalıbında -daha iyi- anlamında kullanılmamıştır. Zira kazanma gücü olduğu halde dilenmekte hayır yoktur. Buradaki "hayırlıdır" kelimesi ancak övgü türündendir. Çalışmaya gücü yeten herhangi bir kişi geçime muhtaç olursa kendini geçindirebilmesi için çalışması farzdır. Erkeklerden geçinmeye muhtaç ve çalışabilecek güçte olan bir kimse üzerindeki bu farziyet çalışabilecek güçte olan bu kimse için temel ihtiyaçları doyurmanın garantisidir. Bu farziyetin yanında, fakir olsun çalışabilecek güçte olsun ya da olmasın İslâm, kadınların nafakasını temin etmeyi de mutlaka farz kılmıştır. İslâm kadına çalışmayı farz kılmadı. Tam tersine kadının nafakasının temin edilmesini mutlak surette farz kılmıştır. Aynı şekilde, para kazanamayacak durumda olsun veya fakir olsun çalışma gücünden yoksun olan aciz durumdaki erkeklerin nafakasını temin etmeyi de farz kılmıştır. Ya da çalışmaya gücü yetip de iş bulamayan hükmen aciz kimse gibi olsun. Her iki grup da aciz sayılır ve nafakasını temin etmek vaciptir.

Öyleyse bu nafakayı kim temin edecek? Yani yiyecek, giyecek ve meskenden oluşan bu temel ihtiyaçları kim doyuracak? Şeriat açık ve net delillerle bunu tayin etmiştir. Bu çözümü ortaya koyan nassların bir kısmının delaleti açık ve net olup bir kısım nasslardan istinbat edilerek belirtilmiştir. Vacib olan harcamanın bu üç şeyden ibaret olduğunu da bizzat nass belirtmiştir. Yukarıda sayılan nafakaları kimin temin edeceğini şeriat şu şekilde açıklamıştır: Karısının nafakasını temin etmeyi kocaya farz kılmış ve bunların da yiyecek, giyecek ve meskenden ibaret olduğunu açıklamıştır. Allahu Teâla: "Gücünüz yettiğince oturduğunuz yerde onları da oturtun"[13]  buyurmuş ardından da: "Varlıklı olan kimse nafakayı varlığına göre versin."[14] "Zevceleri hakkında onlara neyi farz kıldığımızı biz biliriz."[15]  buyurmuştur. Rasulullah (sav)'de şöyle buyurmaktadır: "Kadınların yiyeceklerini ve giyeceklerini temin etmek (erkekler) sizin görevinizdir."

"Yiyeceklerinde ve giyeceklerinde kadınlara karşı iyi davranmak onların hakkıdır."[16]  Kadının nafakasını temin etmenin kocanın görevi olduğu hususunda bunlar açık nasslardır. Ve yine vacib olan nafakanın yiyecek, giyecek ve meskenden meydana geldiği hususunda da nasslar açıktır. "Kadınları oturtun"[17]  "Kadınların yiyecek ve giyecekleri"[18]  ayetleri bu konudaki açık nasslardır.

İslâm çocukların nafakalarını karşılamayı da babalarının üzerine farz kılmıştır: "Çocukların yiyecekleri ve giyecekleri babalarına aittir."[19]  Aişe'den: "Utbe'nin kızı Hind Rasulullah (sav)'e gelerek: Ey Allah'ın Rasülü; Ebu Süfyan cimri bir adamdır. Onun bilgisi olmadan aldıklarımın dışında bana ve çocuklarıma yetecek kadar para vermiyor, deyince Rasulullah (sav): Maruf olarak sana ve çocuklarına yetecek kadar al dedi."[20]  Ebu Hüreyre'den: Dedi ki: Nebi (sav) şöyle dedi: "Sadakanın en üstünü zenginin bıraktığıdır. Üsteki el alttaki elden daha hayırlıdır. Veren elle başla. Kadın ya beni doyur ya da boşa der. Köle beni yedir ve beni çalıştır der. Çocuk çocuğu olduğumu iddia eden beni doyursun der."[21] 

Bu nasslar, çocukların nafakasını karşılamanın babanın üzerine düşen bir farz olduğuna dair açıktır. Kadının nafakasına ait nasslardan da anlaşılacağı üzere nafaka şer'an yiyecek, giyecek ve meskenden meydana gelmektedir. Ana-babanın nafakası da çocuklarına farzdır. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır: "Ana-babaya ihsanda bulunmak"[22]  Aişe (r.anha)'dan. Nebi (sav) şöyle dedi: "Kişinin yediğinin en güzeli, kendinin ve çocuğunun kazandığından yediğidir." Kime iyilik yapayım diye soran bir adama Nebi (sav) şöyle dedi:

"Annene, sonra annene, sonra babana, sonra da sırayla yakınlarına." Nafaka kelimesi "ihsanen" kelimesinin kapsamına girmektedir. Çünkü muhtaç oldukları zaman anaya babaya harcamak ihsandandır. Yine iyilik, hayır kelimesinin içeriğine de girmektedir. Zira muhtaç oldukları zaman onlara harcamada bulunmak "birr"dendir, iyiliktendir. "Adamın yediğinin: en güzeli" sözünde geçen yediğinin kelimesinden yeterli olması babından bütün nafaka kastedilmektedir. Bu ifade, bilinen bir şeyin bir parçasının zikredilerek tamamının kastedilmesi türünden bir ifadedir. Yani adamın harcadığının en güzeli kazancından ve çocuğunun kazancından harcamasıdır ifadesi ana babaya infakın vacib olduğuna delildir. Bu nasslardan ebeveynin nafakalarını temin etme görevinin çocuklarına ait olduğu hükmü istinbat edilmiştir. Nafaka ise şer'an, giyecek, yiyecek ve meskenden meydana gelmektedir.

İslâm, evlenilmesi haram olan yakın akrabaların nafakasının teminini de farz kıldı. Ayetle Allahu Teâla: "Anaların yiyecek ve giyeceğini uygun bir şekilde sağlamak çocuk kendisinin olan babaya aittir."[23] sözünden sonra: "Mirasçıya da aynı şeyi yapmak borçtur" buyurmaktadır.

"Rasulullah (sav) yanındaki bir Dinar'ı ne yapması gerektiği hakkında soru soran adama kendine harca dedi. Başka bir Dinar'ım daha var deyince: Ailene harca dedi. Bir başka Dinar daha var deyince: Hizmetçine harca dedi." Yine Rasulullah (sav): "Bakıma muhtaç olan annenden, babandan, kız kardeşinden sonra da diğer yakın akrabalarından başla"[24]  Hadiste geçen "başla" kelimesi harca anlamında kullanılmıştır. Çünkü söz, nafaka konusunda geçmektedir.

"Behz b. Hakim babasından onun da dedesinden: Dedi ki: Ya Rasulullah'a kime iyilik edeyim? dedim. Dedi ki: annene. Sonra kime? Dedi ki Annene. Sonra kime iyilik edeyim Ya Rasulullah? dedim. Annene dedi. Sonra kime? dedim: Babana sonra da sırası ile akrabalarına iyilik et dedi."[25]  Mikdam b. Maad Yekrib'den: Dedi ki: Nebi (sav)'ı şöyle söylerken işittim: "Şüphesiz ki Allah annelerinize, sonra babalarınıza sonra da sırayla akrabalarınıza bakmayı emreder."[26] 

"Küleyb b. Menfaa dedesinden: Nebi (sav)'e geldi ve şöyle dedi: Ya Rasulullah kime iyilik edeyim? Dedi ki Annene, babana, kızkardeşine, erkek kardeşine, ve ardından gelen mevlan (kölen), vacip bir hak ve gözetilmiş bir rahim."[27] 

Bu nasslardan, mahrem olan (evlenilmesi yasak olan) akrabaların nafakasının temini akrabalarının görevi olduğu hükmü istinbat edilmiştir. Çünkü nafakanın vucubiyeti ile ilgili olarak varisin çocuğun babasına atfından dolayı nafakanın vucubiyetinin delili ayette gayet açıktır. Zira ayette Allahu Teâla: "Çocuğun kendisine ait olduğunu söyleyen babaya aittir" ifadesine "mirasçıya da aynı şeyi yapmak borçtur" ifadesini atfetmektedir. Hadislerde ise "Onu ehline harca" ifadesi geçmektedir. Ehli kelimesinin içeriğine; "Oğlum benim ailemdendi"[28]  "Ailemden bir vezir"[29]  "Beni ve ailemi kurtar."[30]  "Erkeğin ailesinden bir hakem"[31]  "Öldürülenin ailesine diyet ödensin"[32]  ayetlerinin delaletiyle evlenilmesi haram olan yakınlar girmektedir. Bu durumda anlam şöyle olur: Ehline yani akrabalarına, yakınlarına harca. Hadisin sonunda Allah'ın Rasulü şöyle dedi:

"Sonra sana yakınlık sırasına göre hareket et." Bu ifade son iki hadiste geçen "sonra sırayla yakınlarına" ifadeleri gibidir ki bundan akrabalar kastedilmektedir. Dedi ki "Kime iyilik yapayım" nafaka iyilik kelimesinin içeriğine dahildir. Aynı zamanda hadiste geçen "vasiyet eder", "bakımı sağlanacak kimse" ve "gözetilmiş bir rahim" ifadelerinin kapsamına da girmektedir. Hadiste "sırayla yakınların" ifadesi geçmektedir. Muteber olan yakınlık mahrem olan kimselerin yakınlığıdır. Bu durumda yukarıda zikredilen nasslar, mahrem olan akrabaların nafakasını karşılamanın şer'an farz olduğunun delilidir.

Nafaka ise şer'an, yiyecek, giyecek ve meskenden meydana gelmektedir. Bu nafakayı karşılamak mecburiyetinde olan kimseden devlet zorla alır. Ve bunlar diğer borçlardan önce gelir. Bir adamın bir başkasına borçlu olduğuna hükmedilse ve nafaka borcu da bulunsa, nafakanın tahsili borcun tahsilinden önce gelir. Öncelikle nafaka borcu tahsil edilir. Nafaka borcundan sonra adamın parası kalırsa kalan paradan borç tahsil edilir. Hiç parası yoksa borcu tecil edilir. Allahu Teâla darda olan kimsenin gözetilmesini emretmiştir: "Borçlu darda ise eli genişleyinceye kadar ona süre ver."[33]  Ancak Allahu Teâla, nafakanın ödenmesini emretmiş, farz olduğu sürece diğer hususları dikkate almamıştır. Nafakanın ödenmesinde sıkıntıda olma gerekçesi kabul edilmez. Borç hükmünde ise sıkıntıda olma gerekçesi kabul edilir. Karısının nafakasını ödemek mecburiyetinde olan bir kimsenin karısının adama borcu varsa ve adam kadının nafakasını borcu ile kapatmak isterse, eğer kadının durumu iyi ise yani zengin ise ve de nafaka borcunun alacak ile karşılanmasına kadın razı olursa, nafaka borcu alacak ile kapatılabilir. Çünkü kimin üzerinde borç varsa borcunu mallarından dilediği ile ödeme hakkı vardır. Zira alacak kişinin malından bir parçadır. Ancak kadının maddi durumu iyi değilse, güç durumda ise nafaka borcu alacak ile kapatılamaz. Çünkü borcun ödenmesi ancak ihtiyacından fazla olan maldan olması gerekir. Bu ise fazla olan para değildir. Çünkü Allahu Teâla'nın: "Eli genişleyinceye kadar ona süre verin."[34]  ayetine göre, Allahu Teâla darda kalana süre tanınmasını emretmektedir. Dolayısıyla borcundan dolayı onun beklenmesi vacib olmaktadır.

Ancak nafakasını ödemek mecburiyetinde olduğu kimse karısının dışında oğlu, babası, kardeşi veya her-hangi bir mirasçı ise ve üzerinde de nafaka borcu olan kimselerden alacağı varsa ve de alacağı ile nafaka borcunu kapatmak isterse bu işleme izin verilmez. Çünkü fakir olmalarının dışında karısının dışındaki kimselerin nafakalarını karşılaması vacib değildir. Bu durumda; "Borçlu darda ise eli genişleyinceye kadar ona süre ver."[35]  ayeti gereğince borcunu hemen ödemesi gerekmez. Nafakasını temin etmeye mecbur tutulur ve nafakasını karşılaması gereken kimselerden alacağına karşılık borcunu ödemesi bekletilir. Bütün bunlar, nafakaları yani temel ihtiyaçları garantileme hususunda şeriatın ne kadar kararlı olduğunu göstermektedir.

Kadının, ana babanın çocukların ve mahrem olan her yakının nafakasının garantilenmesi ile, mahrem yakını bulunmayan veya nafakalarını temin etmekten aciz kalan kimselerin dışında bütün vatandaşların temel ihtiyaçlarının tamamı doyurulmuş olur. Şeriat her iki durumda bulunanları da kuşatmış ve onlar için de belirli hükümler koymuştur.

Nafakayı karşılamak mecburiyetinde bulunan kimsenin bulunmaması veya bulunup da harcama gücünden yoksun olması durumunda şeriat nafakayı karşılama görevini Beytü'l Mal'a yani devlete vermiştir. Ebu Hüreyre'den: Dedi ki: Rasulullah (sav) şöyle dedi: "Kim geride kimsesiz birisini bırakırsa ona bakmak bize aittir. Kim de geride mal bırakırsa varisine verilsin."[36]  Çocuğu ve babası olmayan herkes güçsüz, zayıf kimsedir. Yine Ebu Hüreyre'den Nebi (sav) şöyle dedi: "Herhangi bir mümin ölürde geride mal bırakırsa mirasçıları o mala varis olurlar. Kim de geride borç ya da bakıma muhtaç aile bırakırsa bana gelsin. Onun mevlası (ihtiyaçların karşılayacak olan) benim"[37]  Hadiste geçen ed-day'a kelimesi için Kamus El-Muhit'te şu ifade yer almaktadır: "aile anlamına da gelmektedir." El-Hitabi bu hadisin şerhinde ed-day'a kelimesi hakkında şunları söyler. ed-day'a "kelimesi bir ölüye halef olan kimseye ait bir sıfattır. Yani bir şeyi olmayan kimseler demektir." Dolayısıyla bu hadis nafakanın devletin görevi olduğunun delilidir.

Bu türden nafakalar, devletin harcama yapmak zorunda olduğu diğer harcamalar gibi değildir. Bunların diğer bütün harcamalardan önceliği vardır. Beytü'l Mal'da para bulunsun ya da bulunmasın devletin bu nafakayı karşılama mecburiyeti vardır. Beytü'l Mal'da para yoksa devletin müslümanlar üzerine vergi koyması ve diğer vergiler gibi devlet gücü ile onu tahsil etmesi ve bu tahsilattan bu nafakaları karşılaması gerekir. Çünkü nafakaların karşılanması devletin görevi olduğu gibi aynı zamanda müslümanların da görevidir. Ancak Beytü'l Mal'ın bu konudaki sorumluluğu yukarıdaki iki hadiste açıkça bellidir. Müslümanların üzerine vacib oluşunun delili ise Rasulullah (sav)'in şu hadisidir: "İçlerinde aç bir kimse olduğu halde sabahlayan bir kavim Allah'ın zimmetinden uzak olur."[38]  Bu hadis talep içermektedir. Talebin kınama ile bir arada zikredilmesi kesin talebe delalet eder ki bu da müslümanlar üzerine farz olduğuna delildir. Bu nedenle devletin, Beytü'l Mal'da para bulunmadığı zaman nafakası karşılanması gereken kimselerin ihtiyacının karşılanması için vergi koyması ve bu vergilerle gerekli harcamaları karşılaması gerekir. Vergi koyup bu vergilerin tahsili süresince zarar olmasından korkulursa devletin borç alması ve aldığı bu borçları zarara uğramalarından korkulan kimselere harcaması gerekir. Çünkü zararın giderilmesi farzdır. İbni Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilir. Rasulullah (sav) şöyle dedi: "Zarar vermek de yoktur zarar uğratılmak da yoktur."[39]  Yine Rasulullah (sav): "Kim zarar verirse Allah da ona zarar verir. Kim zorluk çıkarırsa Allah da ona zorluk çıkarır."[40]  Nafakalarının karşılanması zorunlu olan kimselerin uğrayacakları zararın giderilmesi, onlara yapılacak ödemede acele etmek demektir. Bu durum, devlet tarafından nafaka harcamalarının garantilenmesinde şeriatın ne kadar hırslı olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla şeriat bunun için her türlü tedbiri almıştır.

Burada şöyle bir itiraz ileri sürülemez: Şeriat, akrabaların nafakayı karşılama gücünden yoksun oldukları zaman ancak devletin nafakayı karşılamasını Farz kılmaktadır. Nafakayı ödemekle öncelikle akrabalar zorunlu kılınmıştır. Bu durum ise, ellerinde olan malın kendileri ile akrabaları arasında paylaşımından dolayı akrabaları fakirleştirir ve hepsinin yaşam seviyesinin düşmesine yol açar.

Böyle bir itiraz ileri sürülemez. Çünkü şeriat, temel ihtiyaçlarından ve lüks ihtiyaçlarından fazla miktarda mala sahip oldukları zaman akrabaları nafakayı ödemekle mecbur tutmuştur. Yanından lüks ihtiyaçlarından fazla mal bulunmayan kimsenin üzerinde nafaka borcu yoktur. Zira şeriat nafakayı, ödeyecek güce sahip olanlara farz kılmıştır. Şeriata göre nafakayı karşılayabilecek güce sahip olmak demek, içerisinde yaşadığı toplumda kendisi gibi olan kimselerin sahip oldukları yiyecek, giyecek, mesken, evlilik, hizmetçi ve ihtiyacını karşılamada kullanacağı binek gibi bilenen şeylerden daha fazla miktarda mala sahip olması demektir. Buhari Said b. el Müseyyeb'in Ebu Hureyre'den onun da Nebi (sav)'den işittiği şu hadisi rivayet eder: "Sadakanın en hayırlısı zenginlikten verilendir."[41] 

Hakim b. Hizam (ra) Rasulullah (sav)'den şunu rivayet etti: "Üstte olan el altta olan elden üstündür. Vermeye ailenden başla. Sadakanın en hayırlısı zenginlikten verilendir."[42]  Hadiste geçen sadaka kelimesi nafaka kelimesi ile aynı anlama gelmektedir. Zira buradaki sadaka, ancak nafaka için harcanan parayı ifade etmektedir. Zenginlik, kişinin yaşadığı toplumdaki yaşantıya uygun bir şekilde lüks ve temel ihtiyaçlarının tamamını karşılayabileceği yeterlilikten fazla miktarda mala sahip olmaktır. Allahu Teâla: "Varlıklı olan nafakayı varlığına göre versin"[43]  buyurmaktadır. Rasulullah (sav) ise bir hadisde şöyle buyurmaktadır: "Sizden biriniz fakir olduğu zaman harcamaya kendinden başlasın. Eğer fazla malı varsa ailesine, daha fazla varsa akrabalarına harcasın."[44]  Nafaka ancak fazla olandan verilir. Dolayısıyla nafaka borcu ihtiyacından fazla miktarda mala sahip olan kimseye farzdır. Diğer bir ifade ile lüks ihtiyaçlarını doyurabilecekleri miktarda maldan daha fazlasına sahip olup bu fazlalıktan yapacağı harcama onun yaşam seviyesine etki etmiyorsa, onun ekonomik gücünü zayıflatmıyorsa o zaman nafaka vacib olur. Lüks ihtiyaçlarından daha fazla mala sahip değilse nafaka borcunu karşılamak yakınlarına değil devlete vacib olur. Dolayısıyla lüks ihtiyaçlardan daha fazla olan maldan yapılan harcamalar nedeniyle akrabaların yaşam seviyelerinin düşeceği, fakirleşeceği şeklinde bir durum söz konusu olamaz.

Buradan da anlaşılmaktadır ki İslâm, fert fert bütün vatandaşların temel ihtiyaçlarının tamamını yukarıda ortaya konulan çözümlerle garanti altına almıştır. Bu garanti esasına göre nafaka, her insanın yiyecek, giyecek ve meskenden oluşan temel ihtiyaçlarını kapsamaktadır. İslâm'ın bu temel ihtiyaçları tam bir şekilde doyurmayı garantilediği nafaka ile ilgili delillerde açıkça görülmektedir. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır. "Anaların yiyecek ve giyeceğini uygun bir şekilde karşılamak çocuk kendisinin olan babaya bir borçtur"[45]  Ayette geçen bi'lmarufi kelimesi, o toplumda kendisi gibi olan insanların yiyeceği, giyeceği ve oturdukları meskene sahip olmak anlamına gelmektedir. Bu nedenle Rasulullah (sav) Hind'e şöyle dedi: "Sana ve çocuklarına yetecek kadar olanı maruf (bilinen) ölçüsünde al"[46]  Bu hadise göre Rasulullah (sav) sadece kendisine ve çocuklarına yetecek kadar miktarda değil yaşadığı toplumdaki yaşam seviyesini sağlayacak miktarda almasını ona emretmiştir. Yine Rasulullah (sav) şöyle buyurmaktadır. "Maruf ölçüsüne (bilinene) göre kadınların yiyeceklerini ve giyeceklerini karşılamak sizin görevinizdir"[47]  Şer'i nasslar rızkı (yiyeceği) ve giyeceği insanlar arasındaki yaşantıya uygun bir halde olması şartıyla sınırlandırmış, belirlemiştir. Bu delillerden, yapılması istenen şeyin temel ihtiyaçların tam bir şekilde doyurulması olduğu açık net bir şekilde anlaşılmaktadır. Zira şeriat fert fert bütün vatandaşların yiyecek, giyecek ve mesken ihtiyaçlarının karşılanmasını farz kılmıştır. Fakat sadece bunların yetecek kadar karşılanmış olmasıyla yetinmeyip, Rasulullah (sav) Hind'e sana "yetecek kadar" ifadesini kullanmıştır. Hatta bu kadarla da yetinmeyip yeterliliğin sınırını yaşadığı toplumdaki yaşam seviyesine eş derecede belirlemiştir. Yani Rasül sana yetecek kadar deyip susmadı. Bilakis yeterliliğin durumunu "sana ve çocuğuna bilinene göre yetecek kadar al" sözüyle açıklığa kavuşturmuştur. Sana ve çocuklarına yaşadığın toplumda senin ve çocukların gibi olanların yaşam seviyelerini sağlayacak kadar al demektedir. Allahu Teâla, Bakara-233'de bi'lmarufi "uygun bir şekilde" ifadesini kullanmakta Rasül (sav) de hadiste "Sana ve çocuğuna bilinene göre yetecek kadar al" ifadesini kullanmaktadır. Farz olan nafakanın, temel ihtiyaçları doyuracak miktarda olması ve bu doyumun da nafakası temin edilmek istenen kişinin yaşadığı toplumdaki yaşam seviyesine göre olması gerektiği bunlara açık delildir. Bu açıklık, yetim malının idaresini üstlenen kişinin yetim malından alacağı nafaka ile ilgili nassta da görülmektedir. Allahu Teâla: "Büyüyecekler de geri alacaklar diye onları israf ederek tez elden yemeyin. Zengin olan iffetli olmaya çalışsın. Yoksul olan da uygun bir şekilde yesin"[48]  ayetiyle Allahu Teâla, yetim malını elinde bulunduranlara temel ihtiyaçlarını tam olarak doyuracakları miktarda alma hakkı tanımaktadır. Yani kendisi için harcama hakkı tanımaktadır. Bu harcamanın da içerisinde bulunduğu toplumdaki insanların yaşam seviyesine göre olması gerektiğini bildirmektedir.

Bütün bunlar, şer'i nassların, yiyecek, giyecek ve meskenden oluşan temel ihtiyaçları garantilediğine ve bunların da içerisinde yaşanılan toplumun hayat standartları seviyesinde olması gerektiğine delildir. Bu nedenle yemek pişirmede lazım olan kap kacak, mutfak araç ve gereçleri, yakıt, tüpgaz, mutfak dolabı gibi toplumdaki insanların hayat standartlarına uygun olarak bir mutfakta bulunması gereken her türlü mutfak malzemesinin, yaşadığı toplumdaki insanların kullandıkları her evde bulunması gereken yatak, yorgan mobilya, kanepe, dolap, sandalye-masa, kütüphane, koltuk, halı-kilim, perde gibi ev eşyaları, yine yaşadığı toplumdaki insanların kullandıkları giyecekler, koku, sürme, kalem, krem gibi süs malzemeleri, bunların saklanacakları ve kullanılacakları dolaplar, aynalar, yiyecekler ve giyecekler, ev işlerinde yardımcı olacak bir veya daha fazla hizmetçi ve bu hizmetçilerin nafakasının yaşanılan toplumdaki hayat standardına göre karşılanması -ki bu da nafakadan sayılır- gibi hususların tamamı hayat standardı/yaşam seviyesi kavramının içeriğine girmektedir. Buhari Ali b. Ebi Talib (ra)'den şu hadisi rivayet eder: "Fatıma (r.anha) Nebi (sav)'e gelerek ondan hizmetçi istedi"

Bilinene göre yeterli nafaka, yiyecek, giyecek ve meskenden oluşan üç temel ihtiyacın tamamlanması ile olur. Dolayısıyla nafakası temin edilecek kişi için yaşadığı toplumdaki yaşam seviyesine göre yetecek düzeyde bunların tamamlanması şarttır. Çünkü "bi'lmarufi" kelimesi hem Kur'an'da hem de hadiste tekrarlanmaktadır. Hadiste, "bi'lmarufi" kelimesi "kifayet" kelimesine ilave olarak geçti. "Bilinene göre sana ve çocuğuna yetecek kadar." Şeriatın, temel ihtiyaçların eksiksiz bir şekilde karşılanmasını garanti ettiğine bu hadis kesin bir delildir.

Bizzat fert fert herkes açısından temel ihtiyaçların garantilenmesi ile ilgili durum budur. Bütün vatandaşlar açısından temel ihtiyaçların garantilenmesine gelince: Şeriat bu türden temel ihtiyaçları garantileme görevini devlete yüklemiştir. Bunlar her ferdin ihtiyacından farklıdır. Çünkü şeriat her ferdin ihtiyaçlarını karşılamayı yakınlarının üzerine farz kılarak garantilemiştir. Ödemedikleri, karşılamadıkları zaman diğer borçlardan önce bunlar tahsil edilir. Zira nafaka borcu diğer borçlardan daha öncelikli bir borçtur. Ardından da nafakaların karşılanması sorumluluğunu devlete yüklemiştir. Fakirlerin ihtiyaçlarını garantilemek için devlete, müslümanlar üzerine vergi koyma hakkı verilmiştir. Fakat tebaanın geneli açısından temel ihtiyaçlarını karşılaması sorumluluğunu şeriat doğrudan doğruya devlete yüklemiştir. Rasulullah (sav) şöyle buyurmuştur. "İmam çobandır ve idare ettiklerinden sorumludur." Vatandaşların hepsine temel ihtiyaçlarını karşılayabilme imkânının sağlanması sorumluluk kavramı kapsamına girmektedir. Bu temel ihtiyaçlar şunlardan meydana gelmektedir:

1- Güvenlik

2- Sağlık

3- Eğitim

Rasulullah (sav) şöyle buyurmaktadır. "Kim yaşadığı ortamda güvenli bir şekilde sabahlarsa, sağlığı yerinde olursa ve de yanında günlük yiyeceği bulunursa sanki dünyaya sahip olmuş olur." Hadis; güvenliği, sağlığı ve nafakayı temel ihtiyaçlardan saymaktadır. Demek ki emniyet ve sağlık tıpkı yemek gibi temel ihtiyaçlardandır. Dolayısıyla vatandaşlar açısından bu ikisi temel ihtiyaçtır.

Eğitimin de temel ihtiyaçlardan oluşunun deliline gelince: Buhari Ebu Musa yoluyla Nebi (sav)'den şu hadisi rivayet etmektedir. "Allah'ın beni ilim ve hidayetle göndermesi, kendisi ile birçok bitkinin ve otun yetiştiği toprağa düşen yağmur gibidir. Kuru topraklarda su toplandı ve Allah o su ile insanları faydalandırdı. İnsanlar ondan içtiler, suladılar ve ektiler. Diğer bir kısım toprak ise ne suyu tuttu ne de orada bitki yetişti. Yağan yağmuru tutan ve üzerinde bitkiler büyüyen, insanların o sudan faydalanmasına imkân tanıyan toprak, Allah'ın dinini anlayan, ondan faydalanan ve Allah'ın beni kendisi ile gönderdiği ilmi öğrenen ve öğreten gibidir. Diğeri de kendisi ile gönderildiğim Allah'ın hidayetini kabul etmeyen kimse gibidir."[49]  Bu hadiste Rasül (sav), hidayeti ve ilmi kabul edenler ve reddeden insanları bereketli yağmurları tutan ve onunla insanları faydalandıran veya tutmayıp da faydalandırmayan toprağa benzetti. Bereketli yağmurlar insanlar için temel ihtiyaçlardandır. Hidayet ve ilim de böyledir. Dolayısıyla hadis ilmin de temel ihtiyaçlardan olduğuna delalet etmektedir. Bunu Rasulullah (sav)'in şu hadisleri de desteklemektedir.

"İlmin kalkması ve cahilliğin yayılması kıyamet alametlerindendir."[50

"İlmin azalması cahilliğin açığa çıkması kıyamet alametlerindendir."[51] Hadis ilmin kaybolmasının bu dünyanın ömrünün sona erdiğinin alametlerinden olduğuna işaret etmektedir. Böylece burada ilmin zaruri olanlardan olduğuna delalet vardır. Her ne kadar İslâmi ilimler, dinin öğrenilmesi için zaruretlerden birisini oluştursa da bu özellik insanlar için zaruri olan diğer bütün ilimlere de kıyaslanır. Buna göre şeriatın emniyeti, eğitimi ve sağlığı temel ihtiyaçlardan saydığı açığa çıkmaktadır. Bu ihtiyaçların devlet tarafından yerine getirilmesinin farziyetine gelince: Bu konu ile ilgili olarak gelen delillerde bu husus açıkça görülmektedir.

Dış güvenlik açısından emniyet, ülkenin dışa karşı savunulması demektir. Bu husus cihad ayetlerinden ve Rasulullah (sav)'ın yaptığı gazvelerle fiili olarak meşhurdur ve bilinmektedir. İç güvenlik açısından ise insanların haklarına saldırıda bulunanlara karşı konulan ceza hükümleri ve Rasulullah (sav)'ın fiili ile bilinmektedir. Ayrıca Rasulullah (sav) şöyle buyurmaktadır: "Dikkat ediniz kanlarınız ve mallarınız haramdır"[52] ve diğer hadisler.

Eğitim açısından ise; öğretici kimselerin rızklarının, onlara ücret olarak Beytü'l Mal'dan belirli bir miktarda verilmesi gerektiği hususunda sahabe icma etmiştir. İbni Ebu Şeybe yoluyla Sadaka Ed-Dımeşki'den El-Vadiyyetü b. Ata'dan. Dedi ki: "Medine'de çocuklarını okutan üç tane hoca vardı. Ömer bunlardan her birine her ay 15 Dinar/dirhem veriyordu."

Bundan önce ise Rasulullah (sav)'in, Bedir esirlerinin esirlik fidyeleri olarak on müslüman çocuğu okutmaları karşılığında serbest bırakması, eğitimin devletin görevi olduğuna delalet etmektedir.

Sağlık açısından ise Rasulullah (sav) tedavi olmayı emretmekte ve şöyle demektedir. "Allah'ın kulları tedavi olunuz. Şüphesiz ki Allah, şifasını ve ilacını yaratmadığı bir hastalık vermemiştir."[53] Tedavi mübahlardandır. Aynı zamanda tebaa ile ilgili işlerden bir iştir. Vücut sağlığı tebaa ile ilgili işlerin en önemlilerindendir. Tebaanın işlerini gözetmek ise; "İmam çobandır ve idare ettiklerinden sorumludur." hadisinin nassı ile devletin görevlerindendir. İnsanların tamamına, sağlık hizmetlerinin sağlanmaması zarara yol açar. Zararı gidermek ise devletin görevidir. Aleyhisselam şöyle dedi: "Zarara uğramak da yoktur zarar da yoktur." Bu açıdan da sağlık hizmetlerini temin etmek devletin üzerine vacibdir. Sağlık, devletin gözetmesi gereken işlerden biri olmasından dolayı da vacibdir. Zira sağlık hizmetlerinin yokluğu insanların zarara uğramasına neden olur. Bu iki açıdan da devletin üzerine farzdır. Üstelik Rasulullah (sav)'e bir hekim hediye edilmişti ve onu müslümanların tedavileri için görevlendirmişti. Kendisine hediye olarak gelen bir hediyeyi yalnızca kendi kullanımı için almaması, onu müslümanların hizmetine sunması bu hediyenin kendisi için değil bütün müslümanlara ait olduğuna delildir.

İşte bu üç iş: Güvenlik, sağlık ve eğitim, bütün insanlara devletin temin etmesi gereken temel ihtiyaçlarındandır. Bunların sağlanması zengin fakir ayırımı gözetilmeksizin doğrudan doğruya devletin sorumluluğu altındadır. Çünkü bunlar insanların temel ihtiyaçlarındandır. Zira ders veren hocalara ödenen paranın yalnızca fakir kimselerin çocuklarının okutulması için olduğuna dair hiçbir rivayet yoktur. Ödenen para onlara yalnızca eğitim için ödeniyordu. Bu ödeme zengin fakir herkesi kapsamaktadır.

Aynı şekilde güvenliğin sağlanmasında da zengin, fakir, zayıf, güçlü ayırımı gözetilmez. Güvenlik hizmetleri aynen sağlık hizmetleri gibidir. Ancak bütün insanlar için bunları sağlamak devlete ait bir görev olması demek, her-hangi bir kimsenin kendisi için bu türden bir hizmeti sağlamasının engelleneceği anlamına da gelmez. Öğretmenin, doktorun ve koruma görevlisinin ücret alması caiz olduğu gibi bir kişinin kendisi veya evi için özel bir koruma görevlisi tutması, veya çocukları için öğretmen tutması ücretini ödeyerek özel bir doktora muayene olması da caizdir. Öğretmenin ücret almasının caiz olduğunun delili şudur: Nebi (sav)'ın şöyle dediği rivayet edilir: "Alınan ücretlerin en hayırlısı Allah'ın kitabını öğretmekten dolayı alınan ücrettir."[54] Bu hadis aynı zamanda kendisi için öğretmen tutmasının caiz oluşuna da delildir. Ücretle doktor tutmaya gelince: Enes (ra)' den; "Rasulullah (sav) bir çocuğu çağırdı ve kan aldırdı. Ardından da ona bir veya iki sa' buğday verilmesini emretti."[55] O dönemde kan aldırmak tedaviden sayılıyordu. Bu olay kişinin kendisi için doktor tutmasının caizliğine delalet etmektedir.

Fert fert bütün tebaanın temel ihtiyaçlarının tamamını tam olarak karşılamak ve bütün insanlar için lazım olan temel ihtiyaçların karşılanması ile ilgili garanti olayının açıklaması bunlardır. Böylece İslâm'daki ekonomi politikasının öngördüğü hedefler bu hükümlerle gerçekleşmektedir. Çalışabilecek durumda olanlara iş bulma, fakirlerin, gerçekten ve hükmen aciz olanların nafakalarının karşılanmasının garantilenmesi ile fert fert herkesin temel ihtiyaçlarını doyurmayı garantilemekle gerçekleşir. Ve böylece de İslâm'daki iktisat politikası gerçekleştirilmiş olur.

 


  1. Bakara: 233

  2. Nisa: 5

  3. Hacc: 28

  4. Bakara: 184

  5. Talak: 6

  6. Tevbe: 24

  7. Müslim, Hac, 2137; Ebu Davud, Menâsık, 1628; İbni Mace, Menâsık, 3065

  8. Tirmizi, Tefsiri’l-Kur’an, 3012; İbni Mace, Nikâh, 1841

  9. Tirmizi, Zühd, 2268

  10. Mülk: 15

  11. Tirmizi, Zekâh, 616

  12. Buhari, Zekâh, 1378

  13. Talak: 6

  14. Talak: 7

  15. Ahzab: 50

  16. Müslim, Hac, 2137; Ebu Davud, Menâsık, 1628; İbni Mace, Menâsık, 3065

  17. Talak: 6

  18. Bakara: 233

  19. Bakara: 233

  20. Buhari, Nafakât, 4945; İbni Mace, Ticârâh, 2284; Ahmed b. Hanbel, Ensâr, 23098

  21. Buhari, Nafakât, 4936; Ahmed b. Hanbel, Mükessirîn, 7120

  22. İsra: 23

  23. Bakara: 233

  24. Nesei, Zekâh, 2485

  25. Ahmed b. Hanbel, Basriyyîn, 19175

  26. Ahmed b. Hanbel, Şamiyyîn, 16557

  27. Ebu Davud, Edeb, 4474

  28. Hud: 45

  29. TaHa: 29

  30. Şuara: 169

  31. Nisa: 35

  32. Nisa: 92

  33. Bakara: 280

  34. Bakara: 280

  35. Bakara: 280

  36. Buhari, Ferâid, 6266; Ebu Davud, Harâc, 2566; İbni Mace, Ferâid, 2728

  37. Buhari, İstikrâd, 2224

  38. Ahmed b. Hanbel, Mükessirîn min es-Sahâbeh, 4648

  39. İbni Mace, Ahkâm, 2331; Ahmed b. Hanbel, Hâşim, 2719; Malik, Akadiyyeh, 1234

  40. Tirmizi, Salah, 1863; Ebu Davud, Akadiyyeh, 3151

  41. Nesei, Zekâh, 2487; Ebu Davud, Zekâh, 1425; Ahmed b. Hanbel, Mükessirîn, 7414

  42. Buhari, Zekâh, 1338

  43. Talak: 7

  44. Nesei, Buyu’, 4574; Ahmed b. Hanbel, Mükessirîn, 13755

  45. Bakara: 233

  46. Buhari, Nafakât, 4945; Ebu Davud, Buyu’, 3065; İbni Mace, Ticarât, 2248; Ahmed b. Hanbel, Ensâr, 22988; Daremi, Nikâh, 2159

  47. Müslim, Hac, 2137; Ebu Davud, Menâsık, 1628; İbni Mace, Menâsık, 3065

  48. Nisa: 6

  49. Buhari, İlm, 77

  50. Buhari, İlm, 78; Müslim, İlm, 4824; Tirmizi, Fitni, 2131; İbni Mace, Fitne, 4035; Ahmed b. Hanbel, Mükessirîn, 12069

  51. Buhari, İlm, 79

  52. Ahmed b. Hanbel, Mekkiyyîn, 15405

  53. Tirmizi, Tıb, 1961

  54. Buhari, Tıb, 5296

  55. Buhari, İcârah, 2120