ÜRETİM
PROJELERİNE FİNANS
BULMA METODU
Üretim
projeleri için finans bulunması metodunda, projelerin yokluğundan
dolayı ümmet zarara uğrar mı uğramaz mı? sorusuna verilecek
cevaba göre hareket edilir. Yokluğundan dolayı ümmet zarara uğramıyorsa,
zaruri ihtiyaçlardan fazla miktarda Beytü'l Mal'da para bulunup
bulunmadığı araştırılır. Zaruri ihtiyaçlardan fazla miktarda
para varsa üretim projelerinin finansmanı için harcama yapılır.
Yoksa Beyü'l Mal'da para birikinceye kadar bu projeler bekletilir.
Fakat üretim projelerinin yokluğu, şu anda İslâm ülkelerinde
olduğu gibi ümmetin zarara uğramasına neden oluyorsa, müslümanların
ellerinde makine fabrikalarının yokluğu hem sanayi açısından
hem de silahlanma açısından İslâm ülkelerini kâfir devletlere
muhtaç ve bağımlı hale getiriyorsa ki bu zarar zararların en
korkuncu ve şiddetlisidir böylesi bir durumda makine fabrikalarını
kurmak müslümanların üzerine farz haline gelir. Çünkü
müslümanların uğradıkları zararın giderilmesi ancak makine
fabrikalarının kurulması ile mümkün olmaktadır. Zararı
gidermek ise hem devlete hem de ümmete farzdır. Bu nedenle para
olsun olmasın bu fabrikaları kurmak devletin üzerine farzdır.
Eğer Beytü'l Mal'da para bulunursa bu projeleri gerçekleştirmek
üzere hemen harcama yapılır. Eğer Beytü'l Mal'da para
bulunmazsa, zararı giderecek ve projelerin gerçekleştirilmesini
sağlayacak miktarda müslümanlardan vergi alınması gerekir.
Bu nedenle üretim
projelerinin finansmanında devletin şu metodu takip etmesi
gerekir: Devlet, önce ümmet için gerekli olan makine fabrikalarının
neler olduğunu belirler. Sonra bu fabrikaların kurulması için
gerekli para miktarını inceler sonra da üretim projelerinin
gerçekleştirebilmek ve sanayi devrimini yapabilmek için gerekli
olan vergi miktarlarını belirleyip devlet gücüyle insanlardan
belirlenmiş olan vergileri toplamaya başlar. Böylece projelerin
finansmanı sağlanmış olur. Devletin doğrudan doğruya hemen
işe başlaması için yabancı devletlerle ve büyük şirketlerle
bağlantı kurmasında, üretim projelerini gerçekleştirecek
gerekli alet ve edavatı temin edebilmek için faiz işlemi olmayıp
alışveriş işlemi olması koşulu ile vadeli fiyatlarla yapılan
ithalat kolaylıklarından faydalanmasında bir engel yoktur. Bu
davranış, gerekli vergiler toplanıncaya kadar projelere
başlamaya ve projeleri uygulamaya geçirmeye yardımcı olur.
Devletin üretim projelerini, yatırımları gerçekleştirmede
takip edeceği tek yol budur. Bundan başka yol yoktur.
KALKINMA BÜTÇESİ
SAÇMALIĞI
Bazı hükümetlerin
devlet için kalkınma bütçesi ve normal bütçe yapmaları saçmalıktan
kaynaklanmaktadır. Devlet için tek bir bütçe vardır. Üretim
projeleri diğer bir ifade ile yatırım projeleri tıpkı
bayındırlık yatırımları gibi devlet bütçesinin
bölümlerinden birisini oluşturur. Bunların birini ayırarak
ayrı bir bütçe haline getirmek doğru değildir. Çünkü devlet
çıkarlarının tamamı birbirinden farklı bütçeler altında
değil tek devlet bütçesi kapsamındadır. Bu nedenle günümüzdeki
yönetimlerin "Ekonomik Kalkınma Bütçesi" adı altında
ayrı bir bütçe yapmaları gerçekten garipsenecek bir olaydır.
Bu, birçok soruyu hatta birçok şüpheyi doğurmaktadır. Büyük
bir ihtimalle bu bütçeler, yabancı kredilere dayanmaktadır.
Dışarıdan alınan krediler ise ancak belli koşullarla
verilmektedir ki bunların en azı bütçe harcamalarını ve bütçede
hazırlanmış olan bölümlerin kontrol edilmesidir. Belki de bunun
için kalkınma bütçeleri devlet bütçesinden ayrı olarak
belirlenmektedir. Söylenen bu söz doğru ise, -ki doğrudur-
Birinci Dünya savaşından önce Avrupa devletlerinin Mısır'da ve
Tunus'ta kurdukları, Fransa'nın Tunus'taki ihtilali,
İngiltere'nin de Mısır'daki ihtilali gerçekleştirmesine neden
olan borç sandıklarına benzemektedir. Ancak bu sandıklar borç
ödeme güçlüğü ortaya çıktığında kurulmuşlardı. Fakat bu
bütçeler veya bu fonlar, borçlanan devlet üzerinde nüfuzunu ve
egemenliğini sağlayabilmek için borçlanan devletin takip etmesi
gereken yolu çizmek amacıyla krediler alınmadan önce kurulmuşlardır.
Bu şartlar altında kalkınma bütçeleri ümmet için bir tuzaktır
hatta ihanettir.
DIŞ PAZARLAR BULMAK
Hiç şüphe
yok ki üretimin ihraç edilmesi ülkelerin servetini artıran
işlerin en önemlilerindendir. Bu nedenle geçmiş çağlardaki ve
bu asırdaki ülkeler ürettikleri mallara pazarlar bulmak için
çalışmışlardır. Hatta bazı ülkeler büyüklüklerini dış
ticarete getirdiği korumalar ve dış pazarlar oluşturma sayesinde
gerçekleştirebilmişlerdir. Bu nedenle ülkede üretilen
ürünlere dış pazarlar bulmak için çalışmak mutlaka
gereklidir. Ancak bilinmelidir ki pazarlar bulmanın tek gayesi
üretilen ürünlerin pazarlanmasını sağlamak değil dış
pazarlar bulmakla öngörülen hedeflerden bir hedefi gerçekleştirmektir.
Dış pazarlar oluşturmanın, bulmanın en önemli hedeflerinden
biri de sanayi devrimini gerçekleştirebilmemiz için gerekli olan
dövizi elde edebilmek ve böylece de sanayi devrimi için gerekli
olan malları satın alabilmektir. Buna göre dış pazarlar bulma
politikası sanayi mamullerinin ticareti esası üzere kurulur.
Sadece ticari esas üzere kurulmaz. Bunun için herhangi bir ülke
ile yapılan dış ticarette, dış ticaret dengesine pek fazla
önem verilmez. Yani herhangi bir ülke ile yaptığımız ticaret
bizim lehimize veya aleyhimize sonuçlanıp sonuçlanmamasına
bakılmaz. Diğer bir ifade ile herhangi bir ülkeden yaptığımız
ithalat ile o ülkeye yaptığımız ihracatın birbirini dengeleyip
dengelemediğine pek önem verilmez. Herhangi bir ülke ile yaptığımız
ticarette, ticari denge açısından ihracatımızın
ithalatımızdan fazla olması caiz olduğu gibi ithalatımızın
ihracatımızdan fazla olması da caizdir. Çıkarımıza hangisi
uygunsa onu yaparız. Aynı şekilde tek bir ülke ile olan ticaret
değil de genel olarak Dış Ticaret Dengesi açısından
ihracatımızın ithalatımızdan fazla veya az olmasına da pek
fazla önem verilmez. İthalat ile ihracatın dengede olması pek de
önemli değildir. Dış Ticaret Dengesi ister aleyhimize olsun
isterse lehimize olsun, önemli olan dış ticaret politikasının
sanayi mamulleri ticareti esası üzere yürütülmesidir.
Aynı şekilde
hesap bütçesinin dengeli ya da çıkarımıza olması da önemli
değildir. Diğer bir ifade ile ülkede üretilip ihraç edilen
mamullerin bedellerinin; eğitim, davayı taşıma ile ilgili
ödenekler, propaganda masrafları, elçiliklerin giderleri, dış
yardımlar vb. harcamalara eşit olması şart değildir. Üstelik
bu pek önemli de değildir. Dış harcamaların gelirlerle dengeli
olması caiz olduğu gibi, lehimize veya aleyhimize olması da
caizdir. Çünkü bu türden harcamaların yapılmasında dış
ticaret ya da ekonomik esas dikkate alınmaz. Bu türden harcamalar,
insanlar arasında hidayetin yayılması için risaletin/İslâm'ın,
taşınması dikkate alınarak yapılır. Ülkeden malların veya
insanların çıkması ya da ülkeye girmesi, ticari veya ekonomik
esas üzere kurulmaz. Ülkeye malların veya insanların girişi ya
da çıkışı İslâm Devleti'nin vatandaşları için mutlak
şekilde serbesttir. Vatandaş olmayan kişiler için ise, devletin
dış politikada benimsediği kurallar geçerlidir. Bu nedenle dış
ticarette yani ülkede üretilen mal ve hizmetlerin tüketilmesi
için pazarlar bulmada ticari ya da hesap dengesine bakılmaz. Dış
ticaret, birinci derecede yer alan davanın -İslâm'ın
yayılmasının- gerektirdiği esastan sonra yalnızca "sanayi
mamulleri ticareti" esası üzere kurulur.
Madem ki dış
pazarlar bulmakla, sanayi devrimini gerçekleştirmede gerekli olan
malzemeleri satın alabilmek için dövize sahip olmanın yanında
ülke içerisinde üretilen mal ve hizmetlerin ihracatı
hedeflenmektedir öyleyse kendileriyle dış ticaret anlaşmaları
yapacağımız ülkeleri seçmemiz lazımdır. Çünkü her ülke
ile dış ticaret anlaşmaları yapmak mümkün değildir. Örneğin
İsviçre, İspanya, Yunanistan, Kıbrıs, Kore vb ülkelerle ticari
anlaşmalar yapmanın ne yararı vardır? Her ne kadar bu ülkelere
satılabilecek mallar olsa da bu ülkelerde, bizim için gerekli
olan sanayi mamullerini ve dövizi bulmamız mümkün değildir.
Çünkü bu ülkelerin paralarının dış pazarlarda değeri
yoktur. Öyleyse bu tür ülkelerle ticari anlaşmalar yapmaktan kaçınmamız
gerekir. Ticari anlaşmaların yapılmasında daima ürettiğimiz
mal ve hizmetleri satabileceğimiz ve bizim için lazım olan dövizi
ya da sanayi devrimini gerçekleştirmek için gerekli olan
malzemeleri elde edebileceğimiz ülkeleri tercih etmeliyiz. Örneğin
ticari anlaşmalar yapılmak istendiği zaman Almanya,
Çekoslovakya, Rusya, İngiltere, Fransa, Amerika gibi
sanayileşmiş ülkelerle ticari anlaşmalar yapmaya çalışmak
lazımdır. Çünkü bu ülkelerde hem mamullerimizi satabileceğimiz
bir potansiyel hem de bizim için lazım olan döviz vardır. Dünyada
güçlü para olma özelliklerinden dolayı İngiliz Sterlin'i ya da
Amerikan Dolar'ı ile dilediğimiz ülkeden mal satın alabiliriz.
Ayrıca bu ülkelerde sanayi devrimini gerçekleştirmek için bize
lazım olan makineleri, uzmanları, mühendisleri ve teknik
elemanları bulabiliriz. Ülkemiz için gerekli olan mühendislik, tıp,
ve diğer pozitif bilimleri öğrenmeleri için Çocuklarımızı gönderme
imkânına da sahip oluruz. Bu amaçla bu ülkelere heyetler
gönderilir ve bu tür ülkelerle ticari anlaşmalar yapılır.
Ancak ticari anlaşmalar yapılırken hedeflediğimiz faydanın
kaybolmasına yol açabilecek birçok ülke yerine, bize en çok
faydayı sağlayacak olan ülkelerle görüşmeler yapılmasına
özen gösterilir.
Ancak ticari anlaşmalar
yaparken ticari ilişkilerimizi yürüttüğümüz esasın diğer
ülkelerin takip ettikleri esaslarla çeliştiğini de
unutmamalıyız. Şu anda dünyadaki bütün ülkeler tacirin
tabiiyetini esas alarak değil malın menşesini esas alarak ticari
faaliyetleri yürütmektedirler. Oysa biz ticari ilişkilerimizi
malın menşesini esas alarak değil, tacirin vatandaşlığını
esas alarak gerçekleştiririz. Dolayısıyla ticari anlaşmalarda
bu kural mutlak surette göz önünde bulundurulmalıdır.
Örneğin biz
Çekoslovakya'ya on milyon lira değerinde bir mal ihraç etmemize
karşılık onbeş milyon lira değerinde bir mal ithal etmek üzere
bir anlaşma yapsak, yaptığımız bu anlaşma, takip
ettiğimiz/etmemiz gereken malın menşesi yerine tacirin esas
alınması kuralına uygun olmayan bir anlaşma sayılır. Çünkü
devletimizin vatandaşı olan tüccarların diledikleri ülkeden mal
satın almaları serbesttir. Kanada'dan daha çok miktarda ve daha
kârlı mal bulup satın alabilirler. Dolayısıyla Çekoslovakya
ile yapılan anlaşma süresince herhangi bir şey ithal
etmeyebiliriz. Aynı durum onların tüccarları için de geçerli
olabilir. Bizden satın alabilecekleri bir mal olmadığı için
ithalat yapma gereği duymayabilirler. Aynı zamanda tüccarlarımız,
Çekoslovakya pazarından dahi iyi bir pazar bulmalarından dolayı
alış veriş için Çekoslovakya'ya gitmeyebilirler. Bu durumda
anlaşma süresince Çekoslovakya'ya herhangi bir şey ihraç
etmeden süre dolmuş olabilir. Bu durumda böylesi bir anlaşmanın
boş ve değersiz bir anlaşmadan öte bir anlamı olmaz. Bu nedenle
diğer devletlerle malın menşesi esas alınarak anlaşmalar
yapılması doğru değildir. Diğer ülkelerle yapılacak olan
ticari anlaşmalar, vatandaşlık esası göz önünde
bulundurularak yapılmalıdır.
Diğer ülkelerle
yapılacak olan anlaşmaların şu şekilde yapılması gerekir:
Örneğin bir yıllık bir süre ile vatandaşlarımızın ve
mallarının Çekoslovakya'ya girmesi, bu süre zarfında
mallarından gümrük vergisi alınmaması, yine aynı süre zarfında
Çekoslovakya vatandaşlarının ve mallarının ülkemize
girebilmesi ve gümrük vergisi alınmaması şartıyla iki ülke
arasında ticari anlaşma yapılmıştır. Veya; Çekoslovakya
vatandaşlarına ait şu miktardaki malların şu süre ile şu
miktarda gümrük vergisi alınması koşulu ile ülkemize girmesine
izin verilmesine, vatandaşlarımıza ait şu miktardaki malın şu
kadarlık sözleşme süresince ve şu miktardaki gümrük vergisi
alınması koşulu ile Çekoslovakya'ya sokmalarına izin verilmesi
üzere anlaşma yapılmıştır.
İşte yabancı
ülkelerle yapılacak anlaşmalar bu çerçeve dahilinde yapılır.
Bu şekilde yapılan ticari anlaşmalar, sadece mallar için değil
tüccarlarımıza ve mallarına ticaret yolunu açmak için yapılır.
Üstelik anlaşmalar ithalatın ve ihracatın yapılması
gereğinden dolayı değil, ithalatın ve ihracatın mübah olmasından
dolayı yapılır. İkisi arasında ise şöyle bir fark vardır:
Malın
menşesi esas alınarak yapılan anlaşmalar, yaptığımız ithalat
ve ihracat miktarlarının sınırlandırılması demektir. Böylesi
bir anlaşma ise zorunlu olarak belirtilen miktarlarda ihracat ve
ithalat yapmamızı gerektirir. Belirtilen miktarlarda ithalat
yapmadığımız takdirde ise bu devletlerin bizden nefret etmeleri
belki de ticari ilişkileri bozmaları söz konusu olacaktır. Fakat
ticari anlaşmalar, tacirin anlaşma yapan ülkelerin vatandaşları
olmaları esası üzere yapılırsa her iki ülke vatandaşlarının
ve mallarının karşılıklı olarak ithalat ve ihracatta
bulunmaları anlamına gelir. Bu ise dış ticaretin mübah olmasından
kaynaklanan bir durumdur. Yapılan anlaşma süresince iki ülke
arasında ithalat ve ihracat olsa da olmasa da iki ülke arasında
herhangi bir ihtilaf söz konusu olmaz. Çünkü yapılan işlem
anlaşma gereği yapılan bir işlemden ziyade mübahlıktan
kaynaklanan bir işlemdir.
Ticari
anlaşmaların üzerine oturtulması gereken esaslar bunlardır. Bu
esaslar hem tüccarlarımızın ellerinde bulundurdukları malları
satabilecekleri pazarların bulunması hem de sanayi devrimini gerçekleştirmemiz
için gereken dövize sahip olma imkânını sağlar. Dış
ticaretin canlanmasına neden olan temel faktör, ülke içerisinde
üretilen mamullerimizin önündeki yolun açılması değil, tüccarlarımızın
önündeki yolların açılmasıdır. Çünkü ticari faaliyet, canlılık
sadece malın kendisi ile değil malın sahibi olan tüccarın
faaliyet imkânlarının çoğaltılması ile gerçekleşir.
Üretilen malın
önündeki yolların açılması ile pazarların oluştuğu
doğrudur. Fakat pazarı oluşturan kimdir? Malın kendisi mi yoksa
malın sahibi olan tüccar mıdır? Evet günümüzde Kapitalist
ülkeler mallarını ihraç etmek için şirketler kurmakta ve
malını ihraç etmek istediği ülkelerin yerel halkından olan
kimselere temsilcilikler vererek mallarını ihraç etmektedirler.
Böylece de tacirin önündeki ticaret yollarını açmaya gerek
duymaksızın mallarının önündeki ticaret yollarını açmış
olmaktadırlar. Ancak bu durum varsayılan bir teoridir. Çünkü
vekil ya da temsilci, malın sahibini araştırmadan ve ziyaret
ederek onu görmeden yaptığı işten emin olmaz, rahat olmaz.
Malın sahibi ile doğrudan doğruya bir bağlantı kurmadan
ticarette, ticari kârın ve huzurun bulunması söz konusu değildir.
Bu nedenledir ki ticari anlaşmalarda mal yerine tacirin esas
alınması bir zorunluluktur. Anlaşmalar tacirin ve tüccara ait
malın serbestçe anlaşma yapılan ülkelere giriş çıkışına
izin verme esasına dayalı olmalıdır. Yoksa belli miktardaki
ticaret malının ihracı ve ithalinin zorunluluğu esasına göre
olmamalıdır. Her ne surette olursa olsun ürünlerimize ve
tüccarlarımıza pazarlar bulmak için araştırma yapılırken
bize gerekli olan dövizi ve sanayi devrimini gerçekleştirebilmek
için gerekli olan makine ve teçhizatı bulabileceğimiz ülkeler
bulunmalı, sonra da tacir esas alınarak ticari anlaşmalar
yapılmalıdır. Yapılan ticari anlaşma gereğince tüccarla
birlikte yanındaki malın da ülkeye giriş ve çıkışına izin
verilmelidir. Mal tüccardan ayrı olarak değerlendirilmemelidir.
İşte böylece servetin artırılması yolunda önemli işlemlerden
biri gerçekleştirilmiş olur.
Buraya kadar
yapılan açıklamalarla uygulamaya yönelik olarak ekonomik araştırma
tamamlanmış olmaktadır. Bu çözümler "İDEAL İKTİSAT
POLİTİKASI"nın ortaya koyduğu çözümlerdir. İşte bu
çözümler uygulandığı zaman ülkedeki servet, kapitalistlerin
ifadeleri ile "Milli Gelir"in artırılması gerçekleşir.
Bizler bir taraftan müslümanların önüne elle tutulur gözle
görülür pratik çözümler ortaya koyarken, diğer taraftan da bu
çözümlerin uygulanması ve korunmasında İslâm akidesini
güçlü bir etken olarak ele almaya çağırıyoruz. Zira İslâm
akidesi esas alınmadan ortaya konan iktisat ile ilgili hükümler
ve bu hükümler üzerine oturtulan düşüncelerle ülkedeki
servetin artırılması ve iktisatta herhangi bir ilerleme
sağlanması mümkün değildir. Ortaya konan İslâmi çözümleri
koruyan ve kollayan faktör İslâm akidesidir. Çünkü İslâm
akidesi kalkınmada temel olduğu gibi maddi ilerlemede de temeldir.
Ortaya konulan çözümleri koruyan akideden daha kuvvetli bir unsur
söz konusu değildir. Hele bu akide tek doğru akide olan İslâm
akidesi ise.
Muharrem 1383
Haziran 1963
* * * * *
|