Kelamcıların metodu hakkında ortaya
konulan bu açıklamalardan, bu metodun doğru olmadığı,
davranışlarının ne kişinin iman etmesine ne de imanını
kuvvetlendirmesine yol açmayacağı anlaşılmaktadır.
Hatta bundan da öte takip
edilen bu metodla ne kişinin düşünmesi sağlanabilir ne de
düşünmesi kuvvetlendirilebilirdi. Bu metodla ancak, kişinin
birtakım bilgilere sahip olması sağlanabilirdi. Bilgi ise düşünmeden
ve imandan daha farklı şeydir. Kelamcıların metodunun
yanlışlığı birkaç madde halinde şöylece ortaya
konulabilir:
1-
Bu metod, hissi esaslar yerine mantıki esaslara dayalı
burhanlar kurmaya dayanmaktaydı. Bu husus iki yönden hatalıdır:
A-
Müslüman bir kimsenin Allah'ın varlığına burhanlar
getirebilmesi için mantık ilmini
bilmesini
zorunlu hale getirmektedir. Dolayısıyla mantık ilmini
bilmeyen bir kimse, akidesinin doğruluğuna burhanlar
getirmekten aciz kalmaktadır. Diğer bir ifade ile kelam ilmi
açısından mantık ilmi, "dil" bozulduktan sonra
onu düzeltmede kullanılan "nahv" bilgileri
konumuna gelmekteydi. Oysa mantık ilminin ne İslâm
akidesinde ne de bu akidenin doğruluğunu ispatlamak için
birtakım burhanlar ortaya koymada yeri yoktur. İslâm geldiğinde
İslâm'a inanan müslümanlar, mantık ilmini bilmedikleri
halde İslâm risaletini taşıdılar, akidelerinin
doğruluğuna mantığa gereksinim duymadan kesin deliller
getirmeye muvaffak oldular. Bu durum ise, mantık ilminin İslâm
kültürü içerisinde yer almasına gerek olmadığına ve
İslâm akidesinin doğruluğunu ispatlamada mantığa
gereksinim duyulmadığına işaret etmektedir.
B-
Mantıki esaslar hissi esasların tersine yanılgıya daha
elverişlidirler. Zira akide, birşeyin varlığı açısından
yanılma payının sızmasına imkân vermeyecek türden
delillerle ispatlanmalıdır. Bu nedenle de mantığın
"iman" konusunda esas alınması doğru değildir.
Mantık, yanılmalar ve doğru olmayan sonuçlar
ortaya koymakla her zaman karşı karşıyadır. Her ne kadar
mantık, önermelerin ve dizilişinin sağlıklı ve doğru
olmasını şart koşuyorsa da, bir önermenin diğer bir
önerme üzerine kurulması, sonucun doğruluğunu,
önermelerin doğruluğuna bağlı kılmaktadır. Ortaya
konulan önermelerin doğruluğu ise garantili değildir.
Çünkü sonuç, doğrudan doğruya his yerine önermelerin
birbirleri ile ilişkisine dayanmaktadır. Dolayısıyla ortaya
çıkacak
olan sonucun doğruluğu da garantili olmamaktadır. Mantık
tekniği, önermelerin birbirleri ile olan bağlantılarına göre
gerçekleştirilmektedir. Mantıkta, anlaşılabilir
önermeler, anlaşılabilir diğer önermelere dayandırılarak
anlaşılabilir sonuçlar çıkarılmaktadır. Ya da
hissedilebilir önermelerin hissedilebilir
diğer önermelere dayandırılması ile hissedilebilir sonuçlar
çıkarılmaktadır. Anlaşılabilir önermeler kullanılarak
ortaya çıkarılan mantıksal sonuçlar, hata içinde kayıp
gitmeye, sonuçlarda çelişkiye, önermeler zincirinde
serbest davranmaya, önermelerin gerçeklere dayanması yerine
varsayımlara dayalı anlaşılabilir sonuçlar çıkarmaya
yol açar. Hatta yolun sonunda önermelerin çoğu evhamlardan
ve karışımlardan meydana
gelmektedir. Bu nedenle anlaşılabilir
önermelerin anlaşılabilir diğer önermelere dayandırılması
ile mantıki deliller her zaman yanlış sonuçlar verme ile
karşı karşıyadır. Mantık kullanılarak şöyle bir
örnek verilebilir:
Mesela mantıken şöyle denilir:
- Kur'an Allah'ın Kelamıdır ve
varlıklar aleminde birbirini takip eden harflerden tertib
edilmiş bileşik sözdür.
- Ve varlıkta birbirini izleyen tertib
edilmiş harflerden bileşik her söz sonradan olmadır.
- Sonuç; o halde Kur'an da mahluktur
ve sonradan yaratılmıştır.
Önermelerin sıralanışı ile ortaya çıkan
bu sonuç, hissin algılama sahası içerisine giren bir
sonuç değildir. Öyleyse aklın böyle bir konuyu araştırmasına
ve hakkında bir yargıya varmasına da imkân yoktur. Dolayısıyla
ortaya konulan sonuç, vakıası olmayan varsayıma dayalı
bir sonuçtur. Üstelik bu konu aklen araştırılması
yasaklanan bir konudur. Zira Allah'ın sıfatları konusunda
araştırma, yapmak Allah'ın zatı hakkında araştırma
yapmak demektir. Allah'ın zatını araştırmak ise hiçbir
surette caiz değildir. Yukarıdaki aynı mantığı
kullanarak tam tersi bir sonuç elde etmek de mümkündür.
Örneğin:
- Kur'an Allah'ın kelamıdır ve kelam
O'nun sıfatıdır.
- Allah'ın sıfatı olan her şey
sonsuzdur.
- Sonuç; öyleyse Kur'an da sonsuzdur
ve yaratılmamıştır.
Verilen örneklerden de anlaşılacağı
üzere tek bir önermede kullanılan mantıkta çelişkiler görülmektedir.
Bunlar ve benzeri örneklerde de görülebileceği üzere
makulatın bir diğer makulata dayandırılması ile
oluşturulan mantık birbiri ile çelişkili sonuçlar doğurmaktadır.
Ancak duyumlanabilir
önermelerin duyumlanabilir diğer önermelere dayandırılması
ile oluşturulan mantıksal sonuç duyumda/histe son
buluyorsa, elde edilen sonuç doğrudur. Çünkü sonuç,
sadece önermelere değil aynı zamanda duyuma dayanmaktadır.
Ancak elde edilen sonucun gerçek olup olmadığı
önermelerin sıralanışına bağlıdır. Hissin varlığı
ise önermenin sonuçları ile gözlemlenebilir. Mantıkta
kullanılan önermeler ve sonuçla ilgili olarak ortaya çıkabilecek
yanıltıcı noktaların bir kısmını şu şekilde
sıralayabiliriz:
1-
Bazen bir
önermeye göre doğrulandığı sanılan bir şeyin, vakıada
doğrulanmadığı gerçeği ile karşı karşıya
kalınabilir.
2-
Yine her yönü ile çevrelenmiş olan bir önermenin, bir
bütünün bir kısmını doğrulayıp diğer kısmını
doğrulamamasına rağmen bütünün tamamını
doğruladığı sanılabilir.
3-
Zahiri hükmü doğru olup vakıası yanlış olan bir
önermenin doğru olduğu sanılabilir.
4-
Bazen sonuç doğru olabilirken, sonucun çıkarıldığı
önermelerin hatalı olmasından dolayı sonucun
doğruluğundan yola çıkarak önermenin doğru olduğu
sanılabilir. Bu ihtimallere şöyle örnek vermek
mümkündür:
- İspanya'da oturanlar müslüman değildir.
- Halkı müslüman olmayan her ülke
İslâm ülkesi (toprağı) değildir.
- Sonuç; öyleyse İspanya İslâm
toprağı değildir.
Bu sonuç yanlıştır. Yanlışlık ikinci
önermenin yanlış olmasından kaynaklanmaktadır.
"Oturanları müslüman olmayan her ülke İslâm ülkesi
değildir" sözü yanlış bir sözdür. Zira bir ülkede
bir defaya mahsus da olsa İslâm ile
hükmedilmesi/yönetilmesi veya halkının çoğunluğunun müslüman
olması ile o ülke "İslâm ülkesi/toprağı"
sayılır. Bu nedenle de İspanya'nın İslâm toprağı
olmadığı sonucu yanlış bir sonuçtur. Bir başka örnek
daha verelim:
- Muaviye b. Ebu Süfyan, Rasulullah (s.a.v.)'i gördü ve onun sohbetinde bulundu.
- Rasulullah (s.a.v.)'i gören ve onun sohbetinde
bulunan herkes sahabe sayılır.
- Sonuç; öyleyse Muaviye b. Ebu Süfyan
da sahabedir.
Bu sonuç da yanlıştır. Çünkü
Rasulullah (s.a.v.)'i
gören ve onunla bir arada bulunan herkes sahabe sayılsaydı,
Ebu Leheb'in de sahabe sayılması gerekirdi. Oysa sahabe;
kendisinde sohbet manası gerçekleşmiş olan yani,
Rasulullah (s.a.v.) ile birlikte bir veya iki defa gazveye katılmış veya bir
veya iki sene Rasulullah (s.a.v.) ile arkadaşlık yapmış olan kimse demektir. Bir başka
örnek daha verelim:
- Amerika ekonomik açıdan gelişmiş bir
ülkedir.
- Ekonomik açıdan gelişmiş her
ülke kalkınmış bir ülkedir.
- Sonuç; öyleyse Amerika kalkınmış
bir ülkedir.
Önermelerin her ikisinin de yanlış
olmasına rağmen Amerika açısından bu sonuç doğrudur.
Önermeler yanlıştır, çünkü ekonomik açıdan gelişmiş
her ülke kalkınmış ülke değildir. Fikri açıdan
gelişmiş, yükselmiş ülke kalkınmış ülke sayılır. Bu
önermelere dayanılarak elde edilen doğru sonuca bakılarak
doğru sonucun bu önermelerden kaynaklandığı dolayısıyla
da Kuveyt, Katar ve Suud gibi ülkelerin kalkınmış ülkeler
olarak kabul edilmesi gerekir. Gerçekte bu ülkeler kalkınmış
ülkeler olmadıkları halde ekonomik açıdan gelişmiş
konumda bulunduklarından önermelere göre kalkınmış
ülkeler sayılmaları gerekmektedir. Bu örnekte de
görüleceği üzere bütün önermeler, sonuçların
doğruluğunu da etkilemektedir. Önermelerin doğruluğu ise
garantili değildir. Çünkü her an yanıltmaca ile karşı
karşıyadır. Bu nedenle delil getirmede mantıki esaslara güvenmek
yanlıştır.
Ancak bu ifade, mantık yoluyla ulaşılan
her gerçeğin veya her burhanın hatalı olduğu anlamına
gelmemektedir. Bu ifade, mantıki esaslara göre kurulan
burhanlara güvenmenin ve deliller getirmede mantığı esas
almanın yanlış olduğunu anlatmaktadır. Delil getirmede
doğru sonuçlar elde edebilmek için mantık yerine duyumun
esas alınması gerekir. Fakat önermenin doğru olması
koşulu ile mantığa dayalı burhan getirmek de caizdir.
Önermenin doğru olması, hem önermenin hem de sonucun histe
son bulması koşulu ile elde edilen sonuç da doğru olur.
Sonucun doğruluğu, önermelerden elde edilen çıkarımın
doğruluğuna bağlıdır. Mantığın, yanılmaya düşme imkânını
içerisinde barındırmasından dolayı delil getirmede esas
alınması doğru olmaz. Her ne kadar bazı durumlarda kesin
sonuçlar ortaya koysa da, içerisinde yanılabilirlik imkânı
bulunduğundan dolayı adeta bir bütün olarak zanni bir
esastır. Öyleyse delil getirmede hissin esas alınması
gerekir. Çünkü his, bir şeyin varlığı hakkında şüpheye
veya herhangi bir hataya imkân bırakmayan kesin bir esas
gibidir.
2-
Kelamcılar hissedilebilen gerçeğin dışına çıkarak,
Allah'ın zatı ve sıfatları gibi hissedilemeyen, metafizik
alanları araştırdılar. His yoluyla algılanabilen şeyleri
his yoluyla algılanamayan şeylerle karıştırarak görünmeyeni
görünene kıyaslamakta aşırılığa gittiler. Allah'ı
insana kıyasladılar. Dünyada insan hakkında tasavvur
ettikleri adaleti, Allah'a kıyasladılar. Allah'ın iyi
olanı yapması gerektiğini, hatta onlardan bir kısmı,
Allah'ın en iyi olan şeyleri yapması gerektiğini söylediler.
Çünkü Allah hikmet sahibidir, hikmetsiz, maksatsız bir iş
yapmaz dediler. Maksatsız bir iş yapmak ise
akılsızlıktır. Hikmet sahibi olan bir kimse bir işi ya
kendisinin ya da başkasının faydalanması için yapar.
Allahu Teâla faydalanmaktan münezzeh olduğu için yaptığı
işi başkalarının faydalanması için yapar dediler.
Akıl yoluyla hakkında hüküm
verilemeyen, hissin algılama alanına girmeyen bu tür
konuları araştırmaya daldılar ve içerisinde bulundukları
çıkmaza düştüler. Hissedilen şeylerin
algılanabileceği, Allah'ın zatının ise
algılanamayacağı dolayısıyla da birini diğeri üzerine kıyas
yapmanın mümkün olmayacağı gerçeğini gözden kaçırdılar,
Allah'ın adaletini insanın adaleti ile kıyaslamanın doğru
olmadığını ve koyduğu kanunlara göre alemi idare eden,
alemin yaratıcısı olan Allah'ın dünyadaki kanunlara boyun
eğeceğini sanmanın caiz olmadığını anlayamadılar.
İnsanın dar görüşü sebebiyle adaleti dar bir şekilde
anladığını, bakış açısının genişlediğinde ise hem
adalete bakışının hem de verdiği hükmün değiştiğini
gördüğümüz halde, nasıl oluyor da ilmi ile herşeyi
kuşatan Alemlerin Rabbinin adaletini, bizim kabul ettiğimiz
adalet anlamıyla kıyaslıyoruz? İyi ve en iyi kelimeleri ve
kelimelerin içerdiği anlamlar da onların adalete
bakışlarının bir paçasıdır. Çünkü adalet hakkında söylenenlerin
aynısı bu iki kelime hakkında da geçerlidir. Ufkunun genişlemesiyle
bakışının da değiştiği gözlemlenmektedir. Örneğin;
bugün İslâm dünyası, İslâm ile hükmetmeyi terk ettiği
için Dar-ı Küfürdür. Bu nedenle bütün müslümanlar
dünyayı bozuk bir dünya olarak görmekte ve onlardan bir
çoğu, dünyanın ıslah edilmeye muhtaç olduğunu söylemektedir.
Ancak uyanık olanlar ıslah düşüncesinin yani mevcut
ortamdaki bozukluğun giderilmesi düşüncesinin yanlış
olduğunu, bilakis bugün İslâm dünyasının küfrü
kökünden kazıyacak ve İslâm'ı uygulayacak kapsamlı bir
inkılaba muhtaç olduğunu, her türlü ıslah çalışmasının
ise bozukluğun ömrünün uzamasına yarayacağını görmektedir.
Görüldüğü gibi insanlar, iyi ve güzel konusunda farklı
görüşler ortaya koyabiliyorken nasıl olur da Allah'ın,
insanın görüşüne göre hareket etmesi istenir ve kendi
açımızdan iyi ve en iyi olarak gördüklerimizi Allah'ın
da yapması gerektiğini söyleyebiliriz? Görüşlerimize
aklımızı hakem kıldığımızda, Allah'ın eşyalar
hakkında yaptıklarında aklımıza göre hangi iyilikleri
bulabiliriz? İblis ve şeytanların yaratılıp insanları
saptırmaları için kendilerine güç verilmesinde hangi
iyilik vardır? Allah, niçin İblisin ömrünü kıyamete
kadar uzattı da Muhammed (s.a.v.)'in
canını aldı? Yaratıklar için bu mu daha iyi? Niçin İslâm
hükmünü yeryüzünden kaldırdı da küfür hükmünü onun
yerine koydu, Müslümanları zelil, kâfir düşmanlarını
ise onlara musallat kıldı? Kullar için bu mu daha iyi? Daha
bunlar gibi binlercesini, aklımıza iyi ve en iyi
kavramalarını anlayışımıza göre kıyasladığımızda
hiç birinin iyi olmadığını görürüz. Bu nedenle Allah'ın
insana kıyaslanması doğru değildir ve Allah için hiçbir
şeyi gerektirmez. Ayette Allahu Teâla kendisi için şöyle
buyurmaktadır:
"O, yaptığından sorumlu değildir."
"O'nun benzeri hiç birşey yoktur."
İşte kelamcıların yukarıda
sıraladığımız hatalara düşmeleri araştırma
metodlarının yanlışlığından ve Allah'ı insana
kıyaslama yanılgılarından kaynaklanmaktadır.
3.
Kelamcıların metodu, hissettiği veya hissetmediği
herşeyde akla araştırma hürriyeti veriyor. Bu durum aklen
hakkında hüküm vermesi mümkün olmayan meselelerde aklı
araştırma yapmaya sürüklüyor. Varsayıma ve hayale
dayalı konuları araştırıyorlar, var olup olmadığı
kesin olarak belli olmayan şeyler hakkında soyut
tasavvurlara göre burhanlar, deliller getiriyorlardı. Bu
davranışlar bir taraftan, doğruluğunu kesin olarak
bildiğimiz bir kimsenin verdiği bir haberi, aklın idrak
edememesinden dolayı kesin olarak var olan bir çok eşyayı
inkâr etmeye götürürken diğer taraftan da akıl,
varlığını hayal ettiği için gerçekte var olmayan, şüpheli,
boş şeylere iman etmeye götürdü. Örneğin, Allah'ın
zatını ve sıfatlarını araştırdılar. Bu araştırma
sonunda bir kısım kimseler sıfat, zatından bir parçadır
derken bir kısmı da sıfat zatından başkadır dediler.
Allah'ın ilmi, bilinenin olduğu şekilde ortaya çıkması
ve gelişmesidir dediler. Bilinen ise değişik zamanlarda
değişebilir. Örneğin bir ağaç yaprağı dalından kopup
düşebilir. Allahu Teâla ise şöyle buyurmaktadır:
"Her düşen yaprağı Allah muhakkak bilir."
Allah'ın ilmi bir şeyin bulunduğu hal
ile gelişir. Allah, bir şey olmadan önce onun olacağını,
olduğunda ise nasıl olacağını, yok olduğunda nasıl yok
olacağını bilir. Öyleyse nasıl oluyor da Allah'ın ilmi
varlıkların değişmesi ile değişebiliyor? Olayların
değişimine göre değişen ilim sonradan meydana gelen
ilimdir. Sonradan var olan ilim ise Allah'ın ilahlık
sıfatına uymaz. Çünkü sonradan olanla alakalı şeyin
kendisi de sonradan olmuştur. Kelamcılardan bir kısmı bu
soruya şöyle cevap veriyor:
Zeydin bize geleceğini bilmemiz onun
fiilen bize geleceğini bilmemizden farklı olduğunu kabul
etmek gerekir. Bu farklılık ise ilmin, bilginin
yenilenmesinden kaynaklanmaktadır. Ancak bu, insan için
geçerlidir. İnsanın ilmi sürekli yenilenir. Çünkü ilmin
kaynağı sürekli yenilenen duyumlar ve idraktır. İleride
olacak, şu an da olan ve sonradan ne hale geleceği ile
ilgili eşyalar hakkında Allah'ın ilminde herhangi bir
farklılık olmaz. Çünkü O'nun için bütün bilgiler tek
bir haldedir. Bir başka grup kelamcılar ise buna şöyle
cevap verdi:
Allahu Teâla, zatıyla olan ve olacak
şeylerin hepsini bilir. Bütün bilgiler tek ilimle O'nun katında
var olan bilgilerdir. Olan ve olacak olan şeyler arasındaki
ihtilaf Allah'ın ilminden değil eşyalar hakkındaki
ihtilaftan kaynaklanmaktadır.
İşte bu araştırmaların tamamı,
hakkında aklın hüküm koyamayacağı, hissin algılama
sahası içine girmeyen konularda yapılan araştırmalardır.
Bu nedenle de aklın onu araştırması caiz değildir. Ancak
kelamcılar, akla her konuda araştırma hürriyeti tanıyan
metodlarına göre hareket ederek aklın kavraması mümkün
olmayan konuları araştırdılar ve bu sonuçlara vardılar.
Bazı şeyleri hayal edip hemen araştırmaya koyuldular.
Örneğin; kul bir fiili yapmak istediğinde Allah'ın iradesi
kulun fiili ile ilişkilenir. Yani fiil, yalnızca kulun gücü
ve iradesi ile yaratılmaz. Kulun gücü ve iradesi var olduğunda
Allah fiili yaratır.
Bu söz araştırmacıların tasavvur
ettikleri, varsaydıkları ve hissen de vakıası olmayan sözlerdir.
Ancak onlar akla araştırma hürriyetini vermekle bunları
araştırdılar ve onlarda bu tasavvur meydana geldi.
Ardından da "Kesb" ve "İhtiyar" ismini
verdikleri tasavvurlarına iman etmenin vacib olduğunu söylediler.
Eğer onlar aklı, yalnızca hissedilen şeyleri araştırmada
kullansaydılar, bütün maddeleri yaratan olmasından dolayı
fiili yaratanın da Allah olduğunu idrak edeceklerdi.
Çünkü ancak yaratıcı yoktan varedebilir. Fakat doğrudan
doğruya Allah'ın yaratmış olduğu bu maddeleri bir araya
getirerek kul, sadece sandalye gibi bir şeyi imal edebilir.
Eğer aklı yalnızca hissedilen şeyleri araştırmada
kullansaydılar varsayımlara ve gerçekte olmayan birçok
şeye inanmazdılar.
4-
Kelamcıların metodu imanın bütün bölümlerinin araştırılmasında
aklı esas almaktadır. Dolayısıyla Kur'an'ı akla esas
alacakları yerde aklı Kur'an'a esas aldılar. Kur'an'ı
koydukları esaslar gereğince tefsir ettiler. Allah'ı mutlak
tenzih (eksikliklerden uzak tutma), irade hürriyeti, adalet,
en iyi olanı yapmak ve bunlardan başka daha bir çok şeyi
bu esasa göre açıklamaya çalıştılar. Görünürde çelişir
gibi görünen ayetlere aklı esas aldılar. Müteşabih
ayetleri akılla açıkladılar. Görüşlerine uymayan
ayetleri tevil ettiler. (Taşımadığı anlamlarla açıkladılar.)
Hatta tevil, Mutezile, Ehl-i sünnet ve Cebriye arasında bir
fark olmaksızın ortak metod haline geldi. Çünkü onlara
göre ayet yerine aklın esas alınması akla uyması için
ayetlerin tevil edilmesini gerekitiriyordu. İşte bu şekilde
aklı, Kur'an'a esas kılmakla, hem araştırma metodunda hem
de araştırma konularında hataya düştüler. Eğer
araştırmalarına yalnızca Kur'an'ı esas alsalardı ve
Kur'an akla esas alınsaydı bu hatalara düşmezdiler.
Evet yalnızca Kur'an'ın Allah'ın kelamı
olduğuna iman akla dayanır. Ancak Kur'an'ın Allah'ın
kelamı olduğuna iman edildikten sonra, Kur'an'ın
getirdiklerine imana akıl değil bizzat Kur'an'ın kendisi
esastır. Kur'an'da geçen ayetlerin anlamlarının doğru
olup olmamasında akıl değil ancak Kur'an'ın ayetleri
hakemdir. Bu durumda ise aklın görevi yalnızca anlamaktır.
Fakat kelamcılar böyle yapmadılar. Onlar aklı Kur'an'a
esas kıldılar. Bu nedenle de sürekli Kur'an'ın ayetlerini
tevil ettiler.
5-
Kelamcılar, filozoflara olan düşmanlıklarını
araştırmalarına esas aldılar. Mutezile, filozoflardan
aldıkları ile onlara cevap verdi. Ehl-i sünnet ve Cebriye
de Mutezileye cevap verirken felsefecilerin metodunu kullandı.
Halbuki araştırma konusu, felsefecilerle veya başkalarıyla
düşmanlık değil İslâmdı. Felsefecilere düşen görev
İslâm'ı araştırmaktı. İnsanların ileri geri
konuşmadan ve haddi aşmadan Kur'an'ın ve hadislerin
getirdiklerini araştırmaları gerekirdi. Ancak onlar böyle
yapmadılar. İslâm'ın tebliğini ve akidesinin açıklanmasını
münazaralara ve mücadelelere çevirdiler. İslâm akidesini
nefisteki itici gücünden sıcaklığından ve
aydınlığından çıkararak cedeli sıfatlara ve kelami
uğraşılara götürdüler.
Kelamcıların metodlarındaki en belirgin
yanlışlıklar bunlardır. İslâm'a davet vesilesi ve
insanlara İslâm'ın anlatılmasını gerektiren İslâm
akidesi hakkındaki araştırmalarını, fetihlerden sonra
nahv ve benzeri ilimler gibi ders olarak okutulan birer ilim
haline dönüştürmeleri bu metodun etkilerindendir. İslâmi
bilgilerden herhangi bir bilgiyi öğrenmek, daha iyi
anlayabilmek ve zihnen daha kolay kavrayabilmek için birtakım
ilimler koymak caiz olmakla beraber, bu uygulama İslâm
akidesi için caiz değildir. Çünkü İslâm akidesi,
davetin malzemesi ve İslâm'ın esasıdır. Kur'an'da olduğu
gibi insanlara verilmesi gerekir. Akideyi insanlara tebliğde,
onlara açıklamada Kur'an'ın metodunu almak gerekir. Zira
Kur'an'ın metodu, İslâm'a davetin ve onun düşüncelerini
açıklama metodudur. Bu nedenle kelamcıların metodundan
ayrılıp yalnızca Kur'an'ın metoduna dönmek gerekir. Yalınızca
Kur'an'ın metodu, araştırmada hissedilenler sınırında
kalarak, davette fıtri ve akli esasa dayanmaktadır.
|