Hasan el-Basri'nin ders halkasından
ayrılan Mutezile reisi Vasıl b. Ata'nın ortaya attığı büyük
günah işleyen kimse meselesini bir tarafa bırakırsak,
kelam ilminde gördüğümüz meselelerin daha önce Yunan
filozoflarının araştırdığı meselelerden
kaynaklandığını görürüz. Adıyla Sanıyla "Kaza ve
Kader" meselesi, daha önce Yunan filozoflarının
araştırdıkları ve hakkında ihtilafa düştükleri bir
meseledir. "Kaza ve Kader", "ihtiyar ve
cebr", "irade hürriyeti" gibi isimlerin hepsi
tek bir anlama gelmektedir: İnsandan kaynaklanan filleri
meydana getirip getirmemede insan hür müdür, serbest midir
yoksa mecbur mudur? Yunan felsefesi tercüme edilmeden önce
böyle bir mesele üzerinde araştırma yapmak hiçbir
müslümanın aklından dahi geçmemişti. Böyle bir meseleyi
daha önceleri ancak Yunan filozofları araştırdılar ve
hakkında ihtilafa düştüler. Epikuroscular, dilediğini
yapmada irade hürdür. İnsan bütün fiillerini hiçbir
zorlama olmaksızın kendi serbest irade ve seçimi ile yapar
derken Revakçılar ise; insan iradesi bir yolda yürümek
mecburiyetindedir. Bunu değiştirmesi mümkün değildir.
İnsan, iradesi ile hiçbir şey yapamaz. O, fiili yapmak
mecburiyetindedir. Yapıp yapmama hakkına sahip değildir
demektedir. İslâm geldiğinde ve zamanla felsefi düşünceler
İslâm'a sızdığında Allah'ın adaleti meselesi en önemli
mesele haline geldi. Allah adildir, sevap ve ceza meselesinde
de bu adaleti uygulamak gerekir dediler. Ardından da
kulların fiilleri meselesi araştırma metodlarına göre
gündeme geldi. Bu meselelere çözüm ararlarken de
felsefecilerin araştırmalarından etkilendiler. Yani
konuları ile ilgili felsefi düşüncelerden etkilendiler. Bu
konuda en fazla Mutezile'nin ortaya koyduğu araştırma
dikkati çekmektedir. Bu meselede ve diğer kelamcıların
araştırmalarında Mutezile asıldır. Çünkü diğer
kelamcılar, Mutezile'ye cevap vermek için ortaya çıktılar.
Dolayısıyla "Kaza ve Kader" meselesinin
araştırılmasında hatta kelam ilmi ile ilgili bütün araştırmalarda
Mutezile esas sayılır. Mutezile'nin Allah'ın adaletine
bakışı, O'nun zulümden münezzeh, uzak olduğu
şeklindedir. Sevap ve ceza meselesinde de Allah'ın adaleti
ile Allah'ın zulümden münezzeh olduğu düşüncelerini
uyumlaştıran bir yerde durdular. Ancak insanda irade hürriyetinin
bulunması, kendi fiillerini yaratması, bir şeyi yapıp
yapmama imkânına sahip olması ile Allah'ın adalet
sıfatının bir anlamı olur dediler. Bir şeyi kendi iradesi
ile yapıp ve yine kendi iradesi ile terk ettiğinden dolayı
insana sevap veya ceza verilmesi akla ve adalete daha
uygundur. Fakat Allah insanı yaratır, ardından da onu belli
bir işi yapmaya zorlarsa, yani itaatkar olanı itaata ve
isyan edeni de isyana zorlar sonra da itaat edeni sevap ile
asi olanı da azap ile cezalandırırsa bu, adalet sayılmaz
dediler. Onlar görünmeyeni görünene, Allahu Teâla'yı
insana kıyasladılar. Yunan filozoflarından bir grubun
yaptığı gibi, bu dünya hakkında konulan kanunlara Allahu
Teâla'yı da boyun eğdirmeye kalkıştılar. İnsan
hakkında tasavvur ettikleri adaleti, Allah'a uygulamaya
giriştiler. Oysa "Kaza ve Kader", "Cebr ve
ihtiyar" veya "irade hürriyeti" diye
isimlendirdikleri konunun aslı, kulun fiiline Allah'ın sevap
veya ceza vermesidir. Araştırmalarında Yunan filozoflarına
yönelerek "irade" ve "kulların filleri"
meselesini araştırdılar. İrade meselesinde şöyle
dediler:
Hayrı isteyen hayırlı, şerri isteyen
şerli, adaleti isteyen adil, zulmü isteyen de zalimdir. Eğer
dünyada olan herşey Allah'ın iradesi ile ilgili olsaydı,
hayrı ve şerri dileyen de Allah olurdu. Bu durumda da
hayrı, şerri, adaleti ve zulümü dileyen kimsenin de bu
niteliklerle nitelenmesi gerekirdi. Bu fiilleri işleyeni
hayırlı, şerli, adil zalim gibi sıfatlarla
vasıflandırmak gerekirdi ki Allahu Teâla'yı bu şekilde
nitelendirmek mümkün değildir. Eğer Allahu Teâla kâfirin
küfrünü, asinin isyanını dilemiş olsaydı, onu küfürden
ve isyandan men etmemesi gerekirdi. Örneğin; Allah'ın Ebu
Leheb'in kâfir olmasını dileyip ardından da onun iman
etmesini ve küfürden uzak durmasını emretmesi nasıl düşünülebilir?
Yaratıklardan böyle bir şeyi yapan kimse akılsız
sayılır. Allah ise böyle bir şeyden çok çok uzaktır, yücedir.
Kâfirin küfrünü ve asinin de isyanını Allah dilerse bu
takdirde bunların cezalandırılmaması gerekir. Çünkü
onların amelleri kendi iradelerinin sonucu değil O'na
itaatın sonucudur.
Delil getirmede işte böyle mantıki
önermelerle delilleri sıraladılar. Sonra da bu görüşlerini
Kur'an'dan nakli delillerle sürdürmeye çalıştılar.
Allahu Teâla'nın şu ayetlerini delil olarak kullandılar:
"Allah kulları
hakkında zulüm dilemez."
"Allah'a şirk koşanlar: Allah dileseydi babalarımız
ve biz puta tapmaz ve hiç bir şeyi haram kılmazdık
diyecekler. Onlar da öncekiler de böyle yalanlamışlardı."
"De ki: Üstün ve mükemmel huccet, Allah'ındır. Eğer
O, dileseydi hepimizi birden hidayete kavuştururdu."
"Allah sizin için kolaylık ister, güçlük
istemez."
"O, kullarının küfrüne razı olmaz...."
Görüşlerine ters düşen
şu ayetleri de tevil ettiler:
"Şüphesiz ki küfredenleri korkutsan da korkutmasan da birdir.
Onlar inanmazlar. Allah
onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinin
üzerinde bir perde vardır."
"Küfürleri sebebiyle onların kalplerini mühürledik."
Bu ayetleri benimsedikleri görüşlere
uyması için tevil ettiler ve insanları kendi görüşlerine
çağırdılar. Onların görüşleri ise bir fiili yapıp
yapmama hususunda insanın iradesinde hür olduğu şeklinde
bilinmektedir. İnsan bir fiili yaparken de terk ederken de
kendi iradesini kullanır. Fiillerin yaratılması meselesinde
Mutezile, kulların fiilleri kendileri tarafından
yaratılmıştır. Allah'ın işi değil kulun kendi işidir
der. Allah'ın gücünün müdahalesi olmaksızın fiili
yapmak veya yapmamak insanın gücü dahilinde olan bir iştir.
İnsanın isteyerek veya istemeden yaptığı hareketler
arasındaki fark bunun delilidir. İsteyerek elini hareket
ettiren kimse ile istemeden eli titreyen kimsenin hareketi,
minareye kendi isteği ile çıkan kimse ile istemeden düşen
kimsenin hareketi arasındaki fark gibi. İhtiyari hareket
insanın gücü dahilinde olan harekettir. Onu insan yaratır.
Zorunlu olarak yaptığı harekette ise insanın rolü yoktur.
Aynı zamanda insan, fiillerinin yaratıcısı olmazsa teklif
ortadan kalkar. Zira insan bir fiili yapıp yapmama gücüne
sahip olmazsa ona yap veya yapma demek aklen doğru olmaz.
Dolayısıyla da övmeye ve kınamaya, sevaba ve cezaya konu
olmaz. İşte böylece görüşlerine uygun mantıki
önermelere dayanan delilleri sıraladılar. Ardından da
nakli deliller getirdiler. Allah'ın şu ayeti gibi birçok
ayetle görüşlerini delillendirdiler:
"Kendi elleriyle kitap yazıp sonra da bu Allah'tandır
diyenlere yazıklar olsun"
"Bir kavim nefislerindekini
değiştirmedikçe, Allah da onların halini
değiştirmez."
"Kim kötü bir iş yaparsa cezasını görür."
"Bugün herkese
kazandığının karşılığı verilir."
"Rabbim beni geri çevir, belki iyi iş işlerim."
Görüşlerine ters düşen şu ayetleri de
tevil ettiler:
"Halbuki sizi de
yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır."
"Herşeyi yaratan Allah'tır."
Böylece filleri yaratma konusunda inandıkları
görüşle çelişen her engelden kurtulmuş oldular. Fiilleri
yaratma meselesinde Mutezile; insan fiillerini kendisi
yaratır ve o, bir şeyi yapıp yapmama gücüne de sahiptir
der. Mesele içinden mesele çıkartan kelamcıların peşine
takıldığımızda, filleri yaratma meselesinde fiillerden
doğan fiiller meselesinin de çıktığını görüyoruz.
Mutezile'nin ortaya attığı insan fiillerinin
yaratıcısıdır görüşünün ardından şöyle bir soru
gündeme geldi:
İnsanın amelinden, davranışından
doğan ameller hakkındaki ki görüş nedir? O da insanın
yarattığından mıdır? Yoksa Allah'ın yarattıklarından
mıdır? Dayak yiyen kimsenin hissettiği acı, bir şeyde görülen
tat, bıçaktaki kesme özelliği, lezzet, sıhhat, şehvet,
sıcaklık, soğukluk, rutubet, kuraklık, korkaklık,
cesaret, açlık, tokluk, ve daha bir çok şey de insanın
fiili midir? Mutezile bunların hepsinin insanın fiili
olduğunu söyler. Çünkü bir fiili yaptığında onun sonuçlarını
ortaya çıkaran da insandır. O, insanın fiilinden
doğmaktadır. İnsanın yarattığı şeylerdendir.
"Kaza ve Kader" meselesi ve bu
meselede Mutezile'nin görüşü işte budur. Kulun fiilindeki
iradesi ve insanın fiili sonucunda ortaya çıkan eşyanın
özellikleri bu meselenin özüdür. Bu mesele hakkında ki görüşleri
de, kul bütün fillerinde dilediği gibi hareket etme
konusunda hürdür, fiillerini ve filleri sonucunda ortaya çıkan
eşyanın özelliklerini yaratan da insandır şeklinde
özetlenebilir.
Mutezile'nin bu görüşü müslümanların
heyecanını artırdı, onları galeyana getirdi. Çünkü bu
görüş onlara göre yepyeni bir görüştü. Dinde ilk esas
olan akidede cüretli bir görüştü. Bu nedenle Mutezile'ye
cevaplar vermeye başladılar. En meşhurlarından birisi;
Cehm b. Safvan olan ve kendilerini "Cebriye" diye
isimlendiren yeni bir grup ortaya çıktı. Cebriye'ciler şöyle
diyorlardı: İnsan, irade hürriyeti ve fiilleri yaratma
gücü olmayan, mecburen hareket eden bir varlıktır. İnsan
rüzgârın önünde bir tüy veya dalgaların önüne katıp
sürüklediği bir odun parçası gibidir. Ancak, Allah
işleri onun eliyle yaratır. Eğer insan amellerinin
yaratıcısıdır dersek, bu ifade, Allah'ın gücünün sınırlandırılmasını
gerektirir ki bu durumda da Allah'ın gücü her şeyi
kuşatmamış olur. Böylece kul dünyada bazı şeyleri
yaratmada Allah'a ortak olmuş olur. Tek bir şeyde iki gücün
birbiri ile yardımlaşması mümkün değildir. Eğer o şey
Allah'ın gücü ile yaratılmışsa insanın o şeyde her
hangi bir rolü yoktur. Eğer o şey, insanın gücü ile
yaratılıyorsa bu defa da o şeyde Allah'ın gücünün
herhangi bir rolü yoktur. Bir kısmının Allah'ın bir
kısmının da insanın gücü ile olması da mümkün değildir.
Kulun fiilini yaratan Allah'tır. Yalnızca O'nun iradesi ile
kul bir fiili yapabilir. Kulların fiillerinin sadece
Allah'ın gücü ile var olabileceğini, fiilin
yaratılmasında kulun gücünün herhangi tesirinin olmadığını
söylediler. Cebriye'ye göre insan, Allah'ın yarattığı
fiillerin yeri olmaktan öte bir anlam ifade etmemektedir. O
mutlak olarak mecburen hareket eden bir varlıktır. İnsanla
cansız bir varlık arasında görünüşten başka hiçbir
fark yoktur. Delillerini işte böylece sıraladılar. Görüşlerini
desteklemek için de Allah'ın şu ayetlerini delil olarak
kullandılar:
"Allah
dilemedikçe siz dileyemezsiniz."
"Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı."
"Sen sevdiğine hidayet
edemezsin. Ancak Allah dilediğine hidayet eder."
"Sizi ve yaptıklarınızı Allah yarattı."
"Her şeyin yaratıcısı Allah'tır."
Fiiller konusunda, kulun yaratmasına ve
iradesine delalet eden ayetleri de tevil ettiler. Doğal
olarak da, lezzet, açlık, yiğitlik, kesmek ve yakmak ve
bunların dışında kulun fiilinden sonra meydana gelen
eşyaya ait özelliklerin Allah'tan olduğunu söylediler.
Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat da bu konularda
Mutezile'ye cevap verdi.
Ehl-i sünnet; kullarının fiillerinin tamamı Allah'ın
iradesi ve meşietiyledir der. İrade ve meşiet aynı anlama
gelir. İrade ve meşiet, diri olan Allah'ta ezeli bir
sıfattır. İrade ve meşiet; kudretin bütüne nisbetinin
birbirine denk olmasıyla, herhangi bir vakitte, takdir
edilenlerden birinin gerçekleşmesinin tahsis edilmesini
gerektirmektedir. Kulların filleri Allah'ın hükmü iledir.
Bir şeyin olmasını dilediği zaman ona ol der ve o da hemen
oluverir. Allah'ın kazası bazı hükümlerin ilavesi
ile birlikte kulun fiilinden ibarettir. Allahu Teâla:
"Onları yedi gök olarak var etti."
"Rabbin kesin olarak hükmetti."
Ayette geçen "kaza" kelimesi
Allah'ın sıfatlarından bir sıfatı değil hükmedeni
kastetmektedir. Kulun fiili Allah'ın takdiri ile olur.
Takdir, her yaratığın, güzel ve çirkin, fayda ve zarar,
taşıdığı zaman ve mekân ve ona gereken sevap ve ceza
gibi şeylerin belirli bir seviyede sınırlandırılması
demektir. Bundan maksat ise Allah'ın iradesini ve gücünü
her şeye genelleştirmektir. Çünkü her şey Allah'ın
yaratmasıyla olur. Bu da zorlama ve baskı olmaksızın irade
ve güç sahibi olmayı gerektirir. Bunun üzerine dediler ki:
Sizin bu sözünüze göre, kâfir küfründe, fasık da
fıskında mecbur olur ki bu durumda da kâfirin ve fasıkın
iman ve itaatla mükellef kılınması doğru olmaz denilse ne
dersiniz sorusuna şöyle cevap verdiler:
Allah her ikisinin de küfrünü ve fıskını
zorlama olmadan kendi serbest istekleriyle olmasını irade
etmiştir. Allahu Teâla'nın kendi iradeleriyle onların küfrünü
ve fıskını bilmesi, olması mümkün olmayan bir teklifi de
gerektirmez. Kulların fiillerinin yaratılması konusunda
Mutezile ve Cebriye'ye cevap olarak da şöyle dediler:
Kulların itaat ettikleri zaman
karşılığında sevap kazanacakları,
karşı geldiklerinde ise azaplandırılacakları kulların
serbest iradeleri ile yaptıkları filleri vardır. Allahu Teâla
fiilleri, yaratma ve var etmede bağımsızdır demeleriyle
beraber kullara ait fiillerde ihtiyar olmasını da şöylece
açıkladılar:
Kulun fiilini yaratan Allahu Teâla'dır.
Titreme gibi bir takım filleri dışında, yakalama hareketi
gibi bir takım fiillerde kulun gücünün ve iradesinin rolü
vardır. Her şeyi yaratan Allah'tır, kul ise
"KASİB'tir. Bunu da şöyle açıkladılar:
Kulun gücünü ve iradesini
fiile harcaması "kesb"tir. Bunun hemen akabinde
Allah'ın bu fiili var etmesi ise yaratmaktır. Tek makdur iki
farklı açıdan iki gücün altına girmektedir. Fiil,
yaratma yönünden Allah'ın, kesb yönünden de kulun gücü
dahilindedir. Bir başka ifade ile, fiil, yalnızca kulun
iradesi ve gücüyle değil, kulun iradesi ve gücü esnasında
Allah tarafından yaratılmaktadır. İşte bu ilişki
KESB'dir. Sözlerini Cebriye'nin, Allah'ın fiilleri
yaratması ve iradesi hakkında delil olarak kullandıkları
ayetlerle de delillendirdiler. Kuldaki "kesb"
özelliğini de şu ayetlerle delillendirdiler.
"İşledikleri amellere karşılık olarak"
"İsteyen inansın isteyen inkâr etsin"
"Kazandığı lehine yüklendiği de aleyhindedir."
Böylece kendilerini hem Mutezile'ye hem de
Cebriye'ye cevap vermiş saydılar. Gerçekte ise onların görüşleri
ile Cebriye'nin görüşleri birdir. Onlar da
Cebriye'cidirler. Ehl-i Sünnet "kesb" meselesini
ortaya çıkarmada oldukça zorlandı. Onlar akli metodu
kullanmadılar. Çünkü bu konuda herhangi akli bir delil,
burhan yoktur. Nakil yolunu da takip etmediler. Zira şer'i
delillerden herhangi bir delil de yoktu bu konuda. Ehl-i Sünnetin
çabası, ancak Mutezile ve Cebriye'nin görüşünü uzlaştırmaya
yönelik bir çabadır.
Özet olarak "Kaza ve Kader"
meselesi kelamcıların düşüncelerinde çok önemli bir yer
tutmuştur. Bütün kelamcılar araştırma konusu olarak
kulun fiilini ve fiilden doğan fiillerdeki
özellikleri yani kulun fiili sonucunda
ortaya çıkan eşyadaki özellikleri işlemişlerdir.
Araştırmalarının esasını, kulun fiili ve kulun fiilinden
kaynaklanan özellikleri Allah mı yaratıyor yoksa insan mı
yaratıyor? Kulun iradesi ile mi oluyor yoksa Allah'ın
iradesiyle mi oluyor? gibi sorulara cevap aramak
oluşturmaktadır. Bu araştırmanın ortaya çıkmasının
sebebi, Mutezile'nin bu meseleyi "Kaza ve Kader",
"İrade hürriyeti", "Cebr ve ihtiyar"
şeklindeki ifadelerle, olduğu gibi Yunan filozoflarından
almaları ve Allah'a vacib kıldıkları adalet sıfatı ile
uyumlu olması gerektiği esasına göre kendi görüşleri
ile yorumlamalarıdır. Bu düşünce Cebriye ve Ehl-i
Sünneti aynı çıkış noktasından ve aynı esasa göre
Mutezile'nin görüşlerine cevap vermeye götürdü. Kaza ve
Kader meselesini yalnızca kendi sınırları içerisinde araştırmayıp,
Allah'ın sıfatları açısından araştırdılar. Allah'ın
gücünü ve iradesini, kulun fiili ve kulun fiili sonucunda eşyalarda
ortaya çıkan özelliklere egemen kılarak şu hususları
araştırmaya başladılar: Kulun fiili, Allah'ın gücü ve
iradesi ile mi yoksa kulun fiili ve iradesi ile mi gerçekleşmektedir.
Öyleyse "Kaza ve Kader", kulların filleri ve
kulların filleri sonucunda eşyalarda ortaya çıkan
özelliklerdir. "Kaza" kulların fiilleri,
"Kader" ise eşyalardaki özelliklerdir. Kelamcıların,
"Kaza" kelimesini kulların fiilleri anlamında
kullandıkları yaptıkları araştırmalardan ve içine düştükleri
ihtilaflardan anlaşılmaktadır. Bu sonuç, "kul
kendi gücü ve iradesi ile bir fiili yaratır"
şeklindeki sözlerden ve bu sözleri; "kulun
fiili yalnızca kendi gücü ve iradesi ile var olmayıp
Allah'ın gücü ve iradesi ile meydana gelir"
şeklinde reddeden ifadelerden ve bu iki görüşe birden
karşı çıkarak; kulun fiili yalnızca kulun gücü ve
iradesi ile değil kulun gücü ve iradesi esnasında
Allah'ın fiili yaratmasıyla meydana gelir şeklindeki sözlerden
de anlaşılmaktadır. "Kader"in kulun eşyalarda
ortaya çıkardığı özellikler olduğu, kelamcıların
araştırmalarından ve ihtilaflarından anlaşılmaktadır.
Onlar fiillerden doğan
fiiller meselesini araştırırken, kulun fiilinden
kaynaklanan özellikleri de araştırmışlardır. Şöyle
dediler:
Nişasta ile şekeri bir kaba koyup
pişirdiğimizde helva meydana gelir. Şimdi helvanın
tadını ve rengini biz mi yarattık yoksa Allah mı yarattı?
Boğazlama anında ruhun çıkması, attığımız zaman
taşın gitmesi, gözümüzü açtığımız zaman gözün
görmesi, düşme esnasında adamın ayağını kırması ve
sarmayla kırık ayağın iyileşmesi ve buna benzer bir çok
şey bizim yaratmamızın bir sonucu mudur, yoksa Allah'ın
yaratması mıdır? İşte bu araştırma özellikler hakkında
yapılan araştırmadır. Ortaya çıkan bu özellikler hakkında
ki ihtilafları da, "kader"in eşyanın özellikleri
olduğuna delalet etmektedir.
Bağdat Mutezile reisi Bişr b. el-Mutemir
şöyle diyor: Bizim fiilimizden doğan her şey bizim
yaratığımızdır. Ben bir insanın gözünü açtığım
zaman gözü birşey görür. Gözün bir şeyi görmesi benim
fiilimdir. Çünkü o, benim fiilimden doğmuştur. Bizim
imalatımız olan yiyeceklerin rengi, tadı, kokusu da bizim
fiilimizdir. Aynı şekilde elem, lezzet, sağlık şehvet vb.
her şey insanın fiilidir.
Mutezile'nin ileri gelenlerinden biri olan
Ebu Hüzeyl el-Allaf ise: Fiilden doğan şeyler arasında
fark vardır. İnsanın fiillerinden doğan fiillerden
niteliğini bildiklerimiz insanın fiilindendir.
Bilmediklerimiz ise insanın fiilinden değildir. Dayak
sonucunda ortaya çıkan acı, yukarıya fırlattığımız
taşın gidişi, aşağıya attığımız zaman aşağıya
inişi gibi özellikler insanın fiilindendir. Fakat renkler,
tat, sıcaklık, soğukluk, rutubet, serinlik, korkaklık,
şecaat, açlık ve tokluk gibi şeylerin hepsi Allah'ın
fiilindendir.
Nazzam ise şöyle demektedir: İnsan
hareket etmekten başka bir şey yapamaz. Hareket olmayan şey
insanın fiili değildir. Hareketi ise insan ancak kendinde
yapar, kendi dışında yapmaz. İnsanın elini oynatması
onun fiilidir. Ancak insanın taşı attığında taşın
aşağı veya yukarıya doğru hareketi insanın fiili değil
Allah'ın fiilidir. Yani Allah, taşı atan bir kimsenin
atmasıyla hareket etme kabiliyetini taşta yaratmıştır. Bu
nedenle, renkler, tat, kokular, elem, lezzet insanın fiili
değildir. Çünkü bunlar insanın hareketi değildir.
Fiillerden doğan şeylere bakıştaki bu
ihtilafların vakıası, ihtilafın eşyanın özellikleri
konusunda olduğunu açıklamaktadır. Fiillerden doğan
şeyler insanın fiilinden midir yoksa Allahın fiilinden
midir? Öyleyse bu konudaki ihtilaf, insanın eşyalarda
ortaya çıkardığı özelliklerden kaynaklanmaktadır.
Bütün kelamcıların tek bir konu ve tek
bir alanda yaptıkları tartışma işte böylece sürüp
gitti. Kulun eşyada meydana getirdiği eşyanın özellikleri
konusu kulun fiili konusuna göre fer'i bir meseledir.
Çünkü özellikler meselesi kulun fiili meselesinden
kaynaklanmıştır. Ehli Sünnet, Mutezile ve Cebriye arasındaki
ihtilafta da ikinci sırayı teşkil ediyordu. Çünkü kelamcılar
arasında cereyan eden tartışmaların ağırlık noktasını
kulun fiili meselesi oluşturuyordu. Kulun fiili konusunda
yapılan tartışma eşyanın özellikleri konusunda yapılan
münakaşalardan çok çok fazla idi.
"Kaza ve Kader" ifadesi her ne
kadar iki kelimeden
meydana gelmişse de birbiriyle içiçe girmiş tek anlamı
olan tek bir isimdir. "Kaza ve Kader" konusunun
ortaya çıkışına, kulun fiili konusu, insanın eşyada
meydana getirdiği özellikler konusundan daha fazla etki etmiştir.
"Kaza ve kader" konusundaki tartışmalar sürüp
giderken her grup "Kaza Kader"'i diğer gruptan
farklı bir şekilde anladı. Ehl-i Sünnet ve Mutezile
imamlarından sonra gelen öğrencileri ve onlara tabi olanlar
arasında da bu tartışmalar asırlar boyu tekrarlanarak sürüp
gitti. Mutezile'nin zayıflaması ve Ehl-i Sünnetin
üstünlük kazanmasıyla tartışmalar Ehl-İ Sünnet lehine
döndü. Kaza ve Kader konusunda tartışanlar, Kaza ve Kadere
kendiliklerinden hayal ettikleri yeni anlamlar vererek
ihtilafa düşüyorlar, verdikleri anlamları sözlük ve
şer'i lafızlarla uyumlaştırmaya çalışarak onlardan bir
kısmı şu görüşleri ileri sürüyorlardı:
1-
"Kaza ve Kader", hiç kimsenin bilemeyeceği
Allah'ın sırlarından bir sırdır.
2-
"Kaza ve Kader" konusunu araştırmak caiz
değildir. Çünkü Rasulullah (s.a.v.);
"Kaderden bahsedildiği zaman susunuz."
diyerek kader hakkında konuşmayı yasaklamıştır.
"Kaza ve Kader'in" ayrı ayrı
şeyler olduğunu söyleyenler ise şöyle diyorlardı.
3-
Kaza, yalnızca külliyat hakkında bir hükümdür, kader ise
cüzi konularda ve detaylarında cüzi bir hükümdür.
4-
Kader, kesin karar, kaza ise verilen kararı yerine
getirmektir. Bu görüşe göre Allahu Teâla bir işin
yapılmasına kesin karar verirse yani onu çizer ve kesin
olarak uygulama sahasına koyarsa işin kaderi çizilmiş olur
ve bu da kaderdir. Allahu Teâla karar verdiği işi
uyguladığında iş gerçekleşmiş olur ki bu da
"Kaza"dır.
5-
Kader takdir etmektir, kaza ise yaratmaktır.
6-
Kaza ve kader birbirinden ayrılmaz şekilde birbirine bağlı
iki kelime olup birinin diğerinden ayrılması mümkün değildir.
Çünkü bunlardan biri temel konumundadır ki bu da
"Kader"dir. Diğeri ise bu temel üzerine kurulu
binadır ki bu da "Kaza"dır. Dolayısıyla kim
bunlardan birini diğerinden ayırmaya kalkışırsa binayı
yıkmaya ve yok etmeye kalkışmış olur. Onlardan kim
"Kaza ve Kader" arasında bir fark görürse kazayı
bir şey, kaderi de bir başka şey yapmış olur.
İster bu iki kelimenin birbirinden
ayrılmaz olduğunu söyleyenlerce olsun isterse bu iki
kelimenin birbirinden ayrı anlamlara geldiğini söyleyenlerce
olsun, "Kaza ve Kader" konusundaki tartışmalar
işte böylece sürüp gitti. Halbuki "Kaza ve
Kader" kelimesi ne şekilde tefsir edilirse edilsin bütün
fırkalarca yalnızca tek bir anlamda kullanılmıştır:
Fiilin var olması açısından; Fiili
yaratan Allah mıdır yoksa kul mudur? Kul bir fiili yapmaya
kalkıştığında fiili Allah mı yaratıyor? Böylece
konunun bu noktada odaklaştığı, tartışmalarının aynı
platformda dönüp dolaştığı netleşmektedir. Bu mesele
ortaya çıktıktan sonra "Kaza ve Kader" meselesi
akide konusunda altıncı bir konu olarak yerine oturdu.
Fiildeki ve eşyadaki özellikler ister hayır ister şer
olsun, fiilleri ve eşyanın özelliklerini yaratan Allah olduğundan
dolayı, "Kaza ve Kader" meselesi Allahu Teâla ile
alakalı işlere delalet etmekte, bu nedenle de akideden
sayılmaktadır.
Buradan da anlaşılmaktadır ki gerek tek
bir manaya gelen tek isim olarak kabul edilsin, gerek
birbirinden ayrılması mümkün olmayan bir iş olarak kabul
edilsin, Kelamcılar ortaya çıkmadan önce "Kaza ve
Kader" meselesi müslümanların araştırmalarında yer
almamıştı. Kaza ve Kader konusunda aslında yalnızca iki görüş
vardır. Bunlardan birincisi ki aynı zamanda Mutezile'nin görüşü
olan "Serbestçe seçme, hareket edebilme
hürriyeti", ikincisi ise her ne kadar kullandıkları
tabirler, ifadeler ve lafızlar etrafında ihtilaflar varsa da
Ehl-i Sünnet ve Cebriye'nin görüşü olan
"icbar", serbest olmama" görüşüdür.
Müslümanlar, Kur'an ve hadisin ortaya koyduğu görüşten,
Sahabenin, Kur'an ve hadislerden anladıkları görüşten
saparak yeni bir isim olarak ortaya çıkan "Kaza ve
Kader", Cebir ve ihtiyar" veya "İrade hürriyeti"
ifadeler üzerinde tartışarak bu iki görüşte karar
kıldılar. Bu yeni anlam; Fiiller, kulun iradesi ve
yaratmasıyla mı yoksa Allah'ın iradesi ve yaratmasıyla mı
meydana geliyor? İnsanın eşyalarda ortaya çıkardığı
özellikler, kulun fiili ve iradesinin bir sonucu mudur? Yoksa
Allah'tan mıdır? soruları üzerinde yoğunlaştı. İşte
bu konu vücut bulduktan sonra "Kaza ve Kader"
meselesi akide ile ilgili altıncı bir konu olarak İslâm
akidesindeki yerini aldı.
|