ilk sayfa
 
Resulün Müctehid Olması Caiz Değildir

Resulün (s.a.v.) İctihad Yaptığını Söylemek Doğru Değildir

Efendimiz Muhammed (s.a.v.)' in bazı hükümlerde ictihad ettiği ve ictihadında hata yaptığı, ardından da Allahu Teâla'nın onun bu hatasını düzelttiği sözünün anlamı şudur: Efendimiz Muhammed (s.a.v.)'in vahiyden alarak değil ictihad ederek insanlara şeriatı tebliğ etmiştir ve İslâm şeriatından insanlara tebliğ ettiklerinin bir kısmından dolayı masum değildir, demektir. Oysa bu sözün tamamı hem aklen hem de şer'an batıldır, geçersizdir. Efendimiz Muhammed (s.a.v.), diğer Nebiler ve Resuller gibi Nebi ve Resuldür ve Allahu Teâla'dan aldıklarını tebliğde hatadan masumdur. Resulullah (s.a.v.) akli delille kesinlikle ismet sahibidir. Üstelik Resulün tebliğ ettiklerinin hem tamamını hem de cüziyatını ancak vahy ile yaptığına delalet eden hem subutu hem de delaleti kat'i şer'i deliller vardır. Resulullah (s.a.v.) ancak vahiyden aldığı hükümleri tebliğ ediyordu. Allahu Teâla Enbiya suresinde şöyle buyurmaktadır.

"De ki: Ben ancak sizi vahy ile uyarıyorum" Enbiya: 45 Yani, Ey Muhammed onlara, ben sizi ancak bana indirilen vahy ile uyarıyorum de. Benim uyarmam ancak vahy çerçevesindedir. Necm Suresinde ise; "O kendiliğinden konuşmamaktadır. Onun konuşması ancak bildirilen bir vahy iledir" Necm: 3-4 Ayette geçen "konuşmamaktadır" kelimesi umumiyet ifade eden siygalardan olup içeriğine Kur'an'ı ve sünneti de almaktadır. Bu tabiri Kur'an ile tahsis edecek ne Kur'an'da ne de sünnette bir delil yoktur. Dolayısıyla ifade umumi olarak kalır. Yani peygamberin teşriden konuştuklarının tamamı vahiydir. Yalnızca Kur'an ile tahsis etmek doğru değildir. Bilakis hem Kur'an'ı hem de hadisi kuşatıcı olarak kalması gerekir. Resulün Allah'tan alıp tebliğ ettiği konuların, teşri ile alakalı olan ve hem de teşriin dışında olan hükümlerle akaidle, düşüncelerle ve peygamber kıssaları ile tahsis edilip ziraat, sanayi bilimsel konular vb dünya işlerinden sayılan vesileleri ve üslupları kapsamamasına gelince: Bu tahsis iki işte görülmektedir.

Birincisi; Teşride onu tahsis eden diğer nassların gelmesi. Resulullah (s.a.v.) hurma ağaçlarının aşılanması konusunda;

"Siz dünya işlerinizi daha iyi bilirsiniz" demektedir. Ve yine Bedir savaşında ordunun konaklayacağı yer hakkında: Bu Allah'tan gelen bir vahiy midir yoksa hile cinsinden bir savaş taktiği midir diye Resulullah (s.a.v.)'e sorulduğunda Allah'ın Resulü: 

"Savaş ve hile ile alakalı bir görüştür" diyordu. İşte bu nasslar vahyin dünya işlerinin ve savaş taktiği cinsinden olan konuların dışındakilerle tahsis edildiğinin delilleridir.

İkincisi: Vahyin, teşrii, akaid ve hükümlere ait konularla tahsis edildiği apaçık ortadadır. Şüphesiz ki O, bir elçidir. Bu durumda da tahsis eden şey söz konusu olmakta ve umum siygası ise genel olarak kalmaktadır. Ancak tahsis bütün konuları değil yalnızca geldiği konuları ilgilendirir. Evet, sebebin hususi olmasına değil lafzın umumi olmasına itibar edilir kaidesi doğrudur. Ancak sebepten kasıt Kur'an'ın nüzul sebebini teşkil eden olaydır. Dolayısıyla konu, yalnızca ona has olmayıp bütün olayları kapsar. Fakat tahsiste bütün konular söz konusu değildir. Halbuki ictihad meselelerinde söz konusu olan şey vahiydir. Yani uyarmadır, teşridir ve hükümlerdir. Zira ayette Allahu Teâla: "De ki: Ben sizi ancak vahiy ile uyarıyorum" Enbiya: 45 demektedir. Sad suresinde de; "Bana sadece vahy olunuyor. Doğrusu ben ancak apaçık uyarıcıyım" Sad: 70 buyurmaktadır.

Vahiyden kastın, peygamberin gönderildiği inançlar, hükümler, tebliğ etmekle ve uyarmakla emrolunduğu her şey olduğu açıkça görülmektedir. Bu nedenle vahiy, yürümek, konuşmak yemek vb insan tabiatından sayılan fiilleri ve üslûpları kapsamına almaz. Akaid ve hükümler kapsamına girmeyen üslûp ve vesile türünden şeyler dışında yalnızca inanılması gereken şeylerle ve şer'i hükümlerle alakalı konulara tahsis edilir. Buna göre Resulullah (s.a.v.)'in getirdiklerinden tebliğ etmekle emrolunduğu; kulların fiilleri ve düşüncelerle alakalı şeylerin tamamı Allah'tan gelen vahiydir.

Vahiy, Resulün fiillerini, sözlerini ve gördüğü bir konu hakkındaki sükutunu da kapsar. Bu nedenle biz ona tabi olmakla görevliyiz. Zira Allahu Teâla ayette şöyle buyurmaktadır.

"Resul size neyi getirdiyse onu alın neyi yasakladıysa onu da bırakın" Haşr: 7

"Allah'ın Resulünde sizin için en güzel örnek vardır" Ahzab: 21

Resulün sözleri, fiilleri ve sükutu şer'i delildir ve bunların tamamı Allah'tan gelen bir vahiydir.

Efendimiz Muhammed (s.a.v.) Allah'tan kendisine gelen vahyi alıyor ve onu tebliğ ediyordu. İşleri vahye göre çözüyor, kesinlikle vahyin dışına çıkmıyordu. Allahu Teâla Ahkaf suresinde şöyle buyurmaktadır.

"Ancak bana vahyolunana tabi olurum." Ahkaf: 9 Araf suresinde şöyle buyurur:  "De ki: Ben ancak Rabbim tarafından bana vahyolunana uyarım" Araf: 203 Yani Rabbimin bana vahyettiğinden başkasına asla uymam. Böylece Resulün uyduğu şeyler vahiyle sınırlandırılmaktadır. Bunların tamamı genel olarak açık ve net şeylerdir. Yalnızca Resulullah (s.a.v.)'in tebliğ etmekle emrolunduğu şeyler vahyin konusunu oluşturmaktadır. İnsanlara hükümleri açıklamada, teşride ve diğer konularda Resulün (s.a.v.) hayatı bu minval üzeredir. Zihar, lian ve bunların dışında birçok konudaki hükmü belirtmek için vahyin gelmesini bekliyordu. Allah'tan vahiy gelmedikçe bir mesele hakkındaki hükmü söylemiyor, teşri ile alakalı bir fiili yapmıyor veya sükut etmiyordu. Bazı zamanlarda Sahabe, kullara ait fiillerden bir fiille ilgili hükmün, bir şey hakkında görüş belirtmekle mi, üslûpla mı yoksa vesile ile mi alakalı olduğunda karışıklığa düşüyorlar ve, bu vahiy midir yoksa şura kapsamına giren işlerden midir ya Resulallah? diye soruyorlardı. Eğer Resul onlara bunun vahiy olduğunu söylerse susuyorlardı. Çünkü yaptığı şeyin kendisine ait bir davranış olmadığını biliyorlardı. Eğer onlara, şura ve görüş belirtme cinsindendir derse o zaman Resulle tartışıyorlardı. Çoğu kere de Bedir savaşında, Uhud'da ve Hendek savaşında olduğu gibi Resul Sahabenin görüşüne uyuyordu. Allah'tan aldığı tebliğle alakalı olmayan konular hakkında ise; "Siz dünya işlerinizi daha iyi biliyorsunuz" diyordu. Hurma ağaçlarının aşılanması meselesinde olduğu gibi. Eğer Resulullah (s.a.v.) teşri ile alakalı konularda da vahyin dışında konuşsaydı bir konuda hüküm vermek için vahyin gelmesini beklemezdi. Ve Sahabe de ona; "Vahiy midir yoksa görüş müdür?" diye sormazdı. Kendiliğinden cevap vermiş olsaydı böyle bir soru sormaya gerek duymaksızın Sahabe peygamberle tartışırdı. Bu nedenle Resulullah (s.a.v.)'den, Allah'tan gelen vahyin dışında ne bir söz, ne bir fiil ne de sükut görülmemiştir. Çünkü davranışları kendine ait görüşün sonucu değildi. Bundan dolayı Resulullah (s.a.v.) kesinlikle ictihad yapmamıştır. İctihad yapması aklen de şer'an da doğru değildir. Şer'an, ictihad yapmadığına ve Allah'tan aldığı tebliğle ilgili meselelerin tamamının vahiy ile sınırlı olduğuna delalet eden sarih ayetler kesin delillerdir.

"De ki: Ben ancak sizi vahiy ile uyarıyorum" Enbiya: 45   "Ancak bana vahyolunana tabi olurum." Ahkaf: 9 "Hevasından konuşmaz" Necm: 3

Kendisine sorulan bir soru hakkında Allah'ın hükmünü açıklamaya gerçekten muhtaç olduğu halde cevap vermeyip vahyin gelmesini beklemesi ise bu konudaki akli delildir. Eğer ictihad etmesi caiz olsaydı vahyi beklemeden hemen ictihad eder ve cevap verirdi. Halbuki o, vahiy gelinceye kadar hükmü geciktiriyordu. Bu da onun ictihad yapmadığına ve ictihad yapmasının da caiz olmadığına delalet etmektedir. Eğer ictihad yapması caiz olsaydı cevabını vermek zorunda olduğu bir hükmü bekletmezdi. Ayrıca Resulullah (s.a.v.)'e uymak vaciptir. Dolayısıyla hata ettiğinde de ona uymak gerekir. Bu ise batıldır. Çünkü Allah hata olan bir şeye uymayı emretmez. Üstelik Resul (s.a.v.) tebliğde hatadan masumdur. Bu nedenle Resulün tebliğde hata ettiğini söylemek kesinlikle caiz değildir. Çünkü Resulün hata yapmasının caiz olması, risaleti ve nübüvveti yok eder. Risaleti ve nübüvveti kabullenmek Resulün hata yapmasının caiz olmamasını gerektirir. Tebliğde hatadan yoksun olması ise kesinlikle gereklidir. Bu nedenle Resulün Allahu Teâla'dan aldıklarını tebliğ etmede hata yapması kesinlikle mümkün değildir. Resulullah (s.a.v.)'in ictihad yapması da caiz değildir. Sözlü, fiili ve takrir yoluyla ulaştırdığı hükümlerin tamamı yalnızca Allahu Teâla'dan vahiydir.

Resul ictihad yapıp ictihadında hata ettiğinde Allah onu hatada durdurmaz ve ona en kısa sürede doğru olanı açıklar. Çünkü Resul ictihadında hata ettiği zaman bu haliyle Müslümanların üzerine farz olur ve doğrusu açıklanıncaya kadar da ona uymaları gerekir. Bu açıklama ise önceden verilmiş olan hükmün dışında yine bir hüküm özelliğini kazanıp hatalı olan birinci hükmü terkedip ikinci hükme uymalarını gerektirir şeklinde bir söz söylenemez. Bu batıldır ve Allah'ın insanlara ilk önce hatalı olan bir şeye uymalarını emredip sonra da onu terkedip doğru olana uymalarını emretti anlamına gelir ki böyle bir söz Allahu Teâla için geçersizdir. Resul hakkında da; bir hükmü tebliğ edip ardından da Sahabeye bu hüküm hatalıdır, çünkü benim ictihadımdır. Doğru olan ise Allah'tan gelen şu hükümdür diyerek hatalı hükmü terketmelerini ve doğru hükmü almalarını onlara tebliğ etmesi gibi bir şey söylemek doğru değildir.

Burada şöyle bir itiraz da ileri sürülemez: Siz yukarıda şer'i bir iş hakkında akli bir delil ortaya koydunuz ki bu caiz değildir. Çünkü şer'i bir işin delilinin de şer'i olması gerekir. Evet böyle bir itiraz doğru değildir. Zira yalnızca şer'i hükümle alakalı bir hususun delilinin şer'i delil olması gerekir. Akide ile ilgili konularda ise delil, akli de olur şer'i de olur. Resulün müctehit olması veya olmaması konusu şer'i hükümler kapsamına giren konulardan değil, akide kapsamına giren konulardandır. Dolayısıyla delili şer'i de olur akli de. Böylece Resulün müctehit olmaması hem akli hem de şer'i delille sabittir. Çünkü Resulün müctehit olması konusu akide ile ilgili konulardandır.

Resulün birçok meselede fiilen ictihad ettiği, ancak Allahu Teâla'nın Resulün hatalı ictihadını indirdiği ayetle doğrultarak hükmünü açıkladığı ve böylece yanlışı düzelttiği de söylenemez. Böyle bir şey söylenemez, çünkü Resul (s.a.v.)'in Allah'ın hükümlerinden herhangi bir hükmü tebliğde ictihad ettiği kesinlikle görülmemiştir. Tam tersine Resul (s.a.v.)'in vahiy ile tebliğ ettiği hem Kur'an'ın hem de sahih sünnetin nassı ile sabittir. Ne teşri ile ilgili, ne akaidle ilgili meseleleri ne de bunlara benzer konuları vahiy gelmedikçe tebliğ etmediği sabittir. Herhangi bir konuda vahiy inmediği zaman vahiy ininceye kadar beklerdi.

Resulün bilfiil ictihad yaptığını söyleyenlerin kullandıkları ayetlere gelince: Onlar Resulün bu ayetlerle ilgili olarak ictihad yaptığı vehmine kapıldılar. Oysa böyle bir şey olmadığı gibi herhangi bir ayetle ilgili olarak Resul (s.a.v.) ictihad da yapmamıştır. Resul (s.a.v.)'in ictihad yaptığını iddia edenlerin delil olarak kullandıkları ayetlerin bazıları şunlardır.

"Yeryüzünde savaşırken düşmanı yere sermeden esir almak hiçbir peygambere yakışmaz" Enfal: 67

"Allah seni affetsin onlara niye izin verdin" Tevbe: 43

"Onlardan ölen kimsenin namazını sakın kılma mezarı başında da oturma." Tevbe: 84

"Yanına kör bir kimse geldi diye peygamber yüzünü asıp çevirdi" Abese: 1-2

Bu türden ayetler ve hadisler bir hükümde ve hükmün insanlara tebliğinde ictihad kabilinden şeyler değildir. Bu ayetler ancak, Resulün yapması daha uygun ve öncelikli bir konuda Resule itab türünden gelen ayetlerdir. Öyleyse Resulün insanlara belirli bir hükmü tebliğ ettiği, ardından da hükümdeki ve ictihadındaki hatasını gösteren bir ayetin indiği, sonra da Resulden hatasını düzelten doğru hükmü tebliğ etmesinin istendiği gibi bir durum söz konusu değildir. Oysa buradaki olayın aslı şudur: Daha önce vahy ile kendisine inen Allah'ın hükümlerinden bir hükmü tebliğ etmek amacıyla bir görevi yerine getiren Resulün, bu hükme göre yapması evla olana muhalif bir şekilde insanlara hükmü tebliğ etmesinden ve bu muhalefetinden dolayı itab edilmesinden ibarettir. Yoksa bu itab, yeni bir hükmün teşri edilmesi değildir. Hüküm zaten önceden teşri edilmiş ve Resul de onunla emrolunmuştu. Buna göre de Resul onu tebliğ ediyordu. Bu olaylar nedeniyle gelen bu ayetler, ancak Resulün Allah'ın kendisine emrettiği bir emri yerine getirmek için çalışırken evla olanın tersine hareket etmesi nedeniyle Resul (s.a.v.)'e gelen bir itabtır. Ayetler de, Resul (s.a.v.)'in evla olanın tersine davranması ile ilgili olarak gelen itab ayetleridir. Yoksa ayetler ne daha önceden olmayan hükümleri teşri ediyor ne herhangi bir ictihadı tashih ediyor ne de Resulün yaptığı hatalı bir ictihadın hükmüne muhalif olan bir başka hükmü teşri kılıyordu.

Resullerin ve Nebilerin aklen de şer'an da hilafı evla olan bir fiili yapmaları caizdir. Çünkü hilafı evla, mübah olan bir hüküm demektir. Ancak bazı amelleri bazısından daha evladır. Veya mendup hükmünü taşıyan bir olay olup bazı davranışları diğerinden daha evladır. Kişinin şehirde oturması da köyde oturması da mübahtır. Ancak şehirde oturmak yönetim ile ilgili işlere önem vermek ve idarecileri muhasebe açısından köyde oturmaktan daha iyidir. Sadakayı açık vermek de gizli olarak vermek de menduptur. Ancak gizli olarak vermek açıktan vermekten daha iyidir. Açıkça sadaka verilirse evla olana ters davranılmış olur. Resul (s.a.v.)'in de hilafı evla olan bir davranışı yapması caizdir. Hatta Resulün masiyetler kapsamına girmeyen fiillerin hepsini yapması bile caizdir. Resul hilafı evla olan bir fiili yapmış Allahu Teâla'da onu itab etmiştir. Ayetleri inceleyen kimse, ayetlerin mantukunun, mefhumlarının ve delaletlerinin ancak bunu gösterdiğini görür. Şimdi bu konudaki ayetleri sırasıyla inceleyelim:

1- "Yeryüzünde savaşırken düşmanı yere sermeden esir almak hiçbir peygambere yakışmaz" Enfal: 67 Bu ayet önce yere serme/güçsüz bırakma şartıyla esir almaya delalet etmektedir. Bunu şu ayet de desteklemektedir.

"Onlara üstün geldiğinizde onları esir alın" Muhammed: 4 Bu nedenle esir alma hükmü yukarıda geçen; "Esir almak hiçbir peygambere yakışmaz" Enfal: 67 ayeti ile inmiş bir hüküm değildir. Esir alma hükmü Kıtal sûresi diye de isimlendirilen bundan önce inen Muhammed sûresi ile inmiş bir hükümdür. Kıtal suresi ise Enfal sûresinden önce inmiştir. Esir alma hükmü Muhammed sûresinin şu ayeti ile hükme bağlanmıştır.

"Öyleyse küfredenlerle karşılaştığınızda hemen boyunlarını vurun. Nihayet onları esir alın. Savaş sona erince de onları ya karşılıksız ya da fidye karşılığında serbest bırakın" Muhammed: 4 Bu nedenle esir hükmü; "Resule yakışmaz" Enfal: 67 ayeti inmeden önce inen ve bilinen bir hükümdür. Çünkü Enfal 67'de esirlerle ilgili bir teşri yoktur. Lafzında da böyle bir anlam yoktur. Ayet, ancak düşmanlarının kolunu kanadını kırmadıkça esir almaması gerektiği yönünde Resule hitabı içermektedir. Ayette geçen kelimesi öldürmek ve şiddetlice korkutmak anlamına gelmektedir. Sahabenin Bedir günü büyük bir grubu öldürdüğü ve savaşı kazandıkları şüphesizdir. Ancak yeryüzündeki/savaş meydanındaki bütün insanları öldürmek şartından değildir. Sahabe birçoklarını öldürdükten sonra bir cemaatı esir aldılar. Bu ise hem Muhammed suresinde geçen ayete göre hem de Enfal 67'deki ayete göre caizdir. Bu da öldürdükten ve şiddetli bir şekilde korkuttuktan sonra esir almanın caiz olduğuna açıkça delalet eder. Bu nedenle Resul (s.a.v.), esir aldığı zaman esir alma hükmünde ictihad ettiği ve ayet gelerek Resulün ictihadını düzelttiği söz konusu değildir. Yine Bedir'de Resulün esir alarak teşride bulunduğu ve ardından da ayet gelerek hatasını açıkladığı da söz konusu değildir. Böylece Bedir'de Resulün esir alması inmiş olan bir hükme muhalefet sayılmaz. Yalnızca Muhammed sûresinde geçen "Nihayet onları esir alın" ayetinin esirlerle ilgili hükmünü Resulün bu olaya uyguladığına delalet eder. Bu olay ise Bedir savaşıdır. "İshan"ın yani şiddetli korkunun daha da bariz olması için bu savaşta öldürmenin daha fazla olması evladır. Bu nedenle gelen ayeti kerime, daha önce inmiş olan hükmü, evla olanın tersine uygulaması nedeniyle Resul (s.a.v.)'i itab etmektedir. Yani ayet bir hükmün teşriini değil daha önce inen bir hükmün tatbikatındaki fiili kınamayı ifade etmektedir. Yanlış bir ictihadı da tashih etmemektedir. Ayeti tamamlayan Allah'ın şu sözüne gelince: "Geçici dünya malını istiyorsunuz. Oysa Allah, ahireti kazanmanızı ister. Allah güçlüdür, hakimdir" Enfal: 67

Bu ifade de ayetteki kınamayı tamamlayan bir parçadır. Yani siz savaşta onları iyice sindirmeden önce fidye almak maksadı ile esirler aldınız. Onları esir almanın tabii sonucu olan fidye almak için dünya hayatını istediniz. Oysa Allah, onları esir almayı değil savaş meydanında onları öldürerek dininin aziz olmasını ister. Konu esir almaktır. Dünya hayatını istemek ise esir almayı gerektiriyor. Yoksa burada fidye alınmasına karşı bir itab yoktur. Buradaki kınama ancak, onları iyice yere sermeden önce esir alma hususunda yapılan bir itabtır. Bu nedenle yukarıdaki ifade ayetin başlangıcını tamamlayıcı nitelikte bir ifadedir. Ayetin tamamında Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır.

"Yeryüzünde savaşırken düşmanı yere sermeden esir almak hiçbir peygambere yakışmaz. Geçici dünya malını istiyorsunuz. Oysa Allah ahireti kazanmanızı ister. Allah güçlüdür hakimdir" Enfal: 67 Bu ayetin hemen ardından gelen; "Daha önceden Allah'tan verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldıklarınızdan ötürü size büyük bir azap erişirdi" Enfal: 68 ayetine gelince:

Bazılarının vehme kapıldıkları gibi fidye aldıkları için Allah'tan onlara bir azap va'di yoktur. Ayet, savaş esnasında müşrikleri iyice yere serme hususuna daha fazla önem vermeden önce esir almakla savaşan, Müslümanların kâfirler tarafından öldürülmeleri ve savaşı kaybetmeleri ile sonuçlanabileceğini bildirmektedir. Bu ise Allah'ın azabı değildir. Fakat Müslümanlar için büyük bir azap sayılır. Eğer sizin zafer kazanacağınız hususu Allah'ın ilminde olmasaydı kâfirleri iyice yere sermeden önce esir almakla düşmanlarınız tarafından size ölüm ve parçalanma isabet ederdi. Allahu Teâla Kur'an'da azap kelimesini savaşta öldürme anlamında kullanmıştır. Nitekim bir ayette Allahu Teâla: "Onlarla savaşın ki Allah sizin elinizle onları azaplandırsın" Tevbe: 14 demektedir. Bu nedenle ayette geçen "azap" kelimesi Allah'ın azabı anlamına gelmemektedir. Çünkü hitap hem Resule ve hem de müminlere yönelik genel bir hitaptır. Resulün ictihad yaptığını söyleyenlerin ifadesine göre ayet hatalı bir ictihadı tashih etmektedir. Öyleyse Resulün hatası affolunmuştur ve Allah'tan gelen bir azabı haketmemiştir. Ayet hilafı evla olanın terkinden dolayı bir kınama olarak değerlendirildiğinde de Allah katından gelebilecek bir azabı hakettirmez. Kesinlikle Allah'ın azabını gerektirmez. Ayetin gerçek anlamı, bu davranışınızla size, sizin düşmanlarınız tarafından öldürülmeniz ve küçük düşürülmeniz isabet eder denmektedir.

Bu ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak rivayet edilen hadis ise ahad haberlerden olup akide konusunda delil olmaz. Resulün ictihad yapmasının caizliği veya caiz olmaması ise akide ile ilgili bir konudur. Üstelik daha önce Muhammed suresinde inen esir hükmü ile ilgili açık nassla, kat'i delille çelişmektedir. Hadisler ise görüş belirtenlerin görüşlerine delalet ederler. Üstelik esir hükmü Resulün ashabıyla istişare yapmayıp hakkında vahyin gelmesini beklediği bir hükümdür. Yani esir hükmü, Resulün vahiy ile değil de şura yoluyla teşri ettiği bazı hükümlerden de değildir ki şura sonucunda alınan bir kararı, vahiy inerek tashih etmiş olsun. Bu nedenle her iki ayet hakkında geçen bütün hadisler dirayet açısından reddolunur ve delil olarak itibar edilme özellikleri düşer.

2- "Allah seni affetsin; doğrular sana belli olup, yalancıları bilmeden önce, niçin onlara izin verdin?" Tevbe: 43 ayetine gelince: Bu ayet de ictihadın varlığına delalet etmez. Çünkü dilediğine izin verme hükmü bu ayet inmeden önce Resule verilmiş bir haktır. Resule verilen bu izin Nur suresindeki şu ayetle tanınmış bir haktır.

"Ey Muhammed, bazı işleri için senden izin isterlerse içlerinden dilediğine izin ver" Nur: 62 Bu sûre Hendek savaşında Haşr sûresinden sonra inmiştir.

"Allah seni affetsin" Tevbe: 43 ayeti ise Tevbe sûresindedir. Tevbe sûresi ise hicretin dokuzuncu yılında Tebük savaşı ile ilgili olarak inen bir sûredir. Resulün izin verebilmesi hakkındaki hüküm bilinen bir hükümdür. Nur suresindeki ayet ise, Resul (s.a.v.)'in onlara izin verebileceğine açıkça delalet etmektedir.

Ancak Tebük gazvesiyle ilgili olarak inen Tevbe sûresindeki ayet; güçlü bir ordunun donatılmasının, Resulün, münafıkların arkada kalmalarına izin vermesinden daha evla olduğuna işaret etmektedir. Özellikle bu olayda Resul onlara izin verdiğinden dolayı Allah, bu fiili kınamıştır. Yani hilafı evla olan bir fiilden dolayı kınama vardır. Yoksa ayet herhangi bir ictihadı tashih etmemektedir. Resulün ictihad yoluyla ortaya koyduğu hükme muhalif bir hükmü de teşri etmemektedir. Ayet yalnızca hilafı evla olan bir fiili kınamaktadır.

3- "Onlardan ölen kimsenin namazını sakın kılma. Mezarı başında da durma. Çünkü onlar Allah'ı ve peygamberini inkâr ettiler, fasık olarak öldüler" Tevbe: 84 ayetine gelince: Bu ayet; "Allah seni geri döndürüp, onlardan bir toplulukla karşılaştığınız zaman, senden savaşa çıkmak için izin isterlerse de ki: "Benimle asla çıkamayacaksınız. Benim yanımda hiçbir düşmanla savaşmayacaksınız. Çünkü baştan oturup kalmaya razı oldunuz. Artık geri kalanlarla beraber oturun" Onlardan birisinin (cenaze) namazını sakın kılma" Tevbe: 83-84 ayetinden sonra inen bir ayettir. Nitekim Allahu Teâla'nın: "Allah seni geri döndürüp onlardan bir toplulukla karşılaştırdığı zaman" Tevbe: 83 ayeti, onların küçümsenmeleri ve ihanetleri sebebiyle cihad şerefine ve Resulle beraber savaşa çıkma şerefine nail olmamaları için, Resulün gazvelerinde onlarla arkadaşlık yapmaması gerektiğini açıklamaktadır. Hemen akabinde gelen ayette ise; "Onlardan birisinin (cenaze) namazını kılma" Tevbe: 84 diyerek konuya açıklık getirmektedir. Bu ayet onların küçük düşürülmeleri, hakarete uğramaları hususundan başka bir şeyi ifade etmemektedir. Münafıkların yok edilmeleri için yapılan hamle esnasında gelen bir ayettir. Bu ayet, önceki ve sonraki ayet, münafıklarla ilgili hükümleri, onlara karşı takınılması gereken tavrın niteliğini, onların küçümsenmelerini ve müminler rütbesinden indirilmelerini açıklamaktadır. Yoksa ayet Resulün herhangi bir hükümde ictihad yaptığına delalet etmediği gibi Resulün ictihadının hilafına bir ayetin geldiğini de ifade etmemektedir. Ayet münafıklar hakkında başlı başına bir teşriyi bildirmektedir. Ayet, aynı sûrede geçen münafıklarla ilgili diğer ayetlerle uyumlu haldedir. Bu nedenle ayetin ne mantukunda, ne mefhumunda ne de delaletinde, yapılan bir ictihadın tashihine ve hataya dikkat çeken en ufak bir şüphe ifadesi dahi yoktur.

Bu ayetin nüzul sebebi olarak geçen haberler ise ahad haberler olup akidede delil olarak kullanılamazlar. Resulün tebliğini ancak vahiy ile yaptığını, vahyin dışında hiçbir şeyi tebliğ etmediğini ifade eden kat'i nasslarla da çelişemezler. Üstelik bu hadisler, münafıklar üzerine namaz kılmaması için Ömer'in, Resulullah'ı engellemeye çalıştığını rivayet ediyor. Bu rivayete göre iki durum söz konusudur:

A- Ya, Ömer, meşru olan bir şer'i hükmü yerine getirmekten Resulü men etmek istiyordur.

B- Ya da teşri edilmiş olan bir şer'i hükme göre ibadet görevini yerine getirmek isteyen Resulü engellemek istiyordur.

Böyle bir şey ise Resul hakkında kesinlikle caiz değildir. Bu hadisle amel Resulün peygamberliği ile çelişir dolayısıyla hadis dirayeten reddolunur. Yine aynı hadis, Resulullah (s.a.v.)'in gömleğini Abdullah b. Übeyy'e verdiğini ve münafıkların lideri olduğu halde onun cenaze namazını kılmak istediğini bildirmektedir. Oysa Allahu Teâla Beni Mustalık gazvesinden sonra onun halini açığa çıkarmış ve oğlu Resulullah (s.a.v.)'e gelerek; eğer Resul (s.a.v.) onun öldürülmesine karar vermişse, bu görevi kendisine vermesini istemişti. Allahu Teâla da Beni Mustalık gazvesinden sonra münafıklarla ilgili sûreyi indirerek onlar hakkında Resule şöyle diyordu:

"Düşman onlardır, onlardan sakın. Allah canlarını alsın nasıl olup da döndürülüyorlar" Münafikun: 4 Yine aynı surede; "Onların kalpleri mühürlendi" Münafikun: 3

"Allah, münafıkların şüphesiz yalancılar olduklarına şehadet eder" Münafikun: 1 buyurmasına rağmen Resul (s.a.v.)'in gömleğini münafıkların reisine vermesi ve onun cenaze namazını kılmaya kalkışmasını Ömer'in engellemesi açıkça yukardaki ayetlerle çelişir. Tevbe suresindeki ayet Münafıkun suresinden seneler sonra hicretin dokuzuncu yılında inmiş bir suredir. Ömer hadisi, gömlek hadisi ve bunlardan başka konu ile ilgili diğer hadisler Beni Mustalık gazvesinden sonra münafıklarla yapılacak muamele hükmü ile ve daha önce inen münafıklar hakkındaki ayetlerle de çelişmektedir. Bu nedenle dirayeten de bu rivayetler reddedilir.

4- "Yüzünü asıp çevirdi, kendisine ama geldi diye. Ne bilirsin belki de o, temizlenecektir" Abese: 1-3 Ayetine gelince; Ayet hiçbir şekilde ictihad yapıldığına delalet etmemektedir. Resul, daveti bütün insanlara tebliğ etmekle ve İslâm'ı öğretmekle görevlidir. Her iki emir de Resulün her zaman yapması gereken bir emirdir. Abdullah b. Ümmü Mektum Müslüman oldu ve İslâmı öğrendi. Abdullah b. Ümmü Mektum, Resulullah (s.a.v.)'in yanına geldiğinde onun yanında Kureyş'in ileri gelenlerinden Utbe, Şeybe, Rabia'nın çocukları, Ebu Cehil b. Hişam, Abbas b. Abdulmuttalib, Ümeyye b. Halef ve Velid b. Muğire vardı. Allah'ın Resulü onların Müslüman olmaları ile onların dışındaki insanların da Müslüman olabilecekleri ümidi ile onları İslâm'a çağırdığı bir anda Abdullah b. Ümmü Mektum Resulullah (s.a.v.)'e gelerek: Ey Allah'ın Resulü Allah'ın sana bildirdiklerini bana oku ve bana öğret isteğinde bulunmuş ve Resulün o anda kavminin ileri gelenleri ile meşgul olduğunu bilmediği için de isteğini birkaç defa tekrarlamıştı. Bu nedenle de Resulullah (s.a.v.) onun bu davranışını hoş karşılamayıp sözünü keserek yüzünü ondan çevirmesi üzerine bu ayet inmiştir. Resul hem tebliğ ile hem de İslâm'ı öğretmekle emrolunmuştur. Resul o esnada İslâm'ı tebliğ etmekle meşgul olduğu için öğretim isteğinden yüz çevirdi. Evla olan ise Ümmü Mektum'a sorduğunu bildirmesiydi. Ancak o, böyle yapmaması nedeniyle Allah tarafından itab olundu. Yani Resul (s.a.v.) hilafı evla olanı terkettiğinden dolayı uyarıldı. Yoksa ayet Resulün bir konudaki ictihadi hükmünü tashih için gelmiş değildir. Ayet ancak, Allah'ın bir hükmünü uygulama esnasında, Resulün hilafı evla olanı terk ettiği için Allahu Teâla tarafından itab edildiğini göstermektedir.

Bu nedenle yukarıda geçen ayetlerin hiçbiri Resul (s.a.v.)'in ictihad yaptığına delalet etmemektedir. Öyleyse Resulün Allahu Teâla'dan tebliğ ettiklerinde kesinlikle ictihad yoktur ve Resulün ictihad yapması da, hem aklen hem de naklen caiz değildir. Dolayısıyla Resul müctehit değildir. Müctehid olması caiz de değildir. Ancak ona Allahu Teâla'dan vahyolunur. Bu vahiy ise, Kur'an'ı Kerim gibi hem lafız ile hem de manasıyla olur ya da manasıyla vahiy olup Resul (s.a.v.) bu vahyi ya kendi sözleriyle, ya hükme işaret eden sükutu ile, ya da fiili ile ifade eder ve bunların hepsi sünnetten sayılır.

 

 

Kitabın ilk sayfasına dönüş Kitabı bilgisayarınıza yükleyebilirsiniz Bu sayfayı birine gönderebilirsiniz Anasayfa ve diğer kitaplar için