Resulün (s.a.v.) İctihad Yaptığını Söylemek
Doğru Değildir
Efendimiz Muhammed (s.a.v.)'
in bazı hükümlerde ictihad ettiği ve ictihadında hata
yaptığı, ardından da Allahu Teâla'nın onun bu hatasını
düzelttiği sözünün anlamı şudur: Efendimiz
Muhammed (s.a.v.)'in vahiyden
alarak değil ictihad ederek insanlara şeriatı tebliğ
etmiştir ve İslâm şeriatından insanlara tebliğ
ettiklerinin bir kısmından dolayı masum değildir, demektir.
Oysa bu sözün tamamı hem aklen hem de şer'an batıldır,
geçersizdir. Efendimiz Muhammed (s.a.v.),
diğer Nebiler ve Resuller gibi Nebi ve Resuldür ve Allahu
Teâla'dan aldıklarını tebliğde hatadan masumdur. Resulullah
(s.a.v.) akli delille kesinlikle ismet sahibidir.
Üstelik Resulün tebliğ ettiklerinin hem tamamını hem de
cüziyatını ancak vahy ile yaptığına delalet eden hem
subutu hem de delaleti kat'i şer'i deliller vardır. Resulullah
(s.a.v.) ancak vahiyden aldığı hükümleri tebliğ
ediyordu. Allahu Teâla Enbiya suresinde şöyle buyurmaktadır.
"De ki:
Ben ancak sizi vahy ile uyarıyorum"
Yani, Ey Muhammed onlara, ben sizi ancak bana indirilen vahy
ile uyarıyorum de. Benim uyarmam ancak vahy
çerçevesindedir. Necm Suresinde ise;
"O kendiliğinden konuşmamaktadır.
Onun konuşması ancak bildirilen bir vahy iledir"
Ayette geçen "konuşmamaktadır"
kelimesi umumiyet ifade eden siygalardan olup içeriğine
Kur'an'ı ve sünneti de almaktadır. Bu tabiri Kur'an ile
tahsis edecek ne Kur'an'da ne de sünnette bir delil yoktur.
Dolayısıyla ifade umumi olarak kalır. Yani peygamberin
teşriden konuştuklarının tamamı vahiydir. Yalnızca
Kur'an ile tahsis etmek doğru değildir. Bilakis hem
Kur'an'ı hem de hadisi kuşatıcı olarak kalması gerekir. Resulün Allah'tan alıp tebliğ ettiği konuların, teşri
ile alakalı olan ve hem de teşriin dışında olan hükümlerle
akaidle, düşüncelerle ve peygamber kıssaları ile tahsis
edilip ziraat, sanayi bilimsel konular vb dünya işlerinden
sayılan vesileleri ve üslupları kapsamamasına gelince: Bu
tahsis iki işte görülmektedir.
Birincisi; Teşride onu tahsis eden diğer
nassların gelmesi. Resulullah (s.a.v.) hurma ağaçlarının
aşılanması konusunda;
"Siz dünya işlerinizi daha iyi bilirsiniz" demektedir.
Ve yine Bedir savaşında ordunun konaklayacağı yer
hakkında: Bu Allah'tan gelen bir vahiy midir yoksa hile
cinsinden bir savaş taktiği midir diye Resulullah (s.a.v.)'e
sorulduğunda Allah'ın Resulü:
"Savaş ve hile ile alakalı bir görüştür" diyordu.
İşte bu nasslar vahyin dünya işlerinin ve savaş taktiği
cinsinden olan konuların dışındakilerle tahsis
edildiğinin delilleridir.
İkincisi: Vahyin, teşrii, akaid ve hükümlere
ait konularla tahsis edildiği apaçık ortadadır. Şüphesiz
ki O, bir elçidir. Bu durumda da tahsis eden şey söz konusu
olmakta ve umum siygası ise genel olarak kalmaktadır. Ancak
tahsis bütün konuları değil yalnızca geldiği konuları
ilgilendirir. Evet, sebebin hususi olmasına değil lafzın
umumi olmasına itibar edilir kaidesi doğrudur. Ancak
sebepten kasıt Kur'an'ın nüzul sebebini teşkil eden
olaydır. Dolayısıyla konu, yalnızca ona has olmayıp bütün
olayları kapsar. Fakat tahsiste bütün konular söz konusu
değildir. Halbuki ictihad meselelerinde söz konusu olan şey
vahiydir. Yani uyarmadır, teşridir ve hükümlerdir.
Zira ayette Allahu Teâla:
"De ki: Ben sizi ancak vahiy ile uyarıyorum"
demektedir. Sad suresinde de;
"Bana sadece vahy olunuyor. Doğrusu ben ancak apaçık
uyarıcıyım"
buyurmaktadır.
Vahiyden kastın, peygamberin gönderildiği
inançlar, hükümler, tebliğ etmekle ve uyarmakla
emrolunduğu her şey olduğu açıkça görülmektedir. Bu
nedenle vahiy, yürümek, konuşmak yemek vb insan
tabiatından sayılan fiilleri ve üslûpları kapsamına
almaz. Akaid ve hükümler kapsamına girmeyen üslûp ve
vesile türünden şeyler dışında yalnızca inanılması
gereken şeylerle ve şer'i hükümlerle alakalı konulara
tahsis edilir. Buna göre Resulullah (s.a.v.)'in getirdiklerinden
tebliğ etmekle emrolunduğu; kulların fiilleri ve düşüncelerle
alakalı şeylerin tamamı Allah'tan gelen vahiydir.
Vahiy, Resulün fiillerini, sözlerini ve
gördüğü bir konu hakkındaki sükutunu da kapsar. Bu
nedenle biz ona tabi olmakla görevliyiz. Zira Allahu Teâla
ayette şöyle buyurmaktadır.
"Resul size neyi getirdiyse onu alın neyi yasakladıysa
onu da bırakın"
"Allah'ın Resulünde sizin için en güzel örnek vardır"
Resulün sözleri, fiilleri ve sükutu
şer'i delildir ve bunların tamamı Allah'tan gelen bir
vahiydir.
Efendimiz Muhammed (s.a.v.) Allah'tan kendisine gelen vahyi alıyor ve onu tebliğ
ediyordu. İşleri vahye göre çözüyor, kesinlikle vahyin dışına
çıkmıyordu. Allahu Teâla Ahkaf suresinde şöyle
buyurmaktadır.
"Ancak bana vahyolunana tabi olurum."
Araf suresinde şöyle buyurur: "De ki:
Ben ancak Rabbim tarafından bana vahyolunana uyarım"
Yani Rabbimin bana
vahyettiğinden başkasına asla uymam. Böylece Resulün
uyduğu şeyler vahiyle sınırlandırılmaktadır. Bunların
tamamı genel olarak açık ve net şeylerdir. Yalnızca Resulullah
(s.a.v.)'in tebliğ etmekle emrolunduğu şeyler vahyin
konusunu oluşturmaktadır. İnsanlara hükümleri açıklamada,
teşride ve diğer konularda Resulün (s.a.v.) hayatı bu minval
üzeredir. Zihar, lian ve bunların dışında birçok
konudaki hükmü belirtmek için vahyin gelmesini bekliyordu. Allah'tan vahiy gelmedikçe bir mesele
hakkındaki hükmü söylemiyor, teşri ile alakalı bir fiili
yapmıyor veya sükut etmiyordu. Bazı zamanlarda Sahabe,
kullara ait fiillerden bir fiille ilgili hükmün, bir şey
hakkında görüş belirtmekle mi, üslûpla mı yoksa vesile
ile mi alakalı olduğunda karışıklığa düşüyorlar ve,
bu vahiy midir yoksa şura kapsamına giren işlerden midir ya
Resulallah? diye soruyorlardı. Eğer Resul onlara bunun
vahiy olduğunu söylerse susuyorlardı. Çünkü yaptığı
şeyin kendisine ait bir davranış olmadığını
biliyorlardı. Eğer onlara, şura ve görüş belirtme
cinsindendir derse o zaman Resulle tartışıyorlardı. Çoğu
kere de Bedir savaşında, Uhud'da ve Hendek savaşında
olduğu gibi Resul Sahabenin görüşüne uyuyordu. Allah'tan
aldığı tebliğle alakalı olmayan konular hakkında ise;
"Siz dünya işlerinizi daha iyi biliyorsunuz" diyordu.
Hurma ağaçlarının aşılanması meselesinde olduğu gibi.
Eğer Resulullah (s.a.v.) teşri ile alakalı konularda da vahyin dışında
konuşsaydı bir konuda hüküm vermek için vahyin
gelmesini beklemezdi. Ve Sahabe de ona; "Vahiy
midir yoksa görüş müdür?"
diye sormazdı. Kendiliğinden cevap vermiş olsaydı böyle
bir soru sormaya gerek duymaksızın Sahabe peygamberle
tartışırdı. Bu nedenle Resulullah (s.a.v.)'den,
Allah'tan gelen vahyin dışında ne bir söz, ne bir fiil ne
de sükut görülmemiştir. Çünkü davranışları kendine
ait görüşün sonucu değildi. Bundan dolayı Resulullah (s.a.v.)
kesinlikle ictihad yapmamıştır. İctihad yapması aklen de
şer'an da doğru değildir. Şer'an, ictihad yapmadığına
ve Allah'tan aldığı tebliğle ilgili meselelerin
tamamının vahiy ile sınırlı olduğuna delalet eden sarih
ayetler kesin delillerdir.
"De ki: Ben ancak sizi vahiy ile uyarıyorum"
"Ancak bana vahyolunana tabi olurum."
"Hevasından konuşmaz"
Kendisine sorulan bir soru hakkında
Allah'ın hükmünü açıklamaya gerçekten muhtaç olduğu
halde cevap vermeyip vahyin gelmesini beklemesi ise bu
konudaki akli delildir. Eğer ictihad etmesi caiz olsaydı
vahyi beklemeden hemen ictihad eder ve cevap verirdi. Halbuki
o, vahiy gelinceye kadar hükmü geciktiriyordu. Bu da onun
ictihad yapmadığına ve ictihad yapmasının da caiz
olmadığına delalet etmektedir. Eğer ictihad yapması caiz
olsaydı cevabını vermek zorunda olduğu bir hükmü
bekletmezdi. Ayrıca Resulullah (s.a.v.)'e uymak vaciptir.
Dolayısıyla hata ettiğinde de ona uymak gerekir. Bu ise
batıldır. Çünkü Allah hata olan bir şeye uymayı
emretmez. Üstelik Resul (s.a.v.) tebliğde hatadan
masumdur. Bu nedenle Resulün tebliğde
hata ettiğini söylemek kesinlikle caiz değildir. Çünkü Resulün hata yapmasının caiz olması, risaleti ve nübüvveti
yok eder. Risaleti ve nübüvveti kabullenmek Resulün hata
yapmasının caiz olmamasını gerektirir. Tebliğde hatadan
yoksun olması ise kesinlikle gereklidir.
Bu nedenle Resulün Allahu Teâla'dan aldıklarını tebliğ
etmede hata yapması kesinlikle mümkün değildir. Resulullah
(s.a.v.)'in ictihad yapması da caiz değildir. Sözlü, fiili ve
takrir yoluyla ulaştırdığı hükümlerin tamamı yalnızca
Allahu Teâla'dan vahiydir.
Resul ictihad yapıp ictihadında hata
ettiğinde Allah onu hatada durdurmaz ve ona en kısa sürede
doğru olanı açıklar. Çünkü Resul ictihadında hata
ettiği zaman bu haliyle Müslümanların üzerine farz olur
ve doğrusu açıklanıncaya kadar da ona uymaları gerekir.
Bu açıklama ise önceden verilmiş olan hükmün dışında
yine bir hüküm özelliğini kazanıp hatalı olan birinci hükmü
terkedip ikinci hükme uymalarını gerektirir şeklinde bir söz
söylenemez. Bu batıldır ve Allah'ın insanlara ilk önce
hatalı olan bir şeye uymalarını emredip sonra da onu
terkedip doğru olana uymalarını emretti anlamına gelir ki
böyle bir söz Allahu Teâla için geçersizdir. Resul hakkında
da; bir hükmü tebliğ edip ardından da Sahabeye bu hüküm
hatalıdır, çünkü benim ictihadımdır. Doğru olan ise
Allah'tan gelen şu hükümdür diyerek hatalı hükmü
terketmelerini ve doğru hükmü almalarını onlara tebliğ
etmesi gibi bir şey söylemek doğru değildir.
Burada şöyle bir itiraz da ileri
sürülemez: Siz yukarıda şer'i bir iş hakkında akli bir
delil ortaya
koydunuz ki bu caiz değildir. Çünkü şer'i bir işin
delilinin de şer'i olması gerekir. Evet böyle bir itiraz doğru
değildir. Zira yalnızca şer'i hükümle alakalı bir
hususun delilinin şer'i delil olması gerekir. Akide ile
ilgili konularda ise delil, akli de olur
şer'i de olur. Resulün müctehit olması veya olmaması
konusu şer'i hükümler kapsamına giren konulardan değil,
akide kapsamına giren konulardandır. Dolayısıyla delili
şer'i de olur akli de. Böylece Resulün müctehit olmaması
hem akli hem de şer'i delille sabittir. Çünkü Resulün
müctehit olması konusu akide ile ilgili konulardandır.
Resulün birçok meselede fiilen ictihad
ettiği, ancak Allahu Teâla'nın Resulün hatalı
ictihadını indirdiği ayetle doğrultarak hükmünü açıkladığı
ve böylece yanlışı düzelttiği de söylenemez. Böyle bir
şey söylenemez, çünkü Resul (s.a.v.)'in Allah'ın hükümlerinden
herhangi bir hükmü tebliğde ictihad ettiği kesinlikle görülmemiştir.
Tam tersine Resul (s.a.v.)'in vahiy ile tebliğ ettiği hem
Kur'an'ın hem de sahih sünnetin nassı ile sabittir. Ne
teşri ile ilgili, ne akaidle ilgili meseleleri ne de bunlara
benzer konuları vahiy gelmedikçe tebliğ etmediği sabittir.
Herhangi bir konuda vahiy inmediği zaman
vahiy ininceye kadar beklerdi.
Resulün bilfiil ictihad yaptığını söyleyenlerin
kullandıkları ayetlere gelince: Onlar Resulün bu ayetlerle
ilgili olarak ictihad yaptığı vehmine kapıldılar. Oysa böyle
bir şey olmadığı gibi herhangi bir ayetle ilgili olarak Resul
(s.a.v.) ictihad da yapmamıştır. Resul (s.a.v.)'in ictihad
yaptığını iddia edenlerin delil olarak kullandıkları
ayetlerin bazıları şunlardır.
"Yeryüzünde savaşırken düşmanı yere sermeden esir
almak hiçbir peygambere yakışmaz"
"Allah seni affetsin onlara niye izin verdin"
"Onlardan ölen kimsenin namazını sakın kılma mezarı
başında da oturma."
"Yanına kör bir kimse geldi diye peygamber yüzünü asıp
çevirdi"
Bu türden ayetler ve hadisler bir
hükümde ve hükmün insanlara tebliğinde ictihad kabilinden
şeyler değildir. Bu ayetler ancak, Resulün yapması daha
uygun ve öncelikli bir konuda Resule itab türünden gelen
ayetlerdir. Öyleyse Resulün insanlara belirli bir hükmü
tebliğ ettiği, ardından da hükümdeki ve ictihadındaki
hatasını gösteren bir ayetin indiği, sonra da Resulden
hatasını düzelten doğru hükmü tebliğ etmesinin
istendiği gibi bir durum söz konusu değildir. Oysa buradaki
olayın aslı şudur: Daha önce vahy ile kendisine inen
Allah'ın hükümlerinden bir hükmü tebliğ etmek amacıyla
bir görevi yerine getiren Resulün, bu hükme göre yapması
evla olana muhalif bir şekilde insanlara hükmü tebliğ
etmesinden ve bu muhalefetinden dolayı itab edilmesinden
ibarettir. Yoksa bu itab, yeni bir hükmün teşri edilmesi
değildir. Hüküm zaten önceden teşri edilmiş ve Resul de
onunla emrolunmuştu. Buna göre de Resul onu tebliğ
ediyordu. Bu olaylar nedeniyle gelen bu ayetler, ancak Resulün
Allah'ın kendisine emrettiği bir emri yerine getirmek için
çalışırken evla olanın tersine hareket etmesi nedeniyle Resul
(s.a.v.)'e gelen bir itabtır. Ayetler de, Resul (s.a.v.)'in
evla olanın tersine davranması ile ilgili olarak gelen itab
ayetleridir. Yoksa ayetler ne daha önceden olmayan
hükümleri teşri ediyor ne herhangi bir ictihadı tashih
ediyor ne de Resulün yaptığı hatalı bir ictihadın hükmüne
muhalif olan bir başka hükmü teşri kılıyordu.
Resullerin ve Nebilerin aklen de şer'an
da hilafı evla olan bir fiili yapmaları caizdir. Çünkü
hilafı evla, mübah olan bir hüküm demektir. Ancak bazı
amelleri bazısından daha evladır. Veya mendup hükmünü taşıyan
bir olay olup bazı davranışları diğerinden daha evladır.
Kişinin şehirde oturması da köyde oturması da mübahtır.
Ancak şehirde oturmak yönetim ile ilgili işlere önem
vermek ve idarecileri muhasebe açısından köyde oturmaktan
daha iyidir. Sadakayı açık vermek de gizli olarak vermek de
menduptur. Ancak gizli olarak vermek açıktan vermekten daha
iyidir. Açıkça sadaka verilirse evla olana ters davranılmış
olur. Resul (s.a.v.)'in de hilafı evla olan bir davranışı
yapması caizdir. Hatta Resulün masiyetler kapsamına
girmeyen fiillerin hepsini yapması bile caizdir. Resul hilafı
evla olan bir fiili yapmış Allahu Teâla'da onu itab etmiştir.
Ayetleri inceleyen kimse, ayetlerin mantukunun,
mefhumlarının ve delaletlerinin ancak bunu gösterdiğini görür.
Şimdi bu konudaki ayetleri sırasıyla inceleyelim:
1- "Yeryüzünde
savaşırken düşmanı yere sermeden esir almak hiçbir
peygambere yakışmaz"
Bu
ayet önce yere serme/güçsüz bırakma şartıyla esir
almaya delalet etmektedir. Bunu şu ayet de desteklemektedir.
"Onlara üstün
geldiğinizde onları esir alın"
Bu
nedenle esir alma hükmü yukarıda geçen; "Esir
almak hiçbir peygambere yakışmaz"
ayeti ile inmiş bir
hüküm değildir. Esir alma hükmü Kıtal sûresi diye de
isimlendirilen bundan önce inen Muhammed sûresi ile inmiş
bir hükümdür. Kıtal suresi ise Enfal sûresinden önce
inmiştir. Esir alma hükmü Muhammed sûresinin şu ayeti ile
hükme bağlanmıştır.
"Öyleyse
küfredenlerle karşılaştığınızda
hemen boyunlarını vurun. Nihayet onları esir alın. Savaş
sona erince de onları ya karşılıksız ya da fidye
karşılığında serbest bırakın"
Bu nedenle esir hükmü; "Resule
yakışmaz"
ayeti
inmeden önce inen ve bilinen bir hükümdür. Çünkü Enfal
67'de esirlerle ilgili bir teşri yoktur. Lafzında da böyle
bir anlam yoktur. Ayet, ancak düşmanlarının kolunu
kanadını kırmadıkça esir almaması gerektiği yönünde Resule hitabı içermektedir. Ayette geçen
kelimesi öldürmek ve
şiddetlice korkutmak anlamına gelmektedir. Sahabenin Bedir günü
büyük bir grubu öldürdüğü ve savaşı kazandıkları şüphesizdir.
Ancak yeryüzündeki/savaş meydanındaki bütün insanları
öldürmek
şartından değildir. Sahabe birçoklarını öldürdükten
sonra bir cemaatı esir aldılar. Bu ise hem Muhammed
suresinde geçen ayete göre hem de Enfal 67'deki ayete göre
caizdir. Bu da öldürdükten ve şiddetli bir şekilde
korkuttuktan sonra esir almanın caiz olduğuna açıkça
delalet eder. Bu nedenle Resul (s.a.v.),
esir aldığı zaman esir alma hükmünde ictihad ettiği ve
ayet gelerek Resulün ictihadını düzelttiği söz konusu
değildir. Yine Bedir'de Resulün esir alarak teşride
bulunduğu ve ardından da ayet gelerek hatasını açıkladığı
da söz konusu değildir. Böylece Bedir'de Resulün esir
alması inmiş olan bir hükme muhalefet sayılmaz. Yalnızca
Muhammed sûresinde geçen "Nihayet onları esir
alın" ayetinin esirlerle
ilgili hükmünü Resulün bu olaya uyguladığına delalet eder. Bu olay ise
Bedir savaşıdır. "İshan"ın yani şiddetli
korkunun daha da bariz olması için bu savaşta öldürmenin
daha fazla olması evladır. Bu nedenle gelen ayeti kerime,
daha önce inmiş olan hükmü, evla olanın tersine
uygulaması nedeniyle Resul (s.a.v.)'i itab etmektedir. Yani ayet
bir hükmün teşriini değil daha önce inen bir hükmün
tatbikatındaki fiili kınamayı ifade etmektedir. Yanlış
bir ictihadı da tashih etmemektedir. Ayeti tamamlayan
Allah'ın şu sözüne gelince:
"Geçici dünya malını istiyorsunuz. Oysa Allah,
ahireti kazanmanızı ister. Allah güçlüdür,
hakimdir"
Bu ifade de ayetteki kınamayı tamamlayan
bir parçadır. Yani siz savaşta onları iyice sindirmeden
önce fidye almak maksadı ile esirler aldınız. Onları esir
almanın tabii sonucu olan fidye almak için dünya hayatını
istediniz. Oysa Allah, onları esir almayı değil savaş
meydanında onları öldürerek dininin aziz olmasını ister.
Konu esir almaktır. Dünya hayatını istemek ise esir
almayı gerektiriyor. Yoksa burada fidye alınmasına karşı
bir itab yoktur. Buradaki kınama ancak, onları iyice yere
sermeden önce esir alma hususunda yapılan bir itabtır. Bu
nedenle yukarıdaki ifade ayetin başlangıcını
tamamlayıcı nitelikte bir ifadedir. Ayetin tamamında Allahu
Teâla şöyle buyurmaktadır.
"Yeryüzünde savaşırken düşmanı yere sermeden esir
almak hiçbir peygambere yakışmaz. Geçici dünya malını
istiyorsunuz. Oysa Allah ahireti kazanmanızı ister. Allah güçlüdür
hakimdir"
Bu
ayetin hemen ardından gelen;
"Daha önceden Allah'tan verilmiş bir hüküm olmasaydı,
aldıklarınızdan ötürü size büyük bir azap erişirdi"
ayetine gelince:
Bazılarının vehme kapıldıkları gibi
fidye aldıkları için Allah'tan onlara bir azap va'di
yoktur. Ayet, savaş esnasında müşrikleri iyice yere serme
hususuna daha fazla önem vermeden önce esir almakla savaşan,
Müslümanların kâfirler tarafından öldürülmeleri ve
savaşı kaybetmeleri ile sonuçlanabileceğini
bildirmektedir. Bu ise Allah'ın azabı değildir. Fakat Müslümanlar
için büyük bir azap sayılır. Eğer sizin zafer
kazanacağınız hususu Allah'ın ilminde olmasaydı kâfirleri
iyice yere sermeden önce esir almakla düşmanlarınız
tarafından size ölüm ve parçalanma isabet ederdi. Allahu
Teâla Kur'an'da azap kelimesini savaşta öldürme anlamında
kullanmıştır. Nitekim bir ayette Allahu Teâla: "Onlarla savaşın ki Allah sizin elinizle onları
azaplandırsın"
demektedir.
Bu nedenle ayette geçen "azap" kelimesi
Allah'ın azabı anlamına gelmemektedir. Çünkü hitap hem Resule ve hem de müminlere yönelik genel bir hitaptır.
Resulün
ictihad yaptığını söyleyenlerin ifadesine göre ayet
hatalı bir ictihadı tashih etmektedir. Öyleyse Resulün
hatası affolunmuştur ve Allah'tan gelen bir azabı
haketmemiştir. Ayet hilafı evla olanın terkinden dolayı
bir kınama olarak değerlendirildiğinde de Allah katından
gelebilecek bir azabı hakettirmez. Kesinlikle Allah'ın
azabını gerektirmez. Ayetin gerçek anlamı, bu
davranışınızla size,
sizin düşmanlarınız tarafından öldürülmeniz ve
küçük düşürülmeniz isabet eder denmektedir.
Bu ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak
rivayet edilen hadis ise ahad haberlerden olup akide konusunda
delil olmaz. Resulün ictihad yapmasının caizliği veya
caiz olmaması ise akide ile ilgili bir konudur. Üstelik daha
önce Muhammed suresinde inen esir hükmü ile ilgili açık
nassla, kat'i delille çelişmektedir. Hadisler ise görüş
belirtenlerin görüşlerine delalet ederler. Üstelik esir
hükmü Resulün ashabıyla istişare yapmayıp hakkında
vahyin gelmesini beklediği bir hükümdür. Yani esir
hükmü, Resulün vahiy ile değil de şura yoluyla teşri
ettiği bazı hükümlerden de değildir ki şura sonucunda
alınan bir kararı, vahiy inerek tashih etmiş olsun. Bu
nedenle her iki ayet hakkında geçen bütün hadisler dirayet
açısından reddolunur ve delil olarak itibar edilme
özellikleri düşer.
2-
"Allah seni affetsin; doğrular sana belli olup,
yalancıları bilmeden önce, niçin onlara izin verdin?"
ayetine gelince: Bu
ayet de ictihadın varlığına delalet etmez. Çünkü dilediğine
izin verme hükmü bu ayet inmeden önce Resule verilmiş bir
haktır. Resule verilen bu izin Nur suresindeki şu ayetle
tanınmış bir haktır.
"Ey Muhammed, bazı işleri için senden izin isterlerse
içlerinden dilediğine izin ver"
Bu
sûre Hendek savaşında Haşr sûresinden sonra inmiştir.
"Allah seni affetsin"
ayeti
ise Tevbe sûresindedir. Tevbe sûresi ise hicretin dokuzuncu
yılında Tebük savaşı ile ilgili olarak inen bir sûredir.
Resulün izin verebilmesi hakkındaki hüküm bilinen bir
hükümdür. Nur suresindeki ayet ise, Resul (s.a.v.)'in onlara izin
verebileceğine açıkça delalet etmektedir.
Ancak Tebük gazvesiyle ilgili olarak inen
Tevbe sûresindeki ayet; güçlü bir ordunun donatılmasının,
Resulün, münafıkların arkada kalmalarına izin
vermesinden daha evla olduğuna işaret etmektedir.
Özellikle bu olayda Resul onlara izin verdiğinden dolayı Allah, bu fiili
kınamıştır. Yani hilafı evla olan bir fiilden dolayı
kınama vardır. Yoksa ayet herhangi bir ictihadı tashih
etmemektedir. Resulün ictihad yoluyla ortaya koyduğu hükme
muhalif bir hükmü de teşri etmemektedir. Ayet yalnızca
hilafı evla olan bir fiili kınamaktadır.
3- "Onlardan
ölen kimsenin namazını
sakın kılma. Mezarı başında da durma. Çünkü onlar
Allah'ı ve peygamberini inkâr ettiler, fasık olarak
öldüler"
ayetine
gelince: Bu ayet;
"Allah seni geri döndürüp, onlardan bir toplulukla karşılaştığınız
zaman, senden savaşa çıkmak için izin isterlerse de ki:
"Benimle asla çıkamayacaksınız. Benim yanımda hiçbir
düşmanla savaşmayacaksınız. Çünkü baştan oturup
kalmaya razı oldunuz. Artık geri kalanlarla beraber
oturun" Onlardan birisinin (cenaze) namazını sakın
kılma"
ayetinden
sonra inen bir ayettir.
Nitekim Allahu Teâla'nın:
"Allah seni geri döndürüp onlardan bir toplulukla karşılaştırdığı
zaman"
ayeti,
onların küçümsenmeleri ve ihanetleri sebebiyle cihad
şerefine ve Resulle beraber savaşa çıkma şerefine nail
olmamaları için, Resulün gazvelerinde onlarla arkadaşlık
yapmaması gerektiğini açıklamaktadır. Hemen akabinde
gelen ayette ise;
"Onlardan birisinin (cenaze) namazını kılma"
diyerek konuya açıklık
getirmektedir. Bu ayet onların küçük düşürülmeleri,
hakarete uğramaları hususundan başka bir şeyi ifade
etmemektedir. Münafıkların yok edilmeleri için yapılan
hamle esnasında gelen bir ayettir. Bu ayet, önceki ve
sonraki ayet, münafıklarla ilgili hükümleri, onlara karşı
takınılması gereken tavrın niteliğini, onların küçümsenmelerini
ve müminler rütbesinden indirilmelerini açıklamaktadır.
Yoksa ayet Resulün herhangi bir hükümde ictihad yaptığına
delalet etmediği gibi Resulün ictihadının hilafına bir
ayetin geldiğini de ifade etmemektedir. Ayet münafıklar
hakkında başlı başına bir teşriyi bildirmektedir. Ayet,
aynı sûrede geçen münafıklarla ilgili diğer ayetlerle
uyumlu haldedir. Bu nedenle ayetin ne mantukunda, ne
mefhumunda ne de delaletinde, yapılan bir ictihadın
tashihine ve hataya dikkat çeken en ufak bir şüphe ifadesi
dahi yoktur.
Bu ayetin nüzul sebebi olarak geçen
haberler ise ahad haberler olup akidede delil olarak kullanılamazlar.
Resulün tebliğini ancak vahiy ile yaptığını, vahyin
dışında hiçbir şeyi tebliğ etmediğini ifade eden kat'i
nasslarla da çelişemezler. Üstelik bu hadisler, münafıklar
üzerine namaz kılmaması için Ömer'in, Resulullah'ı
engellemeye çalıştığını rivayet ediyor. Bu rivayete göre
iki durum söz konusudur:
A-
Ya, Ömer, meşru olan bir şer'i hükmü
yerine getirmekten Resulü men etmek istiyordur.
B-
Ya da teşri edilmiş olan bir şer'i hükme göre ibadet
görevini yerine getirmek isteyen Resulü engellemek
istiyordur.
Böyle bir şey ise Resul hakkında
kesinlikle caiz değildir. Bu hadisle amel Resulün
peygamberliği ile çelişir dolayısıyla hadis dirayeten
reddolunur. Yine aynı hadis, Resulullah (s.a.v.)'in gömleğini
Abdullah b. Übeyy'e verdiğini ve münafıkların lideri
olduğu halde onun cenaze namazını kılmak istediğini
bildirmektedir. Oysa Allahu Teâla Beni Mustalık gazvesinden
sonra onun halini açığa çıkarmış ve oğlu Resulullah (s.a.v.)'e gelerek; eğer
Resul (s.a.v.) onun öldürülmesine karar
vermişse, bu görevi kendisine vermesini istemişti. Allahu
Teâla da Beni Mustalık gazvesinden sonra münafıklarla
ilgili sûreyi indirerek onlar hakkında Resule şöyle
diyordu:
"Düşman onlardır, onlardan sakın. Allah canlarını
alsın nasıl olup da döndürülüyorlar"
Yine aynı surede; "Onların
kalpleri mühürlendi"
"Allah, münafıkların şüphesiz yalancılar
olduklarına şehadet eder"
buyurmasına
rağmen Resul (s.a.v.)'in gömleğini münafıkların reisine
vermesi ve onun cenaze namazını kılmaya kalkışmasını
Ömer'in engellemesi açıkça yukardaki ayetlerle çelişir.
Tevbe suresindeki ayet Münafıkun suresinden seneler sonra
hicretin dokuzuncu yılında inmiş bir suredir. Ömer hadisi,
gömlek hadisi ve bunlardan başka konu ile ilgili diğer
hadisler Beni Mustalık
gazvesinden sonra münafıklarla yapılacak muamele hükmü
ile ve daha önce inen münafıklar hakkındaki ayetlerle de
çelişmektedir. Bu nedenle dirayeten de bu rivayetler
reddedilir.
4- "Yüzünü
asıp çevirdi, kendisine ama geldi diye. Ne bilirsin belki de
o, temizlenecektir"
Ayetine
gelince; Ayet hiçbir şekilde ictihad yapıldığına delalet
etmemektedir. Resul, daveti bütün insanlara tebliğ etmekle
ve İslâm'ı öğretmekle görevlidir. Her iki emir de Resulün her zaman yapması gereken bir emirdir. Abdullah b.
Ümmü Mektum Müslüman oldu ve İslâmı öğrendi. Abdullah
b. Ümmü Mektum, Resulullah (s.a.v.)'in yanına geldiğinde onun
yanında Kureyş'in ileri gelenlerinden Utbe, Şeybe,
Rabia'nın çocukları, Ebu Cehil b. Hişam, Abbas b.
Abdulmuttalib, Ümeyye b. Halef ve Velid b. Muğire vardı.
Allah'ın Resulü onların Müslüman olmaları ile onların
dışındaki insanların da Müslüman olabilecekleri ümidi
ile onları İslâm'a çağırdığı bir anda Abdullah b.
Ümmü Mektum Resulullah (s.a.v.)'e
gelerek: Ey Allah'ın Resulü Allah'ın sana bildirdiklerini
bana oku ve bana öğret isteğinde bulunmuş ve Resulün o
anda kavminin ileri gelenleri ile meşgul olduğunu bilmediği
için de isteğini birkaç defa tekrarlamıştı. Bu nedenle
de Resulullah (s.a.v.) onun bu davranışını hoş karşılamayıp sözünü keserek
yüzünü ondan çevirmesi üzerine bu ayet inmiştir. Resul hem tebliğ ile hem de İslâm'ı öğretmekle emrolunmuştur.
Resul o esnada İslâm'ı tebliğ etmekle meşgul olduğu için
öğretim isteğinden yüz çevirdi. Evla olan ise Ümmü
Mektum'a sorduğunu bildirmesiydi. Ancak o, böyle yapmaması
nedeniyle Allah tarafından itab olundu. Yani Resul (s.a.v.) hilafı
evla olanı terkettiğinden dolayı uyarıldı. Yoksa ayet Resulün
bir konudaki ictihadi hükmünü tashih için gelmiş
değildir. Ayet ancak, Allah'ın bir hükmünü uygulama esnasında,
Resulün hilafı evla olanı terk ettiği için Allahu Teâla
tarafından itab edildiğini göstermektedir.
Bu nedenle yukarıda geçen ayetlerin
hiçbiri Resul (s.a.v.)'in ictihad yaptığına delalet
etmemektedir. Öyleyse Resulün Allahu Teâla'dan tebliğ
ettiklerinde kesinlikle ictihad yoktur ve Resulün ictihad
yapması da, hem aklen hem de naklen caiz değildir.
Dolayısıyla Resul müctehit değildir. Müctehid olması
caiz de değildir. Ancak ona Allahu Teâla'dan vahyolunur. Bu
vahiy ise, Kur'an'ı Kerim gibi hem lafız ile hem de
manasıyla olur ya da manasıyla vahiy olup Resul (s.a.v.) bu
vahyi ya kendi sözleriyle, ya hükme işaret eden sükutu
ile, ya da fiili ile ifade eder ve bunların hepsi sünnetten
sayılır.
|