ilk sayfa
 
İctihad

Lügatta ictihad, meşakkatı ve külfeti gerektiren bir işi gerçekleştirebilmek için bütün gücü sarfetmektir. Usulcülerin ıstılahında ise ictihad; insanın daha fazlasını yapmaktan aciz kaldığını hissedeceği bir seviyede, şer'i hükümlerden zannı istenen bir şeyde bütün gücü kullanmaktır. İctihad, hadis ile sabittir. Rasulullah (s.a.v.)'in Ebu Musa el-Eşari'yi Yemen'e gönderince ona şöyle dediği rivayet edilir.

 

"Allah'ın Kitab'ı ile hükmet. Onda bulamazsan Rasulullah (s.a.v.)'in sünneti ile hükmet. Onda da bulamazsan (Kur'an ve sünnete göre) görüşünle ictihad et."

Yine Rasulullah (s.a.v.)'in Yemen'e vali olarak gönderdiği Muaz b. Cebel ile Ebu Musa el-Eşari'ye (r.anhüm) şöyle söylediği rivayet edilir:

"Ne ile hükmedeceksiniz? Onlar: Eğer hükmü Kitapta ve sünnette bulamazsak bir işi diğerine kıyaslar ve hakka en yakın olan ile amel ederiz."

İşte bu kıyas, hükmü istinbat etmek için yapılan bir kıyastır ve Nebi (s.a.v.) de onların bu sözlerini ikrar etmiştir, doğrulamıştır. Yine Rasulullah (s.a.v.)'in Muaz b. Cebel'i Yemen'e vali olarak gönderdiğinde ona şöyle dediği rivayet edilir:

"Ne ile hükmedeceksin? Allah'ın kitabı ile. Allah'ın kitabında bulamazsan? Allah'ın Rasülünün sünneti ile. Allah'ın Rasülünün sünnetinde de bulamazsan? Kitap ve sünnete göre kendi görüşümle ictihad ederim dedi. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.) "Allah'ın Rasülünün elçisini Allah ve Rasülünün sevdiği şeyde muvaffak kılan Allah'a hamd olsun" dedi."

İşte bu olay Rasulullah (s.a.v.)'in Muaz'ın ictihad yapmasını ikrar ettiğine dair açık bir ifadedir. İctihada karşı çıkan hiç kimse de olmamıştır. Şer'i delilden istinbat edilen görüş ile hükmedilebileceğine Sahabe de icma etmiştir. Yani Sahabe, hakkında nass bulamadıkları her olay hakkında ictihad yapma hususunda icma etmişlerdir. Bu icma hiç şüphesiz tevatüren bize ulaşmıştır. Ebu Bekir (r.a.)'in KELALE hakkındaki sözü bunun için bir örnektir. Bu konuda Ebu Bekir şöyle diyordu: "Bu meselede ben görüşümü söylüyorum. Görüşüm doğru ise bu Allah'tandır. Hatalı ise benden ve şeytandandır. Allah bundan beridir. Kelale, babası ve çocuğu olmayan (ölen) kimsedir" Bu meselede ben görüşümü söylüyorum sözü, bu benim aklıma dayanan bir görüştür anlamına gelmez. Bu ifade; ben, ayetteki Kelale lafzından anladığımı söylüyorum anlamına gelmektedir. Kelale kelimesi Arap lügatında üç şeye kullanılır.

1. Geride oğlu ve babası olmaksızın ölen kimse.

2. Ölenin geride kalanlarından herhangi birisinin ne babası ne de çocuğu olmayan kimse demektir. (Üvey evlat gibi)

3. Baba ve evlat tarafından akraba olmayan kimseye de "Kelale" denir.

Bu üç anlama göre hangi mana ayetteki "Kelale" kelimesine uyacaktır. Ebu Bekir (r.a.) Allahu Teâla'nın:

"Eğer bir adam bir kelaleye veya bir kadına miras bırakırsa" Nisa: 12 ayetinde geçen KELALE kelimesini bu üç anlamdan biri ile anlamıştır. Ayette geçen kelimesi 'nin haberidir. Yani, eğer adam kelale ise mirastan pay alabilir. Ebu Bekir'in kelale kelimesinin manasını, ikinci bir ayette geçen;

"De ki Allah Kelale hakkında hüküm bildiriyor. Çocuğu olmayan bir kimse ölünce" Nisa: 176 Kelale kelimesinden ve bu ayetin nüzul sebebi olarak rivayet edilen hadisten anlamış olabilir. Bu ayetin nüzul sebebi hakkında şöyle bir rivayet vardır: Rasulullah (s.a.v.) hastalanmış olan Cabir b. Abdullah'ı ziyaret etti ve Cabir: "Ben kelaleyim malım hakkında nasıl hüküm vereyim" diye sorması üzerine "bir kimse ölünce" ayeti indi. İşte Ebu Bekir'in açıklamış olduğu bu görüş, kendinden çıkardığı kişisel bir görüş değil bir ictihaddır. Aynı şekilde Ebu Bekir'in ölenin anneannesine miras verip babaannesine miras vermemesi de ictihaddır. Bu olay üzerine Ensar'dan bir kısmı itiraz ederek şöyle dedi: "Sen öyle bir kadına miras verdin ki, kendisi (anneanne) ölmüş olsa idi, kızı ona varis olamazdı. Ve öyle bir kadını da mirastan mahrum bıraktın ki, kendisi (babaanne) ölen olsa idi, çocuğu (baba) onun bütün malına varis olurdu." Bunun üzerine Ebu Bekir mirası bunların ikisi arasında paylaştırdı.

Bir başka örnek: Ebu Bekir'in, muhacirlerle İslam'a istemeyerek girenlere ganimetleri eşit miktarda pay vermesi üzerine Ömer: Yurdunu ve mallarını bırakıp Allah'ın Rasülüne hicret edeni, istemeyerek İslam'a girenle bir tutma deyince, Ebu Bekir: Onlar ancak Allah için Müslüman oldular. Onların ücretini Allah verecektir. Dünyada ise işimiz ancak tebliğdir. Bir başka örnek: Ömer'in dede -babanın babası- hakkında; "Görüşümle hükmediyorum ve bu konuda kendi görüşümü söylüyorum" yani nasslardan anladığımı söylüyor ve ona göre hükmediyorum sözü de ictihada işaret etmektedir. Ömer; ana-baba bir olan iki kardeş ile başka babadan anaları bir olan iki kardeş çocuklar bırakıp ölen bir kadının mirasının taksimi problemi ile karşılaştı. Ömer ana bir iki kardeşe terikenin 1/3'ünü miras olarak verdi. Fakat ana-baba bir kardeşlere bir şey kalmadı. Bunun üzerine ana-baba bir kardeşler Ömer'e; Ey müminlerin emiri! Tut ki babamız eşekti -bir rivayette de taştı- biz aynı anadan değil miyiz? diyerek itiraz etmeleri üzerine Ömer, görüşünden döndü ve onları da 1/3 hisseye ortak etti. Yani onlara da mirastan 1/3 verdi. Aynı olayda bazı Sahabeler başka bir görüşe sahiptirler. Onlar kocaya terikenin (mirasın) yarısını, Ömer'in davranışında ve açık nassta olduğu gibi anaya 1/6, ana bir kardeşlere nass ile amel ederek 1/3 verdiler. Geride ise ana-baba bir kardeşlere bir şey kalmadı. Bu nedenle de onlara terikeden bir şey vermediler. Ömer; babaları farklı olsa da bir anadan olan kardeşlerin aynı baba ve anneden olan kardeşler gibi olduklarını anlamıştır. Anneleri bir olduğu için başka babadan olan kardeşlerin mirasta hakları olduğunu kabul etti. Diğer Sahabeler ise daha farklı anladılar. Her biri nassı anladıkları şekilde ictihad ettiler.

Bir başka misal daha verelim: Semre'nin Yahudi tüccarlardan onda bir olan vergiyi içki olarak aldığı ve onu daha sonra sirke haline getirerek sattığı Ömer'e bildirilince Ömer'in: "Allah Semre'yi kahretsin. Allah'ın Rasülünün şöyle dediğini bilmiyor mu?"

"Allah Yahudilere lanet etti. Onlara iç yağları haram kılınmıştı da onlar onu eritip güzelleştirdiler ve sattılar"  Kaynak için tıklayınız demesi ve Ömer'in içkiyi yağa kıyas ederek içkinin haramlılığının, bedelinin de haram kılınmasına işaret olduğunu belirtmesi de bir ictihad örneğidir.

Yine Ali (r.a.)'nin içki içene uygulanacak had ile ilgili olarak söylediği; "Kim bunu içerse sayıklar. Kim de sayıklarsa iftira eder. Kim de iftira ederse ben ona müfteriye uygulanması gereken haddi uygun görürüm" sözü de yine ictihada bir örnektir. Ali (r.a.), içki haddini iftira haddine kıyas etti. Çünkü içki içenin iftira atacağına dair zan vardır. Zira şeriata göre bir şey hakkında zan varsa bunun hükmü bilinip zan edilmeyen şeyin hükmüne uydurulur. İkisi de aynı hükme sahip olur. Örneğin, uykuda kalan kimse kendisinden bir şey çıkacağı zannını, gerçekten kendisinden birşey çıktığına tatbik eder. Böylece bir kimse uyuyunca abdesti bozulmuş sayılmıştır. Yine şeriat biri evlenip kadına dokunursa/cinsî münasebette bulunursa ve sonra da kadını boşarsa boşanmış kadına hamile kadının iddet hükmünü uygular. Adam dokunduğu/münasebette bulunduğu için kadın hamile olmuş olabilir. Bu zan var olduğu için gerçek hamile kadının hükmünü vermektedir. İşte bunların hepsi Sahabenin -Allah onlardan razı olsun- yaptığı ictihadlara ve ictihad hakkındaki icmalarına açık ve kesin örneklerdir.

Bir ictihadın kapsamına giren meselelere hükmü tatbik etmek ictihad değil şer'i hükmü anlamaktır. Çünkü ictihad; ister, zorla bir malı alan gaspçıya, şari tarafından hırsıza uygulanan el kesme cezasının uygulanması gibi külli delilden külli bir hükmün istinbatı şeklinde olsun, isterse; "Sizin için (çocuklarınızı) emzirirlerse onlara ücretlerini verin"  Talak: 6 şeklinde gelen Allahu Teâla'nın sözüne ve Rasül (s.a.v.)'in Beni Deel'den uzman birisini ücretle kiralamasına veya yine Rasulullah (s.a.v.)'in; "Ücretliye ücretini alnının teri kurumadan veriniz"  Kaynak için tıklayınız hadisine göre işini bitirdiği zaman ücretlinin ücretini vermesini gerektiren nassa dayanarak cüzi bir delilden icare hükmü gibi cüzi bir hükmü istinbat şeklinde olsun, nassın ya mantukuna, ya mefhumuna, ya delaletine, ya da nassta geçen bir illete dayanarak hüküm istinbat etmektir. Gerek külli bir delilden külli bir hükmü istinbat olsun gerek cüzi bir delilden cüzi bir hükmü istinbat olsun, bunların hepsi bir delilde bulunan hükmü almak anlamına geldiği için ictihad sayılır. İctihad bir delile dayanarak hükmü anlamada bütün gücü harcamak anlamına geldiği için genel bir delilden genel bir hükmün çıkarılması veya özel bir delilden özel bir hükmün çıkarılması durumu değiştirmez. İstinbat edilen bir hükmün manası ve mündericatı kapsamında bulunan yeni meselelere hükmü uygulamak, ictihad değil, hükmü vakıasına indirmektir. Örneğin Allah ölü etini haram kılmıştır. Bu nedenle başına vurulan bir darbe sonucunda ölen bir ineğin eti yenmez. Çünkü o şer'an boğazlanmadan ölmüş bir hayvandır. Ölü eti ise haramdır. Boğazlanmamış bir ineğin etinden yapılan bir konservenin alımı ve satımı da şer'an haramdır. Bu hüküm istinbat edilmiş bir hüküm değildir. Bu hüküm "ölü eti" kelimesinin kapsamına giren bir hükümdür. Örneğin, Müslümanın veya Ehl-i Kitabın boğazlaması sayılmadığı için dürzinin boğazladığı bir hayvanın eti de yenmez. Dürzinin boğazladığı bir hayvanın etinin haram oluşu da bir istinbat değildir. Bu hüküm, Ehli Kitabın dışındaki kâfirlerin kestiklerinin yenmeyeceği şeklinde bilinen bir hükmün aynı türden bir başka olaya uygulanmasıdır. Yine kadının şura (ümmet) meclisine üye olmasının cevazı ile ilgili şer'i hüküm bir ictihad değildir. Bu hüküm, ancak vekâlet hükmünün uygulanmasıdır. Şura meclisine üye olmak görüşte vekâlet etmektir. Kadının kendi görüşünü temsilen başkasını vekil tayin etmesi veya başkasının görüşünü temsilen kendi vekâlet alması caizdir. Örneğin zekât ancak, şer'an delil olarak itibar edilen şeylere dayanarak, zanna dayalı işaretlerle fakir olduğu bilinen kimselere verilir. Buna dair hüküm de zann ile adaleti bilinen fasık olmayan bir kimsenin şahitliği ile olur. Bir takım araştırmalardan sonra kıblenin hangi tarafta olduğunu bilmek de böyledir. Bütün bunlar, şer'i delillerden hükümlerin istinbat edilmesi olarak sayılan ictihad türünden bir hüküm olmayıp ancak, bilinen hükümlerin cüzi meselelere uygulanması veya cüziyatları anlayıp hükümleri onlara tatbik etmektir. Bu ise ictihad kapsamına değil yargı kapsamına girer. Belli bir şer'i hükmü karara bağladığı için ictihad sayılmaz. Bu ancak daha önceden bilinen bir şer'i hükmün herhangi bir olaya tatbik edilmesidir. Aynı olay gibi bir başka olay olduğunda bu olaya tatbik edildiği gibi ona da tatbik edilir. Onun için bu ictihad sayılmaz. Şer'i hükümler delilinden bilindikten sonra ictihadı değil uygulamayı gerektirir. Şer'i nasslar ise bunun tersine içinden şer'i hükmü almak için ictihadı gerektirir. Bu nedenle muteber olan şer'i ictihad; şer'i nassları anlamada ve şer'i nasslardan hüküm istinbat etmede bütün gücü harcamaktır. Yoksa ictihadın kapsamına giren meselelere şer'i hükümleri uygulamada bütün gücü harcamak ictihad sayılmaz.

İslam'ın şer'i nassları, Müslümanlara ictihadı farz kılmaktadır. Çünkü şer'i nasslar insanoğlunun karşılaşacağı bütün olaylara uygulanacak nitelikte tafsilatlı olarak değil mücmel olarak gelmiştir. Bu nedenle karşılaşılan her olaya şer'i hükmü uygulamak için bu nassları anlamak ve nasslardan Allah'ın hükmünü istinbat etmede bütün gücü harcamak gerekir. Hatta mufassal olarak gelen nasslar bile, gerçek yapısıyla mücmel ve genel olduğu için açıklanmayı gerektirir. Örneğin miras ayeti mufassal olarak gelmiştir. Ancak bu mufassal hükümler hakkında dikkatli bir tafsilata girildiğinde "kelale" ve "hacb" (diğer akrabaları mirastan engelleyen durum) meseleleri gibi birçok mesele cüzi hükümler olmasından dolayı anlamaya ve istinbata/hüküm çıkarmaya muhtaçtır. Bütün müctehidler evladın, ister erkek olsun isterse kız olsun mirasta kardeşlere mani/hucub olduğunu söylerler. Çünkü kelimesi her erkek ve kız hakkında kullanılır. Oysa İbni Abbas, kızın mani/hacb olmadığını söyler. Çünkü İbni Abbas'a göre "veled" kelimesi yalnızca erkek çocuklar için kullanılır. Bu nedenle tafsilata sunulan nasslar bile mücmel olarak gelmiştir. Onlardan hüküm çıkarmak için ictihad yapmaya muhtaçtırlar.

Ancak tafsilatlı olarak gelen bu nasslar, yeni olaylar üzerine uygulanmaya muhtaçtırlar. Fakat burada tatbikten maksat ictihad değildir. Bu tatbikten maksat, tafsilatı gerektirse bile mücmelinden hüküm istinbat etmektir. Çünkü şer'i nasslar genel ve mücmeldirler. Tafsilatlı olarak gelmiş olsalar bile genel ve mücmel olması teşrii nassların tabiatındandır. İster kitap olsun ister sünnet olsun şer'i nasslar düşünme sahası için teşrii nassların en elverişli olanı, genellik için en geniş sahayı kaplayanı ve genel kuralları çıkartmak için kuralların yerleşmesi bakımından da en elverişli toprağa sahip olanıdır. Bütün halk ve ümmetlere teşrii nass olabilecek güçtedir. Düşünme sahası en elverişli olanı olması, insanlar arası her çeşit ilişkilerin tamamını kuşatmasıyla barizdir. Bu ilişkiler ister fertlerin birbiri ile olan ilişkileri olsun, ister devletle idare edilenler arasındaki ilişkiler olsun, ister devletle halklar ve ümmetler arasında ki ilişkiler olsun bunlar ne kadar yenilenirse, çeşitlenirse ve artarsa artsın bu şer'i nasslar bunlarla ilgili hükümler istinbat etmeye ve üzerinde düşünmeye imkân verebilecek güçtedir. Bu nedenle bütün teşrii nasslar arasında düşünme sahası en geniş, en elverişli olanını şer'i nasslar oluşturur. Genellik için en elverişli nasslar olması, mantuk, mefhum, delalet, illetlendirme ve illetlendirme kıyasını kapsamına almasından dolayı cümlelerinde, lafızlarında ve kalıpların üslûbunda açıkça görülmektedir. Bu hususlar kolay, daimi ve her işi kapsayıcı bir şekilde hüküm çıkarma imkânını sağlar.

Genel kuralların yeşermesi için en verimli toprağa sahip olması ise, bu nassların ihtiva ettiği genel anlamların zenginliğinde ve bu genel anlamların tabiatında açıkça görülür. Bu nedenle Kur'an ve hadis, tafsilatlı konularda bile ana hatları ile gelmiştir. Genel hatların tabiatı, külli ve cüzi meseleleri kapsamına alabilecek genel manaları içeriğinde barındırır. Ki anlamlarının zenginliği de zaten buradan kaynaklanmaktadır. Üstelik bu genel manaların delalet ettikleri şeyler, mantıki, farazi ve nazari şeyler değil hissedilebilen ve vakıası olan şeylerdir. Aynı zamanda bunlar yalnızca belirli fertlerin ihtiyaçlarına çözüm getirmeyip insan cinsinin ihtiyaçlarına çözüm getirmektedir. Yani insanın yaptığı bir fiilin türü ne olursa olsun insana ait fiilin hükmünü açıklamaktadır. Bu nedenle birçok hükümlere ve anlamlara uygun bir şekilde gelmiştir. Bunun için genel kaidelerin yeşerebileceği en verimli toprağa sahip nasslar şer'i nasslardır.

Teşrii açıdan şer'i nassların hakikatı işte budur. Bunlara ilave olarak bu nasslar insanoğluna gelmesinden dolayı da bütün ümmetler ve halklar için teşrii kaynağı olarak gelmiştir. Bu nedenle bu şer'i nassları şer'i anlayışla anlayıp her olayın şer'i hükmünü şer'i nasslardan çıkarıp her zaman uygulayabilme imkânını sağlayacak müctehidlerin bulunmasına ihtiyaç vardır.

Olaylar her gün yenilendiği için bir dairede sınırlandırılamaz. Dolayısıyla çıkan her yeni olay hakkında Allah'ın hükmünü bildirecek müctehidlerin bulunması zaruridir. Aksi takdirde yeni çıkan olaylar hakkında Allah'ın hükmü bilinmemiş olur ki bu, caiz değildir.

İctihad ise Müslümanlara farz-ı kifayedir. Eğer onların bir kısmı bu farzı yerine getirirlerse, diğerlerinin üzerinden sakıt olur. Hiçbiri bunu yerine getirmezse, içinde müctehid bulunmayan o asırda yaşayan bütün Müslümanlar günahkâr olmuş olurlar. Bundan dolayı, bir asırda mutlak şekilde bir müctehidin bulunmasından yoksun olması asla caiz değildir. Çünkü dinde fakih olmak ve ictihad yapmak farz-ı kifayedir. Eğer bütün Müslümanlar bunun terki üzerine birleşirlerse, hepsi günahkâr olurlar. Nitekim, bir asırda bütün Müslümanlar bunun terki üzerine birleşirlerse sanki dalalet üzerine birleşmiş olurlar. Başka ifadeyle Allah'ın ahkâmını terk etmek konusu üzerine ittifak etmiş sayılırlar. Bu ise, asla caiz olmaz. Buna ek olarak, şer'i hükümleri bilme yolu ictihaddan geçer. Buna göre, şer'i hükümleri bilme hususunda kendisine dayanılabilecek bir müctehitten bir asrın yoksun olması, şeriatın iptal edilmesine ve şer'i hükümlerin yok olmasına yol açar. Bu ise kesinlikle caiz değildir.

Müctehid, hüküm istinbatında bütün gücünü harcar. İctihadında isabet ederse iki sevap, hata ederse bir sevap alır. Bu konuda Rasulullah (s.a.v.) şöyle demektedir:

"Hakim ictihad eder ve ictihadında isabet ederse iki sevap kazanır, hata ederse bir sevap kazanır"

Sahabe, zanna dayalı fıkhi konularda müctehidin hata etmesi durumunda ondan günahın kaldırılacağında icma etmişlerdir. Ancak farz olan ibadetler, zinanın ve katlin haram olması gibi kat'i konularda ictihadın yapılmayacağında ise şüphe yoktur. Bu nedenle Sahabe, zanni meselelerde ihtilaf ettikleri halde kat'i meselelerde asla ihtilaf etmemiştir.

Müctehid kendi görüşünde hata ihtimali olsa bile kendi ictihadıyla ulaştığı zanni meselelerde isabet etmiştir. Ancak müctehidin isabet etmesi demek, mutlak olarak doğruya isabet ettiği anlamına gelmez. Çünkü bu durum zanni hüküm açısından vakıaya uygun değildir. Çünkü Rasulullah (s.a.v.) müctehidi, "hata eden" olarak isimlendirmiştir. Yoksa müctehidin isabet etmesinden kasıt hatadan tamamen uzak olması anlamına gelmediği gibi isabeti hata karşılığı olarak yapılan bir isabet de değildir. Hatalı olan müctehidi doğruyu söyleyen kimse olarak adlandırmak ise nassın itibarına göre olmuştur. Çünkü nass o müctehidin her halde ecir alacağını bildirmiştir. Yoksa kendisi hiç hata etmemiş anlamına gelmez. Buna binaen her müctehid kendi zannına göre isabetlidir. Nitekim bu isabet etme konusu bir hatanın var olabileceği ihtimalini kaldırmaz. Çünkü, o mutlak doğruluğu bulmuş değil ancak bir doğruluk üzerindedir.

 

Kitabın ilk sayfasına dönüş Kitabı bilgisayarınıza yükleyebilirsiniz Bu sayfayı birine gönderebilirsiniz Anasayfa ve diğer kitaplar için