Lügatta ictihad, meşakkatı ve külfeti
gerektiren bir işi gerçekleştirebilmek için bütün gücü
sarfetmektir. Usulcülerin ıstılahında ise ictihad;
insanın daha fazlasını yapmaktan aciz kaldığını
hissedeceği bir seviyede, şer'i hükümlerden zannı istenen
bir şeyde bütün gücü kullanmaktır. İctihad, hadis ile
sabittir. Rasulullah (s.a.v.)'in Ebu Musa el-Eşari'yi Yemen'e
gönderince ona şöyle dediği rivayet edilir.

"Allah'ın
Kitab'ı ile hükmet. Onda bulamazsan Rasulullah (s.a.v.)'in
sünneti ile hükmet. Onda da bulamazsan (Kur'an ve sünnete
göre) görüşünle ictihad et."
Yine Rasulullah (s.a.v.)'in
Yemen'e vali olarak gönderdiği Muaz b. Cebel ile Ebu Musa
el-Eşari'ye (r.anhüm) şöyle söylediği
rivayet edilir:

"Ne
ile hükmedeceksiniz? Onlar: Eğer hükmü Kitapta ve
sünnette bulamazsak bir işi diğerine kıyaslar ve hakka en
yakın olan ile amel ederiz."
İşte bu kıyas, hükmü istinbat etmek
için yapılan bir kıyastır ve Nebi (s.a.v.) de onların bu sözlerini
ikrar etmiştir, doğrulamıştır. Yine Rasulullah (s.a.v.)'in
Muaz b. Cebel'i Yemen'e vali olarak gönderdiğinde ona şöyle
dediği rivayet edilir:

"Ne
ile hükmedeceksin? Allah'ın
kitabı ile. Allah'ın kitabında bulamazsan? Allah'ın
Rasülünün sünneti
ile. Allah'ın
Rasülünün sünnetinde de bulamazsan?
Kitap ve sünnete göre kendi görüşümle
ictihad ederim dedi. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.) "Allah'ın Rasülünün
elçisini Allah ve Rasülünün sevdiği şeyde muvaffak
kılan Allah'a hamd olsun"
dedi."
İşte bu olay Rasulullah (s.a.v.)'in Muaz'ın
ictihad yapmasını ikrar ettiğine dair açık bir ifadedir.
İctihada karşı çıkan hiç kimse de olmamıştır. Şer'i
delilden istinbat edilen görüş ile hükmedilebileceğine
Sahabe de icma etmiştir. Yani Sahabe, hakkında nass
bulamadıkları her olay hakkında ictihad yapma hususunda
icma etmişlerdir. Bu icma hiç şüphesiz tevatüren bize ulaşmıştır.
Ebu Bekir (r.a.)'in KELALE hakkındaki sözü bunun için bir
örnektir. Bu konuda Ebu Bekir şöyle diyordu: "Bu
meselede ben görüşümü söylüyorum. Görüşüm doğru
ise bu Allah'tandır. Hatalı ise benden ve şeytandandır.
Allah bundan beridir. Kelale, babası ve çocuğu olmayan (ölen)
kimsedir" Bu meselede ben görüşümü söylüyorum
sözü, bu benim aklıma dayanan bir görüştür anlamına
gelmez. Bu ifade; ben, ayetteki Kelale lafzından
anladığımı söylüyorum anlamına gelmektedir. Kelale
kelimesi Arap lügatında üç şeye kullanılır.
1. Geride oğlu
ve babası olmaksızın ölen kimse.
2. Ölenin geride
kalanlarından herhangi birisinin ne babası ne de çocuğu
olmayan kimse demektir. (Üvey evlat gibi)
3. Baba ve evlat
tarafından akraba olmayan kimseye de "Kelale"
denir.
Bu üç anlama göre hangi mana ayetteki
"Kelale" kelimesine uyacaktır. Ebu Bekir (r.a.) Allahu
Teâla'nın:
"Eğer bir adam bir kelaleye veya bir kadına miras
bırakırsa"
ayetinde
geçen KELALE kelimesini bu üç anlamdan biri ile anlamıştır.
Ayette geçen
kelimesi 'nin haberidir.
Yani, eğer adam kelale ise mirastan pay alabilir. Ebu
Bekir'in kelale kelimesinin manasını, ikinci bir
ayette geçen;
"De ki
Allah Kelale hakkında hüküm
bildiriyor. Çocuğu olmayan bir kimse ölünce"
Kelale kelimesinden ve bu ayetin nüzul sebebi olarak rivayet
edilen hadisten anlamış olabilir. Bu
ayetin nüzul sebebi hakkında şöyle bir rivayet vardır:
Rasulullah (s.a.v.) hastalanmış olan Cabir b. Abdullah'ı ziyaret
etti ve Cabir: "Ben kelaleyim malım hakkında nasıl
hüküm vereyim" diye sorması üzerine "bir
kimse ölünce" ayeti indi. İşte Ebu Bekir'in açıklamış
olduğu bu görüş, kendinden çıkardığı kişisel bir görüş
değil bir ictihaddır. Aynı şekilde Ebu Bekir'in ölenin
anneannesine miras verip babaannesine miras vermemesi de
ictihaddır. Bu olay üzerine Ensar'dan bir kısmı itiraz
ederek şöyle dedi: "Sen öyle bir kadına miras
verdin ki, kendisi (anneanne) ölmüş olsa idi, kızı ona
varis olamazdı. Ve öyle bir kadını da mirastan mahrum
bıraktın ki, kendisi (babaanne) ölen olsa idi, çocuğu
(baba) onun bütün malına varis olurdu."
Bunun üzerine Ebu Bekir mirası
bunların ikisi arasında paylaştırdı.
Bir başka örnek: Ebu Bekir'in,
muhacirlerle İslam'a istemeyerek girenlere ganimetleri eşit
miktarda pay vermesi üzerine Ömer: Yurdunu ve mallarını
bırakıp Allah'ın Rasülüne hicret edeni, istemeyerek
İslam'a girenle bir tutma deyince, Ebu Bekir: Onlar ancak
Allah için Müslüman oldular. Onların ücretini Allah
verecektir. Dünyada ise işimiz ancak tebliğdir. Bir başka
örnek: Ömer'in dede -babanın babası- hakkında; "Görüşümle
hükmediyorum ve bu konuda kendi görüşümü
söylüyorum" yani nasslardan anladığımı söylüyor
ve ona göre hükmediyorum sözü de ictihada işaret
etmektedir. Ömer; ana-baba bir olan iki kardeş ile başka
babadan anaları bir olan iki kardeş çocuklar bırakıp
ölen bir kadının mirasının taksimi problemi ile
karşılaştı. Ömer ana bir iki kardeşe terikenin 1/3'ünü
miras olarak verdi. Fakat ana-baba bir kardeşlere bir şey
kalmadı. Bunun üzerine ana-baba bir kardeşler Ömer'e; Ey
müminlerin emiri! Tut ki babamız eşekti -bir rivayette de
taştı- biz aynı anadan değil miyiz? diyerek itiraz
etmeleri üzerine Ömer, görüşünden döndü ve onları da
1/3 hisseye ortak etti. Yani onlara da mirastan 1/3 verdi.
Aynı olayda bazı Sahabeler başka bir görüşe sahiptirler.
Onlar kocaya terikenin (mirasın) yarısını, Ömer'in davranışında
ve açık nassta olduğu gibi anaya 1/6, ana bir kardeşlere
nass ile amel ederek 1/3 verdiler. Geride ise ana-baba bir
kardeşlere bir şey kalmadı. Bu nedenle de onlara terikeden
bir şey vermediler. Ömer; babaları farklı olsa da bir
anadan olan kardeşlerin aynı baba ve anneden olan kardeşler
gibi olduklarını anlamıştır. Anneleri bir olduğu için
başka babadan olan kardeşlerin mirasta hakları olduğunu
kabul etti. Diğer Sahabeler ise daha farklı anladılar. Her
biri nassı anladıkları şekilde ictihad
ettiler.
Bir başka misal daha verelim: Semre'nin
Yahudi tüccarlardan onda bir olan vergiyi içki olarak aldığı
ve onu daha sonra sirke haline getirerek sattığı Ömer'e
bildirilince Ömer'in: "Allah Semre'yi kahretsin.
Allah'ın Rasülünün şöyle dediğini bilmiyor
mu?"
"Allah Yahudilere lanet etti. Onlara iç yağları haram
kılınmıştı da onlar onu eritip güzelleştirdiler ve
sattılar"
demesi
ve Ömer'in içkiyi yağa kıyas ederek
içkinin haramlılığının, bedelinin de haram
kılınmasına işaret olduğunu belirtmesi de bir ictihad
örneğidir.
Yine Ali (r.a.)'nin içki
içene uygulanacak had ile ilgili olarak söylediği; "Kim
bunu içerse sayıklar. Kim de sayıklarsa iftira eder. Kim de
iftira ederse ben ona müfteriye uygulanması gereken haddi
uygun görürüm"
sözü de yine ictihada bir örnektir. Ali (r.a.),
içki haddini iftira haddine kıyas etti. Çünkü içki
içenin iftira atacağına dair zan vardır. Zira şeriata göre
bir şey hakkında zan varsa bunun hükmü bilinip zan
edilmeyen şeyin hükmüne uydurulur. İkisi de aynı hükme
sahip olur. Örneğin, uykuda kalan kimse kendisinden bir şey
çıkacağı zannını, gerçekten kendisinden birşey çıktığına
tatbik eder. Böylece bir kimse uyuyunca abdesti bozulmuş
sayılmıştır. Yine şeriat biri evlenip kadına
dokunursa/cinsî münasebette bulunursa ve sonra da kadını
boşarsa boşanmış kadına hamile kadının iddet hükmünü
uygular. Adam dokunduğu/münasebette bulunduğu için kadın
hamile olmuş olabilir. Bu
zan var olduğu için gerçek hamile kadının
hükmünü vermektedir. İşte bunların hepsi Sahabenin
-Allah onlardan razı olsun- yaptığı ictihadlara ve ictihad
hakkındaki icmalarına açık ve kesin örneklerdir.
Bir ictihadın kapsamına giren meselelere
hükmü tatbik etmek ictihad değil şer'i hükmü anlamaktır.
Çünkü ictihad; ister, zorla bir malı alan gaspçıya,
şari tarafından hırsıza uygulanan el kesme cezasının
uygulanması gibi külli delilden külli bir hükmün istinbatı
şeklinde olsun, isterse; "Sizin için (çocuklarınızı)
emzirirlerse onlara ücretlerini verin"
şeklinde gelen Allahu Teâla'nın sözüne
ve Rasül (s.a.v.)'in
Beni Deel'den uzman birisini ücretle kiralamasına veya yine
Rasulullah (s.a.v.)'in; "Ücretliye
ücretini alnının teri kurumadan veriniz"
hadisine göre işini bitirdiği
zaman ücretlinin ücretini vermesini gerektiren nassa
dayanarak cüzi bir delilden icare hükmü gibi cüzi bir
hükmü istinbat şeklinde olsun, nassın ya mantukuna, ya
mefhumuna, ya delaletine, ya da nassta geçen bir illete
dayanarak hüküm istinbat etmektir. Gerek külli bir delilden
külli bir hükmü istinbat olsun gerek cüzi bir delilden
cüzi bir hükmü istinbat olsun, bunların hepsi bir delilde
bulunan hükmü almak anlamına geldiği için ictihad sayılır.
İctihad bir delile dayanarak hükmü anlamada bütün gücü
harcamak anlamına geldiği için genel bir delilden genel bir
hükmün çıkarılması veya özel bir delilden özel bir
hükmün çıkarılması durumu değiştirmez. İstinbat
edilen bir hükmün manası ve mündericatı kapsamında
bulunan yeni meselelere hükmü uygulamak, ictihad değil, hükmü
vakıasına indirmektir. Örneğin Allah ölü etini haram kılmıştır.
Bu nedenle başına vurulan bir darbe sonucunda ölen bir ineğin
eti yenmez. Çünkü o şer'an boğazlanmadan ölmüş bir
hayvandır. Ölü eti ise haramdır. Boğazlanmamış bir
ineğin etinden yapılan bir konservenin alımı ve satımı
da şer'an haramdır. Bu hüküm istinbat edilmiş bir hüküm
değildir. Bu hüküm "ölü eti" kelimesinin kapsamına
giren bir hükümdür. Örneğin, Müslümanın veya Ehl-i
Kitabın boğazlaması sayılmadığı için dürzinin boğazladığı
bir hayvanın eti de yenmez. Dürzinin boğazladığı bir
hayvanın etinin haram oluşu da bir istinbat değildir. Bu hüküm,
Ehli Kitabın dışındaki kâfirlerin kestiklerinin yenmeyeceği
şeklinde bilinen bir hükmün aynı türden bir başka olaya
uygulanmasıdır. Yine kadının şura (ümmet) meclisine üye
olmasının cevazı ile ilgili şer'i hüküm bir ictihad değildir.
Bu hüküm, ancak vekâlet hükmünün uygulanmasıdır. Şura
meclisine üye olmak görüşte vekâlet etmektir. Kadının
kendi görüşünü temsilen başkasını vekil tayin etmesi
veya başkasının görüşünü temsilen kendi vekâlet alması
caizdir. Örneğin zekât ancak, şer'an delil olarak itibar
edilen şeylere dayanarak, zanna dayalı işaretlerle fakir
olduğu bilinen kimselere verilir. Buna dair hüküm de zann
ile adaleti bilinen fasık olmayan bir kimsenin şahitliği
ile olur. Bir takım araştırmalardan sonra kıblenin hangi
tarafta olduğunu bilmek de böyledir. Bütün bunlar, şer'i
delillerden hükümlerin istinbat edilmesi olarak sayılan
ictihad türünden bir hüküm olmayıp ancak, bilinen hükümlerin
cüzi meselelere uygulanması veya cüziyatları anlayıp hükümleri
onlara tatbik etmektir. Bu ise ictihad kapsamına değil
yargı kapsamına girer. Belli bir şer'i hükmü karara bağladığı
için ictihad sayılmaz. Bu ancak daha önceden bilinen bir
şer'i hükmün herhangi bir olaya tatbik edilmesidir. Aynı
olay gibi bir başka olay olduğunda bu olaya tatbik edildiği
gibi ona da tatbik edilir. Onun için bu ictihad sayılmaz.
Şer'i hükümler delilinden bilindikten sonra ictihadı
değil uygulamayı gerektirir. Şer'i nasslar ise bunun
tersine içinden şer'i hükmü almak için ictihadı
gerektirir. Bu nedenle muteber olan şer'i ictihad; şer'i
nassları anlamada ve şer'i nasslardan
hüküm istinbat etmede bütün gücü harcamaktır. Yoksa
ictihadın kapsamına giren meselelere şer'i hükümleri
uygulamada bütün gücü harcamak ictihad sayılmaz.
İslam'ın şer'i nassları, Müslümanlara
ictihadı farz kılmaktadır. Çünkü şer'i nasslar
insanoğlunun karşılaşacağı bütün olaylara uygulanacak
nitelikte tafsilatlı olarak değil mücmel olarak gelmiştir.
Bu nedenle karşılaşılan her olaya şer'i hükmü uygulamak
için bu nassları anlamak ve nasslardan Allah'ın hükmünü
istinbat etmede bütün gücü harcamak gerekir. Hatta
mufassal olarak gelen nasslar bile, gerçek yapısıyla mücmel
ve genel olduğu için açıklanmayı gerektirir. Örneğin
miras ayeti mufassal olarak gelmiştir. Ancak bu mufassal hükümler
hakkında dikkatli bir tafsilata girildiğinde
"kelale" ve "hacb" (diğer akrabaları
mirastan engelleyen durum) meseleleri gibi birçok mesele
cüzi hükümler olmasından dolayı anlamaya ve istinbata/hüküm
çıkarmaya muhtaçtır. Bütün müctehidler evladın, ister
erkek olsun isterse kız olsun mirasta kardeşlere mani/hucub
olduğunu söylerler.
Çünkü
kelimesi her
erkek ve kız hakkında kullanılır. Oysa İbni Abbas,
kızın mani/hacb olmadığını söyler. Çünkü İbni
Abbas'a göre "veled" kelimesi yalnızca erkek
çocuklar için kullanılır. Bu nedenle tafsilata sunulan
nasslar bile mücmel olarak gelmiştir. Onlardan hüküm çıkarmak
için ictihad yapmaya muhtaçtırlar.
Ancak tafsilatlı olarak gelen bu nasslar,
yeni olaylar üzerine uygulanmaya muhtaçtırlar. Fakat burada
tatbikten maksat ictihad değildir. Bu tatbikten maksat,
tafsilatı gerektirse bile mücmelinden hüküm istinbat
etmektir. Çünkü şer'i nasslar genel ve mücmeldirler.
Tafsilatlı olarak gelmiş olsalar bile genel ve mücmel olması
teşrii nassların tabiatındandır. İster kitap olsun ister
sünnet olsun şer'i nasslar düşünme sahası için teşrii
nassların en elverişli olanı, genellik için en geniş
sahayı kaplayanı ve genel kuralları çıkartmak için
kuralların yerleşmesi bakımından da en elverişli toprağa
sahip olanıdır. Bütün halk ve ümmetlere teşrii nass
olabilecek güçtedir. Düşünme sahası en elverişli olanı
olması, insanlar arası her çeşit ilişkilerin tamamını
kuşatmasıyla barizdir. Bu ilişkiler ister fertlerin birbiri
ile olan ilişkileri olsun, ister devletle idare edilenler
arasındaki ilişkiler olsun, ister devletle halklar ve
ümmetler arasında ki ilişkiler olsun bunlar ne kadar
yenilenirse, çeşitlenirse ve artarsa artsın bu şer'i
nasslar bunlarla ilgili hükümler istinbat etmeye ve
üzerinde düşünmeye imkân verebilecek güçtedir. Bu
nedenle bütün teşrii nasslar arasında düşünme sahası
en geniş, en elverişli olanını şer'i nasslar oluşturur.
Genellik için en elverişli nasslar olması, mantuk, mefhum,
delalet, illetlendirme ve illetlendirme kıyasını kapsamına
almasından dolayı cümlelerinde, lafızlarında ve
kalıpların üslûbunda açıkça görülmektedir. Bu
hususlar kolay, daimi ve her işi kapsayıcı bir şekilde hüküm
çıkarma imkânını sağlar.
Genel kuralların yeşermesi için en
verimli toprağa sahip olması ise, bu nassların ihtiva
ettiği genel anlamların zenginliğinde ve bu genel
anlamların tabiatında açıkça görülür. Bu nedenle
Kur'an ve hadis, tafsilatlı konularda bile ana hatları ile
gelmiştir. Genel hatların tabiatı, külli ve cüzi
meseleleri kapsamına alabilecek genel manaları içeriğinde
barındırır. Ki anlamlarının zenginliği de zaten buradan
kaynaklanmaktadır. Üstelik bu genel manaların delalet
ettikleri şeyler, mantıki, farazi ve nazari şeyler değil
hissedilebilen ve vakıası olan şeylerdir. Aynı zamanda
bunlar yalnızca belirli fertlerin ihtiyaçlarına çözüm
getirmeyip insan cinsinin ihtiyaçlarına çözüm
getirmektedir. Yani insanın yaptığı
bir fiilin türü ne olursa olsun insana
ait fiilin hükmünü açıklamaktadır. Bu nedenle birçok
hükümlere ve anlamlara
uygun bir şekilde gelmiştir. Bunun için
genel kaidelerin yeşerebileceği en verimli toprağa sahip
nasslar şer'i nasslardır.
Teşrii açıdan şer'i nassların
hakikatı işte budur. Bunlara ilave olarak bu nasslar
insanoğluna gelmesinden dolayı da bütün ümmetler ve
halklar için teşrii kaynağı olarak gelmiştir. Bu nedenle
bu şer'i nassları şer'i anlayışla anlayıp her olayın
şer'i hükmünü şer'i nasslardan çıkarıp her zaman
uygulayabilme imkânını sağlayacak müctehidlerin bulunmasına
ihtiyaç vardır.
Olaylar her gün yenilendiği için bir
dairede sınırlandırılamaz. Dolayısıyla çıkan her yeni
olay hakkında Allah'ın hükmünü bildirecek müctehidlerin
bulunması zaruridir. Aksi takdirde yeni çıkan olaylar
hakkında Allah'ın hükmü bilinmemiş olur ki bu, caiz
değildir.
İctihad ise Müslümanlara farz-ı
kifayedir. Eğer onların bir kısmı bu farzı yerine
getirirlerse, diğerlerinin üzerinden sakıt olur. Hiçbiri
bunu yerine getirmezse, içinde müctehid bulunmayan o asırda
yaşayan bütün Müslümanlar günahkâr olmuş olurlar.
Bundan dolayı, bir asırda mutlak şekilde bir müctehidin
bulunmasından yoksun olması asla caiz değildir. Çünkü
dinde fakih olmak ve ictihad yapmak farz-ı kifayedir. Eğer bütün
Müslümanlar bunun terki üzerine birleşirlerse, hepsi günahkâr
olurlar. Nitekim, bir asırda bütün Müslümanlar bunun
terki üzerine birleşirlerse sanki dalalet üzerine birleşmiş
olurlar. Başka ifadeyle Allah'ın ahkâmını terk etmek
konusu üzerine ittifak etmiş sayılırlar. Bu ise, asla caiz
olmaz. Buna ek olarak, şer'i hükümleri bilme yolu
ictihaddan geçer. Buna göre, şer'i hükümleri bilme
hususunda kendisine dayanılabilecek bir müctehitten bir asrın
yoksun olması, şeriatın iptal edilmesine ve şer'i hükümlerin
yok olmasına yol açar. Bu ise kesinlikle caiz değildir.
Müctehid, hüküm istinbatında bütün
gücünü harcar. İctihadında isabet ederse iki sevap, hata
ederse bir sevap alır. Bu konuda Rasulullah (s.a.v.) şöyle
demektedir:
"Hakim ictihad eder ve ictihadında
isabet ederse iki sevap kazanır, hata ederse bir sevap
kazanır"
Sahabe, zanna dayalı fıkhi konularda müctehidin
hata etmesi durumunda ondan günahın kaldırılacağında
icma etmişlerdir. Ancak farz olan ibadetler, zinanın ve
katlin haram olması gibi kat'i konularda ictihadın
yapılmayacağında ise şüphe yoktur. Bu nedenle Sahabe,
zanni meselelerde ihtilaf ettikleri halde kat'i meselelerde
asla ihtilaf etmemiştir.
Müctehid kendi görüşünde hata ihtimali olsa bile kendi
ictihadıyla ulaştığı zanni meselelerde isabet etmiştir.
Ancak müctehidin isabet etmesi demek, mutlak olarak doğruya
isabet ettiği anlamına gelmez. Çünkü bu durum zanni
hüküm açısından vakıaya uygun değildir. Çünkü
Rasulullah (s.a.v.) müctehidi, "hata eden" olarak
isimlendirmiştir. Yoksa müctehidin isabet etmesinden kasıt
hatadan tamamen uzak olması anlamına gelmediği gibi isabeti
hata karşılığı olarak yapılan bir isabet de değildir.
Hatalı olan müctehidi doğruyu söyleyen kimse olarak adlandırmak
ise nassın itibarına göre olmuştur. Çünkü nass o
müctehidin her halde ecir alacağını bildirmiştir. Yoksa
kendisi hiç hata etmemiş anlamına gelmez. Buna binaen her müctehid
kendi zannına göre isabetlidir. Nitekim bu isabet etme
konusu bir hatanın var olabileceği ihtimalini kaldırmaz.
Çünkü, o mutlak doğruluğu bulmuş değil ancak bir
doğruluk üzerindedir.
|