Bilindiği üzere ictihad; "şer'i hükümlerden
bir şeyin zannının talebinde, kişinin kendinde daha
fazlasını yapmaktan aciz kaldığını hissedecek derecede bütün
gücünü harcamasıdır" şeklinde tanımlanmıştı.
Yani, şer'i hükmü öğrenmek için nassı anlama uğrunda
kişinin en üst seviyede gücünü harcadıktan sonra Kitap
ve sünnette bulunan şer'i hükmü anlamasıdır. Bir şeyin
şer'i bir ictihad ile istinbat edilmiş bir şer'i hüküm
özelliğini kazanabilmesi için bünyesinde üç şeyi
barındırması gereklidir. Yani yapılan çalışmaya ictihad
denilebilmesi için üç şeyi beraberinde bulundurması
lazımdır.
1. Kendinde daha
fazlasını yapmaktan aciz kalacak derecede güç sarfettiğini,
harcadığını hissetmesi
2. Bu çaba
şer'i hükümlerden bir şeyin zannının talebinde
harcanması.
3. Şer'i
nasslardan bir zannın talebi olması. Çünkü zannın talebi
ancak şer'i nasslara dayandığında şer'i hükümlerden sayılır.
Zira şer'i hüküm, kulların fiilleri ile alakalı şariin
hitabıdır.
Bu açıklamalara göre kim bütün
gücünü harcamazsa müctehid
sayılmaz. Şer'i hükümlerin dışındaki bilimlerde ve görüşlerde
zannın talebi ile ilgili olarak gücünü harcayan kimse veya
şer'i hükümlerle ilgili bir zannın talebini şer'i
nassların dışında arayan kimse de müctehid sayılmaz. Bu
nedenle müctehid, Allah'ın hükmünü öğrenmek için
şer'i nassları anlamada en üst seviyede güç harcayan
kimse ile münhasırdır. Bunun dışında, mezheplerinin sözlerini
şerh eden veya mezheplerinin sözlerini anlayıp onlardan hükümler
çıkaran veya şer'i deliller yolundan başka bir yolla bazı
alimlerin görüşünü bir başka alimin görüşüne tercih
edebilen alim kimseler ve benzerleri yukarıda yapılan tarife
göre müctehid sayılmazlar. İctihad, Allah'ın hükmünü
öğrenmek için, şer'i nassı anlama uğrunda bütün
gücünü harcadıktan sonra şer'i nassı anlamakla
sınırlı bir iştir. Anlaşılması gereken yer şer'i
nasslardır. Şer'i nasslar, şer'i hükümlerden bir şeyin
talebinin istenildiği yerdir.
Bundan dolayı şer'i nassların yalnızca
Kitap ve sünnetten meydana geldiği açıkça bilinmelidir.
Kitap ve sünnetin dışında söz söyleyenin konumu ne
olursa olsun Kitap ve sünnetin dışındaki nasslar şer'i
nasslardan sayılmazlar. Ebu Bekir, Ömer, Ali veya bunların
dışındaki Sahabelerin sözleri hiçbir şekilde şer'i
nasslardan sayılmaz. Aynı şekilde Cafer, Şafii, Malik ve
bunların dışındaki diğer müctehidlerin sözleri de
kesinlikle şer'i nasslardan sayılmaz. Bu kişilerin veya
bunların dışında kim olursa olsun herhangi bir insanın sözüne
dayanılarak hüküm istinbatında bütün gücü harcamak
ictihad sayılmayacağı gibi, hüküm istinbat etmek için
bütün gücünü harcayan kişi de müctehid sayılmaz.
İstinbat ettiği hükme şer'i hüküm olarak bakılmaz.
Bilakis o, hüküm istinbat eden kişinin kişisel görüşü
olup şer'an hiçbir kıymeti olmayan bir görüştür. Buna göre,
ister Sahabeden, ister Tabiinden ister
müctehidlerden, isterse bunların dışındakilerden herhangi
bir kimsenin sözünden bir hüküm istinbat etmek şer'an
caiz değildir. Çünkü Kitap ve Sünnetin dışında şer'i
bir hüküm istinbat etmek şer'an haramdır. Zira böyle bir
hüküm Allah'ın indirdiklerinin dışındaki bir hüküm sayılır.
Hâlbuki Allah'ın indirdikleri Kitap ve Sünnetle sınırlıdır.
Bu ikisinin dışında Allahu Teâla şer'i delil
indirmemiştir. Kitap ve sünnetin dışında bir yerden hüküm
almak, Allah'ın indirdiklerinin dışında hüküm almaktır.
Allah'ın indirdiklerinin dışındaki hüküm ise kesinlikle
haramdır.
Kitap ve Sünnet Arapça sözlerdir. Kitap
ve Sünnet Allah katından vahiy yolu ile gelmiş nasslardır.
Bu vahiy ya Kur'anı Kerim gibi hem lafız hem de mana itibari
ile Allah'tandır, ya da yalnızca manası Allah'tan olup Rasülün
bu manayı kendi sözleri ile ifade ettikleridir ki bu da
hadistir. Bu iki halden -Kitap ve sünnet- hangisi olursa
olsun her ikisi de Rasulullah (s.a.v.)'in konuştuğu Arapça
sözlerdir. Bu söz, ya
kelimesinde olduğu gibi yalnızca sözlük
anlamında kullanılan bir söz olur, ya
kelimesinde olduğu gibi lügat manasının içerisinde yalnızca
şer'i manasının kullanıldığı bir söz olur ya da
kelimesinin
kelimelerinde olduğu üzere hem sözlük hem de şer'i
manalarında kullanıldığı bir söz olur. Bu durumda ise
kelimeden Allah'ın kastettiği hükmü bilebilmek ve nassı
anlamada yeterlilik kazanabilmek için kelimelerin hem
sözlük hem de şer'i anlamlarını bilmek gerekmektedir.
Buna göre ictihad
şartları aşağıdaki iki şart etrafında
odaklaşmaktadır:
1.
Sözlük bilgilerinde yeterlilik.
2. Şer'i
bilgilerde yeterlilik.
İslâm'ın doğuşundan H. 2. asrın
sonlarına kadar Müslümanlar; Rasulullah (s.a.v.)'in dönemine
yakın olmaları, hayatlarında dine önem vermeleri dilin
bozulmamasından ve lügatlarında takip ettikleri yolun
selamette bulunmasından dolayı, ne şer'i açıdan ne de lügat
açısından belirli kaidelere ihtiyaç duymuyorlardı. Bu
nedenle o dönemde ictihad için bilinen şartlar yoktu.
İctihad bilinen bir işti. Binlerce müctehid vardı.
Sahabenin tamamı müctehid idi. Yine valilerin, kadıların
ve idarecilerin neredeyse çoğunluğu da müctehid idi. Halk
arasında Arap lisanı bozulduğunda dili kontrol altında
tutmak için kurallar konuldu. İnsanlar dünya ile meşgul
oldular ve vaktinin çoğunu din için harcayanlar azaldı.
Rasulullah (s.a.v.)'in sözlerine katılan yalanlar çoğaldı. Bu
olaylar üzerine nasih ve mensuhla, bir hadisin alınması ve
reddedilmesiyle, ayetlerden ve hadislerden hüküm çıkarma
keyfiyetini anlama ile ilgili kaideler konuldu. Müctehidlerin
sayısında azalma meydana geldiğinde ise müctehid, kendi dışındaki
müctehidlerin kullandıkları kaidelerden başka kaideleri
kullanarak muayyen istinbatlara vararak yeni ictihadlar
yapmaya başladı. Müctehid şöyle yetişmeye başladı:
Kendisi nasslardan hükümleri çıkarmak için
çok denemeler yapar ve bu denemelerden dolayı ictihad yapmak
için belli bir metod üzerine yürümeye başlar. Veya,
belirli kaideleri tesbit eder ve tesbit edilmiş kaidelere
uyarak artık buna göre ictihad etmeye başlar. Bundan da,
şer'i nasslardan şer'i hükmü almada ve şer'i nassları
anlamada belirli bir metoda sahip olması nedeniyle müctehidin,
müctehid olması durumu ortaya çıktı. Bu arada bazı müctehidler
ictihad metodunda başka bir şahsı taklit ettiler. Ancak
onlar, kendileri dışındaki müctehidleri istinbat edilmiş
hükümlerde taklit etmeyip, taklit ettikleri şahsın
koyduğu metoda göre bizzat kendileri hüküm istinbat etme
şeklinde taklit ediyorlardı. Yine bu arada bazı Müslümanlar
bütün meselelerde değil, onlara sorulan belirli meselelerde
şer'i hükümlerden bir şeyin zannının talebinde güçlerini
harcamada şer'i bilgilerden bir şeyde derinleştiler. Böylece
pratikte Müslümanlar arasında üç grup müctehid meydana
geldi.
1.
Mutlak müctehid.
2. Mezheb müctehidi.
3. Mesele müctehidi.
Mezheb müctehidine gelince:
Mezheb müctehidi; ictihad metodunda müctehidlerden birini
taklit eden müctehiddir. Ancak mezheb müctehidi, mezheb imamını
taklit etmez, hükümlerde kendi ictihad eder. Mezheb
müctehidi için, mezhebinin delillerini ve hükümlerini
bilmesinden başka hiçbir şart yoktur. Mezhebindeki hükümlere
uyabileceği gibi muhalefet de edebilir. Buna göre herhangi
bir mezhebe tabi olup da o mezebde ictihad edebilme gücüne
sahip olan bir kimsenin bir takım hükümlerle ilgili
meselelerde (kendinde) daha kuvvetli delil varsa mezheb imamının
görüşlerine muhalefet etmesi caizdir. İmamların şöyle
söyledikleri rivayet olunur: "Hadis sahih olduğu
zaman o benim mezhebimdir ve benim sözümü duvarın
arkasına atınız." Bu tür müctehidin en açık
örneğini Şafii mezhebinin tabilerinden olan İmam-ı
Ğazali'de görmekteyiz. İmam-ı Ğazali'nin Şafii'nin
ictihadlarına ters düşen birçok ictihadı vardır.
Mesele müctehidine gelince:
Bunun ne muayyen şartları vardır ne de muayyen bir metodu.
Şer'i nassları çok iyi bir şekilde anlayabilecek şekilde
bir takım lügat bilgilerine ve şer'i bilgilere sahip olan
herkesin mesele müctehidi olması ve tek bir meselede ictihad
etmesi caizdir. Tek bir meselede müctehidlerin görüşlerini,
delillerini ve istidlal yönünü incelemesi
ve bu incelemeden sonra, görüşlerini incelediği müctehidlerin
görüşüne uygun olsun olmasın, şer'i hüküm olduğu
zannı galibine göre şer'i hüküm hakkında muayyen bir
anlayışa ulaşması caizdir. Ve yine tek bir meseledeki
şer'i delilleri inceleyip şer'i delillerden zannı galibine
göre ulaştığı hükmün şer'i hüküm olduğunu anlaması
da caizdir. Araştırdığı mesele daha önceki müctehidler
tarafından araştırılmış olsun olmasın fark etmez. Tek
meselede ictihad eden müctehidin ictihad ettiği mesele ile
ilgili bilgilere sahip olması onun müctehid olması için
yeterlidir. İctihad ettiği mesele ile ilgisi bulunmayan
konularla alakalı fıkıh ve usul bilgilerine sahip olmaması
ona bir zarar vermez. Sahabe asrında olduğu gibi herhangi
bir şarta bağlı kalmaksızın şer'i nassları anlayıp
doğrudan doğruya şer'i nasslardan hükümler istinbat eden
kimseler vardı. Yine belirli bir mezhebin tabisi olarak
kalıp mezheb imamlarının görüşlerine ters ictihadlarda
bulunan kimseler de vardı. İşte o dönemlerdeki ictihad vakıasına
göre mezheb müctehidi ve mesele müctehidi ortaya çıktı.
Vakıa açısından durum budur. İctihad açısından ise
durum farklılık arzetmektedir. Kişi bazı nasslarla
alakalı konularda müctehid iken bir kısmında ise müctehid
olmamaktadır. Ancak bazılarının: "İctihad;
ictihad ile ilgili bilgileri kuşatan kişinin nefsinde ortaya
çıkan bir yetenektir" sözlerinin aslı yoktur ve
vakıaya da uygun değildir. Bazen kişide yetenek olur fakat
müctehid olmaz. Çünkü o bir meseleyi araştırmaya,
incelemeye önem vermede
kendini mükellef görmemektedir.
Yetenek, kavrama ve bağlantı kurma gücü demektir. Bu
yetenek, bazen şer'i ve lugavi bilgilerin tamamını
kuşatmaya ihtiyaç göstermeden, şer'i ve lugavi bilgilerin
bir kısmının bilinmesi ile beraber zekâ üstünlüğü ile
gerçekleşir. Bazen ise ders ve eğitim için bir ilim olarak
kişi, şer'i ve lugavi bilgilere sahip olmakla beraber aynı
alimde düşünmenin bulunmaması nedeniyle yetenek bulunmaz.
Çünkü ictihad hissedilebilir sonuçları olan
hissedilebilir bir işlemdir. Yani hükme ulaşmak için ameli
olarak güç harcamaktır. Fakat yeteneğin varlığı ictihad
olarak isimlendirilmez. Bu nedenle kişi bazı meselelerde
ictihad yapabilirken bazı meselelerde ise ictihad
yapamayabilir. Buradan da anlaşılmaktadır ki ictihad, bazı
konularda gerçekleşebilirken bazı konularda ise gerçekleşememektedir.
Ancak ictihadın bir kısım meselelere ayrılabilmesi,
ictihadın parçalanabileceği anlamına gelmez. Çünkü fıkhın
bazı bölümlerinde müctehidin, ictihad yapmaya gücü
yeterken fıkhın diğer bölümlerinde ictihada gücü
yetmeyebilir. Yani ictihadın bölümlere ayrılabilmesi
demek, bazı delillerin açıklığı ve delillerde şüphelerin
bulunmaması nedeniyle konuyu kavrama imkânına sahip olmak
ve bazı delillerdeki dağınıklık, derinlik ve üzerinde uğraşılan
konuda birbirine zıt birçok delilin bulunması nedeniyle
konuyu kavrama imkânına sahip olamamak demektir. Bu durum
bazen usul kaidelerinde ortaya çıkar bazen da şer'i hükümlerde
ortaya çıkar. İctihadın bölünebilmesi fıkhın bölümleri
üzerinde değil hüküm çıkarma gücü noktasında görülür.
Bu anlatılanların hepsi mezheb
müctehidi ile ilgili bir durumdur.
Mutlak müctehid ise;
hem şer'i hükümlerde hem de şer'i' hükümleri istinbat
metodunda ictihad eder. Bazı mezheblerde olduğu gibi bu
konuda ister kendisine ait özel bir metod benimsemiş olsun
isterse benimsememiş olsun fark etmez. Ancak Sahabe
asrındaki müctehidlerde olduğu gibi hüküm istinbat etmede
belli bir metodu takip etmesi elbette ki doğaldır. Arap
lisanı bozulduktan ve insanlar dini anlamak için daha fazla
vakit ayırmadan uzaklaşınca bir kimsenin mutlak müctehid
olması için, ictihad metodu ile ilgili birtakım şartları
hazırlaması kaçınılmaz hale geldi. Buna dayanarak mutlak
müctehid olmanın önemli iki şartı vardır dediler.
1. Hükümlerin
ve kuralların çıktığı semi (nakli) delilleri bilmek.
2.
Arap lisanında ve edebiyatçıların
kullanımında yer alan kelimelerin kullanım yönlerini
bilmek.
Ancak semi deliller; Kitap, Sünnet ve
icmaya dönüp bakmayı, deliller
arasında denge kurabilecek güce ulaşmayı, bir araya
toplayabilmeyi ve aralarında çelişki var gibi görünen
delillerden kuvvetli olanı tercih edebilmeyi gerektirir. Bu
nedenle bazen müctehidin nazarında deliller çoğalır ve
tek bir problemle alakalı birçok delilin var olduğu ve
bunların her birinin diğerinin gerektirmediği hükmü
gerektirdiğini görür. Bu durumda ise müctehid, hükmü
kabul etmede dayanması gereken delillerden birini tercih
edebilmesi için tercih yönünü araştırmaya muhtaçtır.
Örneğin Allahu Teâla'nın:
"İçinizden
de iki adil şahit getirin"
"İçinizden iki adil kimseyi veya sizden olmayan iki kişiyi
şahit tutun" ayetleri
şahitlik hakkında gelen ayetlerdir. Birinci ayet şahitlerin
Müslümanlardan olduğuna nass teşkil ederken, ikinci ayet
ise şahitlerin Müslümanlardan ve gayri müslimlerden
olabileceğine nass teşkil etmektedir. Yani birinci ayet
şahidin Müslüman olmasını şart koşarken ikinci ayet ise
gayri müslimin de şahitlik yapmasına cevaz vermektedir.
Dolayısıyla müctehidin iki ayetin arasını bulması
gerekmektedir. Yani birinci ayetin şahitlik konusunda mutlak
olduğunu ikinci ayetin ise yolculuk esnasında yapılabilecek
bir vasiyet ile mukayyet olduğunu bilmesini gerektirmektedir.
Diğer bir anlatımla ikinci ayetin vasiyet esnasında
vasiyetin dışındaki mali muamelelerde Müslüman olmayanların
şahitlik yapmasına cevaz verdiğini birinci ayetin ise mali
konuların dışındaki meselelere delalet ettiğini müctehidin
bilmesini gerektirmektedir. Aynı zamanda iki ayet de
beyyinenin iki adil şahit üzerinde olduğuna delalet etmekte
ve Allahu Teâla'nın şu ayeti de bunu teyid etmektedir.
"Erkeklerinizden iki şahit tutun. Eğer iki erkek
bulunmazsa, bir erkek iki kadın şahit olabilir"
Bu durumda Nebi (s.a.v.)'in
emzirme konusunda bir kadının şahitliğini kabul ettiğini
ve davacının yemini ile beraber bir kişinin şehadetini
kabul ettiğini haber veren sahih hadis ile ayetler
arasındaki bağlantı nasıl kurulacaktır? İbni Abbas'dan:
"Rasulullah (s.a.v.), yemin ve
bir şahidin şehadeti ile hükmetti."
Yine Cabir (r.a.)'den:
"Rasulullah (s.a.v.) şahitle
beraber bir yemin ile hükmetti"
Müminlerin emiri Ali b. Ebu Talib (r.a.) ise şöyle demektedir. "Nebi
(s.a.v.) bir şahidin şahitliği ve hak
sahibinin de yemin etmesi
ile hükmetti." Görüldüğü
üzere deliller arasında çelişki vardır. Ancak nassları
inceden inceye araştıran bir müctehid ayetin şahitlik
konusunda ekmel (eksiksiz) nisabı (miktarı) zikrettiğini,
ekmel nisab tamamlanmadığı zaman şahitliğin kabul
edilmeyeceği anlamına gelmediğini görür. Çünkü nisab,
ancak tahammül için vardır. Fakat kadı tarafından hükümde
ve hükmü uygulamada şehadet nisabı şart koşulmaz. Sadece
beyyine (yemin) şart koşulur. Beyyine ise, tek bir kadının
şehadeti ile veya bir erkeğin şahitliği ile beraber hak
sahibinin yemini ile hakkın/doğrunun açıklanmasıdır.
Ancak zina şehadetinde olduğu gibi şehadet nisabını tayin
eden şer'i bir nassın gelmesi müstesnadır. Bu durumda nass
ile şehadet nisabı kayıtlanmış olur.
Yine Nebi (s.a.v.) Uhud
savaşında müşriklerin Müslümanlarla beraber savaşa
katılmalarını kabul etmeyip reddederek onlar hakkında: "Kâfirlerden
yardım istemeyiz" derken Huneyn'de ise müşriklerin
yardımlarını kabul etmiştir. Burada da bu iki delil
arasında uyum nasıl sağlanacaktır? Burada müctehid,
Rasülün Uhud'da müşriklerin kendi bayrakları altında
savaşarak Müslümanlara yardım etmeyi istediklerinden
dolayı müşriklerin yardımını reddettiğini bilmesi
gerekir. Bu nedenle Uhud da müşriklerin yardımlarının
reddedilmesindeki illetin, müşriklerin devletlerinin,
bayraklarının gölgesi altında savaşmak istemeleri
olduğunu anlamalıdır. Huneyn'de onların yardımlarını
kabul etmesinin sebebi ise; Rasülün sancağı/bayrağı
altında savaşmayı kabul etmelerinden dolayı olduğunu,
dolayısıyla da illet kalktığı için Huneyn'de müşriklerin
yardımlarını kabul ettiğini ve yardım almanın caiz
olduğunu bilmesi gerekir. İşte bu ve benzeri açıklamalarla
delillerdeki giriftlik ortadan kalkar.
Nakli/semi delilleri anlama ve nakli
deliller arasındaki dengeyi kurabilme gücüne
sahip olmak temel şarttır. Bu nedenle
mutlak müctehidin şer'i hükümlerin kaynaklarını ve
kısımlarını, isbat yollarını, delalet ettiği şeyler
üzerindeki delalet yönlerini, ihtilaf mertebelerini ve onların
muteber şartlarını bilmesi gerekir. Deliller birbiri
ile çatıştığı zaman ise tercih yönlerini
de bilmesi gerekir. Bunları bilmek ise
hadis ravilerini, cerh ve ta'dil metodunu, nüzul sebeplerini
ve nasslardaki nasih ve mensuhu bilmeyi gerektirir.
Lafızların delalet yönünü bilmek ise,
Arap lügatını bilmeyi, Arap lügatındaki lafızların
anlamlarını, delalet ve belağat yönlerini bilmede yerleşik
bir konuma sahip olmayı, güvenilir rivayete dönebilmek ve
bu konuda lügatçıların ne dediğini bilebilmek için tek
bir lafızda geçerli olan ihtilafları bilmeyi de beraberinde
gerektirir. Sözlüğe bakarak
kelimesinin temizlik ve hayz anlamına geldiğini
kelimesinin cinsi münasebet ve sözleşme, akid anlamına
geldiğini bilmek yeterli değildir. Bilakis genel bir
şekilde sarf, nahv, belağat, lügat ve bunların
dışındaki dallarda Arap lügatını bilmek gerekir.
Bunları bilmek, Arap lisanına ve edebiyatçıların
kullanımına göre tek bir cümle ve tek bir lafızdaki
delalet yönüne vakıf olma imkânını ve Arapça kitaplara
müracaat etme ve onlardaki ibareleri anlama imkânını
sağlar. Yoksa müctehid olmak demek lügat biliminin bütün
dallarını bilmek demek değildir. Arap lügatında ESMAI
nahivde SIBEVEYH gibi olma şartı da yoktur. Lafzın delaleti
ile cümleler ve üslûplar arasındaki ayırımı yapabilecek
derecede, mutabakat, tazmin, hakikat, mecaz, kinaye, müşterek,
müteradif gibi lügat konularını bilerek lügat üslûblarında
alim olmak yeterlidir. Özetle mutlak ictihad (müctehid)
derecesine ulaşmak için kişide iki özelliğin bulunması
gerekir.
1. Sem'i
delilleri anlayarak şer'i maksatları anlamak.
2. Arap lügatını
ve Arap lügatındaki cümlelerin, lafızların ve üslûpların
delaletlerini bilmek.
İşte böylece müctehid anlayışına binaen hüküm
istinbat etme imkânını elde edebilir. Mutlak müctehid
demek bütün nassları kuşatıcı olması ve ne olursa olsun
herhangi bir hükmü istinbat edebilme gücüne sahip olmak
anlamına gelmez. Mutlak müctehid, bir çok meselede mutlak
ictihad derecesine ulaşmakla müctehid olmakla beraber bunların
dışındaki bazı meseleleri bilmiyor da olabilir. Bütün
meselelerde ve her mesele ile ilgili hükümleri ve idrak
edilmesi gereken hususları bilmek mutlak müctehid olmanın
şartlarından değildir. Dolayısıyla mutlak müctehidin
varlığı sanıldığı kadar zor bir iş değildir. Bilakis
doğru bir şekilde bu işe önem verildiği sürece mutlak
müctehid olmak kolaydır. Şer'i ve lugavi gerekli bilgileri
öğrendikten sonra herkesin mesele müctehidi olması da
kolay bir iştir.
|