ilk sayfa
 
Taklid Olayı / Vakıası

Taklit kelimesinin şer'i ve sözlük tarifi, herhangi bir işte başkasına uyan kimseye mukallid dendiğine delalet etmektedir. Burada başkasına uymaya itibar edilir. Bu nedenle şer'i hükümleri bilmede insanlar iki gruba ayrılırlar:

1- Müctehid

2- Mukallid

Bir üçüncü grup yoktur. Çünkü vakıaya göre kişi ulaştığı şer'i hükmü ya kendi ictihadı ile öğrenir ya da başkasının ictihadına dayanarak öğrenir. Şer'i hükümleri öğrenme konusu bu iki halin dışına çıkamaz. Buna göre durumu ne olursa olsun müctehid olmayan kimse mukalliddir. Taklitdeki mesele; başkasından bir şer'i hükmü alan kimsenin müctehid olup olmamasına bakılmaksızın şer'i hükmü almasıdır. Kendisi ictihad yapmaya ehil olsa bile bir müctehidin tek bir meselede müctehidlerden birini taklit etmesi caizdir. Bu durumda müctehid olan kişi taklit ettiği konuda mukallid sayılır. Bu nedenle mukallid bazen tek bir hükümde müctehid olur bazen de müctehid olmaz. Bir kişi bazen müctehid olur bazen de mukallid olur.

Herhangi bir meselede tamamıyla ictihad ehliyetine haiz olan bir müctehid bir meselede ictihad eder ve ictihadı onu bir hükme görürse, ictihadı neticesinde ulaştığı hükme muhalif olan müctehidleri taklit etmesi caiz değildir. Dört durumun dışında ictihad yaptığı meseledeki zannını terk etmesi caiz değildir.

1. İctihadında kullandığı delilin zayıf olduğunu, bir başka müctehidin kullandığı delilin kendi delilinden daha kuvvetli olduğunu götürürse. Bu durumda müctehidin ictihad sonucunda ulaştığı hükmü terk edip delili daha kuvvetli olan hükmü alması gerekir. Daha önce ictihad yaparak ulaştığı hüküm üzerinde kalması haramdır. Önceden yaptığı ictihad, yani müctehidin ictihadında yalnız kalması nedeniyle yeni hükmü almasına engel teşkil etmez. Veya bu hükmün önceden söylenmemiş olması da engel teşkil etmez. Aksi takdirde hatalı hükümde ısrar, takva ile çelişir. Çünkü ileri sürenlerin veya söyleyenlerin çokluğuna değil, delilin kuvvetli olmasına itibar edilir. Tabiin veya Tabii't Tabiin tarafından Sahabenin bir çok hatalı ictihadı görülmüştür. Bir müctehid, kendi delilinin zayıf olduğunu başka müctehidin delilinin ise daha kuvvetli olduğunu görürse bütün delillere ve bu delillerden yaptığı istinbata bakmaksızın başkasının görüşünü tercih eder. Bu durumda ise mukallid sayılır. Çünkü tercih yoluyla başkasının görüşünü almıştır. Böyle bir durumda o, aynı meselede kendisine iki hüküm ulaşan ve şer'i bir tercih ile iki hükümden birini tercih eden mukallid gibidir. Ancak bir müctehid, kendi delilinin zayıf başka müctehidinin delinin ise kuvvetli olduğunu görür, muhakeme, inceleme ve istinbat sonucunda başka müctehidin ulaştığı görüşe ulaşır ve birçok defa İmam-ı Şafii'de olduğu gibi önceki görüşünden dönerek istinbat yoluyla ulaştığı bir başka görüşü benimsemesi durumunda mukallid değil müctehid sayılır.

2. Bir müctehid, bir başka müctehidin vakıa ile fikri birbirine bağlamaya daha muktedir olduğunu veya olaylara daha vakıf bulunduğunu veya delaletleri daha kuvvetli anladığını veya nakli delillere daha fazla baktığını vb durumda olduğunu görürse belirli bir meseleyi veya meseleleri anlamada onun doğruya daha yakın olacağını gördüğü için onu kendisine tercih eder. Böylesi bir durumda olan bir müctehidin, ictihadına kendi ictihadından daha çok güvendiği bir müctehidi taklit etmesi ve kendi ictihadını terk etmesi caizdir. Şa'bi'den sahih olarak rivayet edildiğine göre, Ebu Musa'nın Ali'nin sözünü kendi sözüne, Zeyd'in Übey b. Ka'bın sözünü kendi sözüne ve Abdullah b. Mes'ud'un, Ömer'in sözünü kendi sözüne tercih ettiklerini rivayet eder. Yine birçok olayda Ebu Bekir ve Ömer'in Ali'nin ictihadını kendi ictihadlarına tercih ettikleri rivayet edilir. Bütün bunlar, başkasının ictihadına güvene binaen, bir müctehidin başkasının görüşünü tercih ederek kendi görüşünden dönebileceğine delalet etmektedir. Ancak böylesi bir durum müctehid için vacib değil caizdir.

3. Halifenin mücthedin ictihadına muhalif bir şer'i hükmü benimsemesi. Bu durumda müctehidin kendi ictihadı ile ulaştığı hükmü terk ederek imamın benimsediği hükmü kabul etmesi gerekir. Çünkü Sahabe, "İmamın emri ihtilafları ortadan kaldırır" sözünde icma etmiştir. Çünkü imamın emri bütün Müslümanları bağlayıcıdır, geçerlidir.

4. Müslümanların çıkarlarını sağlamak üzere onları tek bir sözde toplayacak bir görüşün varlığı. Bu durumda müctehidin kendi görüşünü terk ederek Müslümanları tek bir sözde toplayacak hükmü alması caizdir. Osman (r.a.)'a biat olayında olduğu gibi. Rivayet edildiğine göre "Abdurrahman b. Avf fert fert, ikişer ikişer, toplu olarak, ayrı ayrı, açık ve gizli insanlara görüşlerini sorduktan sonra herkesi mescidde topladı ve ardından minbere çıktı uzunca bir dua yaptı sonra da Ali'yi çağırdı. Ali'nin elinden tutarak ona şöyle dedi: "Sen Allah'ın Kitabı ve Rasülünün sünnetine göre ve Rasülünden sonra onun halifesi olan Ebu Bekir ve Ömer'in görüşlerine göre hükmedeceğine dair benimle biatlaşır mısın?" deyince Ali (r.a.): "Allah'ın Kitabı ve Rasülünün sünneti ve kendi görüşümle ictihad etmek üzere sana biat veriyorum" dedi. Bunun üzerine Ali (r.a.)'nin elini bıraktı ve Osman (r.a.)'ı çağırarak ona: "Sen Allah'ın Kitabı ve Rasülünün sünnetine göre ve Rasülünden sonra onun halifesi olan Ebu Bekir ve Ömer'in görüşlerine göre hükmedeceğine dair benimle biatlaşır mısın?" diye sorunca Osman (r.a.) "Evet" diye cevap verdi. Bunun üzerine Abdurrahman b. Avf başını mescidin tavanına doğru kaldırdı. Elini de Osman'ın eli üzerine koyarak üç defa: "Allah'ım işit ve şahit ol" dedi ve sonra da Osman'a biat etti. Ardından Mescid Osman'a biat edenlerle dolup taştı. Ali (r.a.) de Osman (r.a.)'a biat edebilmek için insanların arasını yarıyordu." Bu olayda Abdurrahman b. Avf, Ali ve Osman (r.a.) gibi iki müctehidden ister hakkında ictihad yapıp Ebu Bekir ve Ömer'in görüşüne muhalif bir ictihad olsun, ister yalnızca onlardan birinin görüşüne muhalif olsun, isterse henüz ictihad yapmadığı bir meselede olsun kendi ictihadlarını bırakarak bütün meselelerde Ebu Bekir ve Ömer'in ictihadına uymalarını istedi. Sahabeler ise böyle bir olayı kabul ederek bu hal üzere Osman'a biat ettiler. Hatta kendi ictihadını terk etmekten sakınan Ali (r.a.) bile bu şekilde Osman (r.a.)'a biat etti. Ancak böylesi bir davranış müctehid hakkında farz değil caizdir. Ali (r.a.)'nin Ebu Bekir ve Ömer'in ictihadlarına karşı kendi ictihadını terk etmeyi kabul etmemesi ve herhangi bir kimsenin de böyle bir olaya karşı çıkmaması müctehidin yukarıda anlatılan şartlar çerçevesinde kendi görüşünü terk ederek diğer müctehidin görüşünü kabul etmesinin vacib değil caiz olduğuna delalet etmektedir.

Bunların tamamı bilfiil ictihad eden ve ictihadı ile bir meselede bir hükme ulaşan müctehid içindir. Ancak henüz herhangi bir meselede ictihad etmemiş olan bir müctehidin başka müctehidleri taklit etmesi caizdir. O meselede ictihad da yapmayabilir. Çünkü ictihad farz-ı ayn değil farz-ı kifayedir. Bir meselede Allah'ın hükmünü öğrenen/bilen bir müctehidin aynı meselede tekrar ictihad yapması vacib değildir. Aksine aynı meselede müctehidin yeniden ictihad yapması caiz olduğu gibi bir başka müctehidi taklit etmesi de caizdir. Ömer'in Ebu Bekir'e şöyle dediği rivayet edilir "Görüşümüz senin görüşüne tabidir" Ömer (r.a.) karşılaştığı bir dava hakkında Kitap ve Sünnete göre hükmetmekte, çözüme kavuşturmakta zorlandığı zaman, Ebu Bekir (r.a.)'in böyle bir konuda hükümde bulunup bulunmadığını araştırır. Ebu Bekir (r.a.)'de bulursa onun görüşü ile hükmederdi. Yine İbni Mesud'un Ömer (r.a.)'in görüşüne göre hareket ettiği rivayet edilir. Böylece Sahabenin gözleri önünde cereyan eden bir çok olay vukubulmasına rağmen onlardan herhangi birinin bunu inkâr ettiği görülmedi. Dolayısıyla bu konu hakkında Sahabelerin sükutu icması hasıl oldu.

Müctehidin taklit etmesi ile ilgili konunun vakıası budur. İster öğrenen tarafından olsun isterse halktan insanlar tarafından olsun müctehidin dışındaki bir kişinin taklit etmesi olayına gelince: Bu insanlar bir mesele ile karşılaştıkları zaman genel olarak o meselenin hükmünü sormalarından başka çıkar yolları yoktur. Çünkü Allahu Teâla yaratıklarının cehaletle tapınmalarını kabul etmez. Tapınma ancak ilim ile, bilerek olmalıdır. Allahu Teâla; "Allah'tan sakının. Allah size öğretiyor" Bakara: 282 buyurmaktadır. Yani her halde size öğreten Allah'tan sakının. İlim takvadan önce gelir. Akli olarak takvalı olabilmek ilme sahip olmayı gerektirir ki bu da ilmin takvadan önce olması demektir.

Adeta Allahu Teâla'nın; "Allah'tan sakının" Bakara: 282 ayetinin hemen ardından akla, nasıl takvalı olunur sorusu gelmektedir. Bu soruya cevap olarak da: Muhakkak ki Allah size öğretiyor ve siz de buna göre sakınacaksınız denilmektedir. Dolayısıyla ilmin amelden önce gelmesi kaçınılmaz olur. Bunun için yerine getirmekle zorunlu olduğu bir ameli yapabilmesi için Müslümanın ameli yapmadan önce Allah'ın hükmünü öğrenmesi farzdır. Çünkü bilmeden amel etmek mümkün değildir. Hükümleri öğrenmek ve bu hükümlere göre de amel edebilmek için sormak gerekir. Bu durumda olan bir kimse ise mukallid olur. Allahu Teâla ayette şöyle buyurmaktadır.

"Bilmiyorsanız zikir ehline (kitaplılara) sorun" Nahl: 43 Bu ayet bütün muhataplara şamildir. Rasulullah (s.a.v.) de başı yarılan adam ile ilgili sahih bir hadiste şöyle buyuruyordu.

"Dikkat edin Bilmediğiniz zaman bilenlere sorun. Cehaletin ilacı ancak sormaktır."  Kaynak için tıklayınız

Sahabe zamanında insanlar müctehidlerden fetva sorarlar ve şer'i hükümlerde onları taklit ederlerdi. Kendilerine soru sorulanlar da sorunun cevabını, delilini zikretmeden cevaplandırıyorlardı ve kimse de onları bu şekilde cevap vermelerinden dolayı engellemiyordu. Bu duruma Sahabeden herhangi bir kimse tarafından karşı çıkılmamış ve konu üzerinde icma hasıl olmuştur. Daha sonraki asırlarda Tabiin ve Tabii't Tabiin döneminde yaşayan Müslümanların da aynı minval üzere hareket ettiklerini rivayet eden binlerce olay vardır.

Öğrenen kimsenin ve okuma yazma bilmeyen/cahil kimsenin şer'i hükümde başkasını taklit etmesi, yani başkasına sorması caiz olduğu gibi sorarak öğrendiği şer'i hükmü, doğru bir şekilde öğrendiği kendisinde sabit olunca, bildiği gibi başkasına öğretmesi de caizdir. Çünkü o, bu şer'i hükmü amel etmek için aldı ve şer'i hüküm olduğu onda sabitleşti. Ancak hükme ait delilin sıhhatli olduğuna güvenmemesi nedeniyle veya kendisine şer'i hükmü öğreten kimsenin dinine güvenmemesi gibi bir nedenle bu hükme de güvenmezse amel etmesi için başkasına öğretmesi caiz değildir. Söylemesi durumunda ise hüküm hakkında kendisinde var olan şüpheyi de söylemelidir.

Herhangi bir şer'i hükmü bilen kimsenin bildiği hükmü başkasına öğretmesi elbette ki caizdir. Bir mesele hakkındaki sözünün doğruluğu ve bilgisinin güvenilirliği tahakkuk ettiği zaman, söz konusu meseleyi bilen herkes bu meselede alim sayılır. Çünkü Nebi (s.a.v.)'den ilmi gizlemenin yasak olduğuna dair nass rivayet edilmiştir.

"İlmi gizleyen kimseye Allah ateşten bir gömlek giydirecektir."  Kaynak için tıklayınız Bu nass bir meseledeki bilgi veya birçok meseledeki bilgi hakkında geneldir.

Ancak öğrenci ilminden dolayı mukallid sayılmaz. Öğrenci, şer'i hükmü istinbat eden müctehidin mukallididir. O, bu hükmü bilgi edinmek için öğrenmiştir. Çünkü taklit, alimi taklit etmekle değil müctehidi taklit etmekle olur. Müctehidin dışındakiler ilim bakımından hangi dereceye ulaşırsa ulaşsınlar fark etmez. Alim olmalarından dolayı onların taklit edilmesi caiz değildir. Onları taklit etmek değil onlardan ilim öğrenmek caizdir.

Mukallid, müctehidler arasındaki ihtilaflarda seçim hakkına sahip değildir. Müctehidler iki söz üzerinde ihtilaf ettikleri zaman bu ihtilaf mukallid için de geçerli olur. Yani şer'i hüküm mukallid üzerinde görüş olarak aynen geçerlidir. Ancak bazı insanlar bu iki görüşün mukallid açısından tek görüş konumunda olduğunu ve mukallidin bu ikisinden birini seçme hususunda muhayyer olduğunu, maksadına uygun olana, arzusuna göre uyabileceğini zanneder. Oysa durum hiç de böyle değildir. Çünkü mü'min şer'i hükmü almakla görevlidir. Şer'i hüküm ise şariin hitabıdır. O hitab da çok değil tektir. Bu hitap birkaç anlamda anlaşılırsa, hükmü anlayan ve onu taklit eden kimse hakkında bu anlayışların her biri şer'i hükümdür. Onun dışındakiler, onun hakkında şer'i hüküm sayılmaz. Bu durumda nasıl olur da iki farklı sözü alır ve iki farklı hükme göre de amel edebilir? Mukallid nezdinde iki farklı müctehidin sözü çelişmesi, müctehidlerden her birinin bir diğerinin sahip olduğu delilinin zıddı bir delile tabi olması demektir. Dolayısıyla her ikisi de birbirine zıt iki delile sahiptir. Arzuya göre ikisinden birine uymak, doğrudan doğruya arzuya uymak demektir. Arzuya uymak ise yasaktır. Çünkü Allahu Teâla; "Arzuya uymayınız" Nisa: 135 buyurmaktadır. Cahil bir kimseye göre iki müctehid, müctehide göre iki delil gibidir. Birbirine zıt deliller arasında tercih yapmak müctehidin üzerine vacib olduğu gibi, aynı şekilde birbirine zıt hükümler arasında tercih yapmak da mukallidin üzerine vaciptir. Nefsin arzu ve isteklerinin hakemliği caiz olsaydı böylesi bir durum yönetici için caiz olurdu. Bu ise Sahabenin icmaı ile batıldır. Üstelik Kur'an ile ilgili meselelerde var olan Kur'an'i prensipler de arzulara, heva ve hevese uymayı ortadan kaldırmaktadır. Allahu Teâla ayette şöyle buyurmaktadır.

"Bir şey de çekişirseniz onu Allah'a ve Rasülüne götürün." Nisa: 59 Burada ise mukallidin karşılaştığı bir meselede iki müctehid anlaşmazlığa düşmüştür. Bu durumda ise meseleyi Allah'a ve Rasülüne götürmek gerekir. Problemi Allah'a ve Rasülüne döndürmek demek, müctehid nezdinde Allah'ın Kitabına ve Rasülünün sünnetine dönmek anlamına geldiği gibi mukallid nezdinde de Allah ve Rasülünün razı olacağı tercihe dönmek demektir. Allah ve Rasülünün razı olacağı bir şeye dönmek ise hevaya ve şehvete uymaktan çok çok uzaktır. Bu nedenle mukallid kesinlikle Allah ve Rasülünün razı olacağı bir tercihe binaen karşılaştığı iki görüşten/hükümden birini seçmek mecburiyetindendir. Birbirine zıt olduğundan dolayı mukallidin iki farklı görüşle amel etmesi mümkün değildir. Tercih ve araştırma yapmadan arzusuna göre birbirinden farklı iki hükümden birini veya iki mezhebden birini seçmesi, hem şehvetini ve hevasını tercih etmesi hem de Allah'a ve Rasülüne dönmeye zıd bir davranışta bulunması demektir. Bir müctehidi diğer bir müctehide, bir hükmü birçok hükme tercih eden mukallidin tercihlerinde dikkat edeceği şeylerin en önemlisi ve en evla olanı, iyi bir şekilde bilmek ve anlamaktır. Bir hadiste İbni Mesud Rasulullah (s.a.v.)'in kendisine şöyle dediğini rivayet eder: "Allah'ın Rasülü bana; "Ey Abdullah b. Mesud" deyince ben lebbeyk (buyurun) Ya Resulallah dedim. Dedi ki: "Kimin daha bilgili olduğunu biliyor musun?" Ben "Allah ve Rasülü daha iyi bilir" dedim. Bunun üzerine: "Amelde bir eksikliği olsa bile insanlar hak konusunda ihtilaf ettikleri zaman hakkı en iyi gören kimsedir."  Kaynak için tıklayınız Buna göre mukallid ilmi ve udul olması ile tanıdığı kimseyi tercih eder. Çünkü udul olma/fasık olmama, şahidin şehadetinin kabulünde başlıca bir şarttır. Eğitim esnasında şer'i hükmü belirtmek, onun şer'i hüküm olduğuna şehadet etmek demektir. Bu nedenle şer'i hükmün kabulünde hükmü öğreten kimsenin udul olması elbette ki gereklidir. Şer'i hükmü istinbat eden kimsenin udul sıfatına sahip olması ise öncelikle şarttır. İster müctehid olsun ister öğreten kimse olsun kendisinden şer'i hüküm alınan kimsenin udul sıfatına haiz olması şarttır. Udul zorunludur. Tabi ki ilim tercih unsurudur. Şafii'nin daha alim ve mezhebinin daha doğru olduğuna inanan bir kimse arzu ve isteklerine göre mezhebinin görüşüne muhalif olan bir hükmü alamaz. Yine kim de Cafer Sadık'ın daha iyi bildiğine ve mezhebinin daha doğru olduğuna inanırsa hevasına dayanarak mezhebine muhalif olanı alamaz. Sadece delil tercihine dayanarak mezhebinin görüşüne muhalif bir tercih durumu ortaya çıktığında mezhebinin görüşüne muhalif görüşü alabilir. Tercih kaçınılmazdır. Ancak bu tercihin, heva ve hevese dayanmaması da kaçınılmazdır. Mukallid her meselede mezheblerden en güzel olanı ayıklayabilecek güçte kimse değildir. Bilakis bu tercih, müctehidin elinde bulunan birbirine zıt iki delilden birini tercih etmesi gibidir. Mukallid tercihte karinelerle kendisine ulaşan bilgilerin doğruluğuna itimad eder.

Taklitde tercih iki durumda olur:

1. Genel tercih. Böylesi bir tercih Cafer Sadık, Malik b. Enes gibi müctehidi taklit etmek isteyen kimse ile alakalıdır.

2. Özel tercih. Bu ise, taklit edilmek istenen tek bir şer'i hükümde olur. Her iki durumda da iyi bilmek tercih edilir. En iyi bir şekilde bilmek de iki şekilde olur:

1- Malik zamanında Medine'de hasıl olan bir olaya göre, Malik Medine'de Ebu Yusuf'dan daha alim sayılırdı. Kufe'de ise Cafer Sadık, Ahmed b. Hanbel'den daha alim kabul edilmiştir. Olay açısından durum budur.

2- Mukallid açısından ise, mukallidin müctehid hakkında elde ettiği bilgilerle alakalıdır.

Şu var ki, daha iyi bilen kimsenin meselesi tek sebep değildir. Taklidin gerçeği açısından da tek sebep değildir. Ancak o, taklit etmek isteyen kimse için genel bir sebeptir. Ayrıca genellik açısından taklit edilecek hüküm için bu tercih edilen bir sebeptir. Amma hüküm için gerçek tercih, o hükmün dayandığı delilin kuvvetliliğine göre olur. Fakat taklit eden kimsenin delili bilmediği için daha iyi bilen kimseyi tercih etmesi söz konusu oldu. Üstelik taklit eden kimsenin durumlarına göre tercih etme şekilleri vardır.

 

Kitabın ilk sayfasına dönüş Kitabı bilgisayarınıza yükleyebilirsiniz Bu sayfayı birine gönderebilirsiniz Anasayfa ve diğer kitaplar için