ilk sayfa
 
ŞÛRA VEYA İSLÂM'DA GÖRÜŞ ALMAK

Şûra veya görüş almak, ya halife tarafından veya başkan, lider, komutan sorumlu gibi herhangi bir yetki sahibi kimse tarafından gerçekleştirilir. Çünkü bunların hepsi emir konumundadırlar. Şûra, karı-koca arasında da olur. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır.

"Ana baba aralarında danışarak ve anlaşarak sütten kesmek isterlerse" Bakara: 233

İster devlet başkanı olsun ister komutan/lider olsun veya bunların dışında yetki sahibi bir kimse olsun görüşünü ortaya koyması gerekli bir iştir. Çünkü o bir nevi nasihattır. Müslümanların imamlarına ve bütün insanlara açıklanan meşru bir iştir. Ancak devlet başkanı veya emir veya başkan gibi yetki sahibi bir kimsenin insanların görüşlerine müracaat etmesi konusu; özellikle demokratik mefhumlar müslümanların aklını çeldikten ve aralarında yayıldıktan sonra dikkatle incelenmesi gereken karmakarışık bir konu haline geldi. Rey tabiri, İslâm'da "şûra" ve "müşavere" şeklinde kullanılan kelimelerin yerini aldı. Müslümanların ve müslüman olmayanların görüşlerini açıklamaları, ortaya koymaları caizdir. Çünkü Rasül (s.a.v.) "Hılfu'l fudul" olayında ortaya konulan görüşü ıkrar ederek şöyle demiştir:

"İslâm geldikten sonra bile çağrılsaydım ona icabet ederdim. Bu hilfe katılmak benim için kırmızı tüylülerden daha hayırlıdır."   Oysa "Hılfu'l fudul" olayında ortaya atılan görüş müşrik kimselerin görüşüydü. Ancak, sadece müslümanların görüşleri alınır. Yani şura yalnızca müslümanların hakkıdır. Çünkü Allahu Teâla Rasülüne şöyle hitap etmektedir:

"İş hususunda onlara danış" Al-i imran: 159 Yani müslümanlara danış.

"Onların işleri aralarında danışma iledir" Şura: 38 Buyurmaktadır. Çünkü birinci ayet şöyle diyor:

"Allah'ın rahmetinden dolayı ey Muhammed, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet onlara mağfiret dile. İş hakkında onlara danış" Al-i imran: 159

Bunların tamamı ancak Rasül ile müslümanlar arasında olan işlerle ilgilidir. İkinci ayet ise şöyle demektedir: "Rablerinin çağrısına cevap verenler ve namaz kılanlar için daha iyi ve daha süreklidir. Onların işleri aralarında danışma iledir" Şura: 38

Bu ayetlerde anlatılan vasıflar ancak müslümanlara ait niteliklerdir. Bu nedenle şûra yalnızca müslümanlar arasında gerçekleşen bir olaydır. Şûra, Kur'an-ı Kerim'de, hadisi şeriflerde ve müslümanların sözlerinde meşhur ve bilinen bir şeydir. Ebu Hüreyre (r.a.)'dan: "Rasulullah (s.a.v.)'den daha fazla arkadaşları ile görüş alışverişinde bulunan kimseyi görmedim" Hasan (r.a.)'den: "Müşavere yapan her kavim işlerinin en doğrusuna ulaşır" Görüş almak, istişare yapmak veya danışmak demektir ve Kur'an ve hadisin nassı ile sabittir. Ancak bir çoklarının bilemediği, vakıf olmadığı bir husus var: Hangi konular hakkında şura veya istişare yapılır? Yani hangi konu hakkında görüş alınır ve bu görüşün hükmü nedir? Doğru veya yanlış olup olmadığına bakılmaksızın çoğunluğun görüşünü almak gerekir mi? Yoksa, çoğunluğun, azınlığın veya tek kişinin görüşü olup olmadığına bakmadan yalnızca doğru olan görüşü almak mı gerekir?

Bu sorulara cevap verebilmek için görüş alma olayının mahiyetini anlamak lazımdır. Yani görüş alınmak istenen olay nedir? Görüş almada cari olan tafsili şer'i delilleri anlamak ve bu delilleri görüş alma ile ilgili olaya teşrii olarak tatbik etmek gerekir.

Ancak çevremizde görüş alma olayı ile karşı karşıya geleceğimiz konular dört noktanın dışına çıkamaz. Dünyadaki bütün görüşleri aşağıda sıralanan dört görüşten biri ya da bu görüşlerden bir parçadır veya bu görüşlerin kapsamı altına girer. Bu dört görüş şunlardır.

1. Görüş şer'i bir hüküm yani teşrii bir görüş olur.

2. Herhangi bir işi/şeyi tarif eden bir görüş olur. Şer'i hükmün ne demek olduğunun tarifi gibi ya şer'i bir tarif olur ya da aklın, toplumun ve bunlara benzer bir şeyin tarifi gibi vakıayı tarif eden bir görüş olur.

3. Bir konudaki düşünceye delalet eden bir görüş olur veya uzman kimselerin kavrayabileceği teknik bir işle alakalı düşünce hakkında bir görüş olur.

4. Yerine getirilmesi gereken amellerden birine işaret eden bir görüş olur.

Dünyadaki görüşlerin vakıası işte budur. Şûra acaba bu görüşlerin tamamının kapsamına giriyor mu yoksa bir kısmının kapsamına mı giriyor? Bu görüşler içinden doğru veya yanlış olup olmadığına bakılmaksızın sadece çoğunluğun görüşüne uygun olan görüş mü tercih edilir yoksa çoğunluğa bakılmaksızın doğru olan görüş mü tercih edilir? Bu sorulara cevap verebilmek için önce Kur'an'da ve hadislerde konu ile ilgili görüşleri sunmamız sonra da bu delilleri bu görüşler üzerine tatbik etmemiz gerekir. Kur'an-ı Kerim'deki nasslara baktığımız zaman şûranın bütün görüşleri kapsamına aldığına işaret ettiğini görürüz. Çünkü ayette Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır.

"Onların işleri aralarında danışma iledir" Şura: 38 "İş hususunda onlara danış" Al-i imran: 159 Buradaki ifade geneldir. "Onların işleri" ifadesi müslümanların işleri anlamına gelmektedir. Ki bu her işte geneldir. "Elemru" kelimesinin başındaki takısı cins içindir. Yani işin cinsi demektir. Bu durumda ise tahsis edici herhangi bir delil olmadıkça bu ifadelerdeki umumilik devam eder. Buradaki ayette bir şeyde şurayı tahsis eden bir delil geçmediği için ayet, her görüş hakkında genel olarak kalır. Fakat şura yolu ile alınan bir görüşün bağlayıcı olup olmadığı konusunda yani alınan görüşün doğru olup olmadığına bakılmaksızın çoğunluğun görüşünü tercih ederek veya çoğunluğa bakmadan doğru olan görüşün tercih edilmesi durumunda alınan görüşün bağlayıcı olup olmadığı konusuna gelince: Bazı nasslar çoğunluğun görüşünü alıp kendi görüşünü bırakmanın gerektiğine delalet ederken bir kısım deliller ise çoğunluğun görüşünün bağlayıcı olmadığına delalet etmekte ve yetkili olan kimsenin hak/doğru olarak gördüğü görüşü çoğunluğa bakmadan uygulamaya koyabileceğine delalet etmektedir. Rasulullah (s.a.v.) Ebu Bekir ve Ömer'e: "Bir konu hakkındaki meşverede ittifak ettiğinizde ben size muhalefet etmem"  Kaynak diyor ve Uhud'da çoğunluğun görüşünü kabul ediyordu. Zira Allahu Teâla Rasülüne şöyle diyordu: "İş hakkında onlara danış, fakat karar verdin mi Allah'a güven" Al-i imran: 159

Şimdi ne zaman çoğunluğun görüşünün bağlayıcı olduğunu ne zaman da bağlayıcı olmadığını öğrenebilmemiz için önce konu ile ilgili olarak Kur'an'da ve Sünnette geçen nassları sunmamız sonra da bu nassları dünyada var olan görüşler üzerine uygulamamız gerekir.

Konu ile ilgili olarak Kur'an'da yalnızca iki ayet vardır. Bunlardan biri; "İş hususunda onlara danış" Al-i imran: 159 Bu ayet, müslümanların görüşlerini alma hususunda Allah'tan Rasülüne bir emirdir. Ancak Allahu Teâla aynı ayette geçen: "Karar verdin mi Allah'a güven" ifadesi ile konuyu tamamlayarak, görüşü seçim hakkını Rasüle vermektedir. Yani şûradan sonra bir şey üzerinde bir görüşte karara vardığın zaman seni en doğru olana irşad eden işin uygulanması hakkında Allah'a tevekkül et. Ayette Allahu Teâla: "Karar verdiğiniz zaman" demiyor "karar verdiğin zaman" diyerek son sözü Allah'ın Rasülüne bırakmaktadır. İkinci ayet ise; "Onların işleri aralarında danışma iledir" Şura: 38 Bu ayette ise Allahu Teâla bir konu hakkında birbirlerine danışmadan ferdi görüşleri ile hareket etmedikleri için müslümanları övmektedir. Her ne kadar ayet müslümanları şûraya teşvik ediyorsa da ifade mücmeldir. Bunun için bu mücmeli tafsil eden Rasülün fiillerini ve sözlerini bilmemiz sünnete dönmemiz gerekir.

Rasül (s.a.v.)'in sözlerine ve fiillerine döndüğümüz zaman onun Ebu Bekir ve Ömer'e; "Bir konu hakkındaki meşverede ittifak ettiğinizde ben size muhalefet etmem"  Kaynak dediğini görürüz. Hadis, Ebu Bekir ve Ömer'in bir meşverede ittifak ettikleri zaman Nebi (s.a.v.)'in onlara muhalefet etmeyeceğini ve onların görüşlerini kabul edeceğini göstermektedir. Fakat hadis, "bir meşverede ittifak ederseniz" diyerek ittifaklarını "meşvere" ile kayıtlamaktadır. "Meşvere" kelimesi kayıtlanmaya elverişli bir sıfat olup bu sıfatın mefhumu muhalifi vardır. Bu durumda ise onlar, meşverenin dışında bir işte ittifak ederlerse onların ittifaklarına muhalefet edilebilir, ittifakları bağlayıcı olmaz anlamı ortaya çıkmaktadır. Böylece burada Rasül (s.a.v.), onlar iki kişi kendisi de tek olduğu zaman çoğunluğun görüşüne muhalefet edilmeyeceğini açıklamış olmaktadır.

Rasulullah (s.a.v.)'in Uhud savaşında müslümanlardan görüş sahiplerini topladığını ve onlarla müşavere yaptığına şahit olmaktayız. Nebi (s.a.v.) Kureyş'i şehrin dışında bırakarak Medine'yi içerden savunma görüşünde idi. Münafıkların başı Abdullah b. Übey b. Selül'ün görüşü de buydu. Bu görüş aynı zamanda sahabenin büyüklerinin de görüşüydü. Bedir savaşında bulunmayan heyecanlı ve ateşli birçok gencin görüşü ise Medine'nin dışında düşmanla karşılaşmaktı. Gençlerin oluşturduğu grubun görüşünü benimseyenler çoğunlukta olunca Rasül (s.a.v.) kendi görüşünü ve sahabenin büyüklerinin görüşünü terk ederek çoğunluğun görüşüne uydu. Bu olay Rasulullah (s.a.v.)'in çoğunluğun görüşünü kabul ettiğine, kendi görüşünü ve sahabenin büyüklerinin görüşlerini terk ederek çoğunluğun görüşü ile amel ettiğine delalet eder. Hatta insanlar; biz Rasulullah (s.a.v.)'i zorladık bunu yapmak bizim için doğru değil diyerek yaptıklarından pişman olarak Rasulullah (s.a.v.)'e gelerek ona: "Seni zorladık bunu yapmak bize yakışmaz. Eğer istersen Medine'de kal" dediler. Fakat (s.a.v.) onların kendi görüşüne ve sahabenin ileri gelenlerinin görüşüne dönmesi yönündeki isteklerini geri çevirerek çoğunluğun görüşünde ısrar etti.

Bunun yanında ise Rasül (s.a.v.)'in Bedir'de doğru olan görüşü kabul ettiğini görmekteyiz. Doğru bulduğunda bir kişinin görüşünü almakla yetindi. Rasül (s.a.v.) ve beraberindeki müslümanlar Bedir suyundan uzak bir yere indiklerinde, Habbab b. Münzir bu konaklama yerinden hoşnut olmayarak Rasüle: "Ey Allah'ın Rasülü. Bu yer, bir adım öteye veya bir adım geriye hareket edemeyeceğimiz Allah'ın seni indirdiği bir yer midir? Yoksa savaş ve hile türünden bir görüş müdür?" deyince Allah'ın Rasülü: "Hayır bu harp ve hile türünden bir görüştür"   dedi. Bunun üzerine Habbab: "Ya Rasulullah burası konaklamaya uygun yer değildir" dedi ve sonra da kuyuların bulunduğu yeri işaret etti. Bunun üzerine Rasül ve beraberindekiler oradan kalkıp Habbab'ın gösterdiği yerde konaklayarak Habbab'ın görüşüne uydular." Bu hadiste Rasül kendi görüşünü terk etti. Cemaatın görüşüne de müracaat etmeden doğru olan görüşe tabi oldu. Rasül (s.a.v.), kendisinin de belirttiği üzere, harp ve hile türünden bir konuda yalnızca bir kişinin görüşünü almakla yetindi.

Hudeybiye gazvesinde ise Rasülün yalnızca kendi görüşünde ısrar ederek Ebu Bekir ve Ömer'in görüşünü tamamen geri çevirdiğini görmekteyiz. Hatta bütün müslümanların görüşünü reddederek onların öfkelenmelerine, kızmalarına rağmen onları zorla kendi görüşüne bağlanmaya zorlamıştır. Ve onlara; "Muhakkak ki ben Allah'ın kulu ve Rasülüyüm kesinlikle onun emrine isyan etmem. O, benim yardımcımdır"  Kaynak dedi.

Bu dört hadisi dikkatlice incelediğimiz zaman şunları görmekteyiz.

A. Rasül (s.a.v.), münferit olarak kendi görüşüne sarılıp, bütün görüşleri bir tarafa attı.

B. Doğru olan görüşe dönerek bir kişiye ait olan doğru görüşü alıyor, kendi görüşünü terk ediyor ve cemaatın görüşüne de bakmıyor.

C. Çoğunluğun görüşünün yanında yer alarak, çoğunluğun görüşüne müracaat edileceğine ve muhalefet edilmeyeceğine işaret ediyor.

Bu hadislerin tamamını ve hadislerin gerçekleştiği olayları incelediğimiz zaman Rasülün Hudeybiye'de şer'i delile yani vahye döndüğünü görürüz. Bedir'de doğru olan görüşe döndüğünü, Uhud'da da çoğunluğun görüşüne döndüğünü, Ebu Bekir ve Ömer'e muhalefet etmediğini görürüz. Bu durumda Rasülün fiili ve sözleri üç şeye delalet/işaret etmektedir.

1. İstidlal yapabilen kimsenin kuvvetli delile dönmesi insanlara bakmaması.

2. Çoğunluğa bakmadan bilakis mutlak olarak çoğunluğa itibar etmeden doğru olana dönülmesi

3. Doğru olup olmadığına bakmadan çoğunluğun görüşüne dönülmesi

Rasulullah (s.a.v.)'in fiillerinden ve sözünden istinbat edilen bu üç hükmü dünyada var olan görüşlere uyguladığımız zaman şu hususları görürüz.

1. Şer'i hüküm yalnızca delilin kuvvetine göre tercih edilir. Çünkü Rasül (s.a.v.) Vahiy indiği zaman vahyi tercih etmiş ve onun dışındakileri kesinlikle reddetmiştir. Bu nedenle: "Muhakkak ki ben Allah'ın kulu ve Rasülüyüm, kesinlikle onun emrine isyan etmem. O, benim yardımcımdır"  Kaynak demiştir. Şer'i deliller; Kitap, Sünnet ve Kitap ve Sünnettin delalet ettiği delillerdir. Çünkü Allah'tan gelen emir ve yasaklara uyan odur. Kuvvetli delil, insanların ıstılahlarına veya anlayışlarına göre değerlendirilemez. Kuvvetli delil istidlal yönü yalnızca onun anlayışına göre olsa veya yalnızca ona ait ıstılah olsa bile, delil şüphesine müstenid olduğu sürece yalnızca istidlalde bulunan kimse nezdinde ortaya çıkar. Çünkü insanlar nezdinde delilin kuvveti, onların şer'i delile bakış farklılıklarına, lügat ve şer'i açıdan delilden anlayış keyfiyetine göre farklı olur. Yoksa delilin kuvvetli olması yalnızca hadisin kuvvetli olması demek değildir. Bilakis delilin kuvvetli olması ister Kitaptan olsun ister Sünnetten olsun, rivayet, dirayet ve anlayış durumlarına göre değerlendirilir. Bu husus müslümanların ihtilaf etmedikleri bir konudur.

2. Bir konuda bir düşünceye delalet eden görüşte, doğrudan yana olan tercih edilir. Kalkınma meselesinde olduğu gibi. Kalkınma, fikri yükselme ile mi olur yoksa ekonomik yükselme ile mi olur? Veya devletlerarası durum şu anda falan devletten yana mıdır yoksa falan devletten yana mıdır? İç durum ve devletlerarası durum yalnızca siyasi amelleri yapmak veya siyasi amellerle birlikte askeri amelleri yapmak, iç durum ve devletlerarası durum uygun mu değil mi? İşte bu gibi soruların tamamında doğru olan görüşe müracaat edilir. Çünkü türü ne olursa olsun bunların tamamı Rasulullah (s.a.v.)'in; "Bilakis harp ve hile cinsinden bir görüştür"   sözünün kapsamına giren konulardır. Rasulullah (s.a.v.)'in Bedir'de Habbab b. Münzir'in görüşünü kabul edip ona uyduğu gibi her türlü teknik konuda da doğru olan görüşe dönülür ve kabul edilir. Çünkü Rasulullah (s.a.v.) bu yer hakkında tecrübeli olduğu için Habbab b. Münzir'in görüşünü kabul etti. Bu nedenle teknik konularda doğru olan görüş geçerlidir.

3. Çoğunluğun görüşüne göre hareket etmeyi gerektiren durumlarda çoğunluğun görüşü geçerlidir. Çünkü Rasulullah (s.a.v.) Uhud savaşında, Medine'nin dışında düşmanla karşılaşmanın hatalı, şehri içerden savunmanın daha doğru olduğu görüşünde olmasına rağmen çoğunluğun görüşüne uyarak Medine'nin dışında düşmanla karşılaştı. Aynı zamanda sahabenin ileri gelenlerinin görüşü de Medine'nin içinde kalarak savunma yapmak oluğu halde Allah'ın Rasülü, onların görüşüne de uymayıp çoğunluğun görüşüne uymuştur. Rasülün bu hareketi, Ebu Bekir ve Ömer'e söylediği "ikiniz bir meşverette ittifak ettiğiniz zaman ben size muhalefet etmem"  hadisini de açıklamaktadır. Yani Uhud'da olduğu gibi bir ameli yerine getirmekle bir işi yapmakla ilgili her görüşte çoğunluğun görüşüne müracaat edilir. Bir başkan seçimi veya Valinin azledilmesi veya bir projeyi kabul etmek ve buna benzer bir ameli yerine getirmeye irşad eden konularda çoğunluğun görüşü tercih edilir. Dolayısıyla böylesi durumlarda görüşün doğru olup olmadığına bakılmadan çoğunluğun görüşünü almak gerekir ve çoğunluğun görüşü de bağlayıcıdır.

Bu delillerin dünyada var olan görüşler üzerine tatbik edildiğinde bağlayıcı olan görüşün yani çoğunluğun görüşünün tercih edileceği durumun, Uhud'da gerçekleşen görüş cinsinden bir görüşün bulunması durumunda geçerli olacağı ve bunun da Rasül (s.a.v.)'in "İkiniz bir meşverette ittifak ederseniz" hadisinde geçen "meşveret" kelimesinin kapsamı altına girdiği görülmektedir. Ki bu görüş bir hareketi, ameli yerine getirmeye irşad eden görüştür. Bu tür bir görüşün dışındaki görüşlerde çoğunluğun görüşüne uyulmaz ve bağlayıcı da değildir. Buna göre çoğunluğun görüşünün bağlayıcı olduğu ve tercih edileceği durumun dünyada var olan görüşler içerisinde yalnızca bir tür görüşle sınırlı olduğu, bu tür görüşün de yerine getirilmesi istenen bir amelin nasıl yerine getirileceği gibi bir konunun araştırılması esnasında çoğunluğun görüşüne uymakla sınırlı olduğu görülmektedir. Yine uygulamadan anlaşılacağı üzere, şer'i hükme, bir düşünceye veya teknik bir işe götüren görüşlerden hiçbirinde çoğunluğun görüşüne bakılmaz. Bu tür durumlarda ancak şer'i hükme, delilin kuvvetine ve bir fikre veya teknik bir işe götüren bir görüşte yani savaş ve hile türünden bir işte yalnızca doğru olan görüşe bakılır.

Böylece bağlayıcı olmayan, yani çoğunluğun görüşüne uyulmayan görüşün tarifi yapılmış olmaktadır. Çünkü bağlayıcı olmayan görüş hiçbir şekilde "meşveret" kelimesinin kapsamına girmez. Çoğunluğun görüşüne uyulmayan olaylar meşveret kelimesinin kapsamı altına hiçbir şekilde girmez. Çünkü Uhud olayına uymamaktadır. Mesele, bir fikre delalet eden görüşe uygun tarifi yapmaktır. Tarif edebilmek için şer'i hükmün ne olduğunu, tarifini yapabilmek için aklın ne olduğunu araştırmak, bir şeyin vakıasını bilebilmek yani gerçeğini bilebilmek için araştırmak demektir. Vakıaya uygun olduğu sürece elde edilen bu sonuç tercih edilir. Bu nedenle tarifte doğru olan taraf tercih edilir. Tarifle ilgili konularda şer'i delil araştırılmaz. Çoğunluğun görüşüne de önem verilmez. Burada şer'i bir tarif ile şer'i olmayan herhangi bir şeyin tarif edilmesi arasında fark yoktur. Tarif, kendisi ile alakalı her şeyi bünyesinde topladığı ve alakası olmayan her şeyi de bünyesinden çıkardığı zaman, bu tarif diğer bütün tariflere tercih edilir. Yani doğru olan tarif tercih edilir. Çünkü tarif olunan vakıaya uygun olan da budur. Bu vakıayı gerçek bir şekilde niteleyen niteleyicidir o.

Şûra hakkında İslâm'ın hükmü budur. Bu husus Kur'an'ın nasslarında, hadiste ve Rasulullah (s.a.v.)'in amellerinde açıkça görülmektedir. Ancak dikkat edildiğinde, insanı bir işi yerine getirmeye yönlendiren görüşlerle, bir şey hakkında hüküm koymaya yani düşünceye götüren görüşler arasında ayırım yapma işleminde vakıadaki görüşler arasında karışıklık olduğu gözlemlenmektedir. Aynı kargaşa dünyada var olan görüşlere, şer'i delillerin tatbik edilmesi esnasında da görülmektedir. Bedir ve Uhud olayları arasındaki farkta olduğu gibi. Dünyada var olan görüşler incelendiği zaman, bir işi yerine getirmeye sevk eden görüşle, bir düşünceye yani bir şey hakkında hüküm koymaya götüren görüşler arasında fark yoktur denilebilir. Dolayısıyla böyle bir farkın varlığı da nereden çıktı? diye bir soru sorulabilir. Böyle bir soruya şu cevap verilir:

Gerçekten her iki olay arasında çok ince bir fark vardır. Bir düşünceye götüren görüşte, işe bakılmaksızın yalnızca içeriği araştırılır. Dolayısıyla araştırma sahası iş değil, konunun içeriğidir. Bir konunun araştırılmasından kasıt ise, araştırılan konunun arkasından yapılması gereken işe bakmadan araştırılan konu hakkında bir hükme/düşünceye varmaktır. Örneğin Ebu Bekir (r.a.) zamanındaki riddet harplerini Ebu Bekir, vatandaşlardan bir grubun şer'i hükümlerin uygulanmasına karşı gelmeleri şeklinde incelerken/araştırırken, aynı konuyu Ömer; güçlü bir grubun devlete karşı açmış olduğu bir savaş olarak değerlendiriyor ve bunlarla yapılacak savaşa devletin gücünün yetmeyeceği şeklinde düşünüyordu. Bu nedenle Ebu Bekir: "Allah'a yemin olsun ki Allah'ın Rasülüne verdikleri bir devenin yularını dahi bana vermekten sakınırlarsa onlarla savaşırım" diyordu Bu konu Ömer'de de netleşince, açıklığa kavuşunca kendi görüşünden vazgeçerek doğru görüş olan Ebu Bekir'in görüşüne uydu. Çünkü olay büyük bir grubun devlete meydan okuması değil yalnızca vatandaşlardan bir grubun karşı çıkması meselesiydi. Dolayısıyla araştırma Uhud'da olduğu gibi savaşa çıkıp çıkmamak gibi bir mesele üzerinde yapılmamaktaydı. Araştırma, Rasülün vefatından sonra bedevilerin zekâtlarını vermekten kaçınmaları ve devlete karşı meydan okumaları nedeniyle bir şer'i hükmün uygulanmasına bir grubun karşı çıkması mıdır yoksa büyük bir grubun devlete meydan okuması mıdır? konusunda yapılmaktaydı. Gerçekte araştırılan mesele buydu. Bu nedenle araştırma bir fikre götüren bir konu üzerinde yapılmış ve doğru olan görüşe dönülmüştür. Ki bu doğru görüş de, vatandaşlardan bir grubun bir şer'i hükmün uygulanmasına karşı çıktıklarını gösteren Ebu Bekir'in görüşüdür.

Örneğin, Muaviye'nin efendimiz Ali (r.a.) ile kendisi arasında Kur'an'ın hakemliğini istediğini gösteren mushafların kaldırılması olayında da böyle bir durum söz konusudur. Yani mushafların kaldırılması gerçekten Kur'an'ın hakemliğine müracaat etmek için yapılan bir hareket midir yoksa Muaviye'nin efendimiz Ali'ye karşı kullandığı bir tuzak mıdır? Ali (r.a.) bunun bir tuzak olduğunu anlarken, onunla beraber olanların bir çoğu Kur'an'ın hakemliğine başvurma olarak anlamışlardır. Mushafın kaldırılmasındaki olayda, gerçek amaca ulaşabilmek için bu konu araştırılır ve bu araştırma konu hakkında insanı bir fikre götürür. Dolayısıyla da bu olayın, efendimiz Ali (r.a.)'ye karşı kullanılan bir hile olduğunu gösteren doğru görüşe dönülür.

Yine idarecilerin sayısının fazla olması devleti güçlendirir mi yoksa zayıflatır mı? Bir başka ifade ile idarecilerin sayısı az olduğu zaman mı devlet güçlü olur yoksa idarecilerin sayısının azalması, devletinde güçsüz olmasına, çok olması ise güçlü olmasına mı neden olur? Veya Demokratik sistemdeki bakanlar kurulu üyelerinin sayısının azlığıyla mı sistem zayıflar yoksa çokluğuyla mı? İslâm nizamında, halifenin yardımcıları azaldığında mı devlet güçlü olur yoksa yardımcıların sayısının çokluğu devleti zayıflatır mı? Gerçeğine ulaşabilmek için bu konu araştırılır. Bu araştırma araştırıcıları bir fikre götürür ve doğru olan görüşe dönülür. Böylesi bir konuda doğru olan görüş ise, idarecilerin sayısının çoğalması ile devletin zayıfladığı azaldığında ise devletin güçlendiğini ifade eden görüştür.

Bir düşünceye götüren görüşle ilgili olarak üç örnek işte bunlardır. Bu örneklerden de açıkça görüleceği üzere araştırma sahası iş değil konunun içeriğidir. Her ne kadar varılan fikir, sonunda bir ameli gerektirse de araştırma asla iş üzerinde yoğunlaşmamış bilakis bir amelin yerine getirilip getirilmeyeceğinin veya araştırılan konu ile varılan düşüncenin gerektirdiği yönde yerine getirilmesini açıklığa kavuşturan bir düşünce üzerinde yoğunlaşmıştır. Araştırma, bir konuda bir görüşe yani bir fikre ulaşmak için yapılmaktadır.

Araştırma ile elde edilen bu görüş doğrudan doğruya amele götürmez, ancak bir fikre götürür. Elde edilen düşünce bazen bir işin yerine getirilmesini gerektirebileceği gibi bazen de gerektirmeyebilir. Bundan dolayı bir fikre götüren düşünce bir görüş sayılır. Ancak bir işe götüren görüşe gelince: Burada işin gerektirdiği konuya bakılmaksızın amelin yerine getirilmesi araştırılır. Bu durumda ise araştırma sahası konu değil ameli yerine getirmek olur. Araştırmadan murat bir işi yerine getirip getirmemek veya belli bir niteliğe göre yerine getirmektir. Yoksa araştırmadan maksat bir konuyu araştırmak değildir. Bir halife seçmek ve ona biat etmek istenildiği zaman, hilafet farz mıdır yoksa değil midir? gibi bir konu araştırılmaz. Veya halife mi seçilsin yoksa Cumhurbaşkanı mı seçilsin? gibi bir konu da araştırılmaz. Ancak falan kişi mi seçilip ona biat edilsin yoksa falan kişi seçilip ona mı biat edilsin? sorusuna cevap aranır. Devletin borç alması olayı araştırıldığında borç almak caiz midir yoksa caiz değil midir? gibi bir sorunun cevabı araştırılmaz. Böyle bir durumda borç alınsın mı alınmasın mı? sorusuna cevap aranır. Bir yere yol açma meselesi araştırıldığında, açılmak istenen yolun yerini dolduracak bir yolun bulunmasından dolayı yeni bir yol açmak caiz midir yoksa değil midir? gibi bir mesele araştırılmaz. Sadece bu yol açılsın mı açılmasın mı? konusu araştırılır. Yani yerine getirilip getirilmeme açısından amelin kendisi araştırılır. Amelin gerektirdiği konu araştırılmaz. Dolayısıyla, araştırma konusunu ve sahasını bir fikre götüren görüş oluşturmamaktadır. Araştırma, bir işi yerine getirme hususunda yapılmaktadır. Bu nedenle araştırma bir amele götüren görüş üzerinde olup, görüş doğrudan doğruya üzerinde durulan işin yerine getirilmesi için belirtilir. Örneğin Ebu Bekir (r.a.)'in kendisinden sonra kimin halife olacağı hususunu müslümanlarla istişare etmesi halife seçimi konusunda yapılan bir istişare idi. Yani falan kişi mi yoksa falan kişi mi halife olsun konusunda yapılan bir istişare idi. Araştırma konusu kesinlikle hilafet değildi. Bu, bir işi yerine getirmeye sevkeden bir görüş hakkında yapılan bir araştırmadır. Yine örneğin efendimiz Ali (r.a.) ile Muaviye arasındaki anlaşmazlık Kur'an'ın hakemliğine müracaat etmekle sona erdiğinde, efendimiz Ali (r.a.) taraftarları arasındaki hakem seçimi de böyledir. Ali (r.a.) Abdullah b. Abbas'ı seçerken, beraberindekilerin büyük bir kısmı Ebu Musa El Eş'ari'yi seçmişlerdir. Bu araştırma, hakemliğin kabul edilip edilmemesi konusunda yapılan bir araştırma değil kimin hakem olarak seçilmesi gerektiği konusunda yapılan bir araştırmadır. Yani bir işin yerine getirilmesindeki görüşü araştırmaktır. Örneğin günümüzde müslümanların çoğu, her türlü alet ve edevatı üretebilecek çapta ağır sanayinin kurulması, risalet sahibi bir devleti tamamlayıcı ve iyice yerleştirici faktörlerden birisi olarak değerlendirirlerken, başlarındaki idareciler barajlar yapmak ve çiftçilerin seviyelerini yükseltmek için tarımı teşvik politikaları ile uğraşmaktadırlar. Bu araştırma, ağır sanayi mi kurulsun yoksa barajlar mı inşa edilsin konusunda yapılan bir araştırmadır. Yoksa devletin belli bir risaletinin olması gerekir mi gerekmez mi konusunda yapılan bir araştırma değildir. Bir işi yerine getirmeye sevk eden bir görüş üzerinde yapılan bir araştırmadır.

Bir işi yerine getirmeye götüren görüş hakkında yukarıda anlatılan örnekler, araştırmanın bir konu hakkında değil de iş hakkında yapıldığını açıkça ortaya koymaktadır. Bu işler her ne kadar bazı konuların incelenmesini gerektirse de, araştırma kesinlikle konular üzerinde yoğunlaşmamaktadır. Araştırma iş üzerinde yoğunlaşmaktadır. Dolayısıyla araştırma görüşte değil iş hakkındadır.

Buraya kadar yapılan açıklamalardan ve örneklerden de anlaşılacağı üzere bir düşünceye/fikre götüren görüş ile bir işi yapmaya götüren görüş arasında fark vardır. Her ne kadar bu farkı anlayabilmek için dikkatlice düşünmeye ve incelemeye ihtiyaç varsa da farkın varlığı kesindir. Bütün bu açıklamalar, bir işi yapmaya götüren görüş ile, bir fikre götüren görüş arasındaki farkın kavranmasında içine düşülebilecek karışıklıkları bertaraf etmek açısından yapılan açıklamalardır. Bedir olayı ile Uhud olayı arasındaki farkla ilgili olarak içine düşülebilecek kargaşalık/karışıklık açısından konunu ele alınmasına gelince:

Bedir olayı da Uhud olayı da savaşa gitme konusunda olduğu halde ve her iki olay arasında da fark bulunmamasına rağmen, niçin Bedir olayını bir fikre götüren bir görüş, Uhud olayını ise bir işi yerine getirmeye götüren bir görüş sayılıyor? Halbuki Bedir olayı ile Uhud olayı arasında hiç fark yoktur denilebilir. Böylesi bir soruya şu cevap verilir:

Gerçekten de iki olay arasında apaçık bir fark vardır. Çünkü Bedir olayının vakıası ile Uhud olayının vakıası başka başka şeylerdir. Uhud olayında şehir dışına mı çıkalım şehir içinde mi kalalım? sorusuna cevap aranmaktaydı. Orada heyecanlı, duygusal olarak hareket eden gençlerle, akıllı ve tecrübeli olarak düşünen kimseler vardı ve araştırma, savaş yeri hakkında değildi. Oysa dağ üzerinde stratejik bir yerde ordunun düzenlenmesi gündeme geldiğinde düzenlemeyi doğrudan doğruya Rasül (s.a.v.)'in yaptığını, okçuları dağın arka tarafına yerleştirdiğini ve kesinlikle kendisinden habersiz olarak yerlerinden ayrılmamaları gerektiğini onlara emrettiğini ve de cemaatın görüşüne müracaat etmediğini görmekteyiz. Bedir olayında ise konu, stratejik bir yerde ordunun yerleştirilmesi olduğundan dolayı Rasül (s.a.v.) doğru olan görüşe müracaat etmiştir. Bir yönden olayın açıklaması budur. Bu tesbite yalnızca Rasül (s.a.v.)'in fiili değil, Habbab b. Münzir'e sözlü olarak söylediği; "Bilakis o harp, hile ve görüşle ilgilidir."   hadis de konuya açıklık getiren kavli bir delildir.

Geriye tek mesele kaldı: Sözü tercih edilecek ve doğru olanı açıklayacak olan kimdir? Biz biliyoruz ki şer'i hükümlerde delili kuvvetli olan tercih edilir. Bir işi yapmaya götüren görüşlerde ise çoğunluğun görüşü, teknik işler ve tarifler gibi bir düşünceye götüren görüşlerde ise doğru olan taraf tercih edilir. Şimdi sözü tercih edilen ve doğru olanı belirleyecek olanın kim olduğunu bilmemiz gerekiyor. Bu işte doğru olanı seçecek olan, yetki sahibi olan kimsedir. O, kavminin emiridir yani başkanlarıdır. Çünkü bir iş hususunda cemaatla istişare yapan odur. Eğer bir topluluk birbirleri ile istişare yapıyorlarsa, bu istişareyi ancak, onları doğru bir esasa göre yürüyecekleri görüşe ulaşmak için yapıyorlardır. Bir iş hususunda bir cemaatın yürüyüşü, cemaatın bir emirinin bulunmasını gerektirir. Böylece hakkında istişare yaptıkları hususta kavmin/cemaatın emiridir yetki sahibi olan. Dolayısıyla doğru olan görüşü tercih edecek olan da kavmin başkanıdır. Buna delil olarak ayette şöyle denilmektedir.

"İş hususunda onlara danış. Karar verdiğin zaman Allah'a tevekkül et" Al-i imran: 159 Rasulullah (s.a.v.) müslümanların başkanı iken şura yapmıştır. İstişare yaptıktan sonra bir sonuca vardığında karar verdiği işi yani doğru gördüğünü uygulama yetkisini Allah ona vermiştir. Bu durumda doğru olanı tercih edecek olan kişi Rasül olmaktadır. Bu durum bir kavmin başkanı olan herkes için geçerlidir. Çünkü bu yalnızca Rasüle has değildir. Bilakis bütün müslümanları kapsamına almaktadır. Çünkü ayeti tahsis eden bir delil bulunmadıkça Rasüle yapılan hitap aynı zamanda ümmetine de hitaptır. Burada ise ayetin Rasül hakkında indiğini tahsis edecek herhangi bir delil bulunmadığı için hitap genel bir hitaptır.

Ancak doğru olanı tercih edecek bir başkanı olmayan bir cemaat, tercih hakkının kime verileceğini tesbit etmek isterse, bu durumda cemaatın içlerinden yalnızca bir kişiye doğruyu seçme yetkisini vermesi gerekir. Hiçbir şekilde birden çok kişiyi seçmeleri caiz değildir. Bu nedenle doğru olan yalnızca bir kişi tarafından tercih edilmelidir. Evet, çoğunluk doğru olanı söyleyebilir. Veya iki kişi bir kişiye oranla doğru olanı daha iyi tesbit edebilir. Fakat mesele doğrunun nerede olduğunu araştırmak değildir. Mesele doğruyu kimin belirleyeceği meselesidir. Doğruyu bir kişi mi, yoksa iki kişi mi belirleyecek? Oysa doğru, çoğunluk tarafından belirlenemez. Çünkü çoğunluk doğru olanın dışındadır. "Çoğunluk" ve "doğru" olan birbirine karşı olan bir iştir. Bazen doğru olup olmadığına bakılmaksızın çoğunluğun görüşü ile hareket edilirken bazen de çoğunluğun görüşüne bakmadan doğru olana göre hareket edilir.

Doğru olanın yalnızca bir kişi tarafından belirlenmesinin kesinlikle gerekli olduğu ve birden çok kişi tarafından belirlenmesinin caiz olmamasının birkaç sebebi vardır.

1. Bu işin vakıası doğruyu tercih edenin bir kişi olmasını gerektirmektedir. Çünkü tercih iki veya üç kişiye bırakılırsa ihtilaf etmemeleri mümkün değildir. Aralarındaki ihtilaf, onları hakem tayin etmeye zorlar. Eğer iki kişinin hakemliğine müracaat ederlerse yine ihtilaf edebilirler. Bu defa da iki kişiden birinin hakemliğine dönmeleri gerekir. Eğer üç kişinin hakemliğine dönerlerse ihtilaf etmeleri kaçınılmazdır. Bu durumda ise hakemlik ya iki kişiye ya da bir kişiye dönecektir. Eğer iki kişinin görüşüne dönerlerse çoğunluğun görüşüne dönmüş sayılırlar. Halbuki istenen doğru olana dönmektir. Bu da tek kişiye dönmeyi gerektirir. Bu nedenle ta başlangıçta bir kişinin hakemliğine müracaat etmeleri gerekir. Yani doğruyu belirleyecek olanın yalnızca bir kişi olması gerekir. İki veya üç kişi arasında ihtilaf olabileceği gibi üçten fazla kişi arasında da olabilir. Dolayısıyla bir kişiden fazlasının hakemliği doğru değildir. Çünkü bir kişiden fazlasının hakem olması çoğunluğun hakem olması demektir ki bu doğru değildir. İstenen çoğunluğun değil doğrunun hakemliğidir.

2. Doğru olanın belirlenmesinde aslolan bunun ancak yetki sahibi kimse tarafından yapılmasıdır. Yetki ise ancak bir kişide bulunur. Çünkü emir yani devlet başkanı ancak bir kişiden oluşur. İstişare sonucunda varılan işin uygulanması da ancak bir kişi tarafından yapılmalıdır. Çünkü iki kişi uygulama üslûblarında ihtilaf ederler. Aralarındaki ihtilaf ise uygulamaya geçirilmeden giderilebilir. Dolayısıyla yetki sahibi ancak bir kişi olabilir. Bu nedenle doğru olanı tercih edecek kişinin elbette ki bir kişi olması gerekir.

3. Müslümanlar katında işlerin en büyüğü Hilafet merkezidir. Şer'i hükümleri benimseme, bir hükmü bir başka hükme tercih etme yetkisini İslâm şeriatı yalnızca Halife'ye vermiştir. Delilin kuvvetli olup olmadığına karar verme hakkını ve doğru olanı tercih etme yetkisini yalnızca halifeye vermiştir. Harp ilan etme, sulh yapma, kâfir devletlerle olan ilişkileri sınırlandırma ve bunların dışında Halifenin yetki alanına giren işlerin tamamında söz hakkı yalnızca Halifeye aittir. Doğru olarak gördüğü sürece görüşüne göre işleri gözetme hakkı yalnızca ona aittir. Sahabenin icması da böyledir. Halifenin görüşü yalnızca bir kişinin görüşü demektir. Bu tehlikeli görevin dışındaki bütün işlerde ise doğru olanın tercihinde yalnızca bir kişinin karar sahibi olması Hilafet görevine oranla öncelikle doğru bir harekettir.

Şura ve istişare yani görüşleri alma meselesinin aslı budur. Bu konu hakkındaki şer'i hüküm de budur. Bu hüküm her yönüyle demokratik yönetim tarzına tamamen terstir. Görüş alma hususunda hak olan Allah'ın hükmü işte budur. Bunun dışında demokrasiden olanlar batıldır ve alınması da caiz değildir.

 

Kitabın ilk sayfasına dönüş Kitabı bilgisayarınıza yükleyebilirsiniz Bu sayfayı birine gönderebilirsiniz Anasayfa ve diğer kitaplar için