Şûra veya görüş almak, ya halife
tarafından veya başkan, lider, komutan sorumlu gibi herhangi
bir yetki sahibi kimse tarafından gerçekleştirilir.
Çünkü bunların hepsi emir konumundadırlar. Şûra, karı-koca
arasında da olur. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır.
"Ana baba aralarında danışarak ve anlaşarak sütten
kesmek isterlerse"
İster devlet başkanı olsun ister
komutan/lider olsun veya bunların dışında yetki sahibi bir
kimse olsun görüşünü ortaya koyması gerekli bir iştir.
Çünkü o bir nevi nasihattır. Müslümanların imamlarına
ve bütün insanlara açıklanan meşru bir iştir. Ancak
devlet başkanı veya emir veya başkan gibi yetki sahibi bir
kimsenin insanların görüşlerine müracaat etmesi konusu;
özellikle demokratik mefhumlar müslümanların aklını
çeldikten ve aralarında yayıldıktan sonra dikkatle
incelenmesi gereken karmakarışık bir konu haline geldi. Rey
tabiri, İslâm'da "şûra" ve "müşavere"
şeklinde kullanılan kelimelerin yerini aldı. Müslümanların
ve müslüman olmayanların görüşlerini açıklamaları,
ortaya koymaları caizdir. Çünkü Rasül (s.a.v.) "Hılfu'l
fudul" olayında ortaya konulan görüşü ıkrar ederek
şöyle demiştir:
"İslâm geldikten sonra bile çağrılsaydım ona icabet
ederdim. Bu hilfe katılmak benim için kırmızı tüylülerden
daha hayırlıdır."
Oysa
"Hılfu'l fudul" olayında ortaya atılan görüş müşrik
kimselerin görüşüydü. Ancak, sadece müslümanların görüşleri
alınır. Yani şura yalnızca müslümanların hakkıdır.
Çünkü Allahu Teâla Rasülüne şöyle hitap etmektedir:
"İş hususunda
onlara danış" Yani
müslümanlara danış.
"Onların
işleri aralarında danışma iledir"
Buyurmaktadır. Çünkü birinci
ayet şöyle diyor:
"Allah'ın rahmetinden dolayı ey Muhammed, sen onlara
yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz
etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet onlara
mağfiret dile. İş hakkında onlara danış"
Bunların tamamı ancak Rasül ile
müslümanlar arasında olan işlerle ilgilidir. İkinci ayet
ise şöyle demektedir:
"Rablerinin çağrısına cevap verenler ve namaz
kılanlar için daha iyi ve daha süreklidir. Onların işleri
aralarında danışma iledir"
Bu ayetlerde anlatılan vasıflar ancak müslümanlara
ait niteliklerdir. Bu nedenle şûra yalnızca müslümanlar
arasında gerçekleşen bir olaydır. Şûra, Kur'an-ı
Kerim'de, hadisi şeriflerde ve müslümanların sözlerinde
meşhur ve bilinen bir şeydir. Ebu Hüreyre (r.a.)'dan:
"Rasulullah (s.a.v.)'den daha
fazla arkadaşları ile görüş alışverişinde bulunan
kimseyi görmedim"
Hasan (r.a.)'den:
"Müşavere yapan her kavim işlerinin en doğrusuna
ulaşır" Görüş almak,
istişare yapmak veya danışmak demektir ve Kur'an ve hadisin
nassı ile sabittir. Ancak bir çoklarının bilemediği,
vakıf olmadığı bir husus var: Hangi konular hakkında
şura veya istişare yapılır? Yani hangi konu hakkında görüş
alınır ve bu görüşün hükmü nedir? Doğru veya yanlış
olup olmadığına bakılmaksızın çoğunluğun görüşünü
almak gerekir mi? Yoksa, çoğunluğun, azınlığın veya tek
kişinin görüşü olup olmadığına bakmadan yalnızca
doğru olan görüşü almak mı gerekir?
Bu sorulara cevap verebilmek için görüş
alma olayının mahiyetini anlamak lazımdır. Yani görüş
alınmak istenen olay nedir? Görüş almada cari olan tafsili
şer'i delilleri anlamak ve bu delilleri görüş alma ile
ilgili olaya teşrii olarak tatbik etmek gerekir.
Ancak çevremizde görüş alma olayı ile
karşı karşıya geleceğimiz konular dört noktanın
dışına çıkamaz. Dünyadaki bütün görüşleri
aşağıda sıralanan dört görüşten biri ya da bu görüşlerden
bir parçadır veya bu görüşlerin kapsamı altına girer.
Bu dört görüş şunlardır.
1. Görüş
şer'i bir hüküm yani teşrii bir görüş olur.
2.
Herhangi bir işi/şeyi tarif eden bir görüş
olur. Şer'i hükmün ne demek olduğunun tarifi gibi ya
şer'i bir tarif olur ya da aklın, toplumun ve bunlara benzer
bir şeyin tarifi gibi vakıayı tarif eden bir görüş olur.
3. Bir konudaki düşünceye
delalet eden bir görüş olur veya uzman kimselerin
kavrayabileceği teknik bir işle alakalı düşünce hakkında
bir görüş olur.
4. Yerine
getirilmesi gereken amellerden birine işaret eden bir görüş
olur.
Dünyadaki görüşlerin vakıası işte
budur. Şûra acaba bu görüşlerin tamamının kapsamına
giriyor mu yoksa bir kısmının kapsamına mı giriyor? Bu görüşler
içinden doğru veya yanlış olup olmadığına
bakılmaksızın sadece çoğunluğun görüşüne uygun olan
görüş mü tercih edilir yoksa çoğunluğa bakılmaksızın
doğru olan görüş mü tercih edilir? Bu sorulara
cevap verebilmek için önce Kur'an'da
ve hadislerde konu ile ilgili görüşleri sunmamız sonra da
bu delilleri bu görüşler üzerine tatbik etmemiz gerekir.
Kur'an-ı Kerim'deki nasslara baktığımız zaman şûranın
bütün görüşleri kapsamına aldığına işaret ettiğini
görürüz. Çünkü ayette Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır.
"Onların
işleri aralarında danışma iledir"
"İş
hususunda onlara danış"
Buradaki ifade geneldir.
"Onların işleri" ifadesi müslümanların işleri
anlamına gelmektedir. Ki bu her işte geneldir.
"Elemru" kelimesinin başındaki
takısı cins içindir. Yani işin cinsi demektir. Bu durumda
ise tahsis edici herhangi bir delil olmadıkça bu
ifadelerdeki umumilik devam eder. Buradaki ayette bir şeyde
şurayı tahsis eden bir delil geçmediği için ayet, her
görüş hakkında genel olarak kalır. Fakat şura yolu ile
alınan bir görüşün bağlayıcı olup olmadığı
konusunda yani alınan görüşün doğru olup olmadığına
bakılmaksızın çoğunluğun görüşünü tercih ederek
veya çoğunluğa bakmadan doğru olan görüşün tercih
edilmesi durumunda alınan görüşün bağlayıcı olup
olmadığı konusuna gelince: Bazı nasslar çoğunluğun görüşünü
alıp kendi görüşünü bırakmanın gerektiğine delalet
ederken bir kısım deliller ise çoğunluğun görüşünün
bağlayıcı olmadığına delalet etmekte ve yetkili olan
kimsenin hak/doğru olarak gördüğü görüşü çoğunluğa
bakmadan uygulamaya koyabileceğine delalet etmektedir.
Rasulullah (s.a.v.) Ebu Bekir
ve Ömer'e:
"Bir konu hakkındaki meşverede ittifak ettiğinizde ben
size muhalefet etmem"
diyor
ve Uhud'da çoğunluğun görüşünü kabul ediyordu. Zira
Allahu Teâla Rasülüne şöyle diyordu:
"İş hakkında onlara danış, fakat karar verdin mi
Allah'a güven"
Şimdi ne zaman çoğunluğun görüşünün
bağlayıcı olduğunu ne zaman da bağlayıcı olmadığını
öğrenebilmemiz için önce konu ile ilgili olarak Kur'an'da
ve Sünnette geçen nassları sunmamız sonra da bu nassları
dünyada var olan görüşler üzerine uygulamamız gerekir.
Konu ile ilgili olarak Kur'an'da yalnızca
iki ayet vardır. Bunlardan biri; "İş
hususunda onlara danış"
Bu ayet, müslümanların görüşlerini
alma hususunda Allah'tan Rasülüne bir emirdir. Ancak Allahu
Teâla aynı ayette geçen: "Karar verdin mi Allah'a güven"
ifadesi ile konuyu tamamlayarak, görüşü
seçim hakkını Rasüle vermektedir. Yani şûradan sonra bir
şey üzerinde bir görüşte karara vardığın zaman seni en
doğru olana irşad eden işin uygulanması hakkında Allah'a
tevekkül et. Ayette Allahu Teâla: "Karar verdiğiniz
zaman" demiyor "karar verdiğin zaman" diyerek
son sözü Allah'ın Rasülüne bırakmaktadır. İkinci ayet
ise; "Onların
işleri aralarında danışma iledir"
Bu ayette ise
Allahu Teâla bir konu hakkında birbirlerine danışmadan
ferdi görüşleri ile hareket etmedikleri için müslümanları
övmektedir. Her ne kadar ayet müslümanları şûraya teşvik
ediyorsa da ifade mücmeldir.
Bunun için bu mücmeli tafsil eden Rasülün fiillerini ve
sözlerini bilmemiz sünnete dönmemiz gerekir.
Rasül (s.a.v.)'in
sözlerine ve fiillerine döndüğümüz zaman onun Ebu Bekir
ve Ömer'e; "Bir konu
hakkındaki meşverede ittifak ettiğinizde ben size muhalefet
etmem"
dediğini görürüz.
Hadis, Ebu Bekir ve Ömer'in bir meşverede ittifak ettikleri
zaman Nebi (s.a.v.)'in onlara muhalefet etmeyeceğini ve onların görüşlerini
kabul edeceğini göstermektedir. Fakat hadis, "bir meşverede
ittifak ederseniz" diyerek ittifaklarını
"meşvere" ile kayıtlamaktadır.
"Meşvere" kelimesi kayıtlanmaya elverişli bir
sıfat olup bu sıfatın mefhumu muhalifi vardır. Bu durumda
ise onlar, meşverenin dışında bir işte ittifak ederlerse
onların ittifaklarına muhalefet edilebilir, ittifakları
bağlayıcı olmaz anlamı ortaya çıkmaktadır. Böylece
burada Rasül (s.a.v.), onlar iki kişi kendisi de tek olduğu
zaman çoğunluğun görüşüne muhalefet edilmeyeceğini açıklamış
olmaktadır.
Rasulullah (s.a.v.)'in
Uhud savaşında müslümanlardan görüş
sahiplerini topladığını ve onlarla müşavere yaptığına
şahit olmaktayız. Nebi (s.a.v.) Kureyş'i şehrin dışında
bırakarak Medine'yi içerden savunma görüşünde idi.
Münafıkların başı Abdullah b. Übey b. Selül'ün görüşü
de buydu. Bu
görüş aynı zamanda sahabenin büyüklerinin de görüşüydü.
Bedir savaşında bulunmayan heyecanlı ve ateşli birçok
gencin görüşü ise Medine'nin dışında düşmanla
karşılaşmaktı. Gençlerin oluşturduğu grubun görüşünü
benimseyenler çoğunlukta olunca Rasül (s.a.v.) kendi görüşünü ve sahabenin
büyüklerinin görüşünü terk ederek çoğunluğun görüşüne
uydu. Bu olay Rasulullah (s.a.v.)'in çoğunluğun görüşünü
kabul ettiğine, kendi görüşünü ve sahabenin
büyüklerinin görüşlerini terk ederek çoğunluğun görüşü
ile amel ettiğine delalet
eder. Hatta insanlar; biz Rasulullah (s.a.v.)'i
zorladık bunu yapmak bizim için doğru değil diyerek
yaptıklarından pişman olarak Rasulullah (s.a.v.)'e
gelerek ona: "Seni zorladık
bunu yapmak bize yakışmaz. Eğer istersen Medine'de
kal" dediler.
Fakat (s.a.v.) onların kendi görüşüne ve
sahabenin ileri gelenlerinin görüşüne dönmesi yönündeki
isteklerini geri çevirerek çoğunluğun görüşünde ısrar
etti.
Bunun yanında ise Rasül (s.a.v.)'in Bedir'de
doğru olan görüşü kabul ettiğini görmekteyiz. Doğru
bulduğunda bir kişinin görüşünü almakla
yetindi. Rasül (s.a.v.) ve beraberindeki
müslümanlar Bedir suyundan uzak bir yere indiklerinde,
Habbab b. Münzir bu konaklama yerinden hoşnut olmayarak Rasüle:
"Ey Allah'ın Rasülü. Bu yer, bir adım öteye veya
bir adım geriye hareket edemeyeceğimiz Allah'ın seni
indirdiği bir yer midir? Yoksa savaş ve hile türünden bir
görüş müdür?" deyince Allah'ın Rasülü:
"Hayır bu harp ve hile türünden
bir görüştür"
dedi. Bunun
üzerine Habbab: "Ya Rasulullah burası konaklamaya uygun
yer değildir" dedi ve sonra da kuyuların bulunduğu
yeri işaret etti. Bunun üzerine Rasül ve beraberindekiler
oradan kalkıp Habbab'ın gösterdiği yerde konaklayarak
Habbab'ın görüşüne uydular."
Bu hadiste Rasül kendi görüşünü terk etti. Cemaatın görüşüne
de müracaat etmeden doğru olan görüşe tabi oldu. Rasül (s.a.v.), kendisinin de belirttiği üzere, harp ve hile türünden
bir konuda yalnızca bir kişinin görüşünü almakla
yetindi.
Hudeybiye gazvesinde ise Rasülün yalnızca
kendi görüşünde ısrar ederek Ebu Bekir ve Ömer'in görüşünü
tamamen geri çevirdiğini görmekteyiz. Hatta bütün
müslümanların görüşünü reddederek onların
öfkelenmelerine, kızmalarına rağmen onları zorla kendi görüşüne
bağlanmaya zorlamıştır. Ve onlara;
"Muhakkak ki ben Allah'ın
kulu ve Rasülüyüm kesinlikle onun emrine isyan etmem. O,
benim yardımcımdır"
dedi.
Bu dört hadisi dikkatlice incelediğimiz
zaman şunları görmekteyiz.
A.
Rasül (s.a.v.), münferit olarak kendi
görüşüne sarılıp, bütün görüşleri bir tarafa attı.
B. Doğru olan görüşe
dönerek bir kişiye ait olan doğru görüşü alıyor, kendi
görüşünü terk ediyor ve cemaatın görüşüne de bakmıyor.
C. Çoğunluğun
görüşünün yanında yer alarak, çoğunluğun görüşüne
müracaat edileceğine ve muhalefet edilmeyeceğine işaret
ediyor.
Bu hadislerin tamamını ve hadislerin gerçekleştiği
olayları incelediğimiz zaman Rasülün Hudeybiye'de şer'i
delile yani vahye döndüğünü görürüz. Bedir'de doğru
olan görüşe döndüğünü, Uhud'da da çoğunluğun görüşüne
döndüğünü, Ebu Bekir ve Ömer'e muhalefet etmediğini görürüz.
Bu durumda Rasülün fiili ve sözleri üç şeye
delalet/işaret etmektedir.
1. İstidlal
yapabilen kimsenin kuvvetli delile dönmesi insanlara bakmaması.
2. Çoğunluğa
bakmadan bilakis mutlak olarak çoğunluğa itibar etmeden
doğru olana dönülmesi
3. Doğru olup
olmadığına bakmadan çoğunluğun görüşüne dönülmesi
Rasulullah (s.a.v.)'in
fiillerinden ve sözünden istinbat edilen bu üç hükmü
dünyada var olan görüşlere uyguladığımız zaman şu
hususları görürüz.
1. Şer'i hüküm
yalnızca delilin kuvvetine
göre tercih edilir. Çünkü Rasül (s.a.v.) Vahiy indiği zaman vahyi tercih etmiş ve onun
dışındakileri kesinlikle reddetmiştir. Bu nedenle:
"Muhakkak ki ben Allah'ın kulu ve Rasülüyüm,
kesinlikle onun emrine isyan etmem. O, benim yardımcımdır"
demiştir. Şer'i deliller; Kitap, Sünnet ve Kitap ve
Sünnettin delalet ettiği delillerdir. Çünkü Allah'tan
gelen emir ve yasaklara uyan odur. Kuvvetli delil, insanların
ıstılahlarına veya anlayışlarına göre değerlendirilemez.
Kuvvetli delil istidlal yönü yalnızca onun anlayışına göre
olsa veya yalnızca ona ait ıstılah olsa bile, delil şüphesine
müstenid olduğu sürece yalnızca istidlalde bulunan kimse
nezdinde ortaya çıkar. Çünkü insanlar nezdinde delilin
kuvveti, onların şer'i delile bakış farklılıklarına, lügat
ve şer'i açıdan delilden anlayış keyfiyetine göre farklı
olur. Yoksa delilin kuvvetli olması yalnızca hadisin
kuvvetli olması demek değildir. Bilakis delilin kuvvetli
olması ister Kitaptan olsun ister Sünnetten
olsun, rivayet, dirayet ve anlayış
durumlarına göre değerlendirilir. Bu husus müslümanların
ihtilaf etmedikleri bir konudur.
2. Bir konuda bir
düşünceye delalet eden görüşte, doğrudan yana olan
tercih edilir. Kalkınma meselesinde olduğu gibi. Kalkınma,
fikri yükselme ile mi olur yoksa ekonomik yükselme ile mi
olur? Veya devletlerarası durum şu anda falan devletten yana
mıdır yoksa falan devletten yana mıdır? İç durum ve
devletlerarası durum yalnızca siyasi amelleri yapmak veya
siyasi amellerle birlikte askeri amelleri yapmak, iç durum ve
devletlerarası durum uygun mu değil mi? İşte bu gibi
soruların tamamında doğru olan görüşe müracaat edilir.
Çünkü türü ne olursa olsun bunların tamamı Rasulullah (s.a.v.)'in;
"Bilakis
harp ve hile cinsinden bir
görüştür"
sözünün
kapsamına giren konulardır. Rasulullah (s.a.v.)'in Bedir'de
Habbab b. Münzir'in görüşünü kabul edip ona uyduğu gibi
her türlü teknik konuda da doğru olan görüşe dönülür
ve kabul edilir. Çünkü Rasulullah (s.a.v.) bu yer hakkında tecrübeli
olduğu için Habbab b. Münzir'in görüşünü kabul etti.
Bu nedenle teknik konularda doğru olan görüş geçerlidir.
3. Çoğunluğun
görüşüne göre hareket etmeyi gerektiren durumlarda çoğunluğun
görüşü geçerlidir. Çünkü Rasulullah (s.a.v.) Uhud savaşında,
Medine'nin dışında düşmanla karşılaşmanın hatalı,
şehri içerden savunmanın daha doğru olduğu görüşünde
olmasına rağmen çoğunluğun görüşüne uyarak Medine'nin
dışında düşmanla karşılaştı. Aynı zamanda sahabenin
ileri gelenlerinin görüşü de Medine'nin içinde kalarak
savunma yapmak oluğu halde Allah'ın Rasülü, onların görüşüne
de uymayıp çoğunluğun görüşüne uymuştur. Rasülün bu
hareketi, Ebu Bekir ve Ömer'e söylediği "ikiniz
bir meşverette ittifak ettiğiniz zaman ben size muhalefet
etmem" hadisini de açıklamaktadır. Yani
Uhud'da olduğu gibi bir ameli yerine getirmekle bir işi
yapmakla ilgili her görüşte çoğunluğun görüşüne
müracaat edilir. Bir başkan seçimi veya Valinin azledilmesi
veya bir projeyi kabul etmek ve buna benzer bir ameli yerine
getirmeye irşad eden konularda çoğunluğun görüşü
tercih edilir. Dolayısıyla böylesi durumlarda görüşün
doğru olup olmadığına bakılmadan çoğunluğun görüşünü
almak gerekir ve çoğunluğun görüşü de bağlayıcıdır.
Bu delillerin dünyada var olan görüşler
üzerine tatbik edildiğinde bağlayıcı olan görüşün
yani çoğunluğun görüşünün tercih edileceği durumun,
Uhud'da gerçekleşen görüş cinsinden bir görüşün
bulunması durumunda geçerli olacağı ve bunun da Rasül (s.a.v.)'in
"İkiniz bir meşverette
ittifak ederseniz"
hadisinde geçen "meşveret" kelimesinin kapsamı
altına girdiği görülmektedir. Ki bu görüş bir hareketi,
ameli yerine getirmeye irşad eden görüştür. Bu tür bir
görüşün dışındaki görüşlerde çoğunluğun görüşüne
uyulmaz ve bağlayıcı da değildir. Buna göre çoğunluğun
görüşünün bağlayıcı olduğu ve tercih edileceği
durumun dünyada var olan görüşler içerisinde yalnızca
bir tür görüşle sınırlı olduğu, bu tür görüşün de
yerine getirilmesi istenen bir amelin nasıl yerine
getirileceği gibi bir konunun araştırılması esnasında
çoğunluğun görüşüne uymakla sınırlı olduğu görülmektedir.
Yine uygulamadan anlaşılacağı üzere, şer'i hükme, bir
düşünceye veya teknik bir işe götüren görüşlerden hiçbirinde
çoğunluğun görüşüne bakılmaz. Bu tür durumlarda ancak
şer'i hükme, delilin kuvvetine ve bir fikre veya teknik bir
işe götüren bir görüşte yani savaş ve hile türünden
bir işte yalnızca doğru olan görüşe bakılır.
Böylece bağlayıcı olmayan, yani çoğunluğun
görüşüne uyulmayan görüşün tarifi yapılmış
olmaktadır. Çünkü bağlayıcı olmayan görüş hiçbir
şekilde "meşveret" kelimesinin kapsamına girmez.
Çoğunluğun görüşüne uyulmayan olaylar meşveret
kelimesinin kapsamı altına hiçbir şekilde girmez. Çünkü
Uhud olayına uymamaktadır. Mesele, bir fikre delalet eden görüşe
uygun tarifi yapmaktır. Tarif edebilmek için şer'i hükmün
ne olduğunu, tarifini yapabilmek için aklın ne olduğunu
araştırmak, bir şeyin vakıasını bilebilmek yani gerçeğini
bilebilmek için araştırmak demektir. Vakıaya uygun olduğu
sürece elde edilen bu sonuç tercih edilir. Bu nedenle
tarifte doğru olan taraf tercih edilir. Tarifle ilgili
konularda şer'i delil araştırılmaz. Çoğunluğun görüşüne
de önem verilmez. Burada şer'i bir tarif ile şer'i olmayan
herhangi bir şeyin tarif edilmesi arasında fark yoktur.
Tarif, kendisi ile alakalı her şeyi bünyesinde topladığı
ve alakası olmayan her şeyi de bünyesinden çıkardığı
zaman, bu tarif diğer bütün tariflere tercih edilir. Yani
doğru olan tarif tercih edilir. Çünkü tarif olunan vakıaya
uygun olan da budur. Bu vakıayı gerçek bir şekilde
niteleyen niteleyicidir o.
Şûra hakkında İslâm'ın hükmü budur.
Bu husus Kur'an'ın nasslarında, hadiste ve Rasulullah (s.a.v.)'in
amellerinde açıkça görülmektedir.
Ancak dikkat edildiğinde, insanı bir işi yerine getirmeye yönlendiren
görüşlerle, bir şey hakkında hüküm koymaya yani düşünceye
götüren görüşler arasında ayırım yapma işleminde
vakıadaki görüşler arasında karışıklık olduğu gözlemlenmektedir.
Aynı kargaşa dünyada var olan görüşlere, şer'i
delillerin tatbik edilmesi esnasında da görülmektedir.
Bedir ve Uhud olayları arasındaki farkta olduğu gibi. Dünyada
var olan görüşler incelendiği zaman, bir işi yerine
getirmeye sevk eden görüşle, bir düşünceye yani bir şey
hakkında hüküm koymaya götüren görüşler arasında fark
yoktur denilebilir. Dolayısıyla böyle bir farkın
varlığı da nereden çıktı?
diye bir soru sorulabilir. Böyle bir
soruya şu cevap verilir:
Gerçekten her iki olay arasında çok ince
bir fark vardır. Bir düşünceye götüren görüşte, işe
bakılmaksızın yalnızca içeriği araştırılır.
Dolayısıyla araştırma sahası iş değil, konunun içeriğidir.
Bir konunun araştırılmasından kasıt ise, araştırılan
konunun arkasından yapılması gereken işe bakmadan
araştırılan konu hakkında bir hükme/düşünceye varmaktır.
Örneğin Ebu Bekir (r.a.) zamanındaki
riddet harplerini Ebu Bekir, vatandaşlardan bir grubun şer'i
hükümlerin
uygulanmasına karşı gelmeleri şeklinde
incelerken/araştırırken, aynı konuyu Ömer; güçlü bir
grubun devlete karşı açmış olduğu bir savaş olarak
değerlendiriyor ve bunlarla yapılacak savaşa devletin gücünün
yetmeyeceği şeklinde düşünüyordu. Bu nedenle Ebu
Bekir: "Allah'a yemin olsun ki
Allah'ın Rasülüne verdikleri bir devenin yularını dahi
bana vermekten sakınırlarsa onlarla savaşırım"
diyordu Bu konu Ömer'de de netleşince, açıklığa
kavuşunca kendi görüşünden vazgeçerek doğru görüş
olan Ebu Bekir'in görüşüne uydu. Çünkü olay büyük bir
grubun devlete meydan okuması değil yalnızca
vatandaşlardan bir grubun karşı çıkması meselesiydi.
Dolayısıyla araştırma Uhud'da olduğu gibi savaşa çıkıp
çıkmamak gibi bir mesele üzerinde yapılmamaktaydı.
Araştırma, Rasülün vefatından
sonra bedevilerin zekâtlarını vermekten kaçınmaları ve
devlete karşı meydan okumaları nedeniyle bir şer'i hükmün
uygulanmasına bir grubun karşı çıkması mıdır yoksa büyük
bir grubun devlete meydan okuması mıdır? konusunda
yapılmaktaydı. Gerçekte araştırılan mesele buydu. Bu
nedenle araştırma bir fikre götüren bir konu üzerinde yapılmış
ve doğru olan görüşe dönülmüştür. Ki bu doğru görüş
de, vatandaşlardan bir grubun bir şer'i hükmün uygulanmasına
karşı çıktıklarını gösteren Ebu Bekir'in görüşüdür.
Örneğin, Muaviye'nin efendimiz Ali (r.a.) ile kendisi arasında Kur'an'ın hakemliğini istediğini gösteren
mushafların kaldırılması olayında da böyle bir durum
söz konusudur. Yani mushafların kaldırılması gerçekten
Kur'an'ın hakemliğine müracaat etmek için yapılan bir
hareket midir yoksa Muaviye'nin efendimiz Ali'ye karşı
kullandığı bir tuzak mıdır? Ali (r.a.) bunun bir tuzak
olduğunu anlarken, onunla beraber olanların bir çoğu
Kur'an'ın hakemliğine başvurma olarak anlamışlardır.
Mushafın kaldırılmasındaki olayda, gerçek amaca ulaşabilmek
için bu konu araştırılır ve bu araştırma konu hakkında
insanı bir fikre götürür. Dolayısıyla da bu olayın,
efendimiz Ali (r.a.)'ye karşı kullanılan bir hile olduğunu gösteren
doğru görüşe dönülür.
Yine idarecilerin sayısının fazla
olması devleti güçlendirir mi yoksa zayıflatır mı? Bir
başka ifade ile idarecilerin sayısı az olduğu zaman mı
devlet güçlü olur yoksa idarecilerin sayısının
azalması, devletinde güçsüz olmasına, çok olması ise güçlü
olmasına mı neden olur? Veya Demokratik sistemdeki bakanlar
kurulu üyelerinin sayısının azlığıyla mı sistem
zayıflar yoksa çokluğuyla mı? İslâm nizamında,
halifenin yardımcıları azaldığında mı devlet güçlü
olur yoksa yardımcıların sayısının çokluğu devleti
zayıflatır mı? Gerçeğine ulaşabilmek için bu konu araştırılır.
Bu araştırma araştırıcıları bir fikre götürür ve doğru
olan görüşe dönülür. Böylesi bir konuda doğru olan görüş
ise, idarecilerin sayısının çoğalması ile devletin
zayıfladığı azaldığında ise devletin güçlendiğini
ifade eden görüştür.
Bir düşünceye götüren görüşle
ilgili olarak üç örnek işte bunlardır. Bu örneklerden de
açıkça görüleceği üzere araştırma sahası iş değil
konunun içeriğidir. Her ne kadar varılan fikir, sonunda bir
ameli gerektirse de araştırma asla iş üzerinde yoğunlaşmamış
bilakis bir amelin yerine getirilip getirilmeyeceğinin veya
araştırılan konu ile varılan düşüncenin gerektirdiği yönde
yerine getirilmesini açıklığa kavuşturan bir düşünce
üzerinde yoğunlaşmıştır. Araştırma, bir konuda bir görüşe
yani bir fikre ulaşmak için yapılmaktadır.
Araştırma ile elde edilen bu görüş
doğrudan doğruya amele götürmez, ancak bir fikre
götürür. Elde edilen düşünce bazen bir işin yerine
getirilmesini gerektirebileceği gibi bazen de
gerektirmeyebilir. Bundan dolayı bir fikre götüren düşünce
bir görüş sayılır. Ancak bir işe götüren görüşe
gelince: Burada işin gerektirdiği konuya bakılmaksızın
amelin yerine getirilmesi araştırılır. Bu durumda ise
araştırma sahası konu değil ameli yerine getirmek olur.
Araştırmadan murat bir işi yerine getirip getirmemek veya
belli bir niteliğe göre yerine getirmektir. Yoksa araştırmadan
maksat bir konuyu araştırmak değildir. Bir halife seçmek
ve ona biat etmek istenildiği zaman, hilafet farz mıdır
yoksa değil midir? gibi bir konu araştırılmaz. Veya halife
mi seçilsin yoksa Cumhurbaşkanı
mı seçilsin? gibi bir konu da araştırılmaz. Ancak falan
kişi mi seçilip ona biat edilsin yoksa falan kişi seçilip
ona mı biat edilsin? sorusuna cevap aranır. Devletin borç
alması olayı araştırıldığında borç almak caiz midir
yoksa caiz değil midir? gibi bir sorunun cevabı
araştırılmaz. Böyle bir durumda borç alınsın mı
alınmasın mı? sorusuna cevap aranır. Bir yere yol açma
meselesi araştırıldığında, açılmak istenen yolun
yerini dolduracak bir yolun bulunmasından dolayı yeni bir
yol açmak caiz midir yoksa değil midir? gibi bir mesele
araştırılmaz. Sadece bu yol açılsın mı açılmasın
mı? konusu araştırılır. Yani yerine getirilip getirilmeme
açısından amelin kendisi araştırılır. Amelin
gerektirdiği konu araştırılmaz. Dolayısıyla, araştırma
konusunu ve sahasını bir fikre götüren görüş
oluşturmamaktadır. Araştırma, bir işi yerine getirme
hususunda yapılmaktadır. Bu nedenle araştırma bir amele götüren
görüş üzerinde olup, görüş doğrudan doğruya üzerinde
durulan işin yerine getirilmesi için belirtilir. Örneğin
Ebu Bekir (r.a.)'in kendisinden sonra kimin halife olacağı
hususunu müslümanlarla istişare etmesi halife seçimi
konusunda yapılan bir istişare idi. Yani falan kişi mi
yoksa falan kişi mi halife olsun konusunda yapılan bir
istişare idi. Araştırma konusu kesinlikle hilafet değildi.
Bu, bir işi yerine getirmeye sevkeden bir görüş hakkında
yapılan bir araştırmadır. Yine örneğin efendimiz Ali (r.a.)
ile Muaviye arasındaki anlaşmazlık Kur'an'ın hakemliğine
müracaat etmekle sona erdiğinde, efendimiz
Ali (r.a.) taraftarları arasındaki hakem
seçimi de böyledir. Ali (r.a.) Abdullah b. Abbas'ı seçerken,
beraberindekilerin büyük bir kısmı Ebu Musa El Eş'ari'yi
seçmişlerdir. Bu araştırma, hakemliğin kabul edilip
edilmemesi konusunda yapılan bir araştırma değil kimin
hakem olarak seçilmesi gerektiği
konusunda yapılan bir araştırmadır. Yani bir işin yerine
getirilmesindeki görüşü araştırmaktır. Örneğin günümüzde
müslümanların çoğu, her türlü alet ve edevatı
üretebilecek çapta ağır sanayinin kurulması, risalet
sahibi bir devleti tamamlayıcı ve iyice yerleştirici faktörlerden
birisi olarak değerlendirirlerken, başlarındaki idareciler
barajlar yapmak ve çiftçilerin seviyelerini yükseltmek
için tarımı teşvik politikaları ile uğraşmaktadırlar.
Bu araştırma, ağır sanayi mi kurulsun yoksa barajlar mı
inşa edilsin konusunda yapılan bir araştırmadır. Yoksa
devletin belli bir risaletinin olması gerekir mi gerekmez mi
konusunda yapılan bir araştırma değildir. Bir işi yerine
getirmeye sevk eden bir görüş üzerinde yapılan bir
araştırmadır.
Bir işi yerine getirmeye götüren görüş
hakkında yukarıda anlatılan örnekler, araştırmanın bir
konu hakkında değil de iş hakkında yapıldığını açıkça
ortaya koymaktadır. Bu işler her ne kadar bazı konuların
incelenmesini gerektirse de, araştırma kesinlikle konular
üzerinde yoğunlaşmamaktadır. Araştırma iş üzerinde yoğunlaşmaktadır.
Dolayısıyla araştırma görüşte değil iş hakkındadır.
Buraya kadar yapılan açıklamalardan ve
örneklerden de anlaşılacağı üzere bir düşünceye/fikre
götüren görüş ile bir işi yapmaya götüren görüş
arasında fark vardır. Her ne kadar bu farkı anlayabilmek için
dikkatlice düşünmeye ve incelemeye ihtiyaç varsa da farkın
varlığı kesindir. Bütün bu açıklamalar, bir işi
yapmaya götüren görüş ile, bir fikre götüren görüş
arasındaki farkın kavranmasında içine düşülebilecek karışıklıkları
bertaraf etmek açısından yapılan açıklamalardır. Bedir
olayı ile Uhud olayı arasındaki farkla ilgili olarak içine
düşülebilecek kargaşalık/karışıklık açısından
konunu ele alınmasına gelince:
Bedir olayı da Uhud
olayı da savaşa gitme konusunda olduğu halde ve her iki
olay arasında da fark bulunmamasına rağmen, niçin Bedir
olayını bir fikre götüren bir görüş, Uhud olayını ise
bir işi yerine getirmeye götüren bir görüş sayılıyor?
Halbuki Bedir olayı ile Uhud olayı arasında hiç fark
yoktur denilebilir. Böylesi bir soruya şu cevap verilir:
Gerçekten de iki olay arasında apaçık
bir fark vardır. Çünkü Bedir olayının vakıası ile Uhud
olayının vakıası başka başka şeylerdir. Uhud olayında
şehir dışına mı çıkalım şehir içinde mi kalalım?
sorusuna cevap aranmaktaydı. Orada heyecanlı, duygusal
olarak hareket eden gençlerle, akıllı ve tecrübeli olarak
düşünen kimseler vardı ve araştırma, savaş yeri
hakkında değildi. Oysa dağ üzerinde stratejik bir yerde
ordunun düzenlenmesi
gündeme geldiğinde düzenlemeyi doğrudan doğruya Rasül (s.a.v.)'in yaptığını, okçuları dağın
arka tarafına yerleştirdiğini ve
kesinlikle kendisinden habersiz olarak yerlerinden
ayrılmamaları gerektiğini
onlara emrettiğini ve de cemaatın görüşüne
müracaat etmediğini görmekteyiz. Bedir olayında ise konu,
stratejik bir yerde ordunun yerleştirilmesi olduğundan
dolayı Rasül (s.a.v.) doğru olan görüşe müracaat etmiştir.
Bir yönden olayın açıklaması budur. Bu tesbite yalnızca
Rasül (s.a.v.)'in fiili değil, Habbab b. Münzir'e sözlü olarak
söylediği; "Bilakis o harp, hile ve görüşle
ilgilidir."
hadis de konuya açıklık getiren
kavli bir delildir.
Geriye tek mesele kaldı: Sözü tercih
edilecek ve doğru olanı açıklayacak olan kimdir? Biz
biliyoruz ki şer'i hükümlerde delili kuvvetli olan tercih
edilir. Bir işi yapmaya götüren görüşlerde ise çoğunluğun
görüşü, teknik işler ve tarifler gibi bir düşünceye
götüren görüşlerde ise doğru olan taraf tercih edilir.
Şimdi sözü tercih edilen ve doğru olanı belirleyecek
olanın kim olduğunu bilmemiz gerekiyor. Bu işte doğru
olanı seçecek olan, yetki sahibi olan kimsedir. O, kavminin
emiridir yani başkanlarıdır. Çünkü bir iş hususunda
cemaatla istişare yapan odur. Eğer bir topluluk birbirleri
ile istişare yapıyorlarsa, bu istişareyi ancak, onları
doğru bir esasa göre yürüyecekleri görüşe ulaşmak için
yapıyorlardır. Bir iş hususunda bir cemaatın yürüyüşü,
cemaatın bir emirinin bulunmasını gerektirir. Böylece hakkında
istişare yaptıkları hususta kavmin/cemaatın emiridir yetki
sahibi olan. Dolayısıyla doğru olan görüşü tercih
edecek olan da kavmin başkanıdır. Buna delil olarak ayette
şöyle denilmektedir.
"İş hususunda onlara danış. Karar verdiğin zaman Allah'a
tevekkül et" Rasulullah
(s.a.v.) müslümanların başkanı iken
şura yapmıştır. İstişare yaptıktan sonra bir sonuca
vardığında karar verdiği işi yani doğru gördüğünü
uygulama yetkisini Allah ona vermiştir. Bu durumda doğru
olanı tercih edecek olan kişi Rasül olmaktadır. Bu durum
bir kavmin başkanı olan herkes için geçerlidir. Çünkü
bu yalnızca Rasüle has değildir. Bilakis bütün
müslümanları kapsamına almaktadır. Çünkü ayeti tahsis
eden bir delil bulunmadıkça Rasüle yapılan hitap aynı
zamanda ümmetine de hitaptır. Burada ise ayetin Rasül hakkında
indiğini tahsis edecek herhangi bir delil bulunmadığı için
hitap genel bir hitaptır.
Ancak doğru olanı tercih edecek bir
başkanı olmayan bir cemaat, tercih hakkının kime
verileceğini tesbit etmek isterse, bu durumda cemaatın içlerinden
yalnızca bir kişiye doğruyu seçme yetkisini vermesi
gerekir. Hiçbir şekilde birden çok kişiyi seçmeleri caiz
değildir. Bu nedenle doğru olan yalnızca bir kişi
tarafından tercih edilmelidir. Evet, çoğunluk doğru olanı
söyleyebilir. Veya iki kişi bir kişiye oranla doğru olanı
daha iyi tesbit edebilir. Fakat mesele doğrunun nerede
olduğunu araştırmak değildir. Mesele doğruyu kimin
belirleyeceği meselesidir. Doğruyu bir kişi mi, yoksa iki
kişi mi belirleyecek? Oysa doğru, çoğunluk tarafından
belirlenemez. Çünkü çoğunluk doğru olanın
dışındadır. "Çoğunluk" ve "doğru"
olan birbirine karşı olan bir iştir. Bazen doğru olup
olmadığına bakılmaksızın çoğunluğun görüşü ile
hareket edilirken bazen de çoğunluğun görüşüne bakmadan
doğru olana göre hareket
edilir.
Doğru olanın yalnızca bir kişi
tarafından belirlenmesinin kesinlikle gerekli olduğu ve
birden çok kişi tarafından belirlenmesinin caiz
olmamasının birkaç sebebi vardır.
1. Bu işin
vakıası doğruyu tercih edenin bir kişi olmasını
gerektirmektedir. Çünkü tercih iki veya üç kişiye
bırakılırsa ihtilaf etmemeleri mümkün değildir.
Aralarındaki ihtilaf, onları hakem tayin etmeye zorlar.
Eğer iki kişinin hakemliğine müracaat ederlerse yine
ihtilaf edebilirler. Bu defa da iki kişiden birinin
hakemliğine dönmeleri gerekir. Eğer üç kişinin
hakemliğine dönerlerse ihtilaf etmeleri kaçınılmazdır.
Bu durumda ise hakemlik ya iki kişiye ya da bir kişiye dönecektir.
Eğer iki kişinin görüşüne dönerlerse çoğunluğun görüşüne
dönmüş sayılırlar. Halbuki istenen doğru olana dönmektir.
Bu da tek kişiye dönmeyi gerektirir. Bu nedenle ta başlangıçta
bir kişinin hakemliğine müracaat etmeleri gerekir. Yani doğruyu
belirleyecek olanın yalnızca bir kişi olması gerekir. İki
veya üç kişi arasında ihtilaf olabileceği gibi üçten
fazla kişi arasında da olabilir. Dolayısıyla bir kişiden
fazlasının hakemliği doğru değildir. Çünkü bir kişiden
fazlasının hakem olması çoğunluğun hakem olması
demektir ki bu doğru değildir. İstenen çoğunluğun değil
doğrunun hakemliğidir.
2. Doğru olanın
belirlenmesinde aslolan bunun ancak yetki sahibi kimse
tarafından yapılmasıdır. Yetki ise ancak bir kişide
bulunur. Çünkü emir yani devlet başkanı ancak bir
kişiden oluşur. İstişare sonucunda varılan işin
uygulanması da ancak bir kişi tarafından yapılmalıdır.
Çünkü iki kişi uygulama üslûblarında ihtilaf ederler.
Aralarındaki ihtilaf ise uygulamaya geçirilmeden
giderilebilir. Dolayısıyla yetki sahibi ancak bir kişi
olabilir. Bu nedenle doğru olanı tercih edecek kişinin
elbette ki bir kişi olması gerekir.
3.
Müslümanlar katında işlerin en büyüğü
Hilafet merkezidir. Şer'i hükümleri benimseme, bir hükmü
bir başka hükme tercih etme yetkisini İslâm şeriatı
yalnızca Halife'ye vermiştir. Delilin kuvvetli olup
olmadığına karar verme hakkını ve doğru olanı tercih
etme yetkisini yalnızca halifeye vermiştir. Harp ilan etme,
sulh yapma, kâfir devletlerle olan ilişkileri
sınırlandırma ve bunların dışında Halifenin yetki
alanına giren işlerin tamamında söz hakkı yalnızca
Halifeye aittir. Doğru olarak gördüğü sürece görüşüne
göre işleri gözetme hakkı yalnızca ona aittir. Sahabenin
icması da böyledir. Halifenin görüşü yalnızca bir
kişinin görüşü demektir. Bu tehlikeli görevin dışındaki
bütün işlerde ise doğru olanın tercihinde yalnızca bir
kişinin karar sahibi olması Hilafet görevine oranla
öncelikle doğru bir harekettir.
Şura ve istişare yani görüşleri alma meselesinin aslı
budur. Bu konu hakkındaki şer'i hüküm de budur. Bu hüküm
her yönüyle demokratik yönetim tarzına tamamen terstir. Görüş
alma hususunda hak olan Allah'ın hükmü işte budur. Bunun
dışında demokrasiden olanlar batıldır ve alınması da
caiz değildir.
|