Yine belli bir anlamın ifade edilmesi
ancak belirli bir kelimenin kullanılması ile gerçekleşiyorsa
sözcüklere olduğu gibi bağlı kalmak da Arapların
yapageldikleri hususlardandır. Ravinin birisi şöyle bir
şiir okur:

Malik'in ölümüne karşı ben ne diyeyim.
Bana acı veren sıkıntı karşısında
ben zayıf değilim
Şiiri okurken
kelimesinin yerine
kelimesini kullanarak
der. Bunu duyan birisi fazlasıyla öfkelenerek rivayet
şeklinde değil
şeklindedir diyerek yapılan ağıtın, helak olan/ölen
herhangi bir kişi hakkında değil
hakkındadır diyerek sebebini de belirtir. Kur'an-ı Kerimde
onsuz anlamın ifade edilemeyeceği kesinlikle olduğu gibi
bağlı kalınması gereken lafızlar da vardır. Örneğin;
ayetini ele alalım: Ayette geçen
kelimesinin yerini tutacak eş anlamlı veya ona yakın bir
kelime ile aynı anlamı ifade etmek mümkün değildir. Yani
ne
ifadesi ile ne
ifadesi ile ne de bir başka ifade ile aynı anlamı sağlamak
mümkün değildir. Yine;
ayeti
kerimesinde geçen
kelimesinin yerine bir başka kelimeyi kullanarak aynı
anlamı ifade etmek mümkün değildir. Bu nedenle cümlede
anlamı korumak için lafza olduğu gibi bağlı kalmaya
özenle dikkat edilmiştir. Aynı lafızla manayı ifade etmek
veya etmemek açısından durum budur.
Ancak tekil anlamların açıklanmasını
korumak veya korumamak açısından konuya gelince: Hitapta, söylenen
anlamlara önem vermek, Arapların alışageldikleri en büyük
maksatlardandır. Buna binaen Araplar ancak anlamlara önem
vermekte ve sözcükler de ancak anlamlara elverişli olacak
şekilde şeçilmektedir. Bu arada yalnızca
toplu olarak manayı gerçekleştirmek hedeflendiği zaman, cümlenin
anlamına önem vermemekle beraber müfredatların/tek tek
kelimelerin anlamlarına önem vermeye yönelmek gerekir. Eğer
cümledeki birleşik mana kastedilecekse o takdirde okuyucunun
cümledeki birleşik manayı yanlış anlamaması için
kelimenin tekil anlamıyla iktifa edilir. Kur'an'ı-ı Kerim
bu üslûbu kullanmıştır. Çeşitli ayetlerde buna ait
örnekler vardır. Bu nedenle
ayetinin
manası hakkında sorulduğunda Ömer (r.a.) şöyle cevap vermiştir:
"Biz zorlamadan
ve gereksiz yere kurcalamaktan alıkonulduk."
Yani birleşik mananın istendiği, vurgulandığı bunun gibi
bir cümlede tek tek manalara önem vermemektir. Ancak birleşik
mana ferdi anlam üzerinde yani cümlede geçen bir kelimenin
anlamı üzerinde düğümlendiği zaman ise, tek tek
kelimelerin anlamlarına önem vermek gerekir. Yine bu
nedenledir ki bizzat Ömer b. Hattab minberde,
ayetini okuduğu sırada
kelimesinin ne anlama geldiğini sormuş ve orada
bulunanlardan Hüzeyl
kabilesinden bir adam, biz onu eksilme, noksanlaşma
anlamında kullanırız diyerek şu şiiri okumuştu:

Hevdec devenin hörgücünü törpüler
Tıpkı demir eğenin sert şeyleri
yonttuğu gibi
Hüzeyl kabilesinden bir adam bu şiiri
okuyarak Ömer'e
kelimesini tefsir edince Ömer (r.a.):
"Ey insanlar.
Cahiliye dönemindeki şiirinize sarılınız. Çünkü
cahiliye şiirinde kitabınızın tefsiri vardır."
Ayrıca Kur'an, konuşma esnasında
kullandığı ifadelerde üstün edebi üslûblar kullanmaya
özen gösterir. Kur'an hikâye veya
talimat türünde bazen kullardan Allah'a bazen
de Allah'tan kullara seslenen bir üslûb ile gelmiştir.
Allah'tan kullara seslenen bir hitap ile geldiğinde, kulun
kendisinden uzak olduğunu ifade etmek için uzaklık ifade
eden nida edatını bizzat cümlede zikreden bir hitap ile
gelmiştir. Örneğin:
"Ey iman eden kullarım. Muhakkak ki arzım
geniştir"
"Kendi
nefislerini israf eden kullarıma de"
"Ey insanlar.
Ben hepinize gönderilen
Allah'ın Rasülüyüm" "Ey
insanlar" "Ey iman edenler"
gibi Allah'ın kullara
seslenişini ifade eden ayetler vardır. Kulların Allah'a
seslenişini ifade eden ayetler ise nida harfi olan
kullanılmadan gelmiştir.
"Rabbimiz unuttuk
ve yanıldıysak mesul
tutma. Rabbimiz bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de
ağır yük yükleme. Rabbimiz bize gücümüzün yetmeyeceğini
taşıtma"
"Rabbimiz
doğrusu biz: Rabbinize inanın diye imana çağıran bir
davetçiyi işittik"
"Rabbimiz,
bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi saptırma."
"Meryem oğlu İsa: Allah'ım Rabbimiz, bize gökten bir
sofra indir"
İşte bütün bu ayetler, Allah'ın kuluna
yakın olduğunu hissetmesi için, uzaklığı ifade etmek için
kullanılan nida edatı olan sız
gelmiştir. Çünkü
harfi tenbih edatıdır. Kul nida esnasında tenbih edilmeye
muhtaçtır. Allah ise asla böyle değildir.
Yine açık olarak anlatılmasından haya
duyulan hususlarda net ifadeler kullanmak yerine kinaye
ifadeleri kullanan Kur'anı Kerimde edebi üstünlüğe ve
edep ölçülerine azami derecede riayet edilmiştir.
Kur'an-ı Kerim'de cinsi ilişkiyi anlatırken açık ifadeler
kullanmak yerine kinaye olarak elbise tabiri
kullanılmıştır. Bu konuyu Allahu Teâla şöyle ifade
etmektedir:
"Onlar sizin için siz de onlar için bir libassınız"
ve devamla;
"Mescidlerde itikafta bulunduğunuz zaman
kadınlarınıza yaklaşmayın"
Kaza-i
haceti ifade ederken de kinaye olarak;
"Her ikisi de yemek yiyorlardı"
Yine Kur'an-ı Kerim durumun gerektirdiği
ölçüler içerisinde kula nisbet ederek üçüncü şahsa
hitaptan hazır olana yani ikinci şahsa hitap haline gelen
bir edebi üslûba yönelerek bir şeye dikkat çekmektedir. Tıpkı
Allahu Teâla'nın şu ayetinde olduğu gibi:
"Hamd, Din
gününün sahibi, Rahman, Rahiym ve alemlerin Rabbi olan
Allah'a mahsustur." Hitap
üçüncü ayetten sonra üçüncü şahıstan direkt olarak
ikinci şahsa yönelmektedir.
"Yalnız sana ibadet eder yalnız senden yardım
dileriz" Yine
Allahu Teâla'nın şu sözü de böyledir:
"Bulunduğunuz gemi, içindekileri güzel bir rüzgârla
götürürken"
yine;
"Yanına âmâ bir kimse geldi diye hoşlanmadı ve yüzünü
çevirdi"
ayetinin
muhatabı doğrudan doğruya Rasulullah (s.a.v.) olduğu halde ayet
üçüncü şahsa hitap eder bir üslûb ile gelmektedir. Ardından
gelen ayette ise hitap doğrudan doğruya Rasüle yönelerek
şöyle demektedir:
"(Ey habibim) Ne
bilirsin belki de o arınacak"
İkinci
şahıstan üçüncü şahsa ve üçüncü şahıstan birinci
şahsa dönüşüm şeklinde görülen bu üslûb yüksek
edebi inceliği korumak için kullanılmaktadır. Hitap
üslûbunda üçüncü şahıstan birinci şahsa yönelme, ya
ikinci anlamı kuvvetlendirmek için kullanılır veya hitap
ile karşılaşılan üçüncü şahsa yönelik anlamı
hafifletmek yani ona daha yumuşak bir üslûbla hitap etmek
için kullanılır. Allah'a şükrederken ve ona övgülerde
bulunurken edep üçüncü tekil şahıs üslûbunu kullanmayı
gerektirdiğini, ibadet ve güçsüzlüğü, zayıflığı açığa
çıkarma anında ise ikinci şahıs zamiri ile hitapta
bulunmanın hitap edebine daha uygun olduğunu görebiliyor
musun? Üçüncü şahıs üslûbu ile kınamada bulunmak
kınanan kimseye daha hafif geldiği gibi muhatap açısından
istifham üslûbunu kullanmak daha da uygundur. Her şeyin
yaratıcısı Allahu Teâla olduğu halde ayetlerde hayrın
yaratıcısı olduğunu ifade ederken şerri zatına nisbet
etmeyi terk ederek aynı zamanda bize de konuşma üslûbunu
öğretmektedir. Allahu Teâla ayette;
"Hayır yalnızca Senin elindedir"
ifadesini
kullanmakla yetinerek şer ifadesini kullanmamıştır. Ayetin
tamamı şöyledir:
"De ki: Ey mülkün sahibi olan Allah'ım! Sen mülkü
dilediğine verirsin. Sen mülkü dilediğinden alırsın. Sen
dilediğini aziz edersin. Sen dilediğini zelil edersin.
Hayır, yalnızca senin elindedir. Sen, şüphe yok ki herşeye
kadirsin"
Ayet dikkatlice okunduğunda cümlenin gelişi
"şer" senin elindedir ifadesini kullanmaya da uygun
olduğu halde Allahu Teâla edeben şer ifadesini
kullanmamıştır. Çünkü bu nassta insanın
adlandırmasına göre Allah'ın fiiline hayır ve şer nisbet
edilmektedir. Mülk sahip olmak, izzet ve şeref, insan açısından
hayırdır. Zelil olma ve mülkün elinden alınması ise
insan açısından şerdir. Allahu Teâla ise bunların
hepsini elinde bulunduranın kendisi olduğunu bildirmektedir.
Ve ayet;
"Şüphe yok ki sen her şeye kadirsin"
ifadesi ile sona ermektedir. Bu ifade ise hem hayrı hem de
şerri kapsayan bir ifadedir. Bununla Allahu Teâla bize hitap
edebi ile nasıl edepleneceğimizi öğrenmemiz için şerri
zikretmeden hayır senin elindedir ifadesiyle yetinmiş ve
şer senin elindedir dememiştir. Bu tür edebi üslûb onların
bildiği ve haberdar olduğu yüce ve edebi bir hitap şekli
olup konuşmalarında buna riayet etmişlerdir. Şiirlerinde
ve hitaplarında bu üslûbu kullanmışlardır. Kur'an'da sözcüklerinde
ve ibarelerinde Arapların kullandıkları lafızlara ve
ibarelere göre ve konuşmalarında alışageldikleri
üslûblara göre gelmiştir ve kıl kadar bile o üslûbdan
ayrılmamaktadır. Kur'an-ı Kerim en beliğ bir üslûbla
Arapların kullandıkları en üst seviyedeki edebi üslûbların
tamamını kuşatmaktadır. Kur'an sırf Arapça bir kitaptır.
Arapça olmayan hiçbir dilin Kur'an'da yeri yoktur. Bu
nedenle Kur'an-ı anlamak isteyen herhangi bir kimsenin Arapçayı
bilmesi gerekir. Arap lisanından başka bir dille Kur'an-ı
anlamak mümkün değildir. Bu nedenle Kur'an, ibareleri ve
lafızları açısından, bu ibarelerin ve lafızların müfredatlara
ve cümlelere delaletleri açısından mutlak suretle Arap
lisanını bilmeyi ve ona göre anlamayı gerekli kılar. Arap
lisanının gösterdiği doğrultuda ve gerektirdiği
ölçüler içerisinde Kur'an tefsir edilir. Kur'an-ı Kerimi
Arap lisanının gerektirdiği ölçülerin dışında tefsir
etmeye kalkışmak caiz değildir. Bunun metodu da güvenilir
bir nakil yoluyla katıksız Arap olan, Arapçayı çok çok
fasih konuşabilen ve zaptına (ezberine telafuzzuna) güvenilen
kimselerden gelen rivayetleri dikkate almaktır.
İşte bu esaslara göre Kur'an'daki
müfredatlar ibareler ve lafızlar Arap lügatının
belirlediği sınırlar çerçevesinde tefsir edilir. Bu
ölçülerin dışında tefsiri ise mutlak suretle caiz
değildir. Arap dili açısından Kur'an tefsirinin
gerektirdiği hususlar bunlardır.
C-
Namaz, oruç, faizin haram ve alışverişin helal olması
gibi şer'i hükümler, meleklerin ve şeytanların varlığı
gibi düşüncelerden oluşan şer'i anlamlar açısından
Kur'an tefsirine gelince: Kur'an'ın bir çok ayetlerinin
mücmel olarak geldiği ve Rasülün onu açıklığa
kavuşturduğu, genel olarak geldiği ve Rasülün özelleştirdiği,
mutlak olarak geleni de mukayyet yaptığı sabittir.
Kur'an-ı Kerimde, Kur'an-ı açıklayacak olanın Rasül (s.a.v.)
olduğunu Allahu Teâla şu ayette açıkça bildirmektedir.
"Sana da insanlara indirileni
açıklayasın diye Kur'an-ı indirdik"
Bu açıdan Kur'an-ı tefsir edebilmek için
Rasül (s.a.v.)'in, Kur'an'ın müfredatları ve cümlelerin
anlamları hakkında söylediği açıklamalara vakıf olmak
gerekir. Bu açıklamalar tafsil, tahsis, takyid ve diğer
hususlarda olması fark etmez. Bu nedenle Kur'an-ı
anlayabilmek için Kur'an'la ilgili sünneti yani mutlak
olarak sünneti kesinlikle bilmek gerekir. Çünkü sünnet
Kur'an'ın açıklamasıdır. Kur'an'daki hükümlerin ve düşüncelerin
anlamları ancak sünnetle bilinir. Bu nedenle Kur'an-ı
Kerimi tam olarak anlayabilmek için yalnızca Arapçayı iyi
bir şekilde bilmek yeterli değildir. Kur'an-ı tam olarak
anlayabilmek için Arapça ile birlikte sünneti de bilmek
gereklidir. Her ne kadar Kur'an'ın lafızları ve ibareleri açısından,
müfredatların ve cümlelerin delalet ettiği anlamları
anlayabilmek için dönülmesi gereken tek kaynak Arapça olsa
da durum değişmez. Zira Kur'an'ı tam olarak anlayabilmek için
Arapça-sünnet ikilisinin bir arada bulunması kaçınılmaz
bir gerçektir. Dolayısıyla Kur'an'ı tefsir etmek isteyen
kimse hem Arapçayı hem de Kur'an tefsiri ile ilgili sünneti
çok iyi bilmelidir. Kur'an'ı anlamak ve tefsir etmek için
sünneti ve Arapçayı temel vasıta olarak kabul etmek
gereklidir.
Nebiler, Rasüller ve geçmiş ümmetler
hakkında Kur'an'da geçen kıssalara gelince: Bu konular
hakkında eğer sahih bir hadis varsa alınır. Sahih bir
hadis yoksa Kur'an ayetlerinin bildirdiği kadarıyla
yetinilir. Bu iki kaynağın dışından herhangi bir şey
almak doğru değildir. Kur'an'da geçen kıssaları anlatan müfredatları
ve cümleleri anlayabilmek için Tevrat'a ve İncil'e müracaat
etmeye yol yoktur. Bu müfredatların ve cümlelerin anlaşılmasında
Tevrat'ın ve İncil'in hiçbir ilgisi, rolü yoktur.
Kur'an'daki bu konularla ilgili manaları Kuran'ın açıkça
belirttiği Tevrat ve İncil değil Rasül (s.a.v.) açıklamıştır.
Bu nedenle Kur'an'ın manalarını anlamada Tevrat'a ve
İncil'e müracaat etmeye veya onlardan faydalanmaya asla
gerek yoktur. Çünkü Kur'an bize yalnızca Rasüle müracaat
etmemizi emretmektedir. Peygamber (s.a.v.)'in
Kur'an-ı açıkladığını
bize haber vermektedir. Tevrat'a ve İncil'e müracaat etmekle
emrolunmadık. Kur'an'daki kıssaları ve geçmiş ümmetlerle
ilgili haberleri anlamak için Tevrat'a ve İncil'e müracaat
etmemiz caiz de değildir. Aynı şekilde Tevrat ve İncil'in
dışındaki tarih kitaplarına müracaat etmemize de yol
yoktur. Çünkü konu, kıssaların açıklanması şerh
edilmesi değildir ki bunlar, (Tevrat, İncil ve diğer tarih
kitapları) bu kıssaların doğruluğunu ortaya koymada daha
geniş bir kaynak oluşturmaktadırlar denilsin. Asıl konu
alemlerin Rabbi Allah'ın kelamı olduğuna inandığımız
muayyen nassların açıklanmasıdır. Öyleyse, geldiği
lisanın gerektirdiği ölçüler, kurallar çerçevesinde ve
Rasül (s.a.v.)'in terimleştirdiği şer'i ıstılahların gösterdiği
sınırda durmak gerekir. Zira insanlara açıklaması için
Kur'an'ın Rasüle indirildiğini Allahu Teâla
bildirmektedir. Buradan hareketle, Tevrat'tan, İncil'den veya
tarih kitaplarından ve başka yerlerden tefsire girmiş
olanların tamamını tefsirden söküp atmak gerekir. Aksi
takdirde ise
bunların Allah'ın kelamına ait manalar olduğu ve Alemlerin
Rabbinin kelamının manaları ile alakalı olduğundan şüphe
olmadığı şeklindeki bir iddia ile Allah'a iftira edilmiş
olur.
Eskilerden ve yenilerden birçoklarının
Kur'an-ı Kerim'in, ilim, sanat,
keşifler ve benzeri şeylerin tamamını ihtiva ettiği
şeklindeki iddiaları ve bu iddialarına istinaden eskilerin
ve yenilerin zikrettikleri tabii ilimler, kimya, mantık vb
gibi ilimlerin tamamının kaynağının Kur'an olduğunu söyleyenlere
gelince: Bu iddiaların aslı yoktur ve de Kur'an onları
yalanlamaktadır. Kur'an hiçbir zaman onların iddia
ettikleri bir şeyi belirtmek gayesini gütmez. Her ayet ancak
Allah'ın azametine delalet eden düşünceleri ve Allah'ın
kullarının amellerindeki problemlerin çözülmesi ile
ilgili hususları anlatır. Sonradan ortaya çıkan ilimlere
ne bir ayet ne de bir ayetin parçası delalet etmez. Hatta
daha da öte Kur'an'da var olan herhangi bir ayette en ufak
bir şekilde bile herhangi bir ilme delalet eden bir husus
yoktur. Ancak, Allah'ın:
"Bulutları yürüten, rüzgârları gönderen Allah'tır"
ayetinde olduğu gibi
bazı ayetlerin birtakım ilmi hakikatlara ve nazariyelere
uygun olması mümkündür. Fakat bu türden ayetler, ilmi
hakikatları ispat için değil Allah'ın gücüne işaret için
vardır, gelmiştir. Ancak Allahu Teâla'nın:
"Biz sana kitabı her şeyi açıklayıcı olarak
indirdik"
ayetine
gelince. Ayette geçen her şeyden maksat şer'i teklifler,
kulluk ve bunlarla alakalı olan şeylerdir. Bu husus ayetin
nassı ile sabittir. Ayet, Rasül (s.a.v.)'in insanlara tebliğ
ettiği teklifler konusu ile ilgilidir. Ayetin nassı aynen şöyledir:
"O gün her ümmetten bir kişiyi aleyhlerine şahit
tutarız. Seni de onların üzerine tastamam şahit olarak
getirdik. Sana her şeyi açıklayan, hidayet ve rahmet olan,
Müslümanlara da müjde olan kitabı indirdik"
Rasülün ümmetine
şahit olarak gelmesi demek, Rasülün tebliğ ettiklerinde
şahit olması demektir. Her şeyi beyan etmek için Kur'an'ı
indirmiş olması, hidayet, rahmet ve Müslümanlara müjde
olarak gelmiş olması, Kur'an'ın mantık, tabiat ilimleri,
coğrafya vb ilimler için olmadığını kesin olarak ortaya
koymaktadır. Kur'an risaletle ilgilidir. Kur'an, hükümleri,
kulluğu ve akaidle ilgili hususları açıklayan, insanları
doğruya götüren, onları delaletten kurtaran bir rahmet, Müslümanları
Allah'ın rızası ve cennetle müjdeleyen bir kitaptır.
Onun, dinin dışındaki şeylerle ve teliflerle hiçbir
ilgisi yoktur. Böylece Kur'an'ın her şeyi açıklayıcı
bir şekilde gelmesi, İslâm ile ilgili hususları
ilgilendirdiği açığa kavuşmuş olmaktadır. Ancak Allahu
Teâla'nın; "Kitapta
biz hiçbir şeyi eksik bırakmadık"
ayetinde geçen
"Kitap" kelimesinden kasıt levh-i mahfuzdur ve
Allah'ın ilminden kinayedir.
kelimesi müşterek lafızlardandır. İçerisinde geçtiği cümle
onun anlamını belirler.
"İşte bu kitap onda hiçbir şüphe yoktur"
ayetinde geçen kelimesi Kur'an anlamında,
"Sen kitap nedir bilmezdin"
ayetinde
geçen kelimesi, sen yazma bilmezdin anlamında kullanılmaktadır.
Ancak;
"Ana kitap onun katındadır"
ayeti, "Bu, kitapta
yazılmıştır"
"Biz kitapta
hiçbir şeyi eksik bırakmadık"
"Eğer
daha önceden Allah'ın geçmiş bir hükmü olmasaydı"
"Apaçık bir
kitapta olmasın"
"Her şey apaçık
bir kitaptadır."
"Ömürlerinin azalması şüphesiz
kitaptadır."
ayetlerinin
tamamında geçen kelimesi Allah'ın ilmi anlamında kullanılmıştır. "Ve
kitabın bilgisi
onun yanındadır"
ayetinde
geçen kelimesi Allah'ın ilminden kinaye olan levh-i Mahfuz
anlamında kullanılmıştır.
"Kitapta yazılmıştır" ayeti
de Allah'ın ilminden kinaye olarak Levh-i Mahfuz anlamında
kullanılmıştır.
"Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık"
ayeti ise açıkça
Allah'ın ilmine delalet etmektedir. Zira ayetin tamamı şöyle
demektedir.
"Yerde yürüyen hayvanlar ve kanatlarıyla uçan kuşlar
da ancak sizin gibi birer toplulukturlar. Kitapta biz hiçbir
şeyi eksik bırakmadık" Allahu
Teâla'nın;
"Küçük büyük bir şey bırakmaksızın hepsini
saymış"
ayeti
de aynı şekil üzere gelmiş bir ayettir. En'am suresinde geçen
ikinci bir ayet;
"(Apaçık) bir kitaptadır"
ayeti
de buna delalet
etmektedir. Ayet şöyle gelmiştir.
"Gaybın anahtarları O'nun katındadır. Onları ancak O
bilir. Karada ve denizde olanı da bilir. O'nun ilmi
dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarında
olan tek bir tane yaş ve kuru müstesna olmamak üzere her
şey apaçık bir kitaptadır"
Bu ayetlerin hepsinde geçen
kelimesinden kastedilen mananın Kur'an-ı Kerim olmadığına
kelimesinin Allah'ın ilminden kinaye Levh-i Mahfuz anlamına
geldiğine delalet etmektedir. Öyleyse ayette Kur'an'ın,
tabii ilimleri ve benzeri konuları içerdiğine dair bir
delalet kesinlikle yoktur. Bu durumda Kur'an bir takım
ilimleri incelemekten tamamen uzaktır. Çünkü Kur'an'ın müfredatı
ve cümleleri böyle bir şeye delalet etmemektedir. Çünkü
Rasül (s.a.v.) Kur'an-ı böyle açıklamamıştır ve hiçbir
ilgisi de yoktur. Kur'an'ın (gerçeği) vakıası işte
budur. Kur'an, Rasülün Allah katından getirdiği Arapça
nasslardan müteşekkil olduğuna açıkça delalet eden bir
kitaptır. Arap lügatının ve Allah'ın Rasülünün
sünneti dışında tefsir edilemez. Kur'an'ın tefsir
keyfiyetinin belirlenmesi ile ilgili olarak ise herhangi bir
şer'i delil yoktur. Çünkü bizzat Kur'an'ın kendisi bile
nasıl tefsir edileceğini bize açıklamamıştır. Sahabe
-Allah onların hepsinden razı olsun- her ne kadar nüzul
sebebine göre Kur'an-ı tefsir ediyordu ise de bu, tefsir
kabilinden değil mevkuf hadis kabilinden bir davranıştır.
Her ne kadar şerh ve açıklama türünden bir davranış idi
ise de Sahabe, ayetlerin tefsirinde ihtilaf etmiştir. Tefsir
hususunda onların belirli bir keyfiyet üzerinde icma etmemiş
olmaları her birinin anladığını söylediklerine delalet
etmektedir. Onlardan bir kısmı İsrailiyat ile ilgili bazı
konuları ehli kitaptan almış ve tabiin de onlardan
rivayette bulunurken bir kısmı ise ehli kitaptan bir şey
almayı reddetmiştir. Ancak onların tamamı kendilerinde var
olan Arapça bilgisi ve Rasulullah (s.a.v.)'in kavli, fiili ve
takriri sünneti ve Allah'ın Rasülü'nün ahlakı ve fiziki
özellikleri hakkında bildikleri bilgiler çerçevesinde
Kur'an-ı anlıyorlardı. Ki bu durum onların tamamı
arasında meşhurdur. Onlardan kimi, hakkında herhangi bir
nass olmadığından dolayı değil, manaya güvenlerindeki
tereddütleri dolayısıyla bazı ayetleri ve kelimeleri
tefsir etmekten çekiniyorlardı. Hakkında güvenilir bir
bilgiye sahip olmadıkça tefsir yapmıyorlardı. Ancak
onların bu davranışları icma olarak isimlendirilemez.
Çünkü bu hareket Rasülden gelen bir delili açığa çıkarmamaktadır.
Çünkü Rasülün Kur'an'ı açıklaması tefsir değil sünnettir.
Ancak bununla beraber Sahabenin, Arapçayı çok iyi bir
şekilde bilmeleri, Kur'an'ın kendisine indiği Rasüle olan
bağlılıkları, Rasülün takip ettiği yolda ittifak
etmeleri, Kur'an'ın müfredatlarını ve terkiplerini
anlayabilmek için tek vasıta olan cahili Arap şiiri,
hitabet yolları ve Arapça ile ilgili diğer hususları
bilmeleri, Rasülden aldıklarının ötesine geçmemeleri ve
Kur'an'ı anlamada akıllarını bu iki kaynağın ışığı
altında kullanmalarından dolayı bütün insanlar arasında
Kur'an'ı tefsirde doğruya en yakın olan Sahabeler Kur'an'ı
anlamada en hayırlı bir yolu takip etmişlerdir.
Bu nedenle, Kur'an'ın müfredatlarını ve cümlelerini,
şer'i anlamlarını, şer'i hükümleri, şer'i vakıası
olan düşünceleri bünyesinde barındıran Kur'an'ı
anlamanın ve tefsir etmenin tek yolu Rasülün sünnetini
bilmek ve Arap lügatına iyi bir şekilde vakıf olmaktır.
Arap kelamının ve Arapların sözlerinde alışageldikleri
kullanım özelliklerinin gösterdiği ölçüler
çerçevesinde, Kur'an ve sünnetten meydana gelen şer'i
nasslarda varit olan şer'i anlamlar, ne eski ve yeni
alimlerin, ne Tabiinin hatta Sahabenin anlayışıyla bağlı
kılınmaksızın yukarıda sıraladığımız ölçüler
çerçevesinde nassları anlamada aklı serbest
bırakmıştır. Çünkü öncekilerin tefsirleri birer
ictihaddır. Dolayısıyla isabet etmeleri de yanılmaları da
mümkündür. Arapçaya ve şeriata hâkimiyet, eşyalardaki
yenilenme, medeni şekillerde ve olaylarda meydana gelen
ilerleme çerçevesinde müfessire vakıanın daha da
belirginleşmesi, akla ayeti daha da iyi anlama imkânını
verebilir. Yeni buluşlar konusunda, kavramada aklı serbest
bırakmakla, tefsir kelimesinin gerektirdiği sınırda tefsir
konusunda icat edicilik ve üretkenlik sağlanmış olur.
Ancak aklın serbestliği mutlak şekilde olmamalı,
Kur'an'ın vakıası ve mefhumu dışına çıkmamalıdır.
Aklın serbestliği öyle bir sınırda tutulmalıdır ki,
Kur'an ayetlerinin içerdiği manalar dışına çıkılmamalı
ve ayetlerin veya kelimelerin kabul etmediği manalar ona
nisbet edilmemeli, tefsirde bu sapıklıktan uzak
durulmalıdır. Kur'an'ı anlamada insanı serbest bırakmak,
Kur'an'ın kendisine indiği Rasül (s.a.v.)'in
haricinde hiçbir insana
bağlı kalmadan nassın anlaşılmasında en geniş bir
çerçevede aklın önünü açmayı gerektirir. Geçmiş
ümmetlerle ilgili olarak Kur'an'da anlatıldığı kadarıyla
yetinmeyi ve İsrailiyatın tamamını silip atmayı,
Kur'an'ın her türlü ilmin kaynağı olduğu iddiasını
tamamıyla ortadan kaldırmayı, Kur'an'da geçen bu tür
ayetlerden kastın Allah'ın azametinin açıklanması ilgili
olduğunu belirtmekten öteye geçmeyeceği bir anlayış
sınırında durmayı gerektirecektir. İşte Kur'an'ı tefsir
ederken müfessirin bağlı kalması gereken metod budur ve
Kur'an'ı tefsir etmek isteyen kişinin de bu ağır yükü
kaldırması gerekir.
|